31 Temmuz 2019 Çarşamba

Boris Johnson hikayesi - Mustafa Türkeş

İngiltere’de Theresa May’in Muhafazakar Parti başkanlığından istifa edişi aynı zamanda Başbakanlık ve kabine değişimini de birlikte getirdi. 


Muhafazakar Parti’nin meclis grubunda diğer aday Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt’a karşı ezici bir çoğunluk elde eden Boris Johnson, Muhafazakar Parti’nin yaklaşık 160 bin resmi üyesinden oy kullanmaya katılanlar arasında 46.656’ya karşı 92.153 oy alarak (Bkz. BBC), iki kat fazla oy çoğunluğu ile hem Parti başkanlığı hem de Başbakanlık postunu ele geçirdi.

Biçimsel bakımdan kurallara aykırı olmamakla birlikte, esasen 65 milyonluk bir ülkede Başbakanın yaklaşık 160 bin kişi tarafından belirlenmiş olması ciddi bir sorun olarak tartışılıyor.

Bazıları bunu giderilebilir bir demokrasi eksikliği olarak görüp, erken bir genel seçimin bu sorunu çözebileceğini ileri sürüyor.

Sorun gerçekten bu kadar basit, biçimsel bir mesele mi? Yoksa biçimsel ve esasa ilişkin giderek büyüyen ve derinleşen sorunlar yumağının bir yansıması mı?
İngiltere’de Muhafazakar Parti içinde yaşanan bu tür iktidar sorunu ilk kez yaşanmıyor; Margaret Thatcher’in bir saray içi darbe ile başbakanlıktan uzaklaştırılıp yerine John Major’ın Muhafazakar Parti ve Başbakanlık koltuğuna oturtulması sürecinde de benzer bir meşruiyet tartışması yapılmıştı. 

İlginç olan, iki olayda da konu İngiltere’nin AB ile ilişkisi hakkında olmasıdır. İlkinde Thatcher’in Maastricht müzakerelerine karşı pozisyon alması üzerine İngiltere burjuvazisi Thatcher’ı alaşağı edip, yerine Maastricht sürecini müzakere etmeyi benimseyenleri iktidara taşımış, bunların çıkarlarını yansıtmıştı.
Şimdi konu yine İngiltere-AB ilişkisi; daha doğrusu İngiltere’nin AB’den nasıl çıkacağı ve Brexit sonrası ilişkinin nasıl olacağı hakkında.

Thatcher döneminden Johnson’a kadar köprünün altından çok su aksa da kapitalizmin sömürü düzeni ve emperyalizm içi ilişkilerde devamlılık olduğunu söylemek mümkün. Thatcher, kapitalizmin neo-liberal türünü alternatifsizlik söylemi üzerinden savunarak emekçilerin kazanılmış sendikal ve sosyal haklarını hoyratça yapısızlaştırırken, dönemin İşçi Parti’si adeta kolaylaştırıcı rolü oynamıştı. AB konusunda İşçi Partisi’nin Thatcher sonrası Muhafazakar Parti’den farklı söylediği tek şey, Sosyal Şart’ın da kabul edilmesi gerektiğidir. Ne var ki bunun dışında ciddi farklı bir politika üretemedi, hatta Tony Blair döneminde London School of Economics’in sosyal demokrat akademisyenlerinden aldıkları fikir desteği ile İşçi Partisi “üçüncü yol” tartışmasını temcit pilavı gibi yinelediler. Kapitalizm ile sosyalizm arasında üçüncü bir sistem varmış gibi sundular. Solun değerlerini saptıran Blair, muhafazakar-liberal ortaklığının değirmenine su taşıdı. Neyse ki, Irak savaşında söylediği yalan çabuk ortaya çıktı da Blair solun değerlerine daha fazla zarar vermeye fırsat bulamadan tarihin sayfalarına kara leke olarak geçti.

Jeremy Corbyn dönemine kadar İşçi Partisi liderleri neo-liberalizme ideolojik olarak karşı çıkmadılar, Corbyn ise ideolojik duruş ile parti başkanlığı arasında sıkışıp kalmış durumda. Siyasi geleceği olası bir erken seçimde göstereceği başarıya bağlı. Alternatif bir sistem önerisi yapamıyor, sistem içinde kimi düzeltmelerle yetinmeyi öngörüyor. Ötesi yok. (Bizde buna benzer siyasetçi sayısı hiç de az değil.)

Muhafazakar Parti içinde yaşananlar da oldukça ilginçtir. Thatcher sonrası liderler, AB konusunda kendilerinden öncekiler kadar kuşkulu olmakla birlikte onlardan daha az karşıt pozisyon aldılar. İngiltere’nin Brexit konusunu gündeme taşıyan ve bugünkü formuna bürünmesinde önemli rolü olan Muhafazakar Parti başkanı David Cameron bugünlerde sessiz, ihtimal ki savunma pozisyonu hazırlığında.  Theresa May ise bir anlaşma yaparak AB’den ayrılmayı tercih ettiğini açıkça ortaya koydu. Bu doğrultuda zaman kazanmak için bütün yolları denedi, buna rağmen asıl tepkiyi Muhafazakar Parti içinden aldı.

İşte Boris Johnson AB’den hızlı bir çıkış yolu arayanları temsil eden siyasetçilerden biridir. Başbakanlığı bonus olarak alan Johnson’un Muhafazakar Parti başkanlığı yarışında üzerine basarak dile getirdiği konuların başında geleni “Anlaşmasız Brexit”, fakat bunu nasıl yapacağını gösterebilmiş değil. İnandırıcı bir politika üretebildiğini söylemek de mümkün değil.

Johnson’un siyasi geçmişi Londra belediye başkanlığı ve daha sonra Dışişleri bakanlığı yapmış olması, fakat buralarda büyük bir başarıdan söz etmek mümkün değil. Öte yandan kapitalist sistem içinde sorunların çözülmediği, dönüştürüldüğü gerçeği karşısında Johnson da diğerleri gibi sorunları dönüştürmeye gayret ederek egemen sınıfların çıkarlarına hizmet ederek siyasi geleceğini kurgulayabilir.

Johnson’un ABD’nin İran politikasında ihtiyaç duyduğu “özel ilişki”yi koşar adım sahipleneceğine kuşku yok. Elbette bu “özel ilişki” tek taraflı olmayacaktır. Geçmişte de iki taraflı çalıştı: İngiliz emperyalizmi 1982’de Falkland adalarını elinde tutmak için Arjantin’e karşı savaşırken ABD’nin deniz üslerini kullandı, buna karşılık daha sonra ABD, Lockerbie yakınlarında düşürülen Pan Am yolcu uçağının rövanşını almak için İngiltere üzerinden Libya’ya saldırı düzenledi. 
Bu tür ticarileşmiş savaş oyunlarını Trump kadar Johnson’un da seveceğine kuşku yok. Tabii ki bütün bunlar gelecek yıl ABD seçimleri ve İngiltere’de muhtemel erken genel seçimleri sonuçlarına göre biçimlenecektir.

Brexit’e ne mi olacak? En az üç yıl daha bu konuda ne olduğu ve olacağı üzerine tartışmaların devam edeceğinden emin olabilirsiniz. Johnson’un, sorunu dönüştürmenin ötesine geçebilecek bir politika üretecek donanıma sahip olduğu kuşkuludur.

Emperyalizmin beşiğinde demokrasi eksikliği tartışmasının eminim alıcısı çok olacaktır, fakat yeterince inananın olacağı kuşkuludur.

Mustafa Türkeş / SOL

Yolsuzluğun geleceği - KADİR SEV

Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2018 yılı verilerine göre 
Türkiye yolsuzluk algı endeksi sıralamasında, 
180 ülke arasında 78’inci; 
28 AB ülkesi arasında sonuncu; 
35 OECD ülkesi arasında 34’üncü; 
G-20 ülkeleri arasında 12’nci sırada yer aldı.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü, 1995 yılından beri ülkelerden veriler derliyor ve 100 üzerinden puanlar veriyor. Türkiye bugüne değin 50’yi pek aşamadı. Üstelik son 5 yılda 10 puan geriledi; 2013 yılında 50 puan almıştı, 2017’de 40; 2018’de 41 alabildi.

AKP iktidarları, yolsuzlukla mücadele adına ne kadar uluslararası sözleşme varsa hepsini imzaladı. Ama kurallarına uymuyor. OECD’nin her yıl yayımladığı İlerleme Raporlarında Türkiye’ye; “Uluslararası Sözleşmeleri Uygulamayan / Hiç Uygulamayan Ülkeler” kategorisinde yer veriliyor.

Türkiye’nin de imzaladığı, 2000 yılında yürürlüğe giren; Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı BM Sözleşmesine göre, taraf ülkeler kara para aklanmasını suç sayan yasalar çıkarmak zorunda. AKP bunun tam tersini yaptı; 2008 -2019/Temmuz arasında, karapara aklanmasına yönelik 5 yasa çıkardı. Karaparasını getirenler ya da getireceğini beyan edenler, %1 oranında vergi ödeyip aklandılar. Yasaların kimilerinde bu kadarcık vergi bile öngörülmedi.

Dünyada her yıl, yüz milyarlarca dolar silah ve uyuşturucu ticareti yapılıyor. OECD 2018 yılı ilerleme raporunda G20 ülkelerinde her yıl 2 trilyon dolar aklandığı doğrultusunda bir tahmin yapılıyor. O paraların bir bölümü Türkiye’de aklanmış olabilir mi? 
Bilemeyiz…

Gelen paranın tutarını sır gibi saklıyorlar. Ne Hazine ve Maliye Bakanlığı ne Gelir İdaresi Başkanlığı bilgi veriyor. Bakan, bakan yardımcısı, başkan konumundaki üst düzey yetkililer, milletvekillerinin Plan ve Bütçe Komisyonundaki sorularını “bilmiyoruz” diye yanıtlıyorlar. Genel Kurulda bu soruların yöneltileceği muhatap zaten yasal olarak yok. Soru önergelerine de kimse yanıt vermiyor.

Yolsuzluk, sıradan bir ticari faaliyete dönüştü neredeyse. Siyaset de yolsuzluktan besleniyor. Bu yüzden de önlemeye yönelik çabalar engelleniyor, gizleniyor, yasaklanıyor.

Çok sayıda örnek var, hangisini sayalım: Para babalarının, özellikle de AKP’nin önde gelen kadrolarının, vergi cennetlerindeki “yatırımlarını” konu alan haberlerin yasaklanmasını mı? 17-25 Aralık 2013 tarihinde ortalığa saçılan rezaletin araştırılması önergesinin Meclis Genel Kurulunda reddedilmesini mi? Kamunun elindeki en değerli taşınmazların, tarihsel önemi olan varlıklarının yandaş sermaye grupları ile vakıf ve derneklere peşkeş çekilmesini mi?

Mal ve hizmet alımlarında da büyük yolsuzluklar var. İhaleye fesat karıştırmak yasalarda suç sayılıyor. Ama ihale yöntemine önemsiz küçük işlerde başvurulduğu için bunun pek bir anlamı yok. Büyük projeler yürüten (enerji vb.) kurumlar İhale Yasası kapsamı dışında bırakıldı. Uluslararası andlaşmalar uyarınca sağlanan dış yardımlarla girişilen projeler ile gizlilik kararı verilen işlerde de ihale yasası uygulanmıyor. Bunlara bir de İhale Yasasının 21/b maddesinde yazılı pazarlık yöntemini ekleyelim, tablo tamamlansın: Kurumun yetkilisi, “acilen yapılması gerekir” demişse, işin tutarı ne olursa olsun dilediği kişi ertesi gün işe başlıyor.

İhale olmayınca fesat suçu da işlenemiyor…

Yolsuzlukla ilgili metinlerde sıkça şu sözlerle karşılaşılır; “…yoksulluk nedenidir; ekonomide savurganlık ve verimsizlik demektir; durgunluğa, istikrarsızlığa yol açar; sistemin meşruiyeti tartışılmaya başlar…”

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) 2006 yılında yayımladığı “Yolsuzluk Kitapları:1” adlı rapordan öğrendiğimize göre IMF, 2002 yılında yolsuzluğun maliyetini bile hesaplamış. Bu hesaba göre yolsuzluk algılama endeksindeki 1 puanlık olumsuz artış, yatırımların milli gelire oranında %1-%2,8 arasında; yoksulların gelirinde %2 -% 10 arasında düşüşe; bebek ölüm oranlarında ise binde 1,1 ila 2,7 arasında artışa yol açıyormuş.

Emperyalizm, kaynakların döke saça kullanılmasından pek hoşlanmaz, etkinliği ve sürekliliğini sağlayabilmek için daha akılcı yöntemler geliştirmeye çalışır. Bu yüzden de IMF, Dünya Bankası, AB gibi uluslararası örgütlerin faaliyet alanları içinde yolsuzlukla mücadeleye ayrılan fonlar önemli bir yer tutar.

Raporlarının odak noktasında, yargının bağımsızlığına özen gösterilmesi, ihale yasalarına uyulması ve şeffaflık gibi ilkelere yer verilir. Devleti ele geçiren güçlü sermaye gruplarının devlet aygıtını kullanarak süper kârlar sağlamalarının ancak bu yöntemlerle önlenebileceği söylenir.

Vurgulamış olalım: Sermaye işin etik yanıyla ilgilenmez. Hak ettiğini düşündüğü bir işi rakiplerine kaptırmamak için yarışmanın öngörüldüğü kurallara katlanmak zorunda olduğunu bilir. Ama siyasal iktidara yakın olmanın sağlayacağı fırsatları kollar ve onları da kaçırmamaya özen gösterir.

Türkiye’de son zamanlara değin sermaye grupları arasında kıyasıya bir ihale kazanma mücadelesi yaşanmadı. Siyasal iktidara yaslanıp, paylarını almak için sıralarını beklediler. Ancak her şey çok değişti; kapitalizm dünya ölçeğinde krize girdi, üstelik ülkenin dağıtılabilecek kaynakları giderek tükeniyor. Kâr güdülerini karşılayabilmek amacıyla nasıl ve ne tür tepki vereceklerini zamanla göreceğiz.

Bundan böyle yapacağımız bütün yorumlara dünyanın yeniden paylaşımı mücadelesini ve bunun olası sonuçlarını da katmalıyız. Dünya inanılmaz bir hızla yeniden biçimlendiriliyor. Dünün kurallarına dayanarak yapılacak yorumlar yanıltıcı olur. Yeni emperyalist odaklar ortaya çıktı ve giderek güçleniyor. Bunlar, ülkelerde önceden ilişkide oldukları sermaye gruplarıyla bağlarını güçlendirmek ve ağlarına yenilerini katmak gereği duyuyorlar. Geleneksel sermaye grubunun örgütü TÜSİAD, belki de AKP’den çok korktuğu için değil ortaya çıkan bu duruma uyum sağlayabilmek için sesini çok yükseltmiyordur. 

Ne dersiniz?

Kadir Sev / SOL

Gaziantep Belediyesi'nin torba ihaleleri - Murat AĞIREL

Ben ticarette her firmanın bir uzmanlık alanının olmasını ve sadece uzman olduğu konular hakkında iş yapması taraftarıyım. Bu herhangi bir sosyolojik bulguya ya da bir felsefi düşünceye veyahut ekonomik bir parametreye dayanmıyor.

Gözlemlerime göre konuşuyorum. Bu sayede kalitenin ve uzmanlığın oluşacağına inanıyorum.
Neden böyle bir giriş yaptım?
Anlatayım...

Belediyeler almak istedikleri ürün veya hizmet karşılığında ihaleler açarlar. Açtıkları ihalelerden önce yaklaşık maliyeti belirlerler. Ciddi iştir. İhalenin her kalemi için o işin ehli kişiler katılır veya davet edilir.

Daha önce HalkTV canlı yayınında Gaziantep Belediyesinde yapılan bir ihaleden bahsetmiştim. İhale numarası 2017/388937. İhale konusu "Destek sağlık hizmeti satın alma işi.'' İhaleyi, GAMA-GAZİ SAĞLIK HİZ. İNŞ. TURZ. BİL. AR-GE FAAL. SAN. ve TİC. A.Ş., ÖZEL NOKTA SAĞLIK HİZMETLERİ SAN. TİC. LTD. ŞTİ. adlı şirketler 60 milyon 134 bin TL bedel ile aldı.
İhale açık ihale olarak yapıldı.
Burada sorun yok.

Ancak...

Türkiye'deki bütün hastaneler ilaç ihalesini ve tıbbi malzeme ihalesini kalem kalem almak üzere ilana çıkar. Yani 1603 kalem malzeme tek firmadan alınmaz, ihale kalemlere bölünür ki rekabet ortamı oluşturulur, kalemlere bölünür ki en iyi ve en hesaplısı alınır. Vatandaşın parası da hizmet için kasada kalır.

Yukarıda bahsettiğim ihale tam 1603 kalem iş. Yani yok yok. Röntgen cihazı, tel raf, hasta karyolası, anestezi cihazı, MR cihazı, ambulans vs, vs.

Şartnamede inanılmaz bir liste var. İhaleyi düzenleyen Gaziantep Büyükşehir Belediyesi tüm bu kalemleri tek bir ihalede istiyor. Dolayısı ile rekabet ortamı oluşmuyor. İhaleye girebilecek firma sayısı 1-2 oluyor.

Bunu anlatmıştım.

Şimdi aynı ihale tekrarlandı. İhale numarası 2019-235974. İhaleyi yine aynı firmalar bu kez 66 milyon 210 bin TL bedelle aldı.

Ne var ihale detaylarında?

Cerrahi operasyonlar, laboratuvar hizmeti, güvenlik, radyoloji, ayakta ve yatarak tedavi, madde bağımlılığı, ambulans gibi hizmetlerde görevlendirelecek toplamda 271 personel, yine omuz çarkından hasta yataklarına oksijen ünitelerinden yıkama cihazına varana kadar 186 kalem sarf malzemesi ve ilaçlar...

İlaç satmaya ruhsatlı firmalar belli değil mi?

Cihazlarda belli başlı firmalar ile ithal ediliyor. Neden kalem kalem ihale yapılmıyor da hepsi toplu halde torba ihale gibi yapılıyor?

İlaç ve tıbbi malzeme alımı ihalesinin ayrı, hizmet alımının ayrı yapılması gerekmez miydi?

Sonuçta...

Bu şekilde yapılan bir ihalede rekabet şartlarının oluşması beklenemez. O zaman da akıllara hemen şu geliyor. Bu ihaleler adrese teslim mi yapıldı?

Bu sorularımızın cevabını takip edeceğim. Araştıracağım. Konunun muhataplarının cevap hakkı olduğunu tekrardan belirtirim.

Bu arada;
31 Temmuz-04 Ağustos tarihleri arasında Burhaniye 1. Kitap Fuarında olacağım.
01 Ağustos Perşembe günü saat 19:00'da kitabım ŞAKİ'yi imzalayacağım ve
2 Ağustos Cuma günü saat 22:30'da "Yolsuzluklar" konulu panelde konuşmacı olacağım.
Sonrasında kısa bir tatil yapıp tekrar sizlerle buluşacağım.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

30 Temmuz 2019 Salı

Abdülcanbaz’ın babası: Turhan Selçuk - Olcay BAĞIR

Basın tarihimizden öğreniyoruz ki, özellikle 1950’ler ve 1960’larda her gazetede çizgi roman bantları yayımlanırmış. Batı menşeli çizgi kahramanlar devri, 1954’te Abdi İpekçi’nin Milliyet’in başına geçmesiyle yavaş yavaş kapanacaktı. Çünkü İpekçi, yerli çizerlerin yaratacağı yerli kahramanlar konusunu kafasına koymuştu. Bunun için gazetesinin iki genç çizeri Turhan Selçuk ve Bedri Koraman’a sürekli baskı yapıyordu. Abdi İpekçi’nin ısrarları sonuç vermiş ve Turhan Selçuk 1957’de senaryosunu ve sözlerini Aziz Nesin’in yazdığı yerli bir çizgi kahraman yaratmıştı. Kahramanın adını Nesin koymuştu: Abdülcanbaz.

İki Abdülcanbaz
Ancak Nesin’in yazdığı Abdülcanbaz bugün herkesin bildiği Abdülcanbaz’dan oldukça farklıydı. Turist rehberiydi Abdülcanbaz ve hayli üçkâğıtçı, hilekâr bir tipti. Türkiye’ye gelen turistleri lüks otel vaadiyle kandırıp tahtakurularının cirit attığı küçük otellere veya randevu evi gibi işletilen kenar mahalle otellerine götürüyordu. İlk maceradan sonra Aziz Nesin ikinci bir Abdülcanbaz öyküsü yazmayı reddedince Turhan Selçuk bu kez bir başka usta mizahçı Rıfat Ilgaz’a başvurdu. 

Ilgaz’ın yazdığı tip ilkinden biraz farklı olmakla birlikte yine bugünkü Abdülcanbaz değildi. Kurdukları acenteye artist olma hayaliyle gelen genç kızları, ortağı Raci kötü yola düşürmeye çalışınca iyi tarafını gördüğümüz bir Abdülcanbaz’dı bu. Halep ve Beyrut’a uzanan bir dizi maceradan sonra kızlar kurtuluyordu. Can yoldaşı Tarzan ile ilk tanışmaları da bu macerada oluyordu bu arada. 

Rüyadan doğuş
Rıfat Ilgaz da bir zaman sonra işten el çekince iş başa düşmüş ve Turhan Selçuk nihayet “meşhur” Abdülcanbaz’ı yaratmıştı. Öncekilerden çok farklıydı bu Abdülcanbaz. Bir kere çok iyiydi. Sağlam karakterli, mert bir adamdı. Güçlüydü de üstelik, Osmanlı tokadıyla alaşağı edemediği insan yoktu. Düzenin yozlaştırdığı, namussuzlara, kötülere karşı savaşan bir kahraman yaratmıştı Selçuk. Kötü ve üçkâğıtçı Abdülcanbaz’ın iyi, erdemli bir kahramana dönüşmesi ise bir rüya ile oldu! Tarzan ile başlarını sokacak bir ev bulamayan Abdülcanbaz, bir köpek kulübesinde uykuya dalar. Gördükleri bizim bildiğimiz Abdülcanbaz maceralarıdır; haksızlığa, riyakârlığa, halkı aldatanlara, yozlaşmış güçlülere karşı savaşan mert, vatansever bir kahraman. Levent Cantek’in tabiriyle “Abdülcanbaz bugüne kadar o rüyadan bir türlü uyanamadı.” 

Abdülcanbaz ilk öykülerde 2. Abdülhamid dönemlerinde, 2. Meşrutiyet’te ve mütareke döneminde İstanbul’da yaşıyor görünür. Fakat bir zaman sonra zamana ve mekâna bağlı olmayarak yaşar maceralarını. Bazen Evliya Çelebi’ye yarenlik ederken, bazen tarih öncesi devirde görürüz onu. Ya da bazen Turgut Reis ile denizlerde savaşırken bir başka macerada 2190 yılında uzaydadır. Paris-Moskova arası otomobil yarışına da katılır, Irak’ta Türkiye’nin petrol menfaatini korumaya da çalışır.

İdeal kahraman
Başından düşürmediği fesi, ucu yukarı kalkık bıyıkları, setre pantolonu ile tam bir İstanbul beyefendisi olan Abdülcanbaz, meşhur Osmanlı tokadıyla vurduğunu devirirken, sadece mecbur kaldığında kullandığı tabancasıyla da attığını vurur. Yani tam anlamıyla ideal bir kahraman olan Abdülcanbaz ezilenin, haklının ve halkının yanında, sıkı bir millicidir. Abdülcanbaz, Selçuk’un inandığı değerlerin de bir simgesi gibidir. Hayattaki iyiler ve kötüler arasındaki savaşta iyilerden biridir Abdülcanbaz.
Mengü Ertel’in, “toplumculuğun simgesi” olarak nitelediği Turhan Selçuk’la ilgili Cemal Süreya şöyle diyor: “Onun karikatürlerinde herhangi bir insanın değil, insani bir durumun betimlenmesi ya da ırgalanması söz konusudur.” Bugün 30 Temmuz, Turhan Selçuk’un doğum günü. Son nefesine kadar aydınlanma savaşından vazgeçmemiş ustayı saygıyla anıyoruz.


