Türkiye’de planlamanın tarihi birçok gelişmiş kapitalist ülkeden eskiye uzanır. Sanayileşme devrimine adım atmanın gecikmiş hamleleri 1930’larda Cumhuriyetin ulusalcı kadroları eliyle ve dönemi için öncü sayılabilecek bir planlama anlayışıyla başlatılır. 1930’ların sonlarında savaş koşullarının engellemesi, 1946 sonrasında serbest piyasacı dönüşümün ve 1950 sonrasında DP’nin sahneye çıkması nedeniyle devamı getirilemez. 1960’larda planlı kalkınmaya yeniden dönüşün ilk dürtüsü, alacaklı gelişmiş ülkeler konsorsiyumunun 1950’lerin sonlarında mali iflasa düşen Türkiye’nin milli gelir hesaplarını yakından izleme taleplerinden kaynaklanır. Planlamaya geri dönüşün daha temel nedeni, Türkiye’de 1960’lardan itibaren yeniden kalkınmacı ve sanayileşmeci iktisat politikası anlayışlarına bir geçiş olmasıdır. Planlamaya verilen önem, “beş yıllık kalkınma planlarının” 1961 Anayasasının zorunlu hükümleri arasına girmesiyle de somutlanır. Bu aynı zamanda 1950’lerin orta/uzun vade öngörülerinden yoksun hesapsız politikalarına da bir tepkidir.
PLANLAMADAN PLANSIZLIĞA
1963-1977 arasında uygulamaya konulan ilk üç beş yıllık plan, Türkiye’de planlama anlayışının zirvesini oluşturur. Bu dönemde kalkınma planlarının hedefleri ile gerçekleşmeleri arasında daha sonra görülmeyecek bir yakınlaşma vardır. Hem genel ekonominin hem de sektörlerin geçmişten geleceğe sayısal dökümleri, karşılıklı etkileşimleri çıkarılabilmiş, hem sınai atılıma dayanan görece hızlı bir ekonomik gelişme gerçekleştirilebilmiştir. Her plan kendinden önceki plan hedeflerine ne ölçüde varıldığının, hedeften uzaklaşılmışsa bunun nedenlerinin ne olduğunun muhasebesini yapmakla başlamıştır. Beş yıllık planların yıllık programlarla uyumu gözetilmiş; yıllık programlar öngörülmedik gelişmelere daha esnek bir uyumun sağlanmasına da olanak vermiştir. Programlar ile bütçelerin uyumu da her zaman dikkate alınmıştır. Özetle, eleştiriler saklı kalmak üzere, bu dönemde ciddi bir planlama anlayışı yürürlükte olmuştur.
Ekonomik ve siyasi karışıklıklar nedeniyle 1978’de verilen aradan sonra oluşturulan ve iddialı bir sanayileşme hedefini sürdürmek isteyen Dördüncü Plan (1979-83) ise uygulamaya geçirilememiştir. Bunun nedeni, 24 Ocak 1980’de yürürlüğe sokulan ve 4. Plan anlayışının tamamen zıttında bir dışa açılma/liberalleşme çizgisi getiren IMF/DB programı ortaya çıkınca daha iyi anlaşılmıştır. Ama bunun daha öncesinde bu kuruluşların akut bir döviz kıtlığı yaşayan Türkiye’ye Dördüncü Planın finansman gereksinimine destek olmayı reddeden tavırları belirleyici olmuştu. (Bu ret kararını bildiren DB uzmanlarından biri de Kemal Derviş idi).
1985 sonrasındaki planlar da (5. Plan: 1985-89; 6. Plan: 1990-94) IMF gölgesinde olmuşlardır. 7. Plan (1996-2000) ise IMF etkisinin daha vurgulu örneklerinden biridir. Aynı yolda ilerleyen 8. Plan (2001-2005) zaten tamamen IMF/DB programıyla (program sonu, Mayıs 2008) çakıştırılmış bir metindir. İzleyen dönemi kapsayan 9. Plan (istisnaî olarak 7 yıllık: 2007-2013) ve 10. Plan (2014-18) da gene Anayasal yükümlülük gereği çıkarılmış “yasak savma” (veya daha doğrusu “kural savma”) metinleridir. Esasen 9. Plan döneminde, 2011 yılında, 1960’ta kurulmuş olan efsanevi Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) bir KHK ile kapatılmış; Başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık olmaktan çıkarılarak Kalkınma Bakanlığı’nın sıradan bir “müdürlüğüne” dönüştürülmüştür. Fiilen tarih olmuş olan DPT’nin tamamen mevta olması ise 2017 Anayasası ile yeni yönetim sistemi kurulurken 2018’de gerçekleşmiştir.
Böyle bir ortama yakışır bir gecikmeyle (planın ilk yılının yarısı geçildikten sonra) kamuoyuna sunulan 11. Plan (2019-23) ise gayriciddi bir metindir. Mevcut koşulları tam dikkate almayan üstelik ne tür bir hesaba dayandığına dair işaretler barındırmayan 11. Plan’ın hedefleri hayalidir. Üstelik bu hayali hedefleri bile öncesindeki iki planın “sınırsız atışlarının” yanına bile yaklaşamamaktadır: 11. Planda 2023 için öngörülen kişi başına milli gelir, 9. Plan gerçekleşmesini (2013 yılını) aşamamaktadır. 11. Planın 2023 hedefleri, 10. Planın 2018 hedeflerinin gerisindedir. Yıllar önce 2023 hedefi olarak 2 trilyon dolarlık GSYH öngörülürken şimdiki hedef 1 trilyon 80 milyardır; 2023 yılı için 500 milyar dolarlık ihracat hedefi varken, şimdiki hedef yalnızca 226,6 milyar dolardır. AKP ekonomisi dumura uğramıştır; iktidar, hayal bile pazarlayamaz durumdadır. Üstelik mütevazı 2023 hedeflerinin bile tutması kuşkuludur.
TARIMIN 11. PLANDAKİ YERİ
Bu denli gayriciddi bir Planın tarıma ilişkin hedeflerinde ciddiyet aranabilir mi? Elbette aranamaz. Ama mademki başladık bir iki örnek vermeden, birkaç kelam etmeden bırakamayız. Kaldı ki bir Plan, sadece niyet beyanı bile olsa, öngördükleri ve öngörmedikleriyle geniş kitleleri her zaman yakından ilgilendiren bir belgedir.
11. Planının 219 sayfalık kısa metninin yalnızca 6 sayfası tarıma ayrılmış. Bu sayfalarda, tarıma ilişkin destekler konusunda “Tarımsal desteklerin etkinliği arttırılacaktır” (s.94) başlığı altında genel ifadelerle yazılmış alt başlıklar buluyorsunuz. Bilindiği gibi 2000 sonrasında uygulanan IMF/DB tarım programının (Tarımda Reform Uygulama Programı: TRUP) temel çıpası, desteklerin sert bir biçimde sınırlandırılmasıydı. Bu sınırı kaldıracak bir kararlılığın Planda yer alması esasen pek şaşırtıcı olurdu; çünkü TRUP’un gölgesi tarımın üzerinden hiç kalkmamıştır.
Nitekim bölümün sonunda “Tarım Sektörü Hedefleri” başlığıyla yer alan tabloda (s.97) 2018 gerçekleşmeleri ile 2023 hedefleri yan yana iki sütunda verilirken, “Merkezi yönetim bütçesinden yapılan tarımsal desteklerin tarımsal katma değere oranı” için 2018’de yüzde 6,8 ve 2023 için yüzde 7,2 değerleri verilmektedir. Bu oranlar, tarıma yapılan desteğin çok zavallı düzeylerde tutulmaya devam edileceğinin itirafıdır. Oysa gelişmiş ülkelerde bu oranlar genellikle yüzde 50 civarındadır. Türkiye tarımı için de mutlaka yüzde 30 düzeylerine ulaşılması (yani Planın öngörüsünün en az 4 katına çıkılması) şarttır.
“Tablo”daki “iddialı” hedeflerinden birinde ise, sulamaya açılan net tarımsal alanın 3,34 milyon hektardan 5,34 milyon hektara yükseltilmesi yani sulanan alanın 5 yılda 2 milyon hektar genişlemesi öngörülmektedir. İlginç ayrıntı ise şudur: “Bu hedefin 750 bin hektar alanının sulamaya açılması için gerekli bütçe kaynağı tahsis edilecektir. Geriye kalan alana ilişkin Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından ilgili diğer bakanlıklar ile birlikte alternatif yeni iç ve dış finansman yöntemleri geliştirilecek ve bu yolla söz konusu yatırımlar tamamlanacaktır” (s.94-95). Bu kadar şeffaf bir finansman yöntemi sundukları için Tarım ve Orman Bakanı ile Hazine ve Maliye Bakanına herhalde teşekkür edilmiştir! Bu arada, tarıma olan destekler adeta sabit kalacaksa, 750 bin hektar alanın sulamaya açılması için “aktarılacak” bütçe kaynaklarının dahi hedefle orantısız ölçüde güdük kalacağını not edelim.
Bu arada Nisan 2019’da kamuoyuna sızdırılan “Tarımda Milli Birlik Projesi” denilen gayrimilli projenin, (bkz. Birgün Pazar’daki 28 Nisan 2019 tarihli yazımız) gelen tepkiler üzerine sonbahara ertelendiğini duyurmuştuk. Ancak 11. Planın bu proje garabetinden hiç söz etmemesinden anlaşılması gereken herhalde bu projenin kadük olmuş olmasıdır.
Ancak tamamen kadük olma halinden bahsedemiyoruz. Çünkü o projenin esasını oluşturan “tarımı şirketlere teslim etme” niyetleri, 11. Planın şu kısa tarım bölümünün ruhuna işlemiş gibidir. Hatta bir tarım-sanayi şirketinin temsilciliğinden gelip bakanlık koltuğuna oturan zatın, 11. Planın tarım bölümünün taslak metnini önceden bu şirketlere servis etmiş olma olasılığını da yabana atmamak gerekir.
Ne diyelim, plansız yılımız olmasın!
Oğuz Oyan / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder