18 Mayıs 2024 Cumartesi

Ayasofya’dan Kariye’ye; Müzeden Cami’ye…+ Egemenlik ilişkilerinin sergi alanları: Müzeler + Ayasofya'dan Kariye'ye iktidarın müze savaşı (EVRENSEL)

Ayasofya’dan Kariye’ye; Müzeden Cami’ye…(T. Gül Köksal) 

Müzecilik haftası gelince, aklıma ilk olarak kültürel değerlerin kim için ve nasıl müzeleştirildiği geliyor.

Yaşayan şeylerin yerlerinden koparılıp başka bir yerde sergilenmesi fikrine dayanan müzecilik yeni bir şey değil. Müzeler toplumların ürettiği değerleri kendi bağlamlarından ötede yan yana getirerek, resmi tarihe uyumlu, makbul ve kategorize edilmiş bir şekilde yeniden topluma sunarlar.

Kültür politikasının somut mekânsal birer ürünü olarak müzeler, batı dünyasında gün be gün dönüşüyor. Ziyaretçilerini aktif tutan interaktif yöntemlerden, bünyelerindeki eğitim programlarına veya nesnelerin/yerleşimlerin yerinde sunulduğu müzelere dek çeşitlenen yeni müzecilik yollarıyla kültürel hegemonya üretimi devam ediyor.  

Burjuva varlığının sergilendiği, değer üretimi ve atamasının sınıfsal olduğu, toplumsal zenginliğin bu sınıflamaya dahil edilmeden görmezden gelindiği müzelerde, çoğu kez kültürel birikim yoluyla toplumsal eşitsizliğin pekiştirildiğini söylemek mümkün.

Türkiye’de ise, batı dünyasını takip eden bu yaklaşım, benzer müzeleri üretiyor. Devlete ait müzelerin yanı sıra Koç, Sabancı gibi sermayedarların kurduğu müzeler de var. Bir de başlığa taşıdığım Ayasofya ve Kariye gibi mütemadiyen ideolojik çatışmaların mekânı olan örnekler var.

Temmuz 2020’de Birgün’e yazmışım; “Müzeden camiye Ayasofya: Siyasal İslami ideolojinin yeni aracı”. Yazıda Ayasofya’nın o dönemki işlev değişikliği müdahalesini tartışmışım (1). Açık Mimarlık programında da bu dönüşümün politik, ekonomik, toplumsal bağlamlarını Yağmur Yıldırım ile konuşmuşuz (2). O dönem Ayasofya’nın müzeden camiye dönüştürülmesi epey bir gündem olmuştu. ICOMOS (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi Türkiye Milli Komitesi), TMMOB gibi kurumlar yapının tarihi ve mimari niteliklerini işaret ederek müze olarak kullanımını salık vermişlerdi.

Bir tarafta kültürel hegemonyayı müzeleştirme yoluyla, diğer tarafta siyasal islam yoluyla üretme arzusu hakimdi. ICOMOS metni “devlet kararlarının sürekliliğini, devletin Birleşmiş Milletlere bağlı UNESCO tarafı olmasını, Atatürk ve arkadaşlarının kararına saygıyı, en çok ziyaret edilen müze olmasını, barış ve dinler arası kardeşliğin sembolü olmasını” vb. hatırlatıyordu (3).

Öte yandan Ayasofya kurulduğu andan itibaren ideolojik çatışmaların merkezinde sembolik bir yapı olarak tam da ülkenin içindeki yeni gelişen çatışmaları işaret ediyor(du). Bir fetih süreci hakim(di). İlgili yazıda Ayasofya’nın tarihi sürekliliği kadar bu ülkenin tüm değerlerinin, insan-hayvan türlerinin, doğanın, barışçıl, eşit, adil, özgür bir yaşam sürmesi ile eşdeğer olduğuna işaret etmiştim. İdeolojik, sınıfsal, etnik, dini, toplumsal cinsiyet vb. çatışmaların körüklendiği, kapitalist üretim ilişkilerinin bu kasıtlı ayrıştırmalardan beslendiği bir ortamda ihtiyacımız olan şey tüm ayrımları, eşitsizlik ve adaletsizliği ortadan kaldırmak.

Burada mesele Ayasofya’nın müze/ibadet işlevi almasının ötesinde ya da özündeki kilise/cami çatışmasının berisinde nasıl bir ülkede, ne şekilde yaşamak istediğimiz ile ilişkili bir sorunsal. Tartışmayı bu noktadan başlatmak, ulusların çizdiği sınırları da bedenlerimizin, ten renklerimizin, yaşam biçimlerimizin toplumsal karşılığı olan önyargıları da görmemiz için bir fırsat sunabilir. Böyle bir bakış açısı karar verici egemenler karşısında, o sınıfa ait olmayan hepimizin, insan dışı canlıların, doğanın ezilen, sömürülen olduğunu, dini/etnik çatışmalar içinde ıskaladığımız şeyleri yeniden ve yeniden sorgulamamızı imkân tanıyabilir.

Ayasofya cami işlevini aldıktan sonra, bir kısmı ücretli müze de oldu. 2020’de Cumhurbaşkanı açıklaması şöyleydi; “Ayasofya camiine ücretli giriş uygulamasını da kaldırıyoruz. Tüm camilerimiz gibi Ayasofya'nın kapıları da herkese sonuna kadar açık olacak. İnsanlığın ortak mirası olan Ayasofya yeni statüsüyle herkesi kucaklamaya çok daha samimi özgün şekilde devam edecektir”. Ancak Ocak 2024’te Bizans mozaiklerinin restorasyonu bittikten sonra açılan kısma giriş yabancı turistlere 25 Euro, yerlilere 850 TL oldu.

Üstüne Ayasofya’nın “yeniden fethi” Kariye’ye de sıçradı. 1948 yılında Müzeler İdaresi’ne bağlanan Kariye, Ağustos 2020 tarihli Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle cami işlevini aldı ve restorasyon sürecinden sonra 6 Mayıs 2024’te ibadete açıldı (4). İdeolojik çatışmalar sürüyor…

Başta ifade etmeye çalıştığım müzecilik ideolojisine dönersem, kültürel değerlerin bir yere kapatılıp sunulmasından ziyade yaşamdaki akışına değinen Eduardo Galeano’nun şöyle der; “…Kültürel değerler hep hareket içindedir, değişim halindedir ve gerçekliğin meydan okumasıyla karşı karşıyadır; bizatihi gerçeklik de hareket halindedir zaten. Önemli olan onunla ne yapıldığı ve bir toplumun düş kurarken, yaşarken, dans ederken, oynarken, sevişirken onunla ne ölçüde özdeşleştiğidir. Dünyanın olumlu tarafı budur: Mütemadiyen birbirine karışmak ve yeni meydan okumalara yeni karşılıklar bulmak…. Bir çapa, geçmişe demir atan bir hafıza değil, bir mancınık olarak hafıza. Bir yere varmış bir hafıza değil, bir başlangıç noktası olarak hafıza” (5).

Kültürel üretim ve sürekliliği sorunsalı, sistemsel olan içinde metalaştırılıyor. Hafıza ve koruma somutlaştıkça aygıt tarafından kapılıyor. Oysa Galeano’dan çok sık referans verdiğim şu gelenekte öyle olmuyor: Bir seramik ustası artık üretim yapamayacak hale geldiğinde zanaatını bir törenle bırakır. Törende en güzel işini zanaata yeni başlayan bir çırağa sunar, çırak o çömleği alır, yere çarpıp bin parçaya böler. Sonra o parçaları alır, kendi çamuruna katar. Hafıza bir başlangıçtır ve kendi yoluna devam eder…

1. https://www.birgun.net/makale/muzeden-camiye-ayasofya-siyasal-islami-ideolojinin-yeni-araci-3079852 16 Temmuz 2020, https://acikradyo.com.tr/podcast/224918

3. http://www.icomos.org.tr/?Sayfa=Duyuru&sira=72&dil=tr

4. https://www.trthaber.com/haber/kultur-sanat/kariye-camiinde-79-yil-sonra-ilk-kez-cuma-namazi-kilindi-856696.html#:~:text=Uzun%20yıllar%20kilise%20olarak%20kullanıldı&text=Bu%20kararın%20ardından%20restorasyonuna%20başlanan,Mayıs'ta%20yeniden%20ibadete%20açıldı.

5. https://birartibir.org/kendi-hamuruna-katmak/

Egemenlik ilişkilerinin sergi alanları: Müzeler (Buse VURDU)

Zamanda ve mekanda tanımlı nesneler, egemenlik ilişkilerinin seçkin birer uğrak noktası olarak müze camlarının ardında yerini alır. Kültürel miras bugünün güçlü bir politik aracı haline gelir.

Müzeler, insanlığın ortak mirasını koruyan ve gelecek nesillere aktaran önemli kurumlar olarak bilinir. Ancak bu kurumların tarihi, sadece tarihi ve kültürel mirasın korunmasıyla değil, aynı zamanda ve daha çok, ekonomik ve politik süreçlerle içli dışlıdır. Müzelerde nesneler geçmişle geleceği bir hikaye etrafında birbirine bağlayan birer unsur niteliği gözetilerek sergilenir. Teşhirde yer alan eserler kadar yer verilmeyenlerin de bir anlamı bulunur. Bugünün hakim kültürel miras anlatısı her ne kadar bütün insanlık için ortak olan değerlere vurguyu içerse de gerçek, egemenlik ilişkileriyle göbekten bağlı çatışmaları içeren politik bir mücadele alanının varlığıdır.

Geçmişin maddi kalıntıları, devletlerin, kişilerin veya kurumların kendi hakimiyet alanlarını, güç ve prestijlerini sergilemenin birer aracı olarak kullanılır. Zamanda ve mekanda tanımlı nesneler, egemenlik ilişkilerinin seçkin birer uğrak noktası olarak müze camlarının ardında yerini alır. Kültürel miras geçmişe yapılan referanslarla bugünün güçlü bir politik aracı haline gelir. Bu politik araç hem ulusal hem de uluslararası arenada söz sahibi olan, ulusal sınırlar içinde genellikle milliyetçi, uluslararası alanda ise sömürgeci ve emperyalist politikalar ile etki gücünü gösterir. Ulusal tarih anlatıları kültürel miras aracılığıyla uluslararası arenada boy ölçüşür.

KRALLIK KOLEKSİYONLARINDAN ULUSAL MÜZELERE

Müzelerin kökenleri Antik Yunan ve Roma dönemlerine kadar uzanırken, modern müzecilik anlayışı 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa'da şekillenmiştir. Avrupa'nın keşif ve işgalleri sonucunda, sömürgeci güçlerin dünya çapında birçok kültürel mirası yağmalaması geniş koleksiyonların oluşmasına yol açmıştır. Başta kraliyetlere ait olan koleksiyonlar, 18. yüzyıldan itibaren kamuya açılarak müzelere dönüştürülmüştür. British Museum, Louvre Müzesi gibi müzelerin temelleri bu dönemde atılmıştır. Avrupa’da monarşilerin yıkılması ve ulus devletlerin kurulmasına paralel olarak yeni birçok müze kurulmuş, kamusal müzeler ulusu temsil etme misyonu kazanarak ulusal müzeler halini almıştır.

Topraklarındaki eserlere yönelen ilgiyi fark eden, Avrupa dışındaki diğer devletler de 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında kendi koleksiyonlarını oluşturmak için harekete geçmiştir. Bu süreçte çoğunlukla Batılılaşma, modernleşme, ulus inşası gibi motivasyonlarla müzecilik faaliyetleri harmanlanmıştır. Ülkemizde de müzecilik faaliyetlerinin kökeni benzer saiklerle Osmanlı dönemine tarihlenmektedir. 1869’da kurulan Müze-i Hümayun, imparatorluğun ilk müzesi olma özelliğini taşırken Avrupalıların ilgilerine paralel biçimde Klasik Dönem eserlerine odaklanmıştır. Müzeler modernleşmenin bir aracı olarak görülmüş ve imparatorluğun hakimiyet alanı açısından birer yer işareti olarak değerlendirilmiştir. Erken cumhuriyet döneminde ise Anadolu topraklarını öne çıkaran ve Türk ulusunun köklerini bu topraklarda arayan bir arkeoloji pratiği yerleşmiştir. Devlet tarafından desteklenen bu pratik, mekansal açıdan hem içeriye hem de dışarıya Türk ulusunun coğrafi sınırlarının gösterilmesine, zamansal açıdan ise Türk ulusunun tarih öncesi çağlardan bu yana Anadolu topraklarında hak sahibi köklü bir medeniyet olduğunun ispatına dayanmıştır.

YERALTI PİYASALARINDAN SAYGIN MÜZELERE

Koleksiyonların ve müzelerin büyümesinde çalıntı eserlerin rolü 18. ve 19. yüzyıl ile sınırlı değildir. Bugün artık tanımlı bir suç olarak tarihi eser kaçakçılığı, birçok ülkede ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle savaş, işgal, çatışma ve yoksulluk gibi faktörler, kaçakçılığın yaygınlaşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu durum, son süreçte Filistin örneğinde de görülebileceği gibi, Orta Doğu, Afrika ve Orta Amerika gibi bölgelerde özellikle belirgindir. Kaçırılan eserler genellikle yeraltı piyasalarında sahte belgelerle, legal görünümlü ticaret yollarıyla dolaşıma sokulur ve son alıcılar genellikle koleksiyoncular, müzeler veya sanat galerileridir. Legal olan ile illegal olanın çizgisinin nerede başlayıp nerede bittiği son alıcıya gelindiğinde önemini yitirmiştir. Ait oldukları topraklardan kaçak yollarla koparılan eserler artık “saygın” koleksiyonerlerin, sanat galerilerinin veya müzelerin ellerindedir.

Kaçırılan tarihi eserlerin iadesi oldukça meşakkatli ve olumlu sonuçlanması -yine güç ilişkileri dahilinde- her zaman mümkün olmayan bir süreçtir. Bir ülkenin tarihi eserlerinin kaçırıldığına veya yasa dışı yollarla satıldığına dair bir ihbar veya şüphe oluştuğunda, öncelikle durumun yetkililerce tespit edilmesi gerekir. Ardından, kaçırılan eserlerin tanımlanması ve belirlenmesi için araştırmalar yapılır. Kaçırılan eserlerin bulunduğu ülke ile eserlerin sahibi veya kaçırıldığı ülke arasında resmi bir iletişim kurulur. Bu iletişim genellikle diplomatik kanallar veya uluslararası anlaşmalar yoluyla gerçekleşir. Kaçırılan eserlerin sahibi veya kaçırıldığı ülkenin yetkilileri, kaçırılan eserlerin iadesini resmi olarak talep ederler. Bu talep genellikle belgelerle desteklenir ve kaçırılan eserlerin kanıtlanmış sahibi olduğunu gösterir. İade talebi, kaçırılan eserlerin bulunduğu ülkenin yasal sistemine göre değerlendirilir. Bu süreç, uluslararası hukukun yanı sıra ilgili ülkelerin iç hukukuna da tabidir. İade talebi, uluslararası anlaşmalara dayanarak veya ülkeler arasında özel bir anlaşma olmadığı durumlarda uluslararası hukuk ilkelerine dayanarak ele alınabilir. İade talebinin değerlendirilmesinin ardından, kaçırılan eserlerin bulunduğu ülkenin yetkilileri bir karar verirler. Bu karar, eserlerin iadesine veya iade edilmemesine ilişkin olabilir. Eğer iade kararı verilirse, eserlerin iadesi için gerekli prosedürler başlatılır. İade kararının verilmesinin ardından, kaçırılan eserlerin iadesi için gerekli lojistik ve yasal süreçler başlatılır. Bu süreç, eserlerin fiziksel olarak iade edilmesi, belgelerin düzenlenmesi ve gerekirse uluslararası nakliyatın organize edilmesini içerebilir.

Bugün British Museum’da yer alan 8 milyon eserin İngiltere dışından çoğunlukla kaçak yollarla müzeye getirildiği düşünülmektedir. Geçtiğimiz aylarda British Museum’da meydana gelen hırsızlık olayları neticesinde birçok ülkenin kendi topraklarından İngiltere’ye kaçırılan eserlerin akıbetini sorduğu ve eserlerin iadesini istediği süreçte İngiltere, eserlerin Londra'da daha iyi korunduğunu, zamanında resmi izinlerle getirildiğini ve söz konusu ülkelerin tanıtımına katkı sağladığını iddia etmiştir. Dahası, İngiltere’nin önde gelen üniversiteleri bu tartışmalarda taraf olacak şekilde, eserlerin İngiltere’ye getirilmesi sürecinde yer alan yerel unsurlara vurguyu içeren, yani bir diğer deyişle topu eserlerin getirildiği ülkelere atan projeler üretmektedir. Bunlardan birisi özel olarak Anadolu ve Yunanistan’dan getirilen eserlere odaklanmaktadır. Yalnızca bu örnekler bile müzelerin sadece tarih ve kültürün somut izlerini sergileyen mekanlar değil, aynı zamanda ekonomik ve politik güç ilişkilerinin bir yansıması olduğunu göstermektedir.

                                                              /././

Ayasofya'dan Kariye'ye iktidarın müze savaşı (Şeyma AKCAN)

Kültürel mirasın egemenler arasında bir güç savaşına dönmesi bugünlerde en çok ibadethane-müze tartışmalarında görülüyor. Önce 'hilafet yürüyüşleriyle' camiye çevrilen Ayasofya'yı Kariye takip etti.

Bugün AKP iktidarının kültür ve sanat alanındaki dönüşüm hedefinden müze gibi toplumun kültürel mirasları da payını alıyor. Ayasofya Müzesinden sonra Kariye Müzesi de camileştirildi. Üstelik mesele sadece müzelerin camiye çevrilmesi veya ibadete açılması değil aynı zamanda bu dönüşümle birlikte gelen kültürel, tarihi ve sanatsal mirasa yapılan müdahale…

MS 537’de Katedral olarak kurulan Ayasofya’nın kaderi şu şekilde bir yol izliyor: Katedral (537-1054) Ortodoks katedrali (1054-1204) Katolik katedrali (1204-1261) Ortodoks katedrali (1261-1453) Cami (1453-1934) Müze (1935-2020) Cami (2020-günümüz) Ayasofya'nın müze olarak kalması taleplerine kulak tıkayan iktidarın siyasi bir hamle ile yapıyı ibadete açma çabalarına Danıştay yeşil ışık yaktı. Danıştay 10’uncu Dairesi, Ayasofya'yı müze yapan 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal ederek ibadete açılması önündeki engeli kaldırdı. 2020 yılında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da Ayasofya'nın Diyanet İşleri Başkanlığına devredilerek ibadete açılması kararını imzaladı.

Döneminin en önemli mozaik ve fresk sanatına sahip, birçok sanatçının da esin kaynağı olan Kariye Müzesi de bu yıl müzeden camiye çevrilerek ibadete açıldı. eski Orta Çağ Rum Ortodoks kilisesi olarak 6. yüzyılda kurulan Kariye 1453’ten sonra da elli sekiz yıl daha kilise olarak işlevini sürdürdü, 1511'de cami olarak kullanılmaya başladı. 1945'te ulusal anıt ilan edilen yapı, Bakanlar Kurulu kararı ile 1948 yılında Müzeler İdaresi’ne bağlı bir müze hâline getirildi. Türkiye'nin en çok ziyaret edilen müzelerinden birisi olan Kariye, 2019 yılında Danıştay'ın iptal kararı sonucu Cumhurbaşkanı tarafından Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredilmiş olup, 6 Mayıs 2024 tarihinde ibadete açıldı. Kiliseden camiye dönüştürülmesinden sonra, içindeki Hristiyanlık sembolleri, yazılar, bütün freskolar, mozaikler ince bir boya ve kireç badanası ile örtüldü.

Feyyaz Yaman’ın değerlendirmesine göre, “Bugün sayıları 1000’in altına düşmüş Rum toplumu ötesinde evinde Ermeni’sinden, Yahudi’sine, Alevi’sinden, Êzidî’sine hiçbir kutsallık hakkına saygı duymayan bir zihniyet, yüzsüzce insan hakları üzerinden kendi ibadethanesini açma hakkını talep edebiliyor. Bu gidişle Göbeklitepe’yi bile İslam’laştırma gayreti ile ibadete açabilecek ikiyüzlülük, “para”nın kuyruğunda evrensellik-insanlık sözde liderliğini kimseye kaptırmıyor. Yitirilen, kapatılan, yok edilen tüm dünya değerleri adına insanlık kültürüdür. Özgür sanatın eşitlikçi yaratıcılığın tarihi, hafıza mekanları gasbedilemez, edilemeyecek…” 

"KARİYE KİMİN İÇİN AÇILDI?"

Sanat tarihçisi Zehra Ergül Kaya "kadın olduğu" gerekçesiyle Kariye’ye alınmadı. Beykoz Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Sanat Tarihçisi ve İstanbul uzmanı Zehra Ergül Kaya, Kariye’deki restorasyonu görmeye gittiğini ancak cami olarak açılan alana  “Kadınlara yasak” denilerek alınmadığını belirterek tepki gösterdi. Uygulamanın dini ya da hukuki bir izahının olmadığını vurgulayan Zehra Ergül Kaya Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ve Vakıflar Genel Müdürlüğüne “Kariye kim için açıldı” sorusunu sordu. Uygulamanın kadın hakları ve insan haklarına aykırı olduğunu belirten Zehra Ergül Kaya “Kariye’de başarılı restorasyonu görmeye gidip hayal kırıklığıyla geri döndüm ve sebebi kadın olmam” dedi.

Zehra Ergül Kaya’nın X sosyal medya hesabından yaptığı açıklama şöyle: “Bugün Kariye’ye gittim. Kadın olduğum için cami olarak açılan alana alınmadım. Sanat Tarihçisi ve İstanbul uzmanı olmama ve görevlilerle uzun konuşmalara rağmen “Kadınlara yasak” hiç bir saatte kesinlikle giremezsin cevabıyla karşılaştım. Bu uygulamanın dini ya da hukuki bir izahı yok. Sanat Tarihçisi ve İstanbul uzmanıyım, kadın olduğum için cami mekanına alınmadım. Uzun süren rica ve ısrarıma rağmen ‘Sabah saatleri dahil kesinlikle yasak’ denerek kabalıkla görevli Abdurrahman İnal, Z. Tarhan tarafından engellendim.”

(Evrensel)


Birgün KÖŞEBAŞI (18 Mayıs 2024)

 

İntihar ve linç (Atilla Aşut)

Küçük bir alıntıyla başlayalım:

(…) sahibini görünce, elindeki feneri ileri doğru fırlatıp, bir kahraman edasıyla intihar eden ev sahibini kurtarır.” (“Zü’nün Tuhaf İnsanları”, Taşdergi, Mart-Nisan- Mayıs 2023, Sayı: 1)

Adana’da yayımlanan bir dergide yer almış bu satırlar. “Emel Kalender’in Öykü Kitabına Eleştirel Bir Yaklaşım” gibi hayli iddialı bir altbaşlığı da var yazının.

İntihar eden bir insan nasıl kurtarılabilir?

İntihar, özkıyımdır. Daha açık bir anlatımla, kişinin canına kıyması, kendini öldürmesi, yaşamına son vermesidir.

Demek ki yukarıdaki satırların yazarı, intihar etmenin “ölmek” anlamına geldiğini bilmiyor.

Bu trajikomik durumu özetlemek gerekirse şöyle diyebiliriz:

Yazar yazmış, yayıncı yayımlamış, okur okumuş, eleştirmen görmemiş; İNTİHAR EDEN KURTULMUŞ!

Kuşku yok ki ülkemizde “intihar”ın anlamını yanlış bilenlerin sayısı az değil. Dahası, sözcüğün yanlış kullanımı başka alanlara da yayılmış. Örneğin bir televizyon dizisinde, intihar eden kişiye “geçmiş olsun ziyareti”ne gidenleri görmüştük! Demek ki “intihar etmek”le “intihar girişimi” karıştırılıyor…

Bir de “kendimi intihar edeceğim” söylemi var ki evlere şenlik! Sanıyorum başlangıçta kimi senaryolarda mizahi bir söylem olarak yer verilmiş ama daha sonra film repliği olmaktan çıkıp gençlerin gündelik diline de bulaşmış. O kadar ki Can Yücel’in “Vaziyet-i Umumi” adlı ironik şiirine bile girebilmiş:

“bunlar yetmezmiş gibi dışarıda / sokak inşaatı yeniden başladı, / matkaplar gırla/
kendimi intihar edeceğim bir gün!”

∗∗∗

Benzer bir yanlışı da “linç” sözcüğünü kullanırken yapıyoruz. “Linç”, birilerinin kışkırtılmış topluluklar tarafından dövülerek öldürülmesidir. Yani “linç” olgusunda ölümle sonuçlanan bir eylem sözkonusudur. Oysa yayın organlarında kimi saldırılar için de “linç edildi” ifadesi kullanılıyor. Saldırıda ölüm gerçekleşmemişse bunun adı “linç” değil “linç girişimi”dir.

∗∗∗

ARAPÇA KUTSAL BİR DİL DEĞİLDİR

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, durduk yerde “Arapça, Kuran dilidir” diyerek yeni bir tartışmaya yol açtı.

Dünyada yaklaşık yedi bin dil kullanılıyor. Ama bunların arasında “Kuran dili” diye bir dil yoktur. İslam peygamberi Muhammet, Arap coğrafyasından çıktığı için Kuran da doğal olarak Arapçadır. O peygamber eğer Türkiye’de doğsaydı Kuran da Türkçe olacaktı. Arapçayı “Rabca” (“Tanrı dili”) diye kutsayanlar, Kuran’ın Türkçeye çevrilerek anlaşılmasını istemeyenlerdir.

