31 Ocak 2023 Salı

Erdoğan'ın Hüda Par ile ittifak arayışı ne anlama geliyor? - Yusuf Karadaş / EVRENSEL

 

         Hüda Par Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu, AKP Genel Merkezi önünde | Fotoğraf: @HurDavaPartisi/Twitter


Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde Hüda Par Başkanı ile görüşüp ‘Cumhur İttifakına katılmasını teklif etmesi, siyasi hedefleri ve olası sonuçları bakımından tartışılmaya değer bir konudur. Hüda Par Başkanı Yapıcıoğlu, katıldığı Habertürk yayınında bu teklife olumlu yaklaştıklarını söylerken partisinin 2018 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Erdoğan’ı desteklediğini hatırlatıyor.

Erdoğan’ın Hüda Par’a yaptığı ittifaka katılma çağrısını doğru değerlendirebilmek için; bu partinin siyasi geçmişi ve çizgisine, yaklaşan seçimler öncesinde Cumhur İttifakının içinde bulunduğu pozisyona ve bu çağrının iktidar blokunun Kürt illerindeki hesaplarıyla ilişkisine bakmak gerekiyor.

Birinci olarak, Hüda Par’ın ismi de cismi de yakın dönem ülke tarihinin en karanlık örgütlerinden biri olan Hizbullah’ın devamcısı olması gerçekliğine dayanıyor. Hizbullah’ın 1990’lı yıllarda Kürt ulusal mücadelesini bastırmak için devlet tarafından kullanıldığı ‘Meclis Araştırma Komisyonunun hazırladığı raporlarda yer almakla kalmadı, dönemin siyasi ve askeri yöneticileri tarafından da defalarca itiraf edildi. Devlet tarafından kullanılması nedeniyle Kürt halkı arasında ‘hizbikontra’ olarak anılan bu örgüt, bu dönemde “faili meçhul” olarak adlandırılan ve özellikle yurtsever Kürt aydınlarını hedef alan yüzlerce cinayete ve domuz bağlı vahşi işkencelere imza attı. Hizbullah bir bakıma 2013’ten sonra bütün dünyayı dehşete düşüren IŞİD’in habercisiydi.

PKK Lideri Öcalan’ın uluslararası bir operasyonla Türkiye’ye getirilmesinden sonra devlet,o dönem için artık ihtiyacı kalmayınca Hizbullah’a yönelik operasyonlar gerçekleştirdi. 2000’de yapılan bir operasyonla Örgütün Lideri Hüseyin Velioğlu öldürüldü ve yakalanan yöneticileri işledikleri yüzlerce cinayeti itiraf etti.

2011’den sonra ise, AKP-Erdoğan iktidarının Kürt sorununda uyguladığı politikanın bir devamı olarak Hizbullah’a karşı tutumun değiştiğini ve örgütün yeniden devreye sokulduğunu görüyoruz. Erdoğan iktidarı, 2011 sonunda yaptığı bir yasal düzenleme ile cezaevlerindeki Hizbullah yöneticilerinin büyük bölümünün salıverilmesini sağladı. Ardından 2013’te de Hüda Par kuruldu. Kobanê’nin IŞİD tarafından kuşatılmasına tepki olarak 6-7 Ekim 2014’te yapılan gösterilerde öldürülen 49 kişinin büyük bölümünün yurtsever Kürt gençleri olmasına ve bu şiddet ve öldürme olaylarında Hüda Par’lıların yer almasına rağmen iktidar, HDP’yi bu olayların sorumlusu ve Hüda Par’ı da mağduru ilan etti. Bu olaylarda onlarca Kürt yurtsever genci katledildiği halde Erdoğan Hüda Par’lı Yasin Börü’yü ağzından düşürmedi ve Selahattin Demirtaş’ı da Yasin’in katili ilan etti.

 Bugün Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Gültan Kışanak, Sebahat Tuncel gibi Kürt siyasetçilerin içinde yer aldığı 108 HDP’li Kobanê olayları gerekçe gösterilerek yargılanırken Hüda Par Başkanı Erdoğan’ın sarayında ağırlanıyor ve partisi iktidar tarafından el üstünde tutuluyor.

İktidarın akıl hocalarından Yusuf Kaplan’ın daha ocak 2015’te yazdığı bir yazıda Hüda Par’ı bölgenin “emniyet sübabı” ve “PKK/HDP’yi bitirecek güç” ilan etmesi, iktidarın hesaplarını da açığa vuruyordu.

Burada Hüda Par Başkanı Yapıcıoğlu’nun geçtiğimiz günlerde ülke gündemine oturan Hiranur Vakfı Yöneticisi Yusuf Ziya Gümüşel’in kızını 6 yaşında ‘imam nikahı ile evlendirmesi’ olayıyla ilgili “neye, kime göre çocuk?” diyerek bu olayı savunduğunu, Taliban’ı “İslam ümmetinin iftiharı” ilan ettiğini ve Kürt sorununda da Taliban’ın “İslam Emirliği” modelini savunduğunu hatırlatmak Erdoğan’ın hangi güçlerle ittifak peşinde koştuğunu anlamak/açıklamak bakımından yeterli veriler sunuyor.

Bölgenin Diyarbakır, Batman, Muş gibi az sayıda kentinde sınırlı bir etkisi olan Hüda Par ile ittifak arayışı, yaklaşan seçimler öncesinde Erdoğan iktidarının yaşadığı sıkışmışlığın bir dışa vurumudur. Ancak daha önemlisi, geçmişi ve siyasi çizgisi belli olan Hüda Par’ın Cumhur İttifakına dahil edilmesi hamlesi; Erdoğan’ın seçimi kazanmak için her ittifakı mübah gördüğünün ve bunun için bütün koşulları zorlayacağının da bir göstergesi olarak okumak gerekiyor. Bir ayağı Sinan Ateş cinayetinin daha görünür kıldığı organize suç örgütleri ile iç içe geçmiş olan MHP’de ve diğer ayağı da Taliban çizgisindeki Hüda Par’da olan bir ittifak…Elbette SADAT’ı, bütün kamu kuruluşlarını kendi aralarında paylaşan iktidar destekli tarikat ve cemaatleri ve her an göreve hazır ve nazır Suriye’deki cihatçıları da bu ittifaka dahil etmek gerekiyor.

Erdoğan’ın Hüda Par Başkanı ile yaptığı görüşmede neyin pazarlığının yapıldığını bilmiyoruz. Ama yıllar öncesinden Yusuf Kaplan’ın da yazdığı gibi, Erdoğan iktidarının HDP üzerindeki baskıları arttırarak Kürt kentlerinde Hüda Par’a alan açmak istediğini biliyoruz. Özellikle HDP’li belediyelere atanan kayyumların Hüda Par’a her kapıyı açtığını ve Hüda Par’ı kayyum politikasının yerel dayanaklarından biri olarak konumlandırdığını biliyoruz.

İktidar blokunun HDP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi üzerinde büyük bir baskı kurduğu bir dönemde Hüda Par ile ittifak arayışı, beraberinde birçok soruyu ve kirli pazarlığı akıllara getiriyor. HDP’nin kapatılacağı, geçmiş dönemlerde olduğu gibi fiili OHAL’in devam ettiği Kürt kentlerinde seçmenlerin sandığa gitmesinin engellenmesi için her şeyin yapılacağı dikkate alındığında Hüda Par, Erdoğan iktidarı için sınırlı da olsa işlevsel bir rol oynayabilir. En azından hesaplar buna göre yapılıyor olabilir.

Böylesi bir tabloda, sadece ülkenin geleceğini rehin almak üzere karşımıza çıkartılan/çıkartılmaya çalışılan iktidar blokunun kendisi bile, bu ülkede demokrasi ve laisizm mücadelesinin nasıl iç içe geçmiş olduğunu ve ne kadar aciliyet kazandığını görmek için yeterlidir.

Yusuf Karadaş / EVRENSEL

Gazetemiz yazarı Prof. Dr. Muammer Aksoy, 33 yıl önce bugün katledildi + 'Milli petrol davası'nın öncüsü (CUMHURİYET)

 


Cumhuriyet yazarı Prof. Dr. Muammer Aksoy, 33 yıl önce bugün katledildi (Sefa   Uyar)

Yazılarıyla ve örgütçülüğüyle hem fikir hem mücadele insanı kimliğini taşıyan ödünsüz Kemalist Prof. Dr. Muammer Aksoy, 33 yıl önce bugün, 31 Ocak 1990’da, evinin önünde uğradığı suikast sonucu katledildi. Aksoy, Türkiye’nin ana davasının laiklik olduğuna dikkat çekmişti.

Yaşamı boyunca tam bağımsız laik Türk cumhuriyeti için mücadele eden; yazılarıyla ve örgütçülüğüyle hem fikir hem mücadele insanı kimliğini taşıyan ödünsüz Kemalist Prof. Dr. Muammer Aksoy, 33 yıl önce bugün, 31 Ocak 1990’da, evinin önünde uğradığı suikast sonucu katledildi. “Devlet hukukla yaşar” diyen Aksoy, öldürülmeden kısa bir süre önce “Türkiye’nin ana davası, laikliktir. Laiklik ilkesinin kalkmış olduğu bir Türkiye, çağdaş uygarlık düzeyine kesinlikle ulaşamaz” uyarısında bulundu.

Gazetemiz yazarı, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kurucu Genel Başkanı, Ankara Barosu ve Türk Hukuk Kurumu’nun eski başkanlarından Prof. Dr. Aksoy, 33 yıl önce bugün, Bahçelievler’deki evine girerken uğradığı saldırı sonucu yaşamdan koparıldı. Hem fikir hem mücadele insanı kimliğiyle öne çıkan Aksoy, bir yanda yazılarıyla “olması gereken”i anlatırken, diğer yanda yürüttüğü örgütlü mücadelesiyle “olması gereken”i yaşama geçirmek için çabaladı. Tam bağımsız, laik ve demokratik bir hukuk devleti idealiyle çalışmaktan hiç vazgeçmeyen ve “ateşli bir hatip, inanmış bir laik ve kararlı bir Atatürkçü” olarak nitelendirilen Aksoy, başta üniversiteler olmak üzere kamu kurumlarının özerkliğinin, hukukun üstünlüğünün, laikliğin olmazsa olmaz olduğunu her fırsatta vurguladı. Turhan Feyzioğlu’nun 1956’da Demokrat Parti eleştirisi nedeniyle dekanlık görevinden alınmasına tepki göstererek üniversitedeki görevinden istifa eden Aksoy, Türkiye’nin en demokratik anayasası olarak bilinen 1961 Anayasası’nın sözcülüğünü üstlendi.

"DEVRİMLERİN GERÇEK ÇEKİRDEĞİ"

“Yabancıların, ormanlar dahil Türkiye’nin her yerinde petrol aramasına” olanak tanıyan yasaya karşı “Milli Petrol Davası”nın avukatlığını üstlendi. 12 Mart 1971 Muhtırası’nın ardından tutuklandı, görevden atılan öğretmenlerin ücretsiz avukatlığını yaptı. “Devrimci Öğretmenin Kıyımı ve Mücadelesi” kitabının masraflarını cebinden karşılayarak bastırdı ve ücretsiz dağıttı. 1977’de CHP’den milletvekili oldu. 1980’lerde laikliğe ve hukuka yönelik saldırıların karşısında adeta kalkan olan, “tek başına bir ordu” gibi mücadele eden Aksoy, laikliği şu sözlerle anlattı:

“Laiklik devrimi, Atatürk’ün Türk toplumuna yaptığı hizmetlerin, tam bağımsızlık yanında en büyüğü; hem devlet ve hukuk alanındaki devrimlerinin hem de sosyal ve kültürel alandaki devrimlerin gerçek çekirdeğidir.”

"ANA DAVA LAİKLİK"

Laikliği her yönüyle anlattığı “Laikliğe çağrı” kitabında “Önümüzdeki on yıllık dönemde Türkiye için irticadan daha büyük, hatta ona yakın hiçbir tehlike söz konusu değildir” vurgusunu yapan Aksoy, bu kitaptan kısa bir süre sonra katledildi. “Türkiye’nin ana davası, laikliktir. Laiklik ilkesinin kalkmış olduğu bir Türkiye, çağdaş uygarlık düzeyine kesinlikle ulaşamaz. Laiklik Türkiye’nin, Türk Devleti’nin yaşam sorunudur” diyen Aksoy, “Laikliğe karşı propagandaya, şeriat propagandasına müsaade etmek, Türkiye’nin geleceğinin yok edilmesini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin intihar etmesini benimsemektir” uyarısında bulundu.

"BU ÜLKE, AKSOYLARIN ÜLKESİ"

Ankara Barosu Başkanı Mustafa Köroğlu, Aksoy’un ‘Hukukçuların birinci görevi, hukuk devleti için mücadeledir’ sözlerini anımsattı. “Muammer Aksoy, hukuk ve adalet temeline dayanmayan bir toplumun ilerleyemeyeceğini belirterek, ‘Devlet hukukla yaşar’ felsefesiyle yaşamını bu uğurda mücadelelere adamış cesur bir aydındı” diyen Köroğlu, şunları kaydetti:

“Hukuk mücadelesi yolunda tek başına bir ordu gibi savaşan Aksoy, Uğur Mumcu’nun ifadesiyle bu savaşta alçakça ve sinsice kurşunlanarak katledildi. Bu ülke, tarihinin en özgürlükçü anayasası olan 1961 Anayasası için mücadele eden, 1982 Anayasası’na karşı duran Prof. Dr. Muammer Aksoyların ülkesi. Bu ülke ertesi gün ‘Aksoy’u öldüren kurşun, Atatürk ile Atatürkçülüğe sıkılmıştır’ diye 1 Şubat 1990 günü Cumhuriyet gazetesinde yazı yazan, yine onun gibi katledilen ve geçen hafta andığımız Uğur Mumcuların ülkesi. Baromuzun başkanlığını da yapmış olan Muammer Aksoy’u ve katledilen tüm cumhuriyet aydınlarını saygı, özlem ve minnetle anıyorum. Birinci görevimizin hukuk devleti için mücadele etmek olduğunu önemle belirtmekteyim.”

GÖMÜTÜ BAŞINDA ANILACAK

Aksoy, katledilişinin 33. yılında bugün gömütü başında anılacak. ADD, THK ve Ankara Barosu tarafından Cebeci Asri Mezarlığı’nda saat 14.00’te anma düzenlenecek. Ardından saat 15.30’da, Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ADD Genel Başkanı Hüsnü Bozkurt, Ankara Barosu Başkanı Mustafa Köroğlu, THK Başkanı Nail Gürman ve ADD Genel Başkan Yardımcısı Safa Yenice’nin konuşmacı olacağı “Yeniden Cumhuriyet” başlıklı konferans gerçekleştirilecek. Panelden sonra, saat 18.00’de, Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ADD tarafından verilen “Yılın Atatürkçüsü” ödül töreni düzenlenecek. Törende, Cumhuriyet Vakfı Başkanı ve gazetemiz imtiyaz sahibi Alev Coskun, Onur Öymen, Sinan Meydan ve Pınar Ayhan ödül alacak.

                                                            /././

 'Milli petrol davası'nın öncüsü (Çağdaş Bayraktar)

Ödünsüz Kemalist, yazarımız Prof. Dr. Muammer Aksoy, 33 yıl önce bugün evinin önünde uğradığı suikast sonucu yaşamını yitirdi. Her zaman tam bağımsız laik Türkiye Cumhuriyeti için mücadele eden Aksoy, mezarı başında anılacak.

Hain bir saldırıyla katledilişinin 33. yıl dönümünde, ödünsüz Kemalist Muammer Aksoy'un 'Milli Petrol Davası'ndaki öncü rolünü enerji politikaları uzmanı Necdet Pamir, antiempernyalist karakterini ise Doç. Dr. Mehmet Emin Elmacı Cumhuriyet'e değerlendirdi.


Muammer Aksoy’un “Milli petrol davası” ile bütünleştiğini söyleyen Enerji Politikaları Uzmanı Necdet Pamir “Muammer Aksoy hocamız, petrolün stratejik öneminin küresel ölçekte öne çıktığı 1960’lı yıllarda, ülkemizde de bu konudaki farkındalığı arttırabilmek için öncü bir rol oynadı” dedi.
 

Bu kapsamda Aksoy’un Şubat 1965’te Milliyet gazetesinde bir dizi yazı yayınladığına ve bu yazıların daha sonra “Türkiye’nin Petrol Faciası ve Çıkar Yol” başlığıyla kitaplaştığına değinen Pamir,  “Onu harekete geçiren temel dürtü, Cumhuriyet’in ilanından itibaren, 1926-1954 dönemine damgasını vuran, ülkenin yeraltı kaynaklarının aranması ve geliştirilmesi sürecindeki devlet yönetimindeki politikanın, Demokrat Parti iktidarında yabancı şirketlerin ağırlık kazandığı liberal politikaya dönüştürülmesine yönelik ulusalcı tepkisidir” ifadelerini kullandı. 

Aksoy’un bu duyarlılığının temelindeki motivasyonu anlamak için Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki “tam bağımsız” ve gerçek anlamda milli petrol politikasının iyi bilinmesi gerektiğine dikkat çeken Pamir, kapitülasyonlardan dersler çıkaran genç Cumhuriyet’in bir yandan Türk yerbilimcilerini yetiştirmek üzere yurt dışına yollarken, diğer yandan bazı yabancı uzmanları (Dr. M. Lucius, vb.) ülkeye davet ederek, petrol ve maden potansiyelimizin saptanabilmesi amacı ile bir dizi çalışmayı organize ettiğini anımsattı. Bu sürecin hukuki alanda da desteklendiğini belirten Pamir, “petrol rezervlerinin işlenmesine dair hükümlerin de yer aldığı Maden Kanunu çalışması başlatılmıştı. 24 Mart 1926’da 792 sayılı kanun çıkarıldı. Bu kanuna göre, ‘Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde petrol dahil tüm madenlerin işletilmesi hakkı devlete’ veriliyordu” dedi. 

1933’te Petrol Arama ve İşletme İdaresi, 20 Haziran 1935 tarihinde (2804 sayılı kanunla) Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) ile bugün için hayal etmenin bile olanaksız olduğu çetin, hatta ilkel koşullarda çalışmalar yapıldığını söyleyen Pamir, “1951 yılına gelindiğinde; devletçi politikaların terk edildiği yıl olan 1954 yılına kadar, yaklaşık 1,1 milyon varil petrol üretildiğinin, 1935 – 1954 arasında MTA tarafından toplam 79 kuyu açıldığının ve bu sahalardaki üretimin artmasıyla, bir rafineriye olan ihtiyaç ortaya çıkması 1945’te, Batman Rafinerisi'nin kurulduğunun altını çizdi. 

ADIM ADIM DÖNÜŞÜM

Sektörün, Demokrat Parti iktidarı ile özel sektörün egemenliğine geçtiğini söyleyen Pamir, 27 Mayıs 1960 sonrasında bu alanda yeniden millileşme ve devletleşme politikalarına yönelindiğini belirtirken, 12 Mart 1971 Muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbesi sonrası yeniden özelleştirmeci politikalara dönüldüğünü ifade etti. Pamir bugün gelinen noktayı ise şu sözlerle özetledi:

“12 Eylül rejimi ve ardından 2002’de iktidara gelen AKP dönemi, ülkeyi ve enerji sektörünü tam bir yıkım sürecine dönüştürdü. Sektörünün tüm kamu kuruluşları “liberal” iktidarlar elinde, özelleştirilerek birer birer elden çıkarıldı”

“ÖZELLEŞTİRME DEĞİL ÖZERKLEŞME GEREKLİ”

Stratejik sektör olarak kabul edilen enerjide Türkiye’nin, petrolde yüzde 92, doğal gazda yüzde 99 dışa bağımlı olduğunu belirten Pamir,  “Sektörün, özerk olarak yapılandırılacak ulusal kuruluş TPAO’nun yönetiminde, dikey bütünleşik yapıda yapılandırılması, ulusal çıkar ve kamu yararının gereğidir” dedi. Mevcut uygulamaların, bunun tam tersi yönde olduğuna dikkat çeken Pamir,  sözlerini “1960’lı yıllarda TÜPRAŞ , Petrol Ofisi, PETKİM; Petlas ve BOTAŞ çatısı altında yer alan dağıtım şirketleri ve kamu kurumları, 1980’li yıllardan başlayarak ve AKP döneminde ivme kazanarak özelleştirildi. Elde kalan son iki kuruluş olan TPAO ve BOTAŞ’ın da özelleştirilme hazırlıkları sürmektedir. Buna engel olabilecek tek güç, Atatürk'ün tam bağımsızlık yolundan ayrilmayan gerçek yutseverlerdir.” diyerek tamamladı.

“ILIMLI İSLAMCILARIN İLK HEDEFLERİNDENDİ”


Prof. Dr. Muammer Aksoy’un “tam bağımsızlıkçı” ve “anti emperyalist” özelliklerinin en öne çıkan yönleri olduğuna değinen Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Tarihçi Doç. Dr. Mehmet Emin Elmacı, suikastin yapıldığı dönemin tesadüf olmadığını belirtti. 1986’dan itibaren ABD tarafının yazdırdığı “Medeniyet Çatışması” ve “Tarihin Sonu” gibi kitaplarla ulus devlet karşıtlığının pompalandığının altını çizen Elmacı, Aksoy’a yapılan saldırının da “ulus devletin kurumsal temsilcilerinden olan orduya saldırıldığı bir dönemde gerçekleşmesinin de bütüncül bir planın içinde değerlendirilmesi gerektiğini” söyledi. Elmacı bu açıdan bakıldığında, Kemalizmin parlak temsilcilerinden Aksoy’un, “Türkiye’ye ılımlı İslamcılık’ ithal etmek isteyen güçlerin ilk hedeflerinden olduğunu ifade etti.


'Mutabakat Metni' ve Sosyal Bilimler Kongresi - Oğuz Oyan / SOL

 

Şimdilik 'Erdoğan gitsin de ne olursa olsun' yaklaşımında olan kitleler, seçim sonrasında bu ekonomik programın sillesini yiyince buna kesinlikle tepkisiz kalmayacaklardır.

30 Ocak’ta (dün) Altılı Masa’nın “Ortak Politikalar Mutabakat Metni” beklenildiği gibi açıklandı. Bu ayrıntılı metnin ayrıntılı bir analizini daha sonraya erteleyerek bazı genel saptamalarda bulunalım.

Mutabakat Metni’nin Düşündürdükleri

  1. Metnin birçok olumlu özelliği olduğu tartışılmaz bir gerçeklik. Bunların birçoğu AKP’nin yol açtığı tahribatın giderilmesine yönelik başlıklardan oluşuyor. Bazıları ise AKP’nin de öncesinden gelen bazı sorunların düzeltilmesi amacını taşıyor. Örneğin, Bütçe Kesin Hesap Kanunu Tekliflerinin doğru dürüst görüşülebilmesi ve bütçenin kesinleşmiş verileri üzerinden daha iyi denetlenebilmesi amacıyla bir Kesin Hesap Komisyonu kurulması önerisi gibi. (Bu Komisyonun başkanlığının anamuhalefet partisine verilmesi ise Türkiye koşullarında biraz romantik bir demokrasi hamlesi olarak duruyor. Uygulama gösterecektir). AKP döneminin tahribatı çok fazla olduğu için çok ayrıntılı bir metin hazırlanması gerekli görülmüş de denilebilir. Ancak bu kadar ayrıntılı bir metne (ki ayrıntıların çoğu sıradan öneriler olmaktan kurtulamıyor) bu aşamada gerek olmadığı haklı tartışmasına da yol açılmış bulunuluyor.
  2. Gerçi milletin şu anki beklentisi bu değildi ama millete karşı da bir “toplumsal mutabakat angajmanı” ile seslenilmek istendiği anlaşılıyor. En azından demokratik kitle örgütleri ile örgütlü toplum yapılarının bu metnin alıcısı olmasının istendiği anlaşılmaktadır. Altılı Masa ittifakına yakın seçmen kitlesinin politize olmuş kesimleri bakımından bu metnin genel olarak olumlu algılanacağı söylenebilir. Kitleye ulaşma ölçütü bakımından en azından CHP’nin “vizyon” toplantısından daha başarılı olması beklenebilir. 
  3. Ama Altılı Masa partileri biraz da kendilerini ayrıntılı bir metinle bağlama gereğini hissetmiş gözüküyorlar. Aralarındaki uyumsuzlukların muhtemel bir iktidar deneyiminde fazla ön plana çıkmasını şimdiden kesmek gibi bir niyet de sezinleniyor. Hatta bugün bile birçok konuda açıkça görülen politik ayrışmalarını ayrıntılı bir metnin arkasına saklayarak görünmez kılma niyetleri de yok sayılamaz. 
  4. Bu arada hukuk, adalet ve yargı ile kamu yönetimi alanında önerilen düzenlemeler (düzeltmeler ve yenilikler); yolsuzlukla mücadele, şeffaflık ve denetim başlıkları ile sosyal politikalar bağlamında yoksullukla mücadele başlıklarında önerilen çerçeve, muhtemelen daha genel bir kabul görmeye mazhar olabilir veya daha az itiraza konu olabilir. (Savcılar Yüksek Kurulu’nda bakan ve müsteşarının yeri alması bunlardan sadece biridir). Elbette daha genel düzlemde bir eleştiriden muaf değil ve özellikle de sosyalist solun bakış açısından birçok sorunlu alan yok değil. 
  5. Ancak bu kalabalık metnin hatırı sayılır “yokları” da var. Laiklik gene namevcut. Eğitim sisteminin dincileştirilmesi, tarikatların eline bırakılması, İHL’lerin her yeri sarması gibi konular sessiz geçiştiriliyor. Bir “sekiz yıllık zorunlu eğitim”e geçiş önerisi bile (ki mevcut yapıda şekli bir düzenlemeden ibaret kalırdı) metinde yer bulamıyor; onun yerine 1+5+4+3 gevşek önerisi getiriliyor. Eğitim üzerindeki dinci ipotek, dokunulmaz alanlardan biri kabul ediliyor. Eğer bu bir “sentez” metni ise, bunun dinci sağa prim verme yönü ağır basıyor.
  6. Eğitim konusunda olduğu gibi sektörel politikalar bahsinde de kuşkusuz meslek odalarının eleştirebileceği çok başlık çıkacaktır. Ama bir tanesine burada değinelim: Nükleer enerji konusunda benimsenen olumlu tutum, EMO ve genelde TMMOB tarafından eleştirel bir çerçeve içinden okunacaktır.
  7. Altılı Masa’nın en fazla mutabık göründüğü konuların başında “ekonomi ve finans” başlığı gelmektedir. Bunun nedeni yalnızca neoliberal politikalarda öteden beri örtük/ açık bir mutabakat içinde olmaları değildir. Seçim sonrasında göğüslemek zorunda kalacakları ekonomik/mali enkazın kaldırılması konusunda halkın beklentilerine hızla yanıt verilebilmesi ve programa dış destek sağlanabilmesi bakımından bu alanda tam bir uyum içinde hareket etme kaygıları öne çıkmaktadır. Burada da Babacan’ın vizyonu arkasında hizaya girilmektedir. Gerçi CHP’nin ekonomi politikalardan sorumlu üst düzey yöneticilerinin farklı bir bakış açısı olduğu da söylenemez. Nitekim Babacan’ın 2009’da Erdoğan’a kabul ettiremediği “mali kural” ilkesini (kamu harcamalarına ve açıklarına katı sınırlamalar getirmeyi öngören, bir nevi “ekonomik anayasa” sayılan IMF kuralı) “Altılı Masa’ya kabul ettirmekte pek güçlük çekmediği anlaşılmaktadır. Altılı Masa partileri arasındaki bu mutabakatın, halkın da katıldığı bir mutabakata dönüşmesi çok zordur. Şimdilik “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun” yaklaşımında olan kitleler, seçim sonrasında bu ekonomik programın sillesini yiyince buna kesinlikle tepkisiz kalmayacaklardır. Ama bunu şimdiden görenler, başta sosyalist/komünist partiler, halkı peşinen uyarmak için ellerinden geleni yapacaklardır, yapmalıdırlar.
  8. Dış politika, savunma, güvenlik ve göç politikaları başlığındaki öneriler de kapsamlı bir eleştiriyi hak ettikleri için burada üzerinde durulmayacaktır. Ancak siyasi yapısı gereği, bu Masa’dan anti-emperyalist vurgular da içerebilen bir yaklaşım beklemek zaten baştan gündem dışıydı. Hatta tam tersine NATO, ABD, AB çizgisine daha yakın durulduğunun “hissettirilmesi” beklenen şeydi. Bununla birlikte bu başlıkta bu denli sıradan ve bazı bakımlardan oldukça geri bir metnin ortaya çıkarılmış olması da bir beceridir diyelim.

Sosyal Bilimler Kongresi

Bu yıl 17’ncisi düzenlenecek olan Sosyal Bilimler Kongresi 1-3 Şubat 2023 tarihlerinde her zamanki gibi ODTÜ yerleşkesinde toplanıyor. Bu defa İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi salonlarında toplanacak olan Kongre’de aynı anda farklı salonlarda dokuz paralel oturum yapılacak. Böylece 90 oturumda 340 civarında bildiri sunulup tartışmaya açılacak. Ortak imzalı bildiriler dikkate alınırsa, 400’ü aşkın tebliğci sayısına ulaşılabilir; onlara 90 oturum başkanı da ilave edilirse, Kongre’de 500’ü aşkın bilim insanı aktif rol almış olacak. Sosyal bilimler alanında böylesine kapsamlı ve bu denli çeşitliliğe yer veren bir bilimsel etkinliğin iki yılda bir Sosyal Bilimler Kongresi çerçevesinde düzenli olarak gerçekleştirilebiliyor olması başlıbaşına bir başarıdır. TSBD yönetimini kutlamak gerekir.

17. Sosyal Bilimler Kongresi’ne ve katılımcılarına başarılar diliyoruz. Kongre’nin ayrıntılı programına TSBD web sitesinden erişilebilir. Program herkese açıktır. ODTÜ’ye girişlerde bu Kongre için gelindiğini söylemek yeterlidir. Sol Haber Portalı okurlarının da ilgisini çekmesini umarız.

Oğuz Oyan / SOL
 

30 Ocak 2023 Pazartesi

Yüzyılın soygunu - İsmail Arı / BİRGÜN

 

En az 100 bin kişi ev sahibi olma hayali kurarken, konut mağduru oldu. Müteahhit, belediye ve arsa sahibi üçgeninde 21’inci yüzyılın en büyük soygunu yapıldı. Soygunun 1,8 milyar doları bulduğu tahmin ediliyor.

           
Ağaoğlu’nun İstanbul Çekmeköy’deki projesi de halen bitirilemedi. (Fotoğraf: BirGün)

AKP iktidarı döneminde, verilen ihaleler ve satılan değerli kamu arazileriyle yandaş müteahhitler zengin edildi. İktidar eliyle kasalarını doldurulan müteahhitler, ülkenin dört bir köşesinde peş peşe devasa konut projelerinin temelini attı. Ancak birçok konut projesi aradan geçen yıllara rağmen bitirilemedi. Bitirilemeyen projeler nedeniyle yüz binlerce kişinin konut mağduru olduğu tahmin ediliyor.

İktidara yakınlığıyla bilinen, devasa konut ve gökdelen projeleri ile işlerini büyüten Ali Ağaoğlu’ndan Fikret İnan’a kadar kamuoyunun yakından tanıdığı birçok ismin temelini attığı konut projelerini tamamlayamadığı için binlerce yurttaşı mağdur etti. Maket üzerinden ev alıp müteahhitlere yüzbinlerce lira ödeyen, birikimlerini teslim eden yurttaşlar, inşaatlar tamamlanmadığı için yıllardır evlerini teslim alamıyor. Mağdur olanlar seslerini yaptıkları eylemler ile sosyal medyada duyurmaya çalışıyor.

OLMAYAN DAİRE SATILDI

İstanbul’da da en fazla konut mağdurunun olduğu ilçe Esenyurt. İlçedeki konut mağdurları, yaşadıkları mağduriyetten 2014’te göreve gelen ve 2017’de istifa eden eski Esenyurt Belediye Başkanı AKP’li Necmi Kadıoğlu’nu sorumlu tutuyor. İlçedeki kontrolsüz büyümeye göz yumduğu ifade edilen AKP’li Kadıoğlu’nun 5 katlı inşaat izni ve ruhsat verdiği bir konut projesinin 12-13 katlı olarak gösterildiği maketin önünde fotoğrafı da yer alıyor. 5 kat izni verilen, maketinde 12-13 katlı olacağı gösterilen bu konut projesinde, daireler blokların 24 katlı olacağı söylenerek satıldı. Yani yurttaşlara projede olmayan daireler satıldı ve binlerce kişi mağdur edildi. Kadıoğlu döneminde ilçeye yapılan en az 29 büyük konut projesinde usulsüzlük olduğu da iddialar arasında.

AĞAOĞLU MAĞDURLARI

AKP’ye yakınlığıyla bilinen, 17-25 Aralık Operasyonu’nda “yolsuzluk ve rüşvet” suçlamasıyla gözaltına da alınan Ali Ağaoğlu, İstanbul Çekmeköy’deki konut projesini tamamlayamadı, daire alanlar mağdur olduklarını söyledi.

Ağaoğlu İnşaat, 2017 yılında İstanbul’un Çekmeköy ilçesinde, "Ağaoğlu Çekmeköy Park" adlı bir konut projesi inşa etmeye başladı ve projenin 2020’de tamamlanacağı açıklandı. 6 Ekim 2017’de Projenin tanıtımında konuşan Ağaoğlu Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ali Ağaoğlu, “Bu araziyi 20 küsur sene önce almıştım. Şu anda 150’nin üzerinde kişi para yatırıp sözleşmesini yaptı. Toplam 738 dairemiz var. İddia ediyorum ki bu ay içerisinde bu projenin de satışını tamamlarım” dedi. Ancak proje bir türlü tamamlanamadı. Projeden daire alan çok sayıda yurttaş ise mağdur oldu.

Sosyal medyada Ağaoğlu’nun projesinden daire aldıklarını ve mağdur olduklarını belirten bir yurttaş, “Ağaoğlu Çekmeköy projesinden 2017’nin Kasım’ında topraktan daire satın aldık. 2020’nin Nisan ayında teslim edilecekti. Yıl 2022 halen kaba inşaat, iskelet halinde. Şu an hiç çalışma yok, muhatap alacağımız kimse de yok. Aylardır, belki yıllardır çalışma yok ve ne olacağı belirsiz. Biz her ay kredimizi ödüyoruz, kanımızı çekiyorlar. Ve hiçbir gelişme olmaması, manevi olarak da çökertiyor bizi” ifadelerini kullandı.

İş insanı Fikret İnan’ın sahibi olduğu Fi Yapı da Esenyurt’taki konut projesiyle binlerce yurttaşı mağdur etti. 14 yıl önce ev almak için şirkete binlerce lira ödeyenler mağdur oldu. Fikret İnan’ın yaptığı ve tamamlanamayan Fi Sade projesinin mağdurları Fi Sade Malikleri Platformu’nu kurdu. Platformun Sözcüsü Can Volkan Dökmeci, yıllardır sürdürdükleri mücadeleyi şöyle anlattı: “Doların 1,3 TL olduğu 2009’da Fi Yapı’ya daire almak için 109 bin TL ödedim. 2012’de İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile Esenyurt Belediyesi arasındaki anlaşmazlık sonucu, emsalden fazla kat çıkıldığı gerekçesiyle İBB inşaatı durdurdu. Ruhsatlar iptal edildi, inşaat mühürlendi. 2015’te darbe girişiminden sonra, şirkete FETÖ bağlantısı nedeniyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) el koydu. Gerekçe, Fi Yapı’nın FETÖ şirketine daire satmasıydı. Şirketin sahibi Fikret İnan o dönem tutuklandı, sonra serbest bırakıldı, aldı TMSF İnan’a şirketi iade etti.

Şirketini geri alan İnan, bizim binlerce lira ödediğimiz ve yarım kalan konut projesindeki kapı, pencere gibi malzemeleri söktü, sattı. Bu şekilde yüzde 70’lerde olan inşaat oranı malzemeler sökülünce, yüzde 55’lere kadar geriledi. Biz bu duruma itiraz ettikçe, sesimizi duyurdukça Fikret İnan bizleri tehdit ediyor. Hatta bize destek olan CHP İstanbul Milletvekili Akif Hamzaçebi’yi bile tehdit etti. Bu projeden daire alan 3 bin 200 kişi, aileleri dâhil ettiğimizde yaklaşık 10 bin kişi mağdur durumda. Birçok kişi daire parasının yüzde 80’ini peşin ödemişti. Yabancı mağdurlar da var. Projenin 400’e yakın da yabancı daire sahibi mağduru var.”

GÜL İLE AÇILIŞLARA KATILDI

Fi Yapı’nın projesinden ev almaya karar verdiğinde şirkete güvendiğini belirten Dökmeci, “Fikret İnan, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde, Gül ile açılışlara katılıyordu. Beşiktaş’ın stadına Fi Yapı ismi verildiği bir dönem. Depremzedelere ev vereceğim dedi. Güçlü bir profil sergiledi” dedi.

Bulut İnşaat isimli şirkete 2012 yılında 1+1 daire almak için 57 bin TL ödeyen Ziynet Dırak ise bir başka konut mağduru. Maket üzerinden ev aldığını, inşaatın temelinin atıldığını da görünce şirkete güvendiğini anlatan Dırak, “2013’ün 10’uncu ayında evimizi teslim edeceklerdi. Sonra bir baktık 2014 oldu, ‘ruhsat alamıyoruz’ dediler ama ufak ufak inşaat sürdü. Sonra ‘belediye ruhsat vermedi’ dediler. 2016’da müteahhit metrekare başı bin TL talep etti bizden. Biz buna itiraz ettik. Proje yarım kaldı ve bizim müteahhit Temel Bulut şimdi cezaevinde. Açtığımız dava sürüyor. Aradan 10 yıl geçti ama dava sonuçlanmadı. Benim gibi 720 kişi aynı projeden dolayı mağdur daire almak isteğim projeden” diye konuştu.

1,8 MİLYAR DOLARLIK VURGUN

CHP İstanbul Milletvekili Akif Hamzeçebi de konut mağdurlarının düzenlediği eylem ve basın açıklamalarına katılıp destek veriyor. BirGün’ün sorularını yanıtlayan CHP’li Hamzeçebi, ülke genelinde yaklaşık 100 bin konut mağduru olduğunu, aileler de dâhil edildiğinde konut mağdurlarının sayısının yarım milyona ulaştığını söyledi. En fazla konut mağdurunun Esenyurt’ta olduğunu belirten Hamzeçebi, “Sorunun asıl kaynağı tüketiciyi koruyan kanunların layıkıyla uygulanmaması. Müteahhit, belediye ve arsa sahipleri 21’inci yüzyılın en büyük soygununu, dolandırıcılığını yaptı. Ülkede konut mağdurlarının müteahhitlere ödediği para 1,8 milyar dolar” dedi. Devletin üzerine düşeni yapmadığının altını çize Hamzaçebi konut dolandırıcılığını örneklerle anlattı: “Esenyurt’ta bir müteahhit güzel bir ofis tutup döşüyor. Ofise Cumhurbaşkanı’nın, bakanların resmini asıyor, ortaya bir maket koyuyor. Maketin başında dönemin AKP’li Esenyurt Belediye Başkanı poz veriyor. Bir belediye başkanı böyle bir ofiste, müteahhitle poz veriyorsa bu ne anlama gelir? Bu projenin arkasında belediye var proje güvenilir mesajı veriliyor bu şekilde. Poz verdiği makette binalar 12-13 katlı. Ancak ruhsat 5 kat için verilmiş. Daireler binalar 24 katıymış gibi satılmış. Yani olmayan daireler satılmış. Çok sayıda örnek var bunun gibi.

DEVLET GÖREVİNİ YAPMADI

CHP grubu adına araştırma önergesi verdim. Belediye, arsa sahibi ve müteahhit tarafından yapılan yüzyılın en büyük soygunu dedim. MASAK’a para aklama şüphesiyle soruşma açılması talebinde bulundum, soruşturma devam ediyor. Soru önergeleri verdim. En son 11 Aralık’ta Fi Yapı’nın mağdurlarına destek vermeye gittim. Fi Yapı’nın sahibi de beni savcılığa vermiş. Sonuçta evet, devlet üzerine düşen görevi yapmamış. Maket üzerinden daire satılması da kesinlikle yanlış. Vatandaşın eksiği var ama sorumluluk devletin. Devlet görevini yerine getirmemiş.”

***

‘DÜNYA KADAR PARA ÖDEDİK’

Ağaoğlu’nun projesinden satın aldığı dairesinin teslim edilmediğini belirten bir başka yurttaş ise yaşadığı mağduriyeti şöyle anlattı: “2017’de kredi çekip almış olduğumuz daire 1 yıl içinde sözde teslim edilecekti. Fakat 5 yıl oldu halen daha yapılacak. Muhatap alabilecek kimse de yok. Dünya kadar para ödedik ve ödemeye devam ediyoruz. En azından bir bilgi verin. Telefonları bile açmıyorlar. Satarken böyle değildiniz. Gayet ilgili ve alakalı davranıyordunuz.”

***

10 GÜNDE 8 BİN BAŞVURU

Orta gelirlilere yönelik "Yeni Evim Konut Finansman Programı"na ilk 10 günde başvuran kişi sayısının 8 bin 27’de kaldığı görüldü. Program kapsamında 81 il üç bölgeye ayrılmıştı. En fazla talebin olduğu şehir olan İstanbul’u kapsayan birinci bölgede bin 859 başvuru ile yapıldı.

***

BELEDİYELER BUNLARA GÖZ YUMUYOR

Türkiye Konutla Dolandırılan Hak Sahipleri Platformu Sözcüsü Fahri Kaygu ise sorunun yarım kalan konutlar olmadığını, dolandırıcılık olduğunu belirtiyor. Sadece Esenyurt’ta 30 bin konut mağduru bulunduğunu ifade eden Kaygu, “Esenyurt’ta, Fikirtepe’de, ülkenin birçok noktasında binlerce kişi konut mağduru. Müteahhit firmalar maketler üzerinden konut pazarladı. Konutlar belli oranlarda yapıldı. Sonra bir kısmında arazi sahipleri dava açtı, kiminde sözleşmeler feshedildi. Kimilerinde inşaatlar paravan şirketlere devredildi. Bazı projelerde mafya gelip projelere çöktü. Birçok projede satılan konutlar tekrar tekrar satılmış. Konut mağdurlarının açtığı ve devam eden çok sayıda dava bulunuyor” dedi.

Fi Yapı Esenyurt Projesi de çok sayıda kişiyi mağdur etti. (Fotoğraf: BirGün)Fi Yapı Esenyurt Projesi de çok sayıda kişiyi mağdur etti. (Fotoğraf: BirGün)

Kaygu kendi konut mağduru olma hikâyesini de şöyle anlattı: “Esenyurt’ta daire almıştım. 2011’de dolandırıldığımı anladım. Ev aldığım projeye belediye 4 kat olacak şekilde ruhsat vermiş. Ancak müteahhit 14 katlı maket yapmış. Belediye müteahhite bunu neden yapıyorsun diye sormuyor. Bizi dolandıran müteahhitlerin avukatlığını, Beylikdüzü ve Büyükçekmece AKP ilçe başkanlığını yapan, belediye başkan adayı olup seçilemeyen avukat Celal Babayiğit yapıyor. Belediye, arsa sahibi ve müteahhit üçgeninde yüz yılın soygunu yapıldı Esenyurt’ta. Konut dolandırıcılığına maalesef belediyeler de göz yumuyor. Bizim mağduriyetimiz konutların yarım kalması nedeniyle değil. Bizler dolandırıldık."

İsmail Arı / BİRGÜN


Yadigar... Yurdum, uzakta kalan aşkım + Perdesiz bir sahne, kapısız bir tiyatro

 

Yadigar... Yurdum, uzakta kalan aşkım(OĞUZ GEMALMAZ / SOL)


Ankara Tiyatro Fabrikası bu muhteşem oyunu bizlere sunduğu için teşekkürü çokça hak ediyor.

“Kader denilen şeye aniden çarpmayız”
Yukio Mishima
Altın Köşk Tapınağı

Göçler bir çağın sonudur göçmenler için. Göçün tarihi çok eskidir. Homo Sapiens’in Afrika’dan dünyaya yayılması ile başlar ve göç, kültürel ve sosyal nitelikte çatışmalar, karışımlar ve melezleşmeler üretir. 

Oyun her ne kadar 1923'te Yunanistan ile Türkiye arasındaki nüfus mübadelesi sonucu zorunlu olarak Yunanistan’a gönderilen Rum cemaatinin öyküsünü anlatıyor ise de siz oyunu dünyamızdaki tüm göçmenlerin öyküsü olarak algılıyorsunuz.

Özünde ciddi ama sahnede bir güldürü olan oyun, iktidarların sıradan insanların hayatları ile nasıl oynadıklarını çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.

Yılmaz Demiral, Yeşim Dorman’ın bir yandan güldürürken, diğer yandan kahreden göç öyküsünü, duygu yerine yüzleştiren ve izleyiciyi göç ile hesaplaşmaya iten bir reji ile karşımıza çıkarmış. Hakan Dündar’ın göçü ve göç insanlarını, zorunlu göçün gereği bir bavul ve anılarla simgeleştirdiği dekoru, Bora Balcı’nın ışığı ile birlikte sahneye farklı bir hareket katmış. 

Yeşim Dorman, oyunu yerel unsurlarla donatmış ama terk etmek zorunda kalınan ülkede yaşanan olaylara da dönüşler yaparak dinamik bir öykü ortaya çıkarmış.

Bu oyun ‘Bildik Her Şeye Veda’nın ağıtıdır.

Sanatçılar sadece dehşet uyandırmakla kalmıyor. Hem diyaloglardan hem de kukla sahnelerinden öne çıkan koyu kara mizah sahneleri, izleyiciyi bir tür Güldürmeyen Komedi içine itiyor. Yönetmen  güldüren sahnelerle, ciddi konuya rağmen seyirciyi işbirliği yapmaya zorluyor. Böyle olunca izleyiciler gülüp, üzülüp, utanıp mahcup olmak yerine ciddi bir göç sorunuyla özdeşleşiyorlar.

“Şu göçmen hayatı ne kadar zormuş
Nerede yaşarsa da ruhun boşmuş
Rüyalarımda hep köyümün bahçesi
Uyandığımda yollarım yokuşmuş”

Oyun yerleşik mülteci ile kaçak mültecileri karşılaştırarak iki dışlanma biçimini tasvir ediyor. 

Birlikte harika oynayan dört oyuncu aynı yeri saklanma yeri olarak paylaşıp ellerinden geldiğince birbirlerinin sinirlerini bozarlar. Dışarıdan gelen çan sesleri, postal sesleri, düdük sesleri ve birdenbire içeri giren yabancı içeride panik yaratır; çünkü bir mülteci için her yabancı bir tehlikedir.

Velican Demirel kaçak göçmen Costas olarak tutkularını ve duygularını yerinde göndermelerle gestus tekniğini kullanarak çok güzel öne çıkartıyor.

Eleni rolünde Nalan Güreş Demirel’in oyunculuğunda ses, şarkılar ve ritmik jestler gibi bir oyuncuda olması gerekenlerin hepsi var.

Hasan Tanay tam bir yabancılaştırma sergilerken rol ve oynayışı arasındaki diyalektik ilişkiyi çok iyi dile getiriyor ve bedensel anlatım gücüyle sahneye hakim oluyor. Oyunda hareket Manolis ile başlıyor.

Ve başrol Mari’de Yeşim Dorman, oynadığı karakterinin özünü çok iyi kavramış olarak oyunun enerjisini düşürmüyor ve izleyiciyi oyunun içine çekiyor.

Özlem ve yanılsama arasında gidip gelen bu göçmenler özünde birbirlerine bağlıdırlar. Sadece birinin mekanını koruma güdüsü ve diğerlerinin gece boyunca özgürlük arayışının bir biçimi göçtür. Bu dört yalnız insan arasındaki çatışmalar her şeyden önce göçün acı verici olduğunu hatırlatır.

“- Ama asıl öksüzlüğü Yunanistan’a gelince anladık. Hani anamdın Yunanistan? beni bağrına basacaktın? Hani ben de senin öz evladın idim? Buraya gelince anladık ki biz Rumlar eşek arısıydık Yunanlılar bal arısı.”

Göçün gittiği yerde onu bekleyen yoktur. 

Oyundaki kuklalara gelince Heinrich von Kleist “Kukla Tiyatrosu Üzerine” adlı eserinde şöyle der:

“Kuklanın hareketlerinde var olan ve onu hareketlendiren o odak tamamen insanda ruh denen şeye karşılık gelmektedir. Oradaki zarafetin daha parlak ve daha baskın olarak ortaya çıktığı görülür.”

Yeşim’in oyunu, sayısız güzel mesel ve metafor içeriyor. Bu yüzden dikkatlice izlemekte yarar var. Oyun gerçekçi ve heyecan verici. 

Ankara Tiyatro Fabrikası da bu muhteşem oyunu bizlere sunduğu için teşekkürü çokça hak ediyor. 

OĞUZ GEMALMAZ / SOL                                   

                                                              /././

Perdesiz bir sahne, kapısız bir tiyatro (NİHAN BAYRAKTAR / SOL)

Moda Sahnesi’nin elektriğinin kesilmesinden 1 yıl sonra Kemal Aydoğan ve Tunç Tatoğlu, tiyatroda örgütlenme deneyimleri, ödenekler ve tiyatronun toplumdaki karşılıkları üzerine sohbet ettiler.

Geçtiğimiz yıl yapılan zamlarla fahiş meblağlara çıkan faturasını protesto amacıyla ödemeyen ve elektriği kesilen Moda Sahnesi’nin Sanat Yönetmeni Kemal Aydoğan ve NHKM’den Tunç Tatoğlu, Moda Sahnesi deneyiminden hareketle tiyatro, tiyatronun sorunları ve tiyatrocuların sorumlulukları üzerine sohbet ettiler. Kamusal tiyatro anlayışı ve bu çerçevede tiyatroda güncel konuların da konuşulduğu sohbeti okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Tunç Tatoğlu: Bugün buraya gelirken “insan çabuk unutuyor” diye düşündüm. Tiyatroyla ilgili de her şey çok çabuk unutuluyor. Daha yeni Moda Sahnesi çok rastlanmayan bir protesto eylemi gerçekleştirdi, elektrik faturasını ödemedi. Bu da çok hatırlanmıyor sanki, 1 yıl oldu değil mi?

Kemal Aydoğan: Aynen öyle.


Patronsuz bir tiyatro

Tunç Tatoğlu: 2013’te herkesin kendi birikiminden koymasıyla, borçlanarak açıldınız. Ekip tiyatrosu gibi örneklere rastlanabiliyor ama bir mekân açma, işletme konularına gelince Moda Sahnesi’nin kuruluşu çok rastladığımız bir örnek değildi. Başlarken bir kamusal alan yaratma duygusuyla mı kurdunuz? Yoksa “tiyatro için iyi bir şey yapacağız” diye mi düşünmüştünüz? Hangi duygu daha güçlüydü, beraber miydi bunlar?

Kemal Aydoğan: Beraber denebilir. Mahalleye müdahale etme, mahallenin sanatına müdahale etme isteğimiz vardı. Öncelikle bu semtte bir tiyatro yaptığımız fikrinden hareket etmiştik. Buralıyız, buradayız. Bu kamusal alan içinde faaliyet gösteriyoruz ve hem toplumsal dertlere temas edecek oyunlar yapalım hem de sanatsal açıdan kendi bildiğimiz şekilde seyirciyle paylaşalım istedik. Ana akım sanatsal ifadelerden kopma isteği de vardı. Mesela perdesiz bir sahne demiştik ilk açarken. Tüm yalınlığıyla, çıplaklığıyla mekânı var etmiştik. Mekânı değişebilir bir mekân şeklinde tasarladık, 2-3 tip seyir yeri olacak şekilde değişebiliyordu. Bunların hepsi aynı zamanda yeni sahneleme ve yeni oyunlaştırma biçimleri de demekti. Bunları araştırmayı, bu tür imkânlardan faydalanmayı düşünüyorduk. Kolektif bir yapı olarak çıktık, patronsuzuz demiştik. Tüm bunlar kafamızda hem toplumsal hem politik hem de sanatsal birtakım fikirlerin olduğuna işaret ediyor.

Biz aslında seyircinin hemen kabul etmeyebileceği bir tiyatro salonu var ederek biraz risk de aldık. Ama seyirci sonra bunu kabul etti. Buradaki oyunları da benimsedi. Bu da bize şunu söyledi: seyirci de aslında kendi sınırlarını aşmak istiyor. O da orada kalmak istemiyor. Yani onu da bizimle yürütmeye gönüllü olursak o da aslında yeni bir seyirci olmak istiyor. Bunun öncüsü de tiyatro olmak zorunda, bunu seyirci tetikleyemez. Tiyatro der ki “bak şöyle bir sahneleme biçimi de var, şöyle bir sahneyi kullanma biçimi de var”, bu şekilde seyircinin zihni de hareketlenmeye başlar.