Olcay BAĞIR / CUMHURİYET

Onbirinci Plan tarım için ne öngörüyor? - OĞUZ OYAN

Türkiye’de planlamanın tarihi birçok gelişmiş kapitalist ülkeden eskiye uzanır. Sanayileşme devrimine adım atmanın gecikmiş hamleleri 1930’larda Cumhuriyetin ulusalcı kadroları eliyle ve dönemi için öncü sayılabilecek bir planlama anlayışıyla başlatılır. 1930’ların sonlarında savaş koşullarının engellemesi, 1946 sonrasında serbest piyasacı dönüşümün ve 1950 sonrasında DP’nin sahneye çıkması nedeniyle devamı getirilemez. 1960’larda planlı kalkınmaya yeniden dönüşün ilk dürtüsü, alacaklı gelişmiş ülkeler konsorsiyumunun 1950’lerin sonlarında mali iflasa düşen Türkiye’nin milli gelir hesaplarını yakından izleme taleplerinden kaynaklanır. Planlamaya geri dönüşün daha temel nedeni, Türkiye’de 1960’lardan itibaren yeniden kalkınmacı ve sanayileşmeci iktisat politikası anlayışlarına bir geçiş olmasıdır. Planlamaya verilen önem, “beş yıllık kalkınma planlarının” 1961 Anayasasının zorunlu hükümleri arasına girmesiyle de somutlanır. Bu aynı zamanda 1950’lerin orta/uzun vade öngörülerinden yoksun hesapsız politikalarına da bir tepkidir.

PLANLAMADAN PLANSIZLIĞA
1963-1977 arasında uygulamaya konulan ilk üç beş yıllık plan, Türkiye’de planlama anlayışının zirvesini oluşturur. Bu dönemde kalkınma planlarının hedefleri ile gerçekleşmeleri arasında daha sonra görülmeyecek bir yakınlaşma vardır. Hem genel ekonominin hem de sektörlerin geçmişten geleceğe sayısal dökümleri, karşılıklı etkileşimleri çıkarılabilmiş, hem sınai atılıma dayanan görece hızlı bir ekonomik gelişme gerçekleştirilebilmiştir. Her plan kendinden önceki plan hedeflerine ne ölçüde varıldığının, hedeften uzaklaşılmışsa bunun nedenlerinin ne olduğunun muhasebesini yapmakla başlamıştır. Beş yıllık planların yıllık programlarla uyumu gözetilmiş; yıllık programlar öngörülmedik gelişmelere daha esnek bir uyumun sağlanmasına da olanak vermiştir. Programlar ile bütçelerin uyumu da her zaman dikkate alınmıştır. Özetle, eleştiriler saklı kalmak üzere, bu dönemde ciddi bir planlama anlayışı yürürlükte olmuştur.

Ekonomik ve siyasi karışıklıklar nedeniyle 1978’de verilen aradan sonra oluşturulan ve iddialı bir sanayileşme hedefini sürdürmek isteyen Dördüncü Plan (1979-83) ise uygulamaya geçirilememiştir. Bunun nedeni, 24 Ocak 1980’de yürürlüğe sokulan ve 4. Plan anlayışının tamamen zıttında bir dışa açılma/liberalleşme çizgisi getiren IMF/DB programı ortaya çıkınca daha iyi anlaşılmıştır. Ama bunun daha öncesinde bu kuruluşların akut bir döviz kıtlığı yaşayan Türkiye’ye Dördüncü Planın finansman gereksinimine destek olmayı reddeden tavırları belirleyici olmuştu. (Bu ret kararını bildiren DB uzmanlarından biri de Kemal Derviş idi). 

1985 sonrasındaki planlar da (5. Plan: 1985-89; 6. Plan: 1990-94) IMF gölgesinde olmuşlardır. 7. Plan (1996-2000) ise IMF etkisinin daha vurgulu örneklerinden biridir. Aynı yolda ilerleyen 8. Plan (2001-2005) zaten tamamen IMF/DB programıyla (program sonu, Mayıs 2008) çakıştırılmış bir metindir. İzleyen dönemi kapsayan 9. Plan (istisnaî olarak 7 yıllık: 2007-2013) ve 10. Plan (2014-18) da gene Anayasal yükümlülük gereği çıkarılmış “yasak savma” (veya daha doğrusu “kural savma”) metinleridir. Esasen 9. Plan döneminde, 2011 yılında, 1960’ta kurulmuş olan efsanevi Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) bir KHK ile kapatılmış; Başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık olmaktan çıkarılarak Kalkınma Bakanlığı’nın sıradan bir “müdürlüğüne” dönüştürülmüştür. Fiilen tarih olmuş olan DPT’nin tamamen mevta olması ise 2017 Anayasası ile yeni yönetim sistemi kurulurken 2018’de gerçekleşmiştir. 

Böyle bir ortama yakışır bir gecikmeyle (planın ilk yılının yarısı geçildikten sonra) kamuoyuna sunulan 11. Plan (2019-23) ise gayriciddi bir metindir. Mevcut koşulları tam dikkate almayan üstelik ne tür bir hesaba dayandığına dair işaretler barındırmayan 11. Plan’ın hedefleri hayalidir. Üstelik bu hayali hedefleri bile öncesindeki iki planın “sınırsız atışlarının” yanına bile yaklaşamamaktadır: 11. Planda 2023 için öngörülen kişi başına milli gelir, 9. Plan gerçekleşmesini (2013 yılını) aşamamaktadır. 11. Planın 2023 hedefleri, 10. Planın 2018 hedeflerinin gerisindedir. Yıllar önce 2023 hedefi olarak 2 trilyon dolarlık GSYH öngörülürken şimdiki hedef 1 trilyon 80 milyardır; 2023 yılı için 500 milyar dolarlık ihracat hedefi varken, şimdiki hedef yalnızca 226,6 milyar dolardır. AKP ekonomisi dumura uğramıştır; iktidar, hayal bile pazarlayamaz durumdadır. Üstelik mütevazı 2023 hedeflerinin bile tutması kuşkuludur. 

TARIMIN 11. PLANDAKİ YERİ
Bu denli gayriciddi bir Planın tarıma ilişkin hedeflerinde ciddiyet aranabilir mi? Elbette aranamaz. Ama mademki başladık bir iki örnek vermeden, birkaç kelam etmeden bırakamayız. Kaldı ki bir Plan, sadece niyet beyanı bile olsa, öngördükleri ve öngörmedikleriyle geniş kitleleri her zaman yakından ilgilendiren bir belgedir. 

11. Planının 219 sayfalık kısa metninin yalnızca 6 sayfası tarıma ayrılmış. Bu sayfalarda, tarıma ilişkin destekler konusunda “Tarımsal desteklerin etkinliği arttırılacaktır” (s.94) başlığı altında genel ifadelerle yazılmış alt başlıklar buluyorsunuz. Bilindiği gibi 2000 sonrasında uygulanan IMF/DB tarım programının (Tarımda Reform Uygulama Programı: TRUP) temel çıpası, desteklerin sert bir biçimde sınırlandırılmasıydı. Bu sınırı kaldıracak bir kararlılığın Planda yer alması esasen pek şaşırtıcı olurdu; çünkü TRUP’un gölgesi tarımın üzerinden hiç kalkmamıştır. 

Nitekim bölümün sonunda “Tarım Sektörü Hedefleri” başlığıyla yer alan tabloda (s.97) 2018 gerçekleşmeleri ile 2023 hedefleri yan yana iki sütunda verilirken, “Merkezi yönetim bütçesinden yapılan tarımsal desteklerin tarımsal katma değere oranı” için 2018’de yüzde 6,8 ve 2023 için yüzde 7,2 değerleri verilmektedir. Bu oranlar, tarıma yapılan desteğin çok zavallı düzeylerde tutulmaya devam edileceğinin itirafıdır. Oysa gelişmiş ülkelerde bu oranlar genellikle yüzde 50 civarındadır. Türkiye tarımı için de mutlaka yüzde 30 düzeylerine ulaşılması (yani Planın öngörüsünün en az 4 katına çıkılması) şarttır.

“Tablo”daki “iddialı” hedeflerinden birinde ise, sulamaya açılan net tarımsal alanın 3,34 milyon hektardan 5,34 milyon hektara yükseltilmesi yani sulanan alanın 5 yılda 2 milyon hektar genişlemesi öngörülmektedir. İlginç ayrıntı ise şudur: “Bu hedefin 750 bin hektar alanının sulamaya açılması için gerekli bütçe kaynağı tahsis edilecektir. Geriye kalan alana ilişkin Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından ilgili diğer bakanlıklar ile birlikte alternatif yeni iç ve dış finansman yöntemleri geliştirilecek ve bu yolla söz konusu yatırımlar tamamlanacaktır” (s.94-95). Bu kadar şeffaf bir finansman yöntemi sundukları için Tarım ve Orman Bakanı ile Hazine ve Maliye Bakanına herhalde teşekkür edilmiştir! Bu arada, tarıma olan destekler adeta sabit kalacaksa, 750 bin hektar alanın sulamaya açılması için “aktarılacak” bütçe kaynaklarının dahi hedefle orantısız ölçüde güdük kalacağını not edelim.

Bu arada Nisan 2019’da kamuoyuna sızdırılan “Tarımda Milli Birlik Projesi” denilen gayrimilli projenin, (bkz. Birgün Pazar’daki 28 Nisan 2019 tarihli yazımız) gelen tepkiler üzerine sonbahara ertelendiğini duyurmuştuk. Ancak 11. Planın bu proje garabetinden hiç söz etmemesinden anlaşılması gereken herhalde bu projenin kadük olmuş olmasıdır. 

Ancak tamamen kadük olma halinden bahsedemiyoruz. Çünkü o projenin esasını oluşturan “tarımı şirketlere teslim etme” niyetleri, 11. Planın şu kısa tarım bölümünün ruhuna işlemiş gibidir. Hatta bir tarım-sanayi şirketinin temsilciliğinden gelip bakanlık koltuğuna oturan zatın, 11. Planın tarım bölümünün taslak metnini önceden bu şirketlere servis etmiş olma olasılığını da yabana atmamak gerekir. 

Ne diyelim, plansız yılımız olmasın!

Oğuz Oyan / SOL

29 Temmuz 2019 Pazartesi

Sonları yaklaştıkça talan iştahı artıyor - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

23 Haziran’dan sonra aldığı ağır mağlubiyetle talana, yağmaya daha çok sarılan bir iktidar var karşımızda. Her ne kadar “yenilgiden ders çıkarmak gerekir” diyen kimi AKP’liler mevcut olsa da iktidar bloku aynı dil ve aynı siyaset yapma biçimiyle yoluna devam ediyor. İstanbul’dan Adana’ya muhalefetin kazandığı belediyelerin önüne taş koymak için elinden geleni yapıyor. Rize’nin Fındıklı ilçesinde 31 Mart seçimlerinde sandıktan CHP çıktı, Başkan Çervatoğlu ilk günden itibaren halkın sesini dinleyerek halkla birlikte yöneteceklerini söyledi.

Fındıklı Belediye Meclisi, karar alarak seçim öncesi açılan Millet Bahçesi’nin ismini Atatürk Parkı, içerideki Millet Kıraathanesini ise Kazım Koyunca Kültür ve Sanat Evi olarak değiştirdi. Fakat kaymakamlık bu değişiklik talebini “kamu yararı olmadığı” gerekçesiyle reddetti. “Kamu yararını, kamu bilmez ben bilirim” diyen kaymakamlık örneğin isimler Erdoğan Parkı ve Necip Fazıl Kültür Evi olarak değiştirilse ne yapardı acaba? Hemen onaylayacağından şüphe duyan var mı? Tanıklık ettiğimiz parti-devlet projesinin halk iradesini nasıl yok saydığının onlarca örneğinden biri. Kraldan çok kralcılar demek gerçeği örtbas etmek demek; zira iktidar sandıkla yapamadığını rejimin memurlarıyla yapma arayışında.
Kabineyi şirket yönetim kurulu gibi dizayn eden Saray, bakanların halkın değil kendilerinin menfaatlerine göre hareket etmesine göz yumuyor. Sahibi olduğu şirketin otel projesi için doğal sit alanı olan koyu imara açtıran Kültür ve Turizm Bakanı’ndan sonra şimdilerde de Sağlık Bakanı’nın kurucusu olduğu Medipol Üniversitesi’ne Ankara Gar misafirhane ve çevresinin peşkeş çekildiği ortaya çıkıyor. Biz bu senaryoyu Cevizli Tekel arazisinin Davutoğlu’nun kurucusu olduğu vakfın üniversitesine verilmesinde görmüştük. Medipol’e devredilen alan Ankara’nın tarihi dokusunun kıymetli bir parçası. Ulus’un Gökçek döneminde ne hala getirildiğini hesaba katarsak bu bitmez tükenmez operasyonlarla Cumhuriyet Ankara’sından son kalanların da silinmek istendiğini söyleyebiliriz.
Kentsel mirası yok edenlerin doğal mirasa saygılı olması da beklenemez. Türkiye’nin oksijen cenneti Kazdağları’nda Kanadalı bir maden şirketine verilen izin sonucunda korkunç bir ağaç katliamı yaşanıyor. ÇED raporunda ifade edilen 45 bin ağacın yaklaşık dört katı ağaç kesildi, bakanlık sesini çıkarmadı. Üstelik CHP’li vekillerin Meclis’e verdiği araştırma önergesi AKP ve MHP oylarıyla reddedildi. Her fırsatta “yerli ve milli” olduğunu iddia eden iktidar mitolojinin, doğal zenginliğin, tarihin kalbine uluslararası sermayenin bıçak sokmasına izin vererek halkın yalnızca bugününe değil yarınına da düşman olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Kazdağları’ndaki katliamdan Ankara Gar çevresinin yandaşlara peşkeş çekilmesine uzanan bu rant ve talan silsilesine toplumda büyük bir tepki var. CHP’li yerel yönetimler birbirlerine destek verip ortak tepki göstererek sorunların daha geniş bir çevrede gündemde tutulmasını sağlamaya çalışıyorlar. Kaz Dağı’na desteğin Artvin’den Eskişehir’e yankı uyandırması bu sayede mümkün oldu. Muhalefet parçalı direniş pratiklerini aynı politik hedef doğrultusunda bir araya getirebilir, bu rant projelerine eldeki belediyelerle karşı çıkmanın yollarını bulabilirse çok şey değişecek.
İktidardan nemalananlar bunlar gitmeden ne elde etsek kârdır anlayışıyla hareket ediyorlar ancak yangından mal kaçırırcasına hareket ettikçe iktidarın sonunu da hızlandırıyorlar. Erdoğan ise 23 Haziran yenilgisini sineye çekerse yakın dönemde çok daha ağır bir mağlubiyetle karşılaşacağını biliyor. İmamoğlu’nun popülaritesinin azalmadığının bilâkis kendi aleyhine arttığının da farkında. Bu nedenle hem yeni parti girişimlerini gölgede bırakacak hem de İstanbul ve Ankara’dan başlayan değişim rüzgârını dindirecek bir hamle arayışında. Fakat bu hamleyi yurt içinde yapmak çok olası görülmüyor. Hal böyleyken Erdoğan da Bahçeli de Fırat’ın doğusuna yönelik bir askeri operasyonun iktidara hayat öpücüğü olacağını ve devlet içindeki güçleri tahkim edeceğini düşünüyor. Hem kendi eliyle büyüttüğü ve artık aleyhine işleyen Suriyeli göçmenler meselesini halletmek hem de Suriye’deki Kürt siyasi nüfuzunu dağıtmak istiyor. Bunu ne kadar gerçekleştirebilir yakında göreceğiz. Ancak iktidarın planı ne olursa olsun muhalefetin yalpalamadan sürdürmesi gereken bir siyasi çizgi var. O çizgi bir yandan tek adam sistemine karşı birleşik muhalefeti çoğaltmak bir yandan da talana ve ranta karşı en geniş halk koalisyonunu kurmak.
GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

28 Temmuz 2019 Pazar

Dünya Forum: René Higuita / Yeşil sahaların 'akrep kral’ı - Tarkan Tufan / duvaR

José René Higuita Zapata, Kolombiya’nın Medellin kentinde yalnız bir anne olan Maria Dioselina’nın çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi, René henüz çok küçükken öldü, bu nedenle onunla büyükannesi ilgilenmek zorunda kaldı. Çocukken çok yoksuldu, hayatta kalmak için gazete dağıtıcılığı gibi pek çok işte çalışmak zorunda kaldı. Futbol dünyasına girdikten sonra hızla şöhret olsa da kariyeri kokain tekelleriyle olan ilişkileri nedeniyle birçok kez sekteye uğradı.

DUVAR – Kolombiyalı unutulmaz futbolcu José René Higuita Zapata, 27 Ağustos 1966 tarihinde Kolombiya’nın başkenti Medellin’de yoksul bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Riskli futbol anlayışı ve kendine has oyun tarzı ile futbol kariyeri boyunca “El Loco” (Deli) lâkabıyla anıldı. Higuita sağ ayağını kullanan bir oyuncuydu.
Futbol kariyerinin başlangıcı, 1985 yılında, 19 yaşında bir forvet olarak Bogota’nın Millonarios takımında oldu. 1986’da, kariyerinin neredeyse tamamını geçireceği ve 1986 Kolombiya şampiyonu, 1987 Copa Libertadores şampiyonu ve aynı yıl Intercontinental (Kıtalar arası) Kupası’nın ikincisi olan Medellin takımı Atletica Nacional’le sözleşme imzaladı. İsmi, 1990’da İtalya’da düzenlenen Dünya Kupası sırasında uluslararası düzeyde şöhrete kavuştu.
Devrimci niteliğe sahip bir kaleci olarak, kalecilerin günümüzdeki oyun kurucu rolünün temelini attı ve günümüzde Manuel Neuer ve Hugo Lloris gibi dünyanın en iyi kalecilerinin kullandığı “süpürücü-bek” anlayışını futbol alanına kazandırdı.
İNİŞ ÇIKIŞLARLA DOLU BİR KARİYER
René Higuita futbol kariyerine yerel bir kulüp olan Millonarios’da futbol oynayarak başladı. Başlangıçta bir kaleci olarak değil, forvet olarak oynuyordu. Okul takımındaki en iyi golcüydü. Bir maç esnasında takım kalecisinin sakatlanması, kaleci eldivenlerini giymesine neden oldu ve kariyerinin sonuna dek bu eldivenleri bir daha çıkarmadı.
20 Şubat 1990’da eski Sovyetler Birliği’ne (SSCB) karşı yapılan uluslararası hazırlık maçında ilk üst düzey ulusal takım çıkışını yaptı. Maç golsüz sona erdi ve uzatmaya gitti, daha sonraysa penaltılarla sonuçlandı. İki penaltıyı kurtararak gelecekteki başarılarına dair ilk işareti de vermiş oldu ve Kolombiya maçı penaltılarda 4-2 kazandı. 1989 yılında, henüz 23 yaşındayken, Atletico Nacional’le Copa Libertadores şampiyonluğuna ulaştı. Daha sonra, 1990 sezonunda yine Atletico Nacional’le Copa Interamericana şampiyonluğuna ulaştı.
Eylül 1991’de İspanyol Real Valladolid takımı, Kolombiya ulusal takımı oyuncuları Leonel Álvarez ve Carlos Valderrama ile birlikte Higuita’yı transfer etti; ne var ki kısa süre sonra İspanya’da başarı merdivenlerini tırmanamadığını hissettiği için bu kulüpten ayrıldı. Uluslararası kaleci, Ocak 1994’te Medellin’e, Atletico Nacional’e döndü.
1992 yılında, yaşamında izi kalacak ve uluslararası boyutlarda skandala yol açan tartışmalı bir olaya karıştı. Higuita, Medellin Karteli tarafından kaçırılan kız çocuğu Claudia Molina’nın serbest bırakılmasını sağladı ve bu nedenle çocuğun akrabalarından 50 bin dolar aldı. Kolombiya yasalarınca suç sayılan bu davranış, 1993’te Bogota’daki bir cezaevine girmesine yol açtı. 1994 yılında 150 bin pesetalık kefaletini ödedikten sonra, denetimli olarak serbest bırakıldı.
27 Şubat 1994’te, dokuz aydır uzak kaldığı futbola geri döndü ama Amerika Birleşik Devletleri’nde düzenlenen Dünya Kupası’nda yer almayı başaramadı. 18 Aralık 1994’te Kolombiya şampiyonluğuna ulaştı ve bu olay, 10 Ocak 1995’te ulusal futbol takımına geri dönmesine ve aynı yıl Uruguay’da düzenlenen Copa America’ya katılmasına yardım etmiş oldu.
1995 yılında Kolombiya ve İngiltere ulusal takımları arasındaki dostluk maçında, Jamie Redknapp’in yaptığı aşırtma vuruşu kale çizgisi üzerinde “akrep vuruşu” ile karşılayarak tüm dünyadaki futbol izleyicilerini kendine hayran bıraktı.
Higuita, 1996 yılının Kasım ayında, çok sayıdaki kişisel problemleri ve disiplinsiz davranışlarıyla Atletico Nacional’deki sözleşmesini kaybetti; ne var ki, 1997’nin Ocak ayında yeni bir sözleşmeyle takıma geri döndü. Bu yeni süreçte, Higuita kısa süreliğine yeniden taraftarın gözdesi haline geldi. Aynı yılın 22 Nisan’ındaysa, 1985’ten bu yana kalenin koruyucusu olan Higuita, tekrarlanan disiplin sorunları nedeniyle Atletico Nacional’den kovuldu.
Higuita’nın iki meşhur uyuşturucu baronu Pablo Escobar ve Carlos Molina ile olan dostluğu pek bir sır değildi ve görünüşte kaçırılan kız çocuğunun serbest bırakılmasında “yardım eli” uzattığı için yedi ay hapis yatmıştı. Higuita, çocuğu kendisine teslim ettiği için teşekkür etme amacıyla Escobar’ı cezaevinde ziyaret ettiği için hapse atıldığını öne sürdü. Hapishane deneyimi nedeniyle, 1994 FIFA Dünya Kupası’nda oynaması uygun görülmedi. Serbest bırakıldıktan sonra, Higuita, American Sports Illustrated dergisine şunları söyleyecekti: “Hayatımın en güzel anları hapiste geçirdiklerim oldu. Hapishanede farklı bir sadakat buldum, kaçakçılar, sözde teröristler… Kalplerini anlamayı öğrendim ve bu asil bir duygu.”
KARTELLER, FUTBOL VE KARMAŞA
Higuita ilk olarak 2007 yılında emekli oldu; ancak Venezüella kulübü Guaros de Lara FC’de oynamak için futbola geri döndü. En nihayetinde, 2010 yılının Ocak ayında emekli oldu. Emekliliğinin ardından, İspanyol Real Valladolid ve Suudi Arabistan takımı Al Nassr FC gibi kulüplerde kaleci antrenörlüğü yaptı. 2009’da Altın Ayak Efsaneleri Ödülü’ne layık görüldü ve IFFHS tarafından Güney Amerika tarihindeki en iyi 8. kaleci olarak yer aldı. 2011 yılında Medellin’e bağlı bir kasabanın belediye başkanlığına aday olsa da, futbol şöhreti onu başkanlığa taşımaya yetmedi.
Ailesi Cali uyuşturucu kartelini yöneten Fernando Rodriguez Mondragon, yazdığı kitapta Kolombiya uyuşturucu kartelleriyle futbolcu arasındaki bağlantıları şöyle özetliyor: “Escobar (Higuita’nın) babası gibiydi, onun için her şeyi yaptı. Escobar ona her şeyi verdi; evler, arabalar, geziler, her şey! Ona bu kadar yakın olmasaydı daha iyi bir kariyeri olabilirdi.”
Higuita’nın uyuşturucu kartelleriyle ilişkilerinden daha fazlası da söz konusuydu. Örneğin, 1996’da Medellin’deki evine küçük bir bomba atıldı. 2004’te Ekvador’da oynarken yapılan testlerde kanında kokain tespit edilmesinden çok daha önce, Escobar’ın ürünlerinden örnekler kullandığı biliniyordu. Uyuşturucu kartelleri, günümüzde Kolombiya futboluyla daha az bağlantılı. Higuita bir demecinde kartellerle ilişkilerini şöyle özetliyor, “Ben yalnızca ülkemizin yaşadığı savaştan kurtulan biriyim. Ve bunun bedelini ödedim.”
FUTBOLA DRAMATİK BİR ANLAYIŞ GETİRDİ
Higuita, sahadayken dramatik yetenekleri, baskı altındayken gösterdiği rahatlık ve eksantrik oyun stiliyle bilinirdi; çoğu zaman gereksiz riskler alıyor ve rakiplerinin hareketlerini önceden tahmin etmek, topu bir defans oyuncusu gibi çıkarmak, bireysel top sürme performansları göstermek ve gol atmak için karşı kaleye gitmek gibi “çılgınca” davranışlar sergiliyordu. Kaleci olmasına rağmen, Higuita serbest vuruşlardan ve penaltılardan attığı gollerle ün salmıştı.
Oyun stili, aynı zamanda “Higuita Yasası” olarak da bilinen geri pasın yasaklanması kuralına neden olacaktı. 1990 FIFA Dünya Kupası sırasında Higuita’nın ilk kez dünya izleyicisine sergilenen oyun stili, kalecilerin karşılaşmanın kazanılması için daha fazla sorumluluk almalarını sağlamada öncülük ediyordu.
Higuita, Kolombiya ulusal futbol takımına antrenörlük yapma isteğini defalarca dile getirdi. 2011 yılında Suudi Arabistan’daki Al Nassr FC’ye katıldı ve 2016 yılına kadar yaklaşık 5 yıl boyunca kulübün kalecisi antrenörü oldu. Kaleci antrenörü olarak davet edildikten sonra, 28 Haziran 2017’de Atletico Nacional’e tekrar döndü. Kulübüne dönüşünden sonra “hayattaki en büyük hayalim Atletico Nacional’e dönmekti” açıklamasını yaptı.
Tarkan Tufan / duvaR

Kaynaklar:

Ölümsüzlük iksiri - MEHMET KUZULUGİL


Dünyanın en yaşlı başbakanı Mahathir Muhammed. 
1925 yılında, henüz bir İngiliz sömürgesiyken Malezya’da dünyaya gelmiş.
Öyle pek zengin ve soylu bir aileden gelmiyormuş. Annesi Malay, babası ise Hint kökenli. Politik kariyerinde bu Hint ata fazla öne çıkmamış ama King Edward VII Tıp Koleji’ni bitirmesini de sağlayan disiplin ve çalışkanlığı babasından aldığı söyleniyor.

Mahathir, İkinci Dünya Savaşı sırasında Japon işgaliyle birlikte okumaya ara verip küçük ticaret işleri yapmış. Kahve, muz filan satmış. Savaştan sonra doktor olmuş ve kısa sürede özel şoförlü lüks bir limuzine sahip olacak kadar zenginleşmiş.
Hikayeyi çok uzatmayalım.

Sonuçta 1950’li yıllardan itibaren Malezya siyasetinde kendini göstermiş, 1974’te bakan, 1976’da başbakan yardımcısı, 1981’de ise başbakan olmuş birisi Mahathir Muhammed.

Dile kolay: 94 yaşında!

94 yıllık ömrüne bir Özal, bir Demirel, bir Tansu Çiller sığdırmış diyebiliriz.
Lafın gelişi değil. 

Malezya’da özelleştirme fırtınasını o estirmiş.

Eski bir İngiliz sömürgesi olarak, ABD’nin bölgedeki sevgili kullarından Malezya. En büyük yabancı yatırımcı ABD, ordusu yapılan ikili anlaşmalar çerçevesinde ABD’de eğitiliyor.

İslamcı partiyle rakip de olmuş, müttefik de.

İnişleri olmuş, çıkışları olmuş. 1981'de oturduğu Başbakanlık koltuğundan 2003 yılında kalkmış. 2018'de 93 yaşındayken tekrar oturmuş.

Ülkesinin İngiliz sömürge egemenliğinden orta halli bir kapitalist ülke olmaya giden yolunda esnek, becerikli, piyasacı, Amerikancı ve gerici bir siyasetçi olarak yer tutmuş.

Unutuyordum: 2003 yılında 8 aylığına Bağlantısızlar Hareketi Genel Sekreterliği bile yapmış.

Mahathir Muhammed’e Yeni Osmanlı’nın son medar-ı iftiharı, islamcı militarizmin alamet-i farikalarından Baykar’ı gezdirdi reis. 

Çokomelsiz damat Selçuk Bayraktar’ın teknik müdürlük yaptığı şirketi. İHA'lar filan yapıyor. Savaş pazarının, büyük silah tekellerinin boşluk bıraktığı (ya da sunduğu) kısmında kendince gelişmekte olan ithal girdisi çok (kimin değil ki!) milli şirket.

Cumhuriyet nişanı verdi!

Bu arada havadan İstanbul'u gezdirdiği söyleniyor. Söyleniyor diyorum çünkü medyada yayılan "gezdirme" fotoğrafları bana çok acayip geldi. Uçak penceresinden aşağıya bakmışlığı olmayan birisi değilim. Fotoğraflardaki görüntülerse sanki pencerelere büyütülmüş kartpostal fotoğrafları yapıştırılmış da önünde poz verilmiş gibi duruyor. 

Muhammed’in reise sunduklarını daha sonra göreceğiz.Ölümsüzlük iksirini vermiş midir? Sanmıyoruz.
Reis’in şu sıralar bu iksiri elde etmekten çok hazırlamak için bazı girişimleri var. Malzeme topluyor.

Davul tozu, yarasa kanadı, S-400 gölgesi...
Reçete böyle gidiyor.
94 yaşında Muhammed de bir ucundan katılmıştır reçeteye.
İyi karıştırmak lazım ama...
Oldukça karışık bir reçete çünkü.

Mehmet Kuzulugil / SOL

27 Temmuz 2019 Cumartesi

ABD yaptırımları ve bedelli askerlik - BARIŞ DOSTER

Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi almasına tepki olarak bir dizi yaptırımı gündeme getiren ABD, bu yönde adım atmadı henüz. Belli ki, yaptırımları Türkiye’nin tepesinde “Demokles’in Kılıcı” gibi sallandıracak. Yaptırım kararı alınca da sert, geniş kapsamlı değil, yumuşak, dar kapsamlı yaptırımları devreye sokacak. 

Türkiye’ye başka araçlarla baskı yapacak. Ekonomik açıdan yüklenecek. Doğu Akdeniz’de, Ege’de, Kıbrıs’ta, Suriye’de, Irak’ta sıkıştırmaya çalışacak. NATO’nun Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) temsilcilerini toplantılara davet etmesi, ABD’nin GKRY’ye 30 yıldır uyguladığı silah ambargosunu kaldırması, bu yöndeki ilk adımlar.
ABD’nin ardından Avrupa Birliği de, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji sondajlarını gerekçe gösterip GKRY’nin egemenliğini ihlal ettiğini öne sürerek, yaptırım yapabileceğini açıkladı. Onun yaptırımları da sert olmayacak. Çünkü Türkiye’yle iktisadi, siyasi bağları var. Suriyeli sığınmacılar konusunda Türkiye’ye mecbur. AB’nin olası yaptırımları da şöyle: Havacılık Anlaşması’nı askıya almak; AB yardımlarını kısmak; Avrupa Yatırım Bankası üzerinden verilen kredilerde kesintiye gitmek.

Bir musibet bin nasihatten evladır
Türkiye’ye çok yönlü baskı yapan ABD, dünyadaki savunma harcamalarının tek başına yüzde 40’a yakınını yapıyor. Savunmaya 750 milyar dolar (kendisini takip eden 8 ülkenin toplamı kadar) ayırıyor. Emperyalist bir güç olarak, ürettiği gelişmiş silahları hem saldırı ve işgallerde kullanıyor hem satıp para kazanıyor. Zaten silah satışından elde ettiği gelirde de açık ara birinci.

Peki, Türkiye ne yapmalı? 

Yerli ve milli savunma sanayisinde ileri teknolojiye sahip olana dek ortak üretimi, teknoloji transferini öncelemeli. İthalat yaparken tedarikçilerini çeşitlendirmeli. Savunma harcamalarına en çok kaynak ayıran 15 ülkeden biri olarak sanayisini, teknolojisini, eğitimini, akademisini aklın ve bilimin ışığında yapılandırmalı. Savunma sanayisinde eşgüdüm, örgütlülük, hızlı karar alma ve uygulamanın önemini kavramalı. Çok başlılığı, eşgüdüm eksikliğini, dağınıklığı, karmaşıklığı ortadan kaldırmalı. Dev şirketlerin ve keskin bir rekabetin öne çıktığı bu alanda, kamunun, özel sektörün, yabancı ortaklı özel şirketlerin ve yabancı şirketlerin ürünlerini kullanırken ve kıyaslarken, teknolojiyi önemsemeli. Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında ders çıkardığı gibi, son dönem yaşadıklarından ders çıkarmalı. 

Atatürk’ün, eğitim, ekonomi ve savunmanın özellikle milli olmasını istediğini unutmayalım. Bedelli askerliğin kalıcılaşmasının yaratacağı sorunların, savunma sanayisinde atılacak adımlarla giderilemeyeceğini bilelim. Ordunun halk ordusu kimliğine, ordu millet özdeşliğine gölge düşürmeyelim. 


Mustafa Kemal Paşa’nın şu sözlerini hiç akıldan çıkarmayalım:
“Eski ordumuz Mütareke’den sonra silahsızlandırılarak dağıtılmıştır. Bu ordu sultanın ordusu idi; onun iradesini yerine getirir, yalnızca onu tanırdı. Yeni orduyu tamamen yeni prensipler ve temeller üzerine kurduk. Bu ordu, eski ordunun, halkın davasına, vatan savunmasına sadık kalmış kısımlarından ve emekçi köylü kitleleri arasından toplanan kişilerden oluşturulmuştur. Biz yeniorduyu kurarken, yalnızca bir tek amaç güttük. O da, bu ordunun sultan ordusu değil, halk ordusu olmasıdır; ayrı ayrı şahısların değil, bütün halkın çıkarlarını savunmasıdır.”

Barış Doster / CUMHURİYET

Afrika’da yeni inşa edilen demiryolları neye işaret ediyor? - ERHAN NALÇACI

Bu yaz sıcağında bilmiyorum okuyucunun aşağıdaki haritayı incelemeye hali var mı, ama dünya demiryolu ağlarını gösteren bu harita çok şey söylüyor. Adeta dünyada kapitalizmin tarihini özetliyor. Dünyanın eşitsiz gelişimi, sömürgeciliğin ve emperyalizme bağlılığın izleri haritada izlenebiliyor.


              Şekil 1: Dünya demiryolu ağının yoğunluğunu gösteren harita.

Bu arada -konumuz değil ama- Türkiye’deki demiryolu ağı yoğunluğunun ne kadar zayıf olduğu gözden kaçmıyor.

Eğer bir ülke sosyalizme geçmemiş ise ülkeler arasında sömüren/sömürülen ilişkisi demiryolu ağının yoğunluğunu belirliyor. Örnek olarak Afrika’nın çıplaklığı sömürgecilik tarihinin kanıtı gibi utanç veriyor.

Ancak sömürgecilikten emperyalizme geçişte demiryolları üzerinden gelişen siyaset kendine özgü özellikler gösteriyor.

Uzağa gitmeye gerek yok, Osmanlı Demiryollarının hikayesine bakmak bu konuda fikir verecektir.

İngiltere ve Fransa 1850’lerden itibaren, bir sivrisineğin hortumu gibi Türkiye’nin verimli ovalarına sokulan, hammaddeyi hızlıca limanlara taşıyan ve bir coğrafyayı pazarlaştıran demiryollarını Osmanlı’da inşa etmeye başlar.

Aşağıdaki haritada kısmen izleniyor, İngiliz şirketler tarafından yapılan 1851’de İskenderiye-Kahire, 1856’da İzmir-Aydın, 1860’larda İzmir-Turgutlu demiryolları sömürgeci mantığının ürünüdür. 


Şekil 2: Osmanlı demiryolları haritadan izleniyor. 1800’lerin ikinci yarısında Ege’de inşa edilen yollar bir enjektör gibi ülkeye saplanmıştır. Buna karşılık Almanların imtiyazını aldığı Bağdat Demiryolu farklı bir emperyalist politikaya işaret eder. İstanbul’dan Konya’ya, oradan Adana’ya uzanan demiryolu Halep’e kadar ulaşabilmiştir.

Almanya tarafından 1800’lerin sonu ve 1900’lerin başında gündeme getirilen Bağdat Demiryolu ise farklı bir siyasi yaklaşımı içerir. Geç kapitalistleşen Almanya emperyalist rekabette hızla yükselmekte ve dünyanın yeniden paylaşılmasını talep etmektedir. Güçlü İngiliz donanmasının toplarının uzanamayacağı bir yoldan Hint okyanusuna ulaşmaya çalışmaktadır. Bu projenin ürünü Bağdat Demiryolu olacaktır. Ayrıca Osmanlı'yı Almanya’ya daha yollar döşenirken bağımlı hale gelecektir. 

Almanya bu projeye Osmanlı'yı ikna ederken, “Biz İngiltere’den farklıyız, hiç Müslümanlara karşı bir suç işledik mi?”, der. Bu diplomatik ve yumuşak üslupla Osmanlı'nın da kazanacağını ileri sürerler.

Şimdi Afrika demiryollarında Çin’in oynadığı role gelebiliriz.

1976’da Tanzanya-Zambia Demiryolu Çinli emekçilerin canı pahasına tamamlanır. Bu demiryolu Çin’in bir devrimci iddia taşıdığı dönemin ürünüdür ve uluslararası işçi sınıfının şu veya bu şekilde dayanışmasını yansıtır.

Ancak aşağıdaki haritaya bakarsanız, Çin’in 2010’dan sonra inşa ettiği, kredi sağladığı, limanlarla bütünleştirdiği hatlar artık işçi sınıfı dayanışmasının değil, bir hegemonya projesinin ürünü olarak gözükmektedir. ABD donanmasının toplarından uzak veya korunabilen her yere Çin sokulmaya çalışmaktadır.


Şekil 3: Çin tarafından inşa edilen veya planlanan demiryolu, liman ve doğalgaz hatları izleniyor.

Afrika’dakilere bakarsanız, tıpkı İzmir-Turgutlu Demiryolu gibi nasıl Afrika’nın derinliklerinden limanlara uzandığı fark edilir. 2016’da Çinli şirketler Etiyopya’nın başkenti Adis Ababa’yı Çin’in askeri üssü bulanan Cibuti’ye demiryoluyla bağladı. 2017’de Kenya’nın Mombasa’sından Nairobi’ye demiryolu Çinliler tarafından tamamlandı.

Şimdi Uganda, Ruanda, Güney Sudan’ı birbirine bağlayacak demiryolu ağından bahsediliyor. Hatta bütün Afrika’yı kat ederek Atlantik ve Pasifik'in birbirine bağlanması söz konusu.(1) Çin’in Angola, Nijerya ve Güney Sudan’dan petrol, Zambiya ve Kongo’dan bakır, Kongo’dan özellikle kobalt, Nambiya’dan uranyum temin ettiğini bilmeyen yok. 

Çin her geçen gün Afrika’ya daha fazla nüfuz ediyor. Afrika’ya 110 milyar dolara ulaşan sermaye ihracına, 22 Afrika ülkesinde 29 Konfüçyüs Enstitüsünün kurulması ve binlerce Afrikalı gencin eğitim için Çin’e gitmesi eşlik ediyor.

Çağımızdaki emperyalist etkinlik 21. yüzyılı çok şeye gebe hale getiriyor. Bir yandan uluslararası sömürü katmerleniyor ama öte yandan dünya sosyalizme çok daha hazır hale geliyor. 

Erhan Nalçacı / SOL

(1) Daha ayrıntılı bilgi için; Elçin Solmaz ve Ali Somel, Afrika için bir dönemlendirme denemesi, Gelenek, 143:60-81, 2019.