Diller en genel tanımıyla iletişim aracıdır. Arapça da bu tanımın içindedir ve kutsal değildir. Kuran, Arapça yazıldı diye Arapçaya kutsallık yüklenemez.

İlahiyat Profesörü Şahin Filiz’in çok özlü biçimde tanımladığı gibi, “Arapça, Kuran dili değildir. Kuran Arapçadır, o kadar.  Arapça tabelalar da ayet-i kerime değildir.”  

HAFTANIN NOTU

Başlamadan biten “yumuşama” süreci!

“Kobani Davası”, beklendiği gibi, hukuka aykırı biçimde sonuçlandı. Kürt siyasetçilere ağır cezalar kesildi. Eski HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş’a 42, Figen Yüksekdağ’a 30 yıl hapis cezası verildi. İktidar ortaklarının yargı üzerindeki baskısıyla elde edilen bu sonuç, “Erdoğan yumuşuyor” yorumlarının ne denli boş olduğunu bir kez daha gösterdi. “Siyasette normalleşme” beklentisinin bu iktidar döneminde gerçekleşemeyeceği de açık seçik anlaşılmış oldu.

Biz bu sürecin başlamadan biteceği görüşündeydik. Düşündüğümüzden de kısa sürdü iyimserlik havası. Bir hafta içinde yaşananlar, yaratılmak istenen pembe tabloyu tuzla buz etti.

Düşünebiliyor musunuz, Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili Can Atalay’la ilgili Anayasa Mahkemesi kararını tanımayan bir yargıcı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yaptılar! Bir gün sonra “Kobani Davası”nda ceza yağdı kumpas mağdurlarına! Tüm yurttaşlarımızı “casusluk” suçlamasıyla karşı karşıya bırakacak “Etki Ajanlığı” tasarısı ise yolda. “9. Yargı Paketi”nden bakalım temel hak ve özgürlüklerimizi budayacak daha hangi hinlikler çıkacak!

28 Şubat kumpas davası dolayısıyla hukuksuz olarak içeride tutulan yaşlı ve hasta paşaların, tam da Kobani kararlarının açıklandığı gün salıverilmeleri, Saray rejiminin en insani konuları bile siyasal amaçları için nasıl sömürmeye çalıştığının kanıtıdır. Bu insanların cezalarının sağlık nedeniyle kaldırılması Saray’ın “lütfu” ya da bir “af” değil, yasa gereği yerine getirilmesi gereken bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğün bir yıl geciktirilerek Kobani Davası’nda ağır cezaların verildiği güne denk getirilmesi, siyasal bir denge hesabının sonucudur.

Ama böyle küçük hesaplarla kimseyi aldatamazlar. Toplum vicdanını yıllardır sızlatan bir yarayı pansuman ederek ya da kamuoyunca tanınan birkaç ünlü hükümlüyü salıvererek “yumuşama” olmaz! Ülkeyi demokratikleştirmenin yolu, göstermelik adımlardan, makyaj önlemlerden değil, Anayasayı tastamam uygulamaktan geçiyor.

                                                              /././

Güç yüzüğünü yok etmek (Berkant Gültekin)

Yerel seçimlerin ardından Erdoğan’ın dile getirdiği “siyasetteki yumuşama iklimi” Kobani Davası’nı teğet geçti. 8 yıldır cezaevinde tutulan Selahattin Demirtaş 42 yıl, Figen Yüksekdağ 30 yıl 3 ay, Ahmet Türk ise 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Dava kapsamında birçok siyasetçi hakkında ağır hapis cezaları verildi.

Baştan sona siyasi saiklerle yapılan yargılamadan tamamen rejimin zihin dünyasıyla örtüşen bir netice çıktı. Kişiler özelinde verilen kararlar da ince siyasi hesapların ürünü. Ayhan Bilgen ve Altan Tan’ın beraat etmesi, elbette insanlık ve adalet adına olumlu. Fakat “Beraat kararları, mahkeme heyetinin hukuki kanaatinin mi sonucu, yoksa bu iki ismin HDP siyasetinden ayrılması nedeniyle yapılan siyasi muhasebenin mi…” diye düşünmemek elde değil. Ağır cezalara çarptırılan sanıklar, işledikleri iddia edilen suçlardan mı yargılandı yoksa mevcut denklemdeki siyasal pozisyonlarının bedelini mi ödedi? Cevabı herkes biliyor.

Kobani Davası’nın temyiz sürecini de hukuki değerlendirmeler değil siyasi gelişmeler belirleyecek. Cumhur İttifakı varlığını korursa, Kobani Davası’nda ve Kürt sorununda farklı bir sayfanın açılması zor. Kürt meselesindeki agresif politika ve uygulamalar, ittifakı bir arada tutan harcın en temel bileşeni. Ortaklık devam ettiği sürece Bahçeli bundan taviz vermeyecek, Erdoğan da ona paralel kişisel görüş ve duygularla ama daha çok pragmatist gerekçelerle ortağının sinir uçlarına dokunmayacaktır. Erdoğan’ın olası arayışları ise dengeleri değiştirebilme potansiyeline sahip ama bu mümkün mü?

MANEVRA İÇİN ZEMİN UYGUN MU?

“Erdoğan’ın Bahçeli’den başka kapısına gidebileceği biri var mı?” sorusu önemli. İnşa edilen güvenlik devleti, askeri teknolojiye yapılan yığınak, yoğunlaşan militarist propaganda ve ekonomideki darboğazın getirdiği kısıtlar, Erdoğan’a şimdilik sert bir manevra yapmak için uygun bir zemin sunmuyor.

Erdoğan, MHP’yi ve Bahçeli’yi ideal partner olarak görmekten çok, büyük oranda bu nedenlerle mevcut ittifaka mecbur kalıyor. Farklı bir yoldan yürüme ihtimali doğarsa, MHP’yi sırtından atmak için fırsatı değerlendirmeye çalışabilir. Ne var ki sonsuz bir seçenekler deryası içinde yüzmediği unutulmamalı. Öte yandan MHP ile yolları ayırmak, devlet içi bir krizi de tetikleyebilir.

Bahçeli ise müthiş bir “tavizkârlık” sergiliyor. Hüdapar’ın ittifaka yakınlaşmasını sorun etmiyor, göçmen krizine tepki vermiyor. Erdoğan’ı milliyetçi rüzgarla köşeye sıkıştıracak herhangi bir dinamiğin ortaya çıkmaması için elinden geleni yapıyor. Bunun karşısında, yüzde 50+1’den geri dönülmemesini, sertliğin ittifakı gevşetecek doza düşürülmemesini, devletteki kadrolaşmasına dokunulmamasını ve kriminal dosyalar üzerinden partisinin üstüne gelinmemesini talep ediyor. Elbette devlet politikalarına yön verme noktasındaki belirleyici konumunu da kaybetmek istemiyor.

Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanlığı döneminin sona ermesinin ardından Ali Yerlikaya ile yıldızlarının barışmaması da onun bu beklentileriyle ilgili. Soylu’nun “anti-terör” konseptli bakanlık performansından sonra, uluslararası arenada el zorlayan “gri liste” cenderesinden çıkabilmek umuduyla Emniyet teşkilatını biraz da mafya/çete operasyonları yapmaya yönlendiren Yerlikaya dönemi, MHP’yi belli açılardan rahatsız ediyor. Çünkü çete/mafya ilişkileri bir yerde MHP’li isimlere dokunuyor. Son olarak Ayhan Bora Kaplan davasında Emniyet bürokrasisinde patlak veren ve Bahçeli’nin “Cumhur İttifakı’na darbe” olarak nitelendirdiği çatışma da ittifak içinde yaşanan bu krizin uzantısı. AKP içinde MHP ile yolların ayrılmasını savunan kanat ise dosyaların MHP’yi tartışılır hale getirmesinden ve Yerlikaya’nın izlediği rotadan gayet memnun.

Ancak günün sonunda işin çerçevesini yine siyasi dengeler tayin edecek. Erdoğan, ittifaka ihtiyaç duyduğu oranda Yerlikaya’yı sınırlayacak ama aynı zamanda da bu gerilimi ittifak içi pazarlıklarda MHP’ye karşı bir koz olarak kullanacaktır.

SORUNLU “YUMUŞAMA” ALGISI

Siyasetin salıncağı bir süredir AKP Türkiye’sine özgü bir tarzda hareket ediyor. Siyasi iradenin “yumuşama” ihtimaline, bağımsız olması gereken yargı mekanizmasının kararları üzerinden puan veriliyor. İktidar da bu algıyı kullanma fırsatını kaçırmıyor. Kobani Davası'nda ceza yağdırıldığı günün gecesinde 28 Şubat generallerinin tahliye kararını imzalayan Erdoğan, muhalefetin bütün unsurlarıyla hukuksuzluğa itiraz çatısı altında bütünleşmesini engellemeyi hedefliyor.

Bir davayla ilgili negatif karar çıkarsa, “yumuşama” söylemi eleştirilmeye başlanıyor. Peki tam tersi karar çıkınca, bu hukuki açıdan doğru mu oluyor? Bir siyasi davada, iktidar öyle istedi diye verilen beraat ya da tahliye kararını da “yumuşama” ya da “normalleşme” emaresi olarak görmek ne kadar doğru, bunu da etraflıca düşünmek gerek.

İktidar istedi diye verilen cezalar ne kadar hukuksuzsa, iktidar istedi diye verilen beraat/tahliye kararları da özünde aynı derecede hukuksuz. Evet, haksız yere cezaevinde tutulan insanların özgürlüğüne kavuşması sevindirici ve siyasi güç dengeleri açısından iktidarın buna mecbur kalması olumludur ancak adalet saatinin iktidarın onayıyla doğruyu göstermesi de makbul bir hukuk pratiğiymiş gibi kanıksanmamalı.

Türkiye’de adaleti sağlaması gereken yargı mekanizması, bu sistemde geri döndürülemez bir şekilde yürütmeye angaje edilmiş ve bu durum, öyle ya da böyle içselleştirilmiş. Yumuşamanın veya normalleşmenin akıbeti de yargının tarafsızlaşması ve göreli özerkliğini kazanması üzerinden değil de iktidarın yargıyı güncel ihtiyacına göre kumanda etmesi üzerinden belirleniyor. Bu da herhalde “Türk tipi başkanlık rejimi” gibi mevcut rejime içkin bir “AKP tipi bir yumuşama” hali… Rejim, topluma bunu kabul ettirmeye uğraşıyor.

Aslında ülkedeki bu işleyiş bile Türkiye’nin Erdoğan ve AKP ile normalleşemeyeceğini anlamak için yeterli. Çünkü anormalliği yaratan, “tek adam”ın şahsına göre biçimlendirilen ve fiiliyatta kuvvetler birliğini zorunlu kılan antidemokratik rejim. Anayasa, siyasi gücü sınırlayamıyor; iktidar, yapısal anlamda hiçbir unsur tarafından frenlenemiyor. Yargı, parmakla gösterilene ceza yağdırıyor.

İktidardan adalet beklemek yerine, en başta buna sebep olan denkleme itiraz edilmeli. Esas “normal” orada. İktidar sahibinin “güç yüzüğünü” elinde tuttuğu ve günü geldiğinde onu yine istediği şekilde kullanabileceği gerçeğine son vermeden hiçbir şey gerçek anlamda değişmeyecek. Mesele yüzüğü, onun elinden almak ve bir daha kullanılmamak üzere yok ederek ülkeyi gerçek anlamda demokratikleştirebilmek.

(BİRGÜN)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (18 Mayıs 2024)

Şi-Putin zirvesinin sonuçları (Mehmet Ali Güller)

Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Çin Halk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Şi Cinping zirvesinden, tarihi önemdeki “Yeni Dönemde Kapsamlı Stratejik İşbirliği Ortaklığının Derinleştirilmesi Ortak Bildirisi” çıktı.

Bugün bu ortak bildiriyi inceleyelim:

TEHDİT: ABD

Bildiri, öncelikle bir tehdit değerlendirmesi yapıyor. Sadece iki ülkeyi değil, tüm dünyayı tehdit eden kuvvetin ABD olduğunu saptıyor.

İki lider, ABD’nin, “askeri üstünlük için stratejik dengeyi bozmaya çalıştığını” belirtiyor. Özellikle ABD’nin bunu “küresel füze savunma sistemi kurma” çabasıyla yerine getirmeye çalıştığına dikkat çekiyor.

ABD özellikle son dönemde Pasifik bölgesini hedef alan askeri hamleler başlatmıştı. Konuyu 13 Nisan 2024’te bu köşede “ABD AsyaPasifik’i askerileştiriyor” başlığı altında işlemiştik: ABD’nin çeşitli ülkelerle ikili askeri işbirlikleri, Japonya’yla “ortak komuta yapısı” kurma adımı, Japonya ve Avustralya ile “ortak hava ve füze savunma ağı” kurma çabası, üçlü askeri tatbikatlar, USARPAC Komutanı Charles Flynn’in “bölgeye orta menzilli füze yerleştireceklerini” açıklaması vb.

Özetle ABD Çin’le hesaplaşmaya hazırlık olarak Pasifik’i askerileştiriyor, silahlandırıyor, cephe inşa ediyor.

KÜRESEL GÜNEY’İN BİRLİĞİ VE GÜCÜ

Ortak bildiri ve liderlerin açıklamaları, bu tehdidin panzehrinin “çok kutupluluk” olduğuna işaret ediyor.

Şi Cinping ortak basın toplantısında, “Dünyanın çok kutupluluğa yönelik genel tarihi eğilimi izlemesi ortak stratejik tercihimiz” diyerek Çin ve Rusya’nın ortak hedefine işaret etti.

Kuşkusuz bunda yeni bir şey yok, iki lider de hem daha önceki ortak bildirilerinde hem de tek tek açıklamalarında bu hedefi defalarca ilan etmişlerdi. Ancak bu seferki yeni ve çok önemli vurgu şu: Şi Cinping, Çin ve Rusya’nın “Küresel Güney’in birliğini ve gücünü tesis edeceğini” ilan etti.

BRICS’İN ROLÜ ARTACAK

Peki zaten inşa olmakta olan “çok kutupluluğa” hangi mekanizmalarla ilerlenecek? Ya da Küresel Güney’in birliği ve gücü hangi mekanizmalarla tesis edilecek?

Putin’in önceki yazımda incelediğim Şinhua söyleşisinde de BRICS’e yeni dönemde özel bir rol verileceğine işaret ediliyordu. Nitekim Şi ve Putin’in ortak bildirisinden de o yönde kararlar çıktı.

- BRICS’in küresel meselelerdeki rolü artırılacak.

- BRICS, küresel gündemin şekillendirilmesine katkıda bulunacak.

- BRICS + platformu geliştirilecek.

- BRICS, küresel ticarette dolar yerine ulusal para birimlerinin kullanımını teşvik edecek.

Ortak bildiriye göre çok kutupluluk hedefine ilerlemede yararlanılacak diğer araçlar ise Avrasya Ekonomik Birliği ile Kuşak ve Yol İnisiyatifi. Ancak daha önemlisi, ortak bildiride bu iki mekanizmanın entegrasyonu hedefleniyor!

IMF’DEN ABD’YE TAVSİYE/UYARI

ABD’nin Çin ve Rusya’nın inşa etmekte olduğu Şi’nin ifadesiyle “yüksek karakterli ortaklık”tan ne kadar rahatsız olduğu ortada. Tam bu süreçte ticaret savaşı kapsamında Çin’e yönelik yeni yaptırım ve tarife yükseltme kararı alması buna işaret ediyor.

Ama daha önemlisi ise IMF’nin bu ABD hamlesine karşı yaptığı açıklamaydı. IMF Sözcüsü Julie Kozack, 1) ABD’nin Çin’den ithal edilen ürünlere tarife artırmasının açık kapı politikasına aykırı olduğunu, 2) ABD’nin açık ticaret politikalarını sürdürmesinin ülkeye daha iyi hizmet edeceğini ve 3) ABD ile Çin’in ticari gerilimleri çözmek için birlikte çalışması gerektiğini “tavsiye” etti.

IMF’den ABD’ye tavsiye/uyarı gelmesi bile dünyanın değişmekte olduğu gerçeğine işaret etmeye tek başına yeter aslında.

                                                               /././

Öğlen normalim, akşam anormal (Miyase İlknur)

Demokratik kurallarla yönetilen dünyada normal olan ne varsa bizde anormal; buna karşılık onların anormali ise bizim normalimiz oldu.

Ne zamandan beri?

2010 referandumunda yargının ele geçirilmesi ve FETÖ’nün önünün açılmasıyla başladı; cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denen ucube tek adam rejimine geçişle tamamlandı.

Şu son bir haftada yaşadığımız ne kadar anormallik varsa hepsi bu rejimin eseridir. Sinan Ateş davasının içi kof iddianamesini yeterince tartışamadan Kavala davasında yeniden yargılama talebi jet hızıyla reddedilmesiyle afalladık. Hani siyasette normalleşme olacaktı?

AKP cenahının bu soruya yanıt elbette ki “Ama bağımsız yargı var. Biz yargı kararlarına karışamayız” olacaktır.

He canım he!...

Yargıtay Başkanlığı krizini Saray’dan çözme yöntemine bakmak bile yeterli yargının içler acısı halini anlamak için.

Erdoğan’ın yumuşama sinyallerinden fal açan iyimserler önceki gün Kobani duruşmasında erteleme bekliyordu. Ama mahkeme “Erteleme yok kardeşim” deyip cart diye cezaları yağdırdı. Hem de ne yağdırma. Öyle bir hinlikle cezalar verildi ki bir yandan bırakın HDP’yi DEM’i bile kapatabilecek bir gerekçeye dayandırıldı, öte yandan HDP’nin yönetici kadroları tümüyle siyasetten tasfiye edildi.

Kobani davasını kamuoyu vicdanında kabullendirmek için miting meydanlarında gözyaşlarıyla andıkları Yasin Börü’nün katilleri olarak sunulan HDP yöneticileri bu suçlamadan beraat etti.

Böylece Yasin Börü üzerinden yürütülen kara propaganda çökmüş oldu.

Yasin Börü, sizin anlayacağınız kim vurduya gitmiş.

SENİ TAHLİYE ETTİRMEYECEĞİM

Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi en ağır cezayı, beklenildiği gibi HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’a verdi. Demirtaş 42 yıl ağır hapisle cezalandırıldı.

Sen misin Reis’e “Seni başkan yaptırmayacağız” diyen?

Reis de bu kararla Demirtaş’a “Seni tahliye ettirmeyeceğim” mesajı vermiş oldu. Bu arada dış dünyaya ve kamuoyunda adil bir mahkeme görüntüsü vermek için bazı sanıklar beraat ettirilirken bazıları da içeride yattığı cezalar göz önüne alınarak tahliye edildi.

Yersen.

Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk de örgüt üyesi suçlamasıyla 10 yıl ceza aldı. Böylece kayyum atanmasına gerek kalmaksızın bu makamı boşaltmış olacaklar.

Bu kadar cin fikirliliğe şapka çıkarmak lazım.

Kobani davasında verilen cezalar Reis’in normaliydi. Akşam ola hayrola demişler. Gece yarısı Resmi Gazete’de yayımlanan cumhurbaşkanı imzasıyla 28 Şubat davasından tutuklu generallerin de hastalık ve yaş durumu nedeniyle tahliye kararı yayımlandı. Bu da cumhurbaşkanının aslında anormali.

Böylece hem Bahçeli hoşnut kılındı hem CHP lideri Özgür Özel. Zaten Bahçeli ile bir hafta içinde iki kez görüşülmesi hayra alamet değildi.

TURAN’A NAZİK BİR HATIRLATMA

Kobani davası kararının açıklanmasından sonra İçişleri Bakan Yardımısı Bülent Turan, Ekim 2021’de Meclis Genel Kurulu’nda yaptığı bir konuşmayı paylaştı. Turan, bu paylaşımında, “Hesabı sorulur demiştik!” hatırlatmasında bulundu.

Bizden de İçişleri Bakan Yardımcısı Sayın Turan’a nazik bir hatırlatma. Başta Ergenekon ve Balyoz olmak üzere FETÖ’nün hazırlayıp pişirdiği ve sonunda müebbet hapislerin havada uçuştuğu kumpas davaları sırasında “Gün gelir bunun hesabı sorulur” denmişti.

FETÖ’cü polis, savcı, hâkim ve işin propagandasını üstlenen medyası ile onlara payanda olan liberaller kıs kıs gülüyordu. Sonra işler ters dönünce ağlamaya başladılar.

Gezi, Kobani ve 28 Şubat davalarının siyasi öç alma davaları olduğunu siz bizden daha iyi biliyorsunuz. Yarın işler ters döner, hukuk devleti işlerse o zaman da bu davaların mağdurları sizin için “Hesabı sorulur demiştik!” diyebilir.

                                                  /././

Mahkemeden Terkoğlu’na özel ceza (Murat Ağırel)

Gazeteci dostum Barış Terkoğlu geçen gün yargılandığı bir davanın sonucunu kamuoyu ile paylaştı. Barış, yargılama sonucunda indirimsiz şekilde iki yıl ceza aldı.

Şayet istinaf onaylar ise Terkoğlu tekrar altı ay cezaevine girecek.

Dava konusu ise Terkoğlu’nun Odatv’de haber müdürü olarak görev aldığı zamanda yapılan bir haber. Bugün bakan yardımcısı o gün ise ağır ceza mahkemesi başkanı olan Akın Gürlek hakkında ANKA Haber Ajansı’nın servis ettiği bir haberin Odatv’de yer alması ve Terkoğlu’nun Cumhuriyet gazetesinde yine aynı kişi hakkında yayımlanan yazısı.

Şikâyet eden kişi yok.

“Yok” diyorum çünkü şikâyetçi meçhul biri ve bir e-posta ile ihbar mektubu gönderiyor bunun üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör Suçları Soruşturma Bürosu’nun 17 Mart 2020 tarihinde Odatv’de yapılan haber nedeniyle Terkoğlu hakkında “terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstemek” suçunu işlediği iddia edilerek kamu davası açılıyor.

Daha sonra İstanbul Terör Suçları Soruşturma Bürosu 28 Eylül 2021 tarihinde Terkoğlu’nun Cumhuriyet’te yayımlanan yazısı nedeniyle yeni bir iddianame düzenliyor.

“Zincirleme suç” işlediği iddia edilerek “terörle mücadelede görev almış kişileri hedef gösterme” niteliğinde olduğundan bahisle Terörle Mücadele Kanunu 6/1, Türk Ceza Kanunu 53/1 ve Ceza Muhakemeleri Kanunu 325/1 maddeleri gereğince cezalandırılmasını istiyor.

Mahkeme de iki davayı birleştiriyor.

Terkoğlu savunmasında haberin ANKA tarafından servis edildiğini, Odatv’nin basın kanununa göre değil internet siteleri kanununa tabi olduğunu ve bu kanunda da yazıişleri müdürü diye bir kavram olmadığını belirtse de olmuyor.

Mahkeme şöyle kanaat bildirmiş:

“Söz konusu haberin her ne kadar ANKA Haber Ajansı’ndan alıntılanmak suretiyle yapıldığı tespit edilmişse de 5651 sayılı kanunun içerik sağlayıcının sorumluluğu başlığı altında düzenlenen 4/2 maddesi ‘İçerik sağlayıcı, bağlantı sağladığı başkasına ait içerikten sorumlu değildir. Ancak, sunuş biçiminden, bağlantı sağladığı içeriği benimsediği ve kullanıcının söz konusu içeriğe ulaşmasını amaçladığı açıkça belli ise genel hükümlere göre sorumludur’ uyarınca, haberin yapılış tarzı göz önüne alındığında; Odatv haber sitesinin, yapmış olduğu haberi benimsediği yine içerik sağlayıcıya ulaşılabilmesine imkân sağladığı, bu hali ile alıntılamak suretiyle internet haber sitesi üzerinden yayınladığı suça konu haber sebebi ile sorumluluğu bulunduğu tespit edilmiştir.”

Böyle diyerek Terkoğlu hakkında ceza verilmesini istemiş.

Karar neticesinde de Terkoğlu’na asgari sınırdan uzaklaşılmak suretiyle takdiren ve teşdiden iki yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına hükmetti.

Kararda dikkat çeken bir ifadede yer aldı:

“Sanığın yargılama aşamasındaki tutum ve davranışları, kişilik özellikleri, işlemiş olduğu suçtan pişmanlık duymaması dikkate alınarak sanık hakkında TCK’nin 62. maddesinin uygulanmasının yer olmadığına...”

Mahkeme adamına göre karar vermiş yani.

Gerekçeli kararı bekledim. Öyle ya mahkemenin ceza vermesine ve cezayı indirimsiz uygulamasına sebep teşkil edecek “kişilik özellikleri” ve “tutum davranışları” nedir diye merak ettim.

Gerekçeli kararda ayrıntısı yok. Terkoğlu ile konuştum. “Hani mahkemede nasıl bir tutum davranış içerisindeydin ki tecavüzcülere, katillere, uyuşturucu kaçakçılarına, hırsızlara kravat taktığı için dahi uygulanan indirim sana uygulanmadı” dedim. O da anlam veremedi.

Kişilik özellikleri nedeniyle ceza alan sanırım ilk kişi Terkoğlu oldu.

Mesela Terkoğlu benim neredeyse 20 yıllık dostumdur. Kişilik özelliklerini az çok bilirim iyi bir babadır, çok tutumludur, inatçıdır, açık sözlüdür, dobradır, çalışkandır, cesurdur, bilgilidir, hakkaniyetlidir.

Mahkeme Terkoğlu’nun bu özelliklerinden acaba hangisini göz önüne aldı ya da mahkeme Terkoğlu’nun halkın yanında olmasını, iktidarda kim olursa ona muhalefet ettiğini mi kastetmek istedi?

Bu cezadan kişisel öfke ve intikam kokusu yükseliyor. Kararın gerekçesi adaletin, hukukun geldiği noktayı da gözlerimizin önüne seriyor.

                                                       /././

Güneşin ışığını kesen kara bulutlar (Şükran Soner)

Haberler içinde sık aralıklarla ülkemizin tüm illeri, bölgelerine ilişkin birkaç günlük öngörüleriyle hava durumlarına ilişkin de bilgilere yer veriliyor. Yakın tarihlere dönük birkaç ilimizde sağanak yağışlar sürerken çoğunluk merkezler için verilen bilgilerden havaların gün gün dereceleri de yükseliyor olarak “güneşli” vurgusu var. Gelin görün ki İstanbul’da yaşayan bizler için de geçerli olduğu üzere, parlayan güneş ışıklarının görünebildiği anlar çok sınırlı.

Araya havanın giderek kirlenmekte olduğunun vurgusu, çöl tozları artışı uyarıları da içinde yer alıyor olarak güneşi görmemizi engelleyen kara bulutların var oluşundan kurtulamıyoruz. Gösterilen ısı dereceleriyle ısınmamıza da engel olan, rüzgârlı kara bulutların varlığı yüzünden sadece üşümekle kalmıyor zararlı sonuçları ile de yüzleşmiş oluyoruz. Ülkemizdeki tüm birbirinden çarpık gelişmelerin, içimizi acıtan, yaşamımızın her alanına dönük olumsuz sonuçları da birbirini kovalarcasına sıralandığında olumsuzlukların karabasanından sıyrılmak zorlaşıyor.

“Sağım solum sobe” dercesine, Saray odaklı, tek adam rejiminin, bir koldan hak hukuku katleden yargı kararları, diğer kollardan iğne ipliğe zam içeriğinde uygulamaların bombardımanı altındayız. Alay edilircesine, üzerimize üzerimize gelinen, sefahat, saltanat düzeninin pervasız yeni uygulamaları ile yüzleşiyoruz. Artık yandaş medyanın çok büyük ağırlıklı olmasının bile işlevi, eski olumsuz gücünün etkisi pek kalmadı. İğneden ipliğe gelen dudak uçuklatan zamların haberlerini yok sayabilecek halleri kalmadı.

Mikrofon uzatılan üretici, esnaf, başlarına gelenlerden yakınmanın ötesinde, yarına dönük nasıl yaşayıp ayakta kalabileceklerinin yollarını sorgualamanın ötesinde söylenebilecek söz bulamamanın derdindeler.

                                                     ***

Seçimlerde, yaşamlarımızın karabasanında, dipten gelen dalganın sonuçlarının moral değerlerimizi yükselten boyutları ile başımızı kaldırıp bir nefes alabilmenin kısacık bayram günleri çok çabuk geçti. Güncel yaşamımızdaki karabasan acı reçetelerin üst üste bindirmesinde, yeniden zorlanılan bir yol ayrımındayız. Güneşimizin önünü kesen karabulutlara karşı hiç değilse kalın bir şeylerle örtünüp korunabilmek, kirli tozlardan kaçınabilmek yollarımız var.

Bir günde sayısız örnekleri ile yüzleşmekte olduğumuz, birbirinden daha ağır yumruk darbeleri, kötülüklere karşı, canlarımızı, yaşamlarımızı nasıl koruyacağız? Can havli, çığlıkla çıkardığımız sesler, yakınmaların olumlu sonuç getirebilecek işlevleri, olsa olsa bir pire ısırığı kadar etkili olabilir. Güçlü, caydırıcı duruşların, direnişlerin, hak aramaların yollarını, yanıla deneye bulmak, üretmek zorunluluğumuz, toplumsal sorumluluklarımız olmalı değil mi?

Yaşam deneyimlerimiz, geçmişten bugünlere ulaşmış, toplumsal duruşlarda dile getirilmiş, sloganlaşmış ne kadar da çok toplumsal söylemimiz var değil mi? Toplumsal eylemlerimizde çok habercilik yapmış olarak ilk aklıma gelenlerden bir iki örnek: “Direne direne kazanacağız”“Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz”.

(Cumhuriyet)

soL KÖŞEBAŞI (18 Mayıs 2024)

AKP'li adayın jeotermal kuyusu patladı, günlerce gaz sızdı: 'Kontrolsüz ruhsatlandırma yapılıyor' (Aslı İnanmışık)

Denizli'de AKP’li belediye başkan adayının şirketine ait jeotermal sondaj kuyusu patladı. 16 gün boyunca ilçeye sıcak su ve gaz fışkırırken, kontrolsüz ruhsatlandırmaya dikkat çekiliyor.

Denizli’nin Sarayköy ilçesinde Sakarya Mahallesi Yeni Babadağ Yolu Caddesi'nde kurulması planlanan jeotermal tesisinin sondaj çalışması sırasında 28 Nisan'da bir patlama meydana geldi.

Kuyu yaklaşık bin 260 metre seviyelerindeyken meydana gelen patlama sonrası kimse yaralanmazken, kaynaktan gazla karışık sıcak su fışkırmaya başladı. Sıcak su zaman zaman 100 metreyi yüksekliği aştı.

Bölgeden geçen Babadağ-Sarayköy yolu, güvenlik amacıyla polis ve jandarma ekiplerince bir süreliğine kapatıldı. Sarayköy Cumhuriyet Başsavcılığı olayla ilgili soruşturma başlattı.

16 gün durdurulamadı

Günler sonra yapılan açıklamada AFAD ekipleri sıcak suyla çevreye yayılan koku ve gaza ilişkin yaptığı ölçümlerde insan sağlığına zararlı bir gaz yayılımının bulunmadığını iddia etti. Bölgedekilerse kokudan şikayet etti. 

16 gün boyunca aralıksız süren fışkırmanın ardından 3 gün önce kuyudan çıkan gaz ve sıcak su kontrol altına alındı. Basıncın düşmesiyle kuyunun basınca dayanıklı vana beton yardımıyla kapatıldığı duyuruldu. Jeotermal kaynağın olduğu Sarayköy’de daha önce de benzer olaylar yaşanmıştı.

'Kontrolsüz bir durum söz konusu'

Jeotermal kuyularının kontrolsüz şekilde ruhsatlandırıldığını söyleyen Jeoloji Mühendisleri Odası Başkanı Hüseyin Alan, soL'a yaptığı açıklamada sondajlarla ilgili Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) tarafından doğru düzgün bir standart tanımlanmadığını belirtti. Böyle yerlerin nasıl açılacağı, hangi hususların dikkate alınacağı ve Denizli'deki bu olası durumlarla karşılaşılması halinde acil durum planlarının ne olacağı, nasıl iş güvenliği tedbirleri alınacağı gibi konularla ilgili bir açıklık olmadığını ifade eden Alan şöyle konuştu:

"Büyük Menderes havası dediğimiz, Denizli'den başlayıp Aydın Söke körfezine kadar giden geniş bir alanda, yoğun bir jeotermal kaynak var. Bu kaynaklar çoğunlukla enerji şirketleri tarafından elektrik üretimi amacıyla kullanılıyor. Bunlar tespih tanesi gibi birbirinin peşi sıra dizili oluyor, bu şekilde ruhsat veriliyor. Dünyanın hiçbir yerinde aynı ortamda bu kadar sık bir ruhsatlandırma yapılmaz. Türkiye'de bu madencilikte de böyle. Ruhsat hukukunda önemli bir açık var. Bu statik kaynaklarda olabilir ama ülkemizde durum dinamik kaynaklar için de geçerli."

Yeraltına yapılan sondajlarla su buharıyla birlikte bir kısmı zararlı olan çeşitli gazların da yukarı çıktığına dikkat çeken Alan, "Bu nedenle bunların etkileşimini tam olarak ortaya koymadan, hidrojeolojik modellemesi yapmadan sadece yüzeyde parsel parsel dağıtırsanız, dinamik süreçleri yönetemezsiniz. Ve yönetilemediği de ortaya çıktı. Pek çok santral arzu ettiği verimi alamıyor çünkü yan yana verilmiş çok sayıda ruhsat var. Açılan sondaj kuyuları birbirlerini etkiliyor. Kontrolsüz bir durum söz konusu" dedi.

Fışkıran gaz ve sıcak su zaman zaman 100 metreyi yüksekliği aştı, 16 gün boyunca kontrol altına alınamadı.

'Şirketlerin arzusu ve iştahı çerçevesinde ruhsat veriliyor'

Odanın, 2007 yılında çıkarılan 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu'nda düzenleme yapılmasına ilişkin tüm çabalarına rağmen geçen onca zamanda ruhsat hukuku konusunda da bir değişiklik söz konusu olmadığını vurguladı.

"Çevre ve doğayla uyumlu bir jeotermal santral kurmak pek ala mümkün. Plansız bir şekilde sadece şirketlerin arzusu ve iştahı çerçevesinde ruhsat veriliyor" diyen Hüseyin Alan jeotermal kaynakların doğru şekilde kullanılmadığını da anlattı:

"Bu santraller elektrik üretiyor. Yenilenebilir enerji kaynağı olduğu için Enerji Bakanlığı bu enerjiyi alıp satıyor. Bazıları termal turizm amaçlı kullanırken, bazılarıysa seracılık yapabiliyor. 

Bölgede maalesef ısınmada yeteri kadar kullanılmıyor. O kadar zengin jeotermal kaynağı bulunan Aydın'ı doğalgazla ısıtmaya çalışıyoruz. Bu aynı zamanda Türkiye'nin doğalgaz tekellerinin eline nasıl düştüğünü gösteren acı bir örnektir."

Şirketten 'deprem riskini azalttık' iddiası

Söz konusu şirketin kuyudaki patlamanın deprem riskini azalttığını iddia ettiğini ifade eden Alan, "Basınçlı sıcak su geldi diye deprem olmaz veya tersinden basınçlı suyun boşalması depremi de engellemez. Bölgedeki aktif faylar üzerinde gerekli sismolojik çalışmaların yapılması ve bunların ne zaman deprem ürettiği, depremlerin büyüklükleri ve periyotları tespit edilmeli ki, olası bir depremin habercisi olup olamayacaklarını anlayabilelim" diye konuştu.

Hüseyin Alan, volkanik bölgelerdeki doğal kirleticilerin kontrolsüzlüğü halinde başta kanser olmak üzere çeşitli hastalıkların görülebileceğine işaret ediyor.

Şirket AKP'li belediye başkan adayının çıktı

Kuyuyu açan 2017 kuruluşlu Emirler Enerji Elektrik'in sahibi ise AKP’li Halil Pekdemir çıktı. 2003'ten bu yana AKP'de çeşitli görevler verilen Pekdemir, yerel seçimlerde AKP'den Pamukkale Belediye Başkanı adayı oldu ancak CHP'li adaya kaybetti.

Hâlâ Denizli Ticaret Borsası Meclis Üyeliği ve Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı görevine devam eden Pekdemir'in şirketi, daha önce de köylülerin arazileri üzerinde sismik araştırma faaliyeti yapmak istemiş, köylüler engel olmak istemesine rağmen kaymakamlık özel izin çıkarmıştı.

Şirketin sitesinde, "Büyük endüstriyel kazaların önlenmesi amacıyla santralde acil durum ekipleri oluşturulmuş, gerekli eğitimler ve tatbikatlar yapılmıştır" denilirken, olası bir kazada çevreye ve insanlara gelebilecek zararları "en az seviyeye indirmenin amaçlandığı" iddia ediliyor. Öte yandan 16 gün boyunca durdurulamayan kuyuyla ilgili resmi bir açıklamaya yer verilmiyor. 

Halil Pekdemir'in oğlu da kamuoyunun yabancı olduğu biri değil. Denizli'de Fethullah Gülen Cemaati soruşturması kapsamında yargılanan ve etkin pişmanlıktan yararlanan Mustafa Can Pekdemir. Mustafa Can Pekdemir, savunmasında kapatılan Denizli İş adamları Derneği (DİAD) yönetimi ile ABD'ye gittiğini ve Gülen'i villasında ziyaret ettiklerini anlatmıştı.

AKP'li Pekdemir seçim dönemi boyunca Denizli'de tekstil fabrikalarını gezerek işçilere oy çağrısı yapmış.

'Açık Cezaevi neden boşaltılmak istendi, bölgede çökme riski mi var?'

CHP Denizli Milletvekili Gülizar Biçer Karaca, patlamanın ardından bölgeye giderek AKP'li Halil Pekdemir'le görüştü. ANKA'nın haberine göre, görüşmenin ardından konuşan ve fışkıran gazın içeriğinin kamuoyuyla paylaşılması gerektiğini söyleyen Gülizar Biçer Karaca, Sarayköy Açık Cezaevi'nin geçtiğimiz günlerde boşaltılmak istenmesinin konuyla ilişkili olup olmadığını sorguladı:

"İlk olarak geçtiğimiz günlerde Sarayköy Açık Cezaevi neden boşaltılmak istendi? Neden son dakikada vazgeçildi? İkincisi: Çökme tehlikesi var mıdır? Yok mudur? Buna ilişkin birtakım bilgilendirmeler ve duyumlar var. Bunun araştırılması ve bu bölgede bir çökme riskinin olup olmayacağı da mutlaka belgelendirilmeli ve raporlandırılmalıdır.

Çevrede bulunan yurttaşlarımız sürekli bizi arıyor. Boğaz yanması, geniz yanması, göz yaşarması, alerjik astım ve benzeri üst solunum yolu rahatsızlığı bulunanlar kendilerini çok rahatsız hissettiklerini ve bu nedenle burada hastalıklarının daha da ilerleyeceği kaygısı taşıyorlar."

Şirket sahibi AKP'li Halil Pekdemir, CHP'li vekile çıkan gazın hidrojen sülfür olmadığını iddia etti.

                                                                    /././

 Halkın temsili için (Aydemir Güler)

Bir, sağırlaşmış, körleşmiş, duyarsızlaşmış bir kalabalık. İki, belirlenmeye teslim olmuş bir cahillik. Üç, satın alınabilir bir vicdansızlık. Düzenin halk hakkındaki temel varsayımı budur. 

Türkiye birkaç gündür yeni bir krizi tartışıyor. Bir mafya liderinin tasfiyesinden başladık, neredeyse devlet krizine vardık! Ayhan Bora Kaplan olayı AKP içi hizip çatışmalarıyla, MHP dengeleriyle, bürokrasiyle iç içe gelişerek boyutlanıyor. Okur, soL’un önceki günkü haberinde yeterli bir özet bulacaktır.

Ben bu çatışmaların şifrelerini çözmeye kalkışmayacağım. Bunu iyi yapanlar var. Örneğin Barış Terkoğlu.

Elbette en zor sorunun bile bir yanıtı vardır. Bahçeli’nin “darbe”, Erdoğan’ın “bürokratik vesayet”, Yerlikaya’nın “Cumhurbaşkanına tuzak” diye diye iyice içinden çıkılmaz hale getirdikleri Kaplan vakası, eninde sonunda aydınlığa çıkacak. Ancak sanki adı geçen siyasiler, iktidar medyasının manipülatör ve yorumcuları, emniyetçiler, savcılık ve diğerleri, hep birlikte konuyu önce anlaşılmaz hale getirmekte ortaklaşmış bulunuyorlar!

Beni de burada işin bu kısmı ilgilendiriyor…

Türkiye yıllar önce, adı en fazla hafızalara kazınan olduğu için onu anayım, Ergenekon sürecinden de bir şey anlamamıştı! 

Nasıl anlaşılsın ki; İslamcı, dolayısıyla Doğucu olduğu varsayılan AKP’liler demokrasinin önündeki engelleri temizleyecekti. NATO’dan yetişenlerin yönettiği TSK’da Batı’yı tehdit olarak gören ve mesafeyi açmayı hiddetle savunanlar vardı. Orduda gerçekten darbeciler var mıydı? İyi de, aynı ordu daha önce darbe yaptığında, toptan Amerikancı konum almamış mıydı? 

İş mahkeme faslına geldiğinde, birleştirilen soruşturma dosyalarından varılan iddianamenin hacmi bir milyon sayfayı aştı! Sonuç olarak, benim diyen araştırmacının okuyamayacağı bu yığın hakkında kamuoyunun edineceği kanaati, ekranlarda en fazla olanak verilen yorumcular belirledi. 

Egemenlerin toplumda hangi düşüncelerin egemen olmasını nasıl belirlediğinin örneğidir…

Bir krizin sonucu baştan kestirilemeyebilir. Ama şurası kesin: Kazanan ve egemenliğini teyit eden taraf, işin aslını kendine göre yazıp ilan edecektir. Şu anda ortalığı alabildiğine bulandıranlar, birbirlerini bir kaşık suda boğmaya ant içmiş görünseler de, aslında bu noktada mutabakat halindeler. 

Olaysa gerçekten karmaşıktır. Çatışma eksenleri birbirinin içine geçmekte ve birbirlerini kesmektedirler. Piyasa ekonomisi ile mafya ekonomisi çatışmaktadır. Atlantikçilik ile “yerli ve millicilik” çatışmaktadır. Bir yerde AKP ile MHP de çatışmaktadır. Ama aslında AKP’nin hizipleri aralarında çatışmaktadır. Bunların her biri tarikatlarla bağlantılıdır, ama tarikatçılık ile görece daha kuralcı bir meşruiyetçilik de çatışmaktadır. Herkes FETÖ’cülük heyulasını birbirinin üstüne itmektedir, ama hiç de tüketilmiş olmayan Gülenciler de kendi cephelerinden çatışmaya girmektedir. 

Bu öylesine rezil bir tablo ki, birbirlerinin yeminli düşmanları, üstünü örtmekte elbirliği yapmaya mahkûm! Sıradan emekçi insanların, yani çocuğunun okulu, ailenin beslenmesi, hastasının bakımı ile uğraşan yurttaşların önüne olanca çıplaklığıyla serilmesi mümkün değildir. Herkes karnından konuşmak durumundadır.

Çünkü işin içinde gerçekten uyuşturucu pazarı ve büyük tekellerin kârları vardır. Cinayetler ve ülkenin etrafını kuşatan savaşlar vardır. Ortaçağ kaçkını yapılar ve ajanlık müesseseleri vardır. Devletin kâğıt üstünde topluma hizmet üretmesi beklenen kurumları ve çeteleşme vardır. Bunlar “herkesin içinde” konuşulması akıldan bile geçirilemeyecek pornografik bir bütün oluşturmaktadır. Bu arada bugün birbirlerini ortadan kaldırmak için savaşanların önünde sonsuz kez safları yeniden harmanlayacakları bir gelecek de uzanıyor olabilir!

Sıradan insanların oluşturduğu halkın bu çatışmada yeri yok. Yalnızca toplumun en lümpen unsurlarının tetikçi olarak kiralanması söz konusu olacak, çok ama çok büyük çoğunluk ise kendisine yukarıdan sunulanın alıcısı olmaya mahkum kılınacak. Tabii, eğer o güne kadar bıkıp kulaklarını tamamen kapatmamışsa…

Daha doğrusu, krizin taraflarının ve genel olarak egemen güçlerin “halk” dendiğinde algıladıkları durum budur. Bir, sağırlaşmış, körleşmiş, duyarsızlaşmış bir kalabalık. İki, belirlenmeye teslim olmuş bir cahillik. Üç, satın alınabilir bir vicdansızlık. Düzenin halk hakkındaki temel varsayımı budur. 

Asıl kavga pornografik tabloda değil, tam da buradadır. Asıl eksen halkımızın bu varsayımı teyit etmekten kurtulup kurtulamayacağından geçmektedir. Ve halkın örgütlenmesi, temsil edilir hale gelmeye başlaması siyasete görülmemiş bir sadelik ve dolayısıyla zihin açıklığı armağan edecektir. Kavgamız bunun içindir. 

                                                          /././

Bu da 'yerli ve milli' tasarruf: Kamuya araç alımı yasaklandı ama TOGG hariç (Emre Alım)

Şimşek'in "sıkı" tasarruf paketi TOGG'a işlemedi. Diğer tüm markalardan araç almak yasaklanırken, TOGG'a sağlanan alım garantisi pekiştirildi. Erdoğan'ın "beş babayiğidi"nin üzülmesine izin verilmedi.

Bu haftanın dillerden düşmeyen kelimesi "tasarruf"tu. Televizyonlarda, sosyal medyada, gazete köşelerinde her boyutuyla tartışıldı ama bir unsuru satır arasına gizlenmişti. O unsur, iktidarın tasarruftan ne anladığının da bir özeti aslında. 

"Enflasyonla mücadele" adı altında uygulanan kemer sıkma programının son halkası pazartesi günü açıklanan kamuda tasarruf paketi oldu. 

Hacmi, bütçenin yüzde 1'ine bile denk düşmeyen paket aslında sembolik bir değer taşıyor. AKP'li isimlerin "amaç maddi değil psikolojik" demesi de bunu kanıtlıyor.  

Paket esasında üç alandaki kısıtlamalara dayanıyor: Personel alımı, inşaat faaliyetleri ve taşıtlar.

Bu kısıtlamaların ayrıntıları geçtiğimiz gün Resmi Gazete'de duyuruldu. O detaylardan biri, tasarruftan ziyade harcamaya yönlendiren bir maddeydi. Karara göre, savunma ve güvenlik gibi hizmetler dışında kamuya 3 yıl boyunca yeni taşıt alımı ve kiralaması yapılmayacak.

Ancak bunun bir istisnası var:

"Kamu taşıtlarının yerli ve milli elektrikli taşıtlara dönüştürülmesi amacıyla; kullanımdaki taşıtların tasfiye edilmesi kaydıyla kamu alım garantisi kapsamında ilgili mevzuatına göre elektrikli taşıt satın alınabilecektir."

Erdoğan imzalı metinde açıkça ifade edilmese de burada kastedilen yalnızca bir otomobil markası: TOGG.

Görünen o ki, kamu harcamaları sınırlandırılırken dahi kimi "seçilmiş" patronlara kaynak aktarmanın bir yolu bulunmuş.

Hafta başında duyurulan paket, içerdiği tedbirlerden çok dışarıda bıraktığı tasarruf alanlarıyla konuşulmuştu. soL'da yer verdiğimiz haberde patronlardan alınabilecekken vazgeçilen 1,8 trilyon liralık vergiye, kamu özel işbirliği projelerine ödenecek 162 milyar liralık garanti tutarına ve bütçenin saklı yükü yatırım teşviklerine dikkat çekmiştik.

TOGG patronlarına verilen söz de bu listeye dahil edilebilir. Tasarruf genelgesinde bahsedilen "alım garantisi" 1 yıl önce, TOGG'un ilk modelinin tanıtımı yapılır yapılmaz ilan edilmişti. Daha aracın satış fiyatı kamuoyuna duyurulmadan devlet 2035'e kadar 30 bin adet alacağının garantisini vermişti bile.

Peki, diğer markalardan araç alımı yasaklanırken, TOGG'u ayıran şey ne?

TOGG'a kurulduğu günden bu yana birçok ideolojik anlam yüklendi, yükleniyor. "Yerlilik" kisvesi altında sahip çıkılan aracın fotoğrafları AKP seçim bürolarını süsledi, test sürüşünü bakan yaptı, kontağını ilk kez cumhurbaşkanı çevirdi.

Ancak "yerlilik" tek başına yeterli bir gerekçe değil. Zira Türkiye'de üretilen ve elektrikli olan tek araç TOGG değil. TOGG'un farkı, patronları.

Şirket, Erdoğan'ın "beş babayiğitler" dediği ortaklardan oluşuyor. Anadolu Grubu, BMC, Turkcell ve Zorlu Holding'un her biri yüzde 23 hisseye sahip. Kalan yüzde 8'lik paysa TOBB'un.

Rekabetin çetin olduğu otomotiv pazarı yeni bir marka için oldukça riskli. Örneğin Türkiye'nin yanıbaşındaki Avrupa'ya araç satmak kolay değil. Çin’de milyon adeti bulan firmalar dahi bu pazara girmekte güçlük çekiyor.

Bu noktada "kâr özelin, zarar kamunun" anlayışı devreye giriyor. Yerli otomobilin yerli patronları zarar etmesin diye satıştan reklama her türlü destek devletten geliyor. Mehmet Şimşek'in "sıkı" maliye politikası bile bu desteğin önünde duramıyor.

Yılın ilk çeyreğinde satış adedini artıramayan TOGG, nisan ayına özel finansman kampanyası düzenleyerek satışlarını ivmelendirmişti.  -  Kaynak:ODMD

Üstelik TOGG patronlarına sağlanan tek destek alım garantisi değil. 

Destekten çok "soygun" adlandırmasını hak eden teşviklerin bir kısmı şöyle:

  • 4 bin 400 dönüm büyüklüğünde yatırım yeri bedelsin tahsis edildi
  • KDV ve gümrük vergisi alınmıyor
  • Yüzde 100 yatırıma katkı oranı uygulanıyor. Yani hiç vergi alınmıyor
  • Gelir vergisi stopaj desteği uygulanıyor
  • Projede çalıştırılan 300 nitelikli personelin her biri için asgari ücretin aylık brüt tutarının 20 katına kadar ücretler bütçeden ödeniyor
  • Şirketin batarya yatırımına proje bazlı devlet teşviği uygulanıyor
  • 31 Aralık 2027 tarihine değin kullanılacak yatırım kredilerinin yüzde 80’i de bütçeden karşılanıyor
  • Kamu bankaları TOGG'a özel avantajlı taşıt kredisi sağlıyor

Bu teşviklerin tamamına yakını 2032 yılı sonuna dek sürdürülecek. Servet transferinin üstü milliyetçilikle örtülecek. "Yerli ve milli" vurgusunun bu kadar yoğun olmasının nedeni bu.

Gel gelelim diğer markaların otomobilleri ne kadar bu halka ait değillerse, TOGG da o kadar yabancı. 

TOGG kamuya ait olmadığı sürece bu durum değişmeyecek. "Türkiye'nin otomobili" bu haliyle sadece metal sektöründe sömürünün derinleşmesine ve devlet teşvikleriyle emekçi sınıfların yarattığı kaynakların sermayeye aktarılmasına hizmet edecek.

                                                                    /././

Türkiye’nin Irak’taki arayışı dış politika değişimlerine ışık tutuyor (Erhan Nalçacı)

Ancak Türkiye kapitalizminin gücü hegemon bir gücün altında kendi kazandığı yetenekleri pazarlayan ve payını müzakere eden bir pozisyondan öteye gidemiyor.

Nisan sonunda Erdoğan geniş bir heyet ile uzun yıllar sonra Irak’a resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Irak devleti ile 26 anlaşma imzalanırken Erbil ile de görüşüldü.

Türkiye-Irak ilişkilerinin geldiği hâl ve yakın tarihi Türkiye’nin dış politika dönüşümlerine de ışık tutuyor. Ziyaretin ayrıntısına girmeden bu süreci ele alalım.

1958’de Irak’ta burjuva devrimi gerçekleştiğinde Türkiye en aşağılayıcı ABD’ci dönemini yaşıyordu. Öyle ki Irak halkı için mutlak bir ilerleme anlamına gelen bu devrime karşı Menderes Hükümeti hemen cephe almıştı ve daha deneyimli emperyalist güçler tutmasa Irak’a savaş açacaktı.

Irak burjuva devrimi 20. Yüzyılda tipik olarak hanedana, onun temsil ettiği feodal düzene ve ABD ve İngiliz emperyalizmiyle işbirliğine karşı yapılmıştı. Bu haliyle sınıfsal kompozisyonu farklı olduğu halde Sovyetler Birliği’ne zorunlu olarak yaslandı.

Türkiye sermayesi ise o dönemi çoktan aşmıştı, bir NATO ülkesi olarak Irak’a mesafeli davrandı. Dünya nispeten işçi sınıfı ve emperyalist güçler arasındaki dengede daha kararlıydı. Ancak işçi sınıfı siyasetinin gerilediği yerlerde paylaşım savaşları çıktı ki, İran-Irak arasındaki kanlı savaş tam da bu gerileme ve yenilgilerin ürünü olarak kabul edilebilir.

Türkiye sermayesi 1980’lere kadar ABD hegemonyasını kabul etmekle birlikte yayılmacı bir siyasetten çok kendi ulusal bütünlüğünü korumaya odaklanmıştı.

1990’da Sovyetler Birliği’nin bir karşı-devrimle yıkılması bütün bu tabloyu değiştirecekti.

Büyük bir zafer kazanan ABD emperyalist dünyanın mutlak hâkimi olarak Sovyetler Birliği sonrası dünyanın yeniden yapılandırılmasına girişecekti. Tuzağa düşürülüp işgal edilen ilk ülkelerden biri Irak oldu.

Türkiye sermayesinin yayılmacı damarlarının kabarmaya başladığı yıllardı. Irak için “bir koyup üç alacağız” sözü Özal’ın mıydı tartışıldı sonradan ama sermaye sınıfının ahlaksız pragmatizmini yansıtması açısından bir döneme damgasını vurdu.

Türkiye sermayesi Sovyetler’den boşalan Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu’da mevziler elde etmek için girişimlerde bulunmaya başladı. Ancak bu girişimler büyük ölçüde başarısız oldu.

Türkiye’de sermaye ihraç edecek kadar yeterli bir sermaye birikimi henüz sağlanmamıştı. Ayrıca henüz ortada boşluk bırakan bir emperyalist hegemonya krizi de gözükmüyordu.

ABD’nin 90 sonrası Ortadoğu’daki bütün operasyonlarından (Irak, Suriye, Libya) Türkiye sermayesi en azından başlangıçta zararlı çıktı. 

İster kapitalizm ister sosyalizm altında olsun komşu ülkeler bir ekonomik havza oluştururlar ve doğal olarak birbirleriyle ekonomik ilişkiler geliştirirler. ABD’nin ve yardakçısı İngiltere gibi emperyalist devletlerin bu doğal ekonomik-kültürel havzalara barbarca müdahalesi korkunç oldu. 

Irak’ta milyonlarca can kaybının dışında, kültürel zenginlikleri yağmalandı, öğretim üyeleri, kültür insanları özellikle öldürüldü, ulusal bütünlüğü parçalandı, ABD yanlısı fiili Kürt devleti(leri) ortaya çıktı, Sünni-Şii çatışması belirleyici oldu, iç savaş koşullarında ülke ekonomisi büyük bir kayba uğradı, Sünni direnişinden ABD araçsallaştırdığı IŞİD’i icat etti ve halen Irak seyrelmiş de olsa ABD işgali altında.

Türkiye sermayesi Kürt sorununu içinde çözemeyince ayrılıkçı Kürt siyasetini Irak’a sürerek kendisi için ayrı bir sorun yarattı ve sermaye için bir “ulusal güvenlik sorunu” doğdu. Bu sorun Irak içine sonu gelmeyen askeri operasyonlarla çözülmeye çalışıldı.

Buna karşılık Türkiye’de farklı bir süreç işliyordu ve dış politika, dolayısı ile Irak siyaseti kökten değişti.

Bu değişikliğin bir nedeni kamu mülklerinin yağmalanmasına dayalı ve asıl olarak AKP döneminde gerçekleştirilen sermaye birikimiydi. İkincisi ise yine AKP döneminde emeğin örgütlülüğünün dağıtılması ve kuralsız bir emek rejiminin oluşturulmasının dışardan sermaye yatırımlarını çekmesiydi. Buna bir de 2008’i milat olarak alabileceğimiz emperyalist hegemonya krizi eklendi.

Türkiye sermayesi yurt dışına giderek artan oranlarda sermaye ihracatına başladı. Sermaye ihracı teknik bir terim gibi gözükür. Oysa başka bir ülkeye yatırım yapmak ve orada ücretli emeğin sömürüsünü örgütlemek o ülkenin yasaları, yargısı ve yürütmesine rağmen yapılan bir iştir ve deneyimle yürür. Ayrıca sermaye devletinin sermaye yatırımı yapılan ülkede bir hegemonya inşası için yeniden örgütlenmesi gerekir.

Irak biraz ekonomik olarak toparlanınca Türkiye sermayesinin yayılmaya çalıştığı başlıca coğrafyalardan biri haline geldi. Aşağıdaki grafik Irak ile giderek artan ticaret hacmi konusunda fikir veriyor. Türkiye’nin Irak’a ihracatı 2005’te 3 miyar dolar civarındayken 2022’de 14 milyar doları bulduğu bildiriliyor. Ayrıca bu ticaretin Irak için eşitsiz olduğunu ve Irak’tan çok az ithalat yapıldığını ekleyelim.

Tablo 1: 2005 ve 2019 yılları arasında Türkiye ile Irak arasındaki ticaret hacimleri ve ticaret dengesinin Irak aleyhine dış ticaret açığı yaratarak yıllar içinde nasıl arttığı izleniyor.

Kendi için emperyalist olma eğilimine giren Türkiye sermayesi artık Irak’ta sadece bir “ulusal güvenlik riski” görmüyor, kendi çıkarları doğrultusunda bu ülkeyi yön verebilmek istiyor ve bu işi zaten yapmaya çalışan İran ile rekabete giriyor.

Daha önce bahsetmiştik, Türkiye’nin 7 milyar dolar sermeye yatırımı ve inşaat şirketleri ile katılacağı Basra Körfezi’nden Mersin Limanı’na kadar döşenecek otoyol ve çok hatlı demiryolu projesini içeren Kalkınma Yolu bu aşamada büyük bir önem kazandı.

Şekil 1: Basra Körfezi’nden başlayıp Türkiye’ye Ovaköy’den girecek Kalkınma Yolu Projesi görülüyor. Hemen bütün önemli Irak kentlerine uğrayan projenin çevresinde ekonomik serbest bölgeler oluşturacağı tahmin ediliyor

Şimdi Türkiye bu yol için İran ile rekabet ediyor, Irak’taki sulama kanallarından güvenliğe kadar her konuda bir hegemonya inşa etmeye çalışıyor.

Ancak Türkiye kapitalizminin gücü hegemon bir gücün altında kendi kazandığı yetenekleri pazarlayan ve payını müzakere eden bir pozisyondan öteye gidemiyor.

Şimdi bütün düzen siyasetleri AKP’si, CHP’si vb. kendi içerinde hangi hegemon güce yeni emperyalist yetenekleri sunmalı tartışması üzerinden kutuplaşıyorlar.

Eğer Kalkınma Yolu ekonomik bir değer taşıyacaksa bu başlıca Çin’den olmak üzere doğudan gelecek mal ticaretine bağlı.

Öte yandan Türkiye sermayesi ABD’nin patronajında Batı emperyalizminin mali sermayesine muhtaç duruma düştü.
Bu ahlaki olmayan gidiş gelişler, uluslararası gerilimler, emekçi halklar için boşa harcanan zamanlar…

Bunların hepsi bölgede işçi sınıfı siyasetinin yeterince güçlü olmaması ile ilişkili. Türkiye işçi sınıfı siyasetinin böyle bir dönemeçte tüm bölgede öncü bir rol oynaması tarihsel bir öneme sahip gözüküyor. 

                                                            /././

Topbaş'la akrabalıktan, Fas Başbakanıyla ortaklığa: Espressolab nasıl bu kadar büyüdü? (Yalçın Çuğ)

Sermayesinin temeli Sütiş’e, reklam çalışması Erdoğan ile Bahçeli’ye, akrabalığı Topbaş'a, ortaklığı ise Fas Başbakanı Ahnuş'a dayanan Espressolab’in kısa öyküsü…

Her şey 29 yaşındayken bir üniversite yerleşkesine açtığı küçük bir kahve dükkânıyla başladı. Kurduğu bu küçük işletme sadece 10 yılda, 11 farklı ülkede 200’ü aşkın şubeyle faaliyet gösteren bir marka haline geldi. Geçen yıl ise bu marka 1 milyar liranın üzerinde ciro yaptı.

Esat Kocadağ’ın öyküsü tam da liberallerin örnek göstereceği “başarı” hikâyelerinden. Deneyim kazan, fırsatları gör, çok çalış ve başarıyı yakala… Ki Kocadağ da her fırsatta 15 yaşından beri sektörün içerisinde olduğunu, fırsatları kovaladığını ve yeri geldiğinde günde 15 saat çalıştığını sıkça vurguluyor.

Peki, “başarıya” ulaşmak için gerçekten bunlar yeterli mi? Yoksa zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmek ve siyasi bağlantılar da gerekiyor mu?

Sermayesinin temeli Sütiş’e, reklam çalışması Erdoğan ile Bahçeli’ye, akrabalığı Topbaş'a, ortaklığı ise Fas Başbakanı Ahnuş'a dayanan Espressolab’in kısa öyküsü…

1,5 yılda 134 şube açtı

Espressolab’in kurucusu ve CEO’su Esat Kocadağ, markanın kurucu ortağı ise Esat Kocadağ’ın ağabeyi ve Beşiktaş eski Asbaşkanı Emre Kocadağ. Kocadağ Aile Şirketleri Grubu’na bağlı olan markanın, 234 şubesi bulunuyor. Öte yandan İstanbul Merter’de bulunan eski bir fabrikaya kurulmuş olan “Espressolab Roastery” isimli şube, hem kavurma merkezi hem de Avrupa’nın en büyük kahve dükkânı unvanına sahip.

Esat Kocadağ’ın deyimiyle “üç günde bir yeni şubesi açılan” marka, 134 şubesini son 1,5 yıl içinde açtı. Kocadağ’ın iddiasına göre bu şubelerden yalnızca 22’si onlara ait, diğerleri imtiyaz hakkı kapsamında başkaları tarafından işletiyor. Ancak diğer şubeler, isim hakkı nedeniyle 700 bin TL'yi ve cirolarının da yüzde 5’ini Kocadağlara veriyor. Marka bu sayede geçtiğimiz yılı 1 milyar 200 bin lira ciro ile kapattı.

2024 yılında 400 şubeye ulaşmayı hedefleyen marka, 11 ülkede faaliyet yürütmekte: Mısır’da 15, Fas’ta 13, Kuzey Kıbrıs ve Katar’da 4’er, Dubai, Ürdün, Almanya ve Irak’ta 3’er, Güney Afrika’da 2, Portekiz’de ise 1 şube bulunuyor. Kocadağ talep olursa Moğolistan’a bile şube açabileceklerini söylüyor.

Tanzanya, Etiyopya, Endonezya, Guatemala, Kolombiya, Brezilya ve Kenya’daki yerel çiftliklerden alınan kahve “Espressolab Roastery”de kavruluyor. Espressolab’in internet sitesinde yer alan bilgilerde ise “yerel çiftçiyi destekleme, bilimsel tarıma katkı sağlama, genç çiftçileri teşvik etme, sosyal sorumluluk projeleriyle çiftlik bölgelerindeki kadın ve çocukları güçlendirme, çiftçileri iklim değişikliğine karşı bilinçlendirme” gibi halkla ilişkiler çalışmalarına dair vurgular bir hayli fazla.

Aynı zamanda babadan kalma Sütiş'in de sahibi

Peki, Esat Kocadağ’ın markasını bu kadar hızlı şekilde büyütmesinin alametifarikası neydi? Çok çalışması mı, fırsatları görerek cesur girişimlerde bulunması mı, iyi kahve çekirdekleri mi?

İşte bu noktada karşımıza Kocadağ ve Topbaş aileleri çıkıyor.

Esat Kocadağ, 1953 yılında Sütiş’i kuran Mevlüt Kocadağ’ın çocuğu olarak dünyaya geldi. Türkiye’nin en büyük tatlıcı zincirlerinden olan Sütiş’in Azerbaycan, Kuveyt ve Katar dâhil olmak üzere toplam 24 şubesi bulunuyor. Sütiş yalnızca şubeleriyle de sınırlı değil, aynı zamanda Sütiş Çiftliği ve buradan elde edilen hayvansal ürünlerin işlendiği bir tesise de sahip. Marka, tatlı ve yemek menüsünün yanı sıra kahvaltılık ürün, et ve temel gıda satışı da yapıyor.

Esat Kocadağ, sektördeki ilk deneyimini 15 yaşından itibaren yaz tatillerinde çalıştığı Sütiş’te kazandığını söylüyor. Kocadağ, Espressolab’in yanı sıra şu anda Sütiş’in de sahibi olarak gözüküyor.

Kadir Topbaş ve kıyaklar

Sütiş’in büyümesinin etkenlerinden birisi de 17 yıl boyunca İstanbul’u yöneten ve adı çeşitli hukuksuzluklara karışan AKP’li eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın, Sütiş’in kurucusu Mevlüt Kocadağ ile kuzen olması.

Öykünün ilginç tarafı Topbaş’ın da Türkiye’nin en büyük tatlıcı zincirlerinden olan Saray Muhallebicisi’nın sahibi olması. Saray Muhallebicisi’nin tanıtım bültenine göre hedefi “Beyoğlu’nda zarif hanımefendi ve beyefendilere tatlıların en güzelini yedirmek” olan Kadir Topbaş’ın babası Hüseyin Topbaş, ilk dükkânı 1935 yılında açtı. Şu anda 21 şubesi olan marka aynı zamanda Türkiye’nin en büyük manda çiftliğine de sahip. Saray Muhallebicisi de yemek ve tatlı menüsünün yanı sıra Sütiş gibi süt ve süt ürünleri, kahvaltılık ürünler, çay, kahve, kuruyemiş, çikolata ve lokum satışı yapıyor.

Kocadağ ve Topbaş aileleri her ne kadar aynı sektörde yer alan rakipler gibi görünse de Topbaş’ın kuzenine birçok kıyağı oldu.

Sütiş’e çekilen peşkeşlerden yalnızca birkaçı şöyle:

  • Rumelihisarı’nda bulunan Sütiş şubesinin faaliyet gösterdiği tek katlı binaya yasak olmasına rağmen kaçak kat çıkılması ve mekânın değerinin 12 milyon dolara yükselmesi.
  • Topkapı Saray’ın bulunan Sütiş şubesine ait bahçesinin genişletilmesi.
  • 1811’de inşa edilen ve korunması gerekli kültür varlığı olarak tescillenen Tarihi Bostancıbaşı Abdullah Ağa Yalısı’nın Sütiş’e kiralanması ve yalıya restorasyon projesine aykırı uygulamalar yapılması hakkında iki kez karar çıkmış olmasına rağmen müdahale edilmemesi.
                                        Abdullah Ağa Yalısı hâlâ Sütiş'in kullanımında.

Oğullar ortak oldu, tedarik babalardan

İki kuzen arasındaki ilişki yalnızca “imar kolaylıklarıyla” sınırlı değildi.

Kadir Topbaş’ın oğlu Mustafa Ömer Topbaş ile Mevlüt Kocadağ’ın oğlu Emre Kocadağ, 2007 yılında ortak oldu. Pigastro markası altında önce Koç Üniversitesi kantininin işletmesini aldılar ardından Bilgi, Kadir Has ve Sabancı üniversitelerine yeni Pigastro şubelerini açtılar.

Kahve, sütlü tatlı ve yemek menüsüne sahip olan Pigastro’nun ürünleri ise Sütiş ve Saray Muhallebicisi’nden temin edildi.

Liberallerin özellikle üzerinde durduğu "yaratıcı ve girişimci zekanın" önemine dair en büyük kanıtlardan biri, ikilinin isimlerinin baş harfleriyle yarattıkları "çok hoş" şirket isimleri: MOTEK ve EKMOT. Topbaş ve Kocadağ, Sabancı Üniversitesi kantinini işletmek için MOTEK, diğer üç üniversite kantini için de EKMOT adlı iki ayrı şirket kurdu.

EKMOT Gıda’nın şu anki Yönetim Kurulu Başkanı Arif Kocadağ, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı da Mustafa Ömer Topbaş. MOTEK Gıda ise satılmış durumda.

Üniversitelerde büyüdü

Ömer Topbaş her ne kadar Pigastro’yu kurduktan sonra "Belki başka bir sektörde babamın Belediye Başkanı olmasının çok büyük artısı olabilirdi. Ama sonuçta gıda sektöründe, bir ürünü yaptıysanız insanlar bunu yediklerinde beğenirse tekrar gelir. Burada Kadir Topbaş'ın ya da başka birinin oğlu olmak önemli değil” dese de o dönem kimi iddialar gündeme geldi.

Pigastro’nun yaklaşık bir yıl içerisinde İstanbul’daki dört üniversitede şube açması, dönemin İBB Başkanı Topbaş’ın bağlantılarına yoruldu. Hatta Kocadağ ve Topbaş ailelerinin, üniversitelerdeki işletmeleri Pigastro ile sınırlı kalmadı. Esat Kocadağ’ın ilk Espressolab şubesini Bilgi Üniversitesi’nde açması ve markanın şubeleşme sürecine İstanbul’daki diğer üniversiteler üzerinden devam etmesi söz konusu iddiayı daha güçlendirdi.

Çünkü Bilgi Üniversitesi’ndeki “küçücük bir köşe”de başlayan Espressolab, sonrasında kısa süre içinde İstanbul’daki birçok üniversiteye giriş yaptı. Espressolab’in İstanbul’daki farklı üniversite yerleşkelerinde toplam 15 şubesi bulunuyor.

1853 yılında inşa edilen Sarıyer Büyükdere İskelesi, 1971 yılında Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Kurulu tarafından koruma altına alınmıştı. Restore edilen tarihi iskele, şu anda Espressolab’in şubesi olarak kullanılıyor. Sahibi ise Mustafa Ömer Topbaş.

İlk şube: İşçilerin küçücük alanına göz dikmiş

Emre Kocadağ’ın İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde bir işletme satın aldığını belirten Esat Kocadağ, 2014 yılında hizmete başlayan ilk Espressolab’in açılışını şöyle anlatıyor:

“Baktım personelin yemek yediği küçücük bir köşe var. 'Bana burayı versen ben burayı kahveci yapsam' dedim. Ve Espressolab ilk o köşede başladı.”

Tam da liberallerin başarılı örnek olarak gösterebileceği bir hamle daha: her şeye paraya dönüştürülebilme potansiyeli üzerinden bakmak... 

İşçilerin yemek yediği o küçücük köşe Espressolab'e dönüştürüldükten sonra, işçilerin yemek ihtiyaçlarını nasıl karşıladığını maalesef bilmiyoruz. Ancak şu anda marka altında çalışan işçilerin yemek haklarında nasıl kısıtlamalar yapıldığına hakimiz.

Çalışma politikaları şubeden şubeye farklılık gösteren Espressolab'de, işçilerin ortak bir sorunu var, o da yemek hakları. Günlük yemek ücretleri yetersiz kalırken, şubelerdeki "tasarruf" da işçilerin yediği yiyecekten ve içtiği kahveden yapılmaya çalışılıyor. Örneğin Espressolab'in Vialand şubesi ilk açıldığı zamanlarda, her işçinin günlük ikişer kahve ve yiyecek hakkı bulunuyordu. Kısa bir süre sonra kahvelere aroma katmak masraf gerekçesiyle kısıtlandı, yiyecek tercihi ise açma ve poğaçayla sınırlandırıldı.

Sabah yazarı Hülya Güler’e konuşan Kocadağ, “Starbucks'a yönelik boykot, düşünüldüğü gibi fırsat olarak gördüğüm bir şey değil. Bana tek kolu bağlı bir rakibe karşı oynamak gibi geliyor. Bazı çevreler boykotu bizim yaptırdığımızı düşündüler. Starbucks tüm dünyada boykot ediliyor, bizi nasıl gözlerinde büyüttülerse, uluslararası bir boykotu yöneteceğimize bile inanıyorlar. Kısacası başarımızın boykota bağlanmasına üzülürüm” demişti.

Erdoğan ve Bahçeli'den reklam çalışması

Öte yandan Espressolab'in Türkiye genelinde bilinirliğinin artmasının nedenlerinden biri de AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli olmuştu.

2020 yılında müze statüsünden çıkartılarak camiye çevrilen Ayasofya'nın ibadete açıldığı gün, Erdoğan ve Bahçeli birlikte namaz kıldı. Erdoğan ve Bahçeli, Ayasofya'da kılınan namazın ardından basın mensuplarının eşliğinde Espressolab'de kahve içmeye gitti. 

Orada bulunan bir kişi de Erdoğan ve Bahçeli ile çektiği özçekim fotoğrafı "Cuma çıkışı dostlarla Espressolab’de birer kahve içtik" açıklamasıyla sosyal medyada paylaştı. Hem söz konusu paylaşım hem de haberin Espressolab vurgusuyla servis edilmesi, adeta markaya reklam çalışması oldu.

Sonrasında Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan'ın da Sakarya ziyareti kapsamında Espressolab'e gitmesi, markanın adına yapılan vurgu ile haberleştirilmişti.

                  "Cuma çıkışı dostlarla Espressolab’de birer kahve içtik" notuyla yapılan fotoğraf paylaşımı

Ortaklarından birisi Fas Başbakanı Ahnuş

Ailesinden sahip olduğu sermaye ve bağlantılarıyla kısa sürede işlerini büyüten Esat Kocadağ'ın Fas’taki ortağı da tanıdık bir isim: Fas Başbakanı Aziz Ahnuş.

Ahnuş yalnızca başbakan değil, aynı zamanda Afrika’nın en zengin milyarderleri arasında bulunuyor. Zaten Esat Kocadağ da Ahnuş ile olan ortaklıklarını "Fas'ta başbakanla ortağız ve Fas'ın da en zengin iş adamı" diye anlatıyor.

Kocadağ için Ahnuş’la olan ortaklığının başka önemli bir boyutu daha var. Yıl içerisinde 3 milyon avro yatırım ile Kemerburgaz’da bir kutulama tesisi açmayı planlayan marka, hazır kutu kahve ile marketlere ve benzin istasyonlarına girmeyi hedefliyor. Bu hedefin bir ayağı da ihracat:

“Şöyle bir avantajımız var; Fas'taki ortağımızın 560 benzin istasyonu var. Bu noktalarda eğer böyle bir ürün yaparsak ihracata da başlamış olacağız."

Akwa Group'un CEO'su olan Ahnuş 2007'den 2021'e kadar da Fas Tarım Bakanı olarak görev yapmıştı. Akaryakıt fiyatlarının serbestleştirilmesi kararının ardından fiyat düşürmemek için ortak anlaşmaya varan şirketlerden birisi de Akwa'ydı. Akaryakıt şirketlerin bu dönemde kârları yaklaşık 17 milyar dolara ulaşmıştı. 

Espressolab'de çalışan bir öğrenci de 'başarıya' ulaşabilir mi?

Sonuç olarak; deneyim kazanmak, fırsatları görmek ve çok çalışmak "başarıya" ulaşmak için gerçekten yeterli mi? Yoksa "başarı" için zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmek ve siyasi bağlantılar da gerekiyor mu?

Eğitim masraflarını karşılayabilmek için Espressolab'de çalışmak zorunda olan herhangi bir üniversite öğrencisi bu "başarıya" ulaşabilir mi? Yoksa bu yalnızca Esat Kocadağ'ın alametifarikası mı?

Bu soruların yanıtları; sermayesinin temeli Sütiş’e, reklam çalışması Erdoğan ile Bahçeli’ye, akrabalığı Topbaş'a, ortaklığı ise Fas Başbakanı Ahnuş'a dayanan Espressolab’in kısa hikayesi içinde mevcut.

(soL)