Seyirci farklı olan oyuna gidiyor mu, yoksa örneğin ünlü isimleri daha mı önemsiyor?

Bir oyunda tanınmış dizi ya da televizyon oyuncusu varsa tabii ki onun seyirci potansiyeli ve seyirci profili biraz daha farklı olabiliyor ama Moda Sahnesi seyircisi diyebileceğimiz bir ortak seyircimiz de var. Sen bizim repertuarımızı biliyorsun, “Suzy Storck”, “Şirreti Evcilleştirmek”, “Eşkâl” gibi farklı oyunlar var. Aslında hemen hemen hepsine geliyor seyirci.

Moda Sahnesi’nin olmasa bile burada oynanan bir oyuna, “Moda Sahnesi filtresinden geçmiştir” diye güvenerek geliyor mu seyirci?

Bence bu oldu. Zaman zaman bu filtrasyonun yarattığı güven duygusuna dayanarak eleştirildiğimiz de oluyor seyirci tarafından. Diyor ki “sen bize böyle oyunlar seçmiyordun, bu oyunun burada işi ne”. Bence bu iyi bir etkileşim alanı.

Kentin, semtin, sokağın doğal bir parçası: Moda Sahne

Moda Sahnesi’nin bir farkının da gelirinin tamamını tiyatrodan sağlaması olduğunu söyleyebilir miyiz? Farklı yerlerin finansman kaynaklarını çeşitlendirme olanağı olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Buranınsa kendine ait çay kahve içilen küçük bir fuayesi var sadece. Burası sadece tiyatro seyircisinden alınan destekle kendini idame ettiriyor. Devletten destek olmadığında da geriye sadece seyirci kalıyor. Sanatı topluma dönük yapıyorsunuz ve onun desteğiyle ayakta kalıyorsunuz. Baştaki soruma geri döneyim, “biz kamusal bir iş yapıyoruz, bunun kamusal faydası var” düşüncesi var mıydı, yoksa bu sonradan yavaş yavaş mı oluştu?

Hayır bu baştan beri vardı. Şöyle söyleyeyim, biz buranın mimarisini oluştururken, dekorasyon ve teknik şeyleri incelerken en son kapıya geldik. “Buranın kapısı nasıl olsun” diye sorduk. Gördüğünüz gibi buranın kapısı yok aslında, bir kepengi var, gece indiriliyor, sabah arkadaşlar çalışmaya gelince de kaldırılıyor. Ama onun dışında Moda Sahnesi’nin girişinin kapısı yok. Biz dedik ki kapısız bir yer olsun. Çünkü kimse herhangi bir kapıyı açıp birinin özel alanına giriyormuş gibi girip sonra da üzerine kapı kapanıp kendini özel hissettiği bir yerde olmasın. Orayı herkes sokağın bir parçası gibi görsün istedik. Girdik Halil Ethem Sokak’a, Moda Sahnesi’nin içine döndük, sizi kesen herhangi bir şey yok artık. Direkt merdivenlerden inip salonu da dolaşabilirsiniz. Bunu en başından tasarlamıştık. Buraya seyircinin gelişini engelleyecek, kilitlenecek herhangi bir kapımız yok.

Sinema salonu da var mesela. Sinemayı niye yanına koyma ihtiyacı duydunuz?

Buranın ana kimliği oydu. Burası önce Kafkas Sineması sonra da Moda Sineması olarak işlemiş. Bunu hem hafızayı taze tutmak için hem de bizim de yıllarca buranın sinema seyircisi olduğumuz için, onu bir yanımızda tutalım ve hatırlayalım, mekânın ana kimliği hep bir yanımızda dursun diye yaptık. Bizim işimiz değil sinemacılık ama şehrin burasında, bu mekânı kaybetmeyelim istedik. Gelir olarak çok önemli bir geliri yok.

Bir de küçük sahneniz var, orayı da gelir olarak önemli katkısı olmayan ama bahsettiğin etkileşime faydası dokunan bir yer olarak görebilir miyiz?

Evet deneme salonları onlar. “Eşkâl”, “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” gibi oyunlarımızı orada oynuyoruz. Farklı gruplardan da orayı kullananlar oluyor.

Bahariye Caddesi üzerinde Tevfik Gelenbe’nin, Enis Fosforoğlu’nun salonları vardı, onların eski seyircileri bittikten sonra Haluk Bilginer tiyatrosunu kurdu. Tutacak mı tutmayacak mı tam bilinmiyordu ama isimler güçlüydü, tuttu. Sonra tiyatro buraya yerleşmeye başladı. Biz de NHKM'yi 2003’te kurmuştuk. Artık buraya gelinmişti, Kadıköy’e geçilmişti. Sizin de gelmeniz o sıralara rastlıyor. Buradaki tiyatro ortamının zenginleşmesinde ciddi bir katkınız var. Sizden sonra açılan tiyatrolar da oldu.

Biz tam böyle bir eşiğiz. İkinci kırılma noktası diyebiliriz.

Yerel bir tiyatrosunuz aynı zamanda. Sizin bir yerleşik seyirciniz de var. Burada yaşayan insanlar da geliyor. Yerel yönetimlerle geçmiş dönemde etkileşiminiz vardı. Onlardan bu konuda destek ya da iletişim kurma çabası oluyor mu?

Bir önceki dönemde, Aykurt Nuhoğlu’nun olduğu zamanlarda onun kendi yönlendirmeleri de oluyordu, Kadıköy Tiyatrolar Platformu da kurulmuştu. Özel ilişkiler değil ama bu platform üzerinden Kadıköy’deki tiyatrolarla genel bir muhataplık üretmişti. Hatta o kurulan platform aslında bir sürü kamusal tiyatro faaliyetine de ön ayak olmuştu. Birtakım atölyeler yapılmıştı, seyirciyle buluşmalar gerçekleştirilmişti. Fakat daha sonraki dönemde bu bağ cılızlaştı. Şu an Moda Sahnesi, Kadıköy yerel yönetimiyle herhangi bir alışveriş içinde değil. Bunu tabii ki belediye tarafı istemiyor, bizle ilgili bir şey değil. Belediyenin şimdiki politikası yerelde üretim yapanlarla bağı güçlendirmek yönünde görünmüyor. Kendi politik tercihleri, onun sebebini bilmiyorum. Dolayısıyla aslında bizim şu anda belediyeyle geliştirebildiğimiz herhangi bir projemiz yok. Ama belediyenin tiyatro yapma isteği var. Alan Kadıköy’de en son bir yönetmen duyurusu yaptılar, bir yönetmenin projesine destek vereceklerini söylediler. Demek ki tiyatro yapmak istiyorlar ve bütçeleri de var.

Çok ilginç tabii. Kadıköy’ün bir tiyatro semti olma şansı hala var, yerel yönetimin kültür politikalarında pivot ayağını basacağı bir zemin, belki Avignon olma potansiyeli hala var ama kullanılmıyor.

Evet, kullanılmıyor.

Örgütlenmek önemli ancak tuhaf davranışların parçası olmayarak…

Tiyatro alanında şu an yürütülen örgütlenme pratiklerine nasıl bakıyorsunuz? Şu anda Tiyatro Kooperatifi, Tiyatromuz Yaşasın İnisiyatifi ya da Kadıköy Tiyatrolar Platformu içinde değil Moda Sahnesi. Tiyatronun kendisinin bir iç örgütlenmeye çok yatkın bir doğası var. Birçok sanat dalını da bir araya getirebiliyor. Işıkçısından biletçisine kadar uzanan bir üretim habitatı var ve onları bir arada tutup örgütleyebiliyor. Bu kadar örgütlenme deneyimi, alışkanlığı olan bir sanat dalının örgütlenme konusunda bu kadar zorlanması garip değil mi?

Örgütlenmeyi ne için yaptığımızla ilgili bir şey galiba. Benim için tiyatro açısından örgütlenme şu demek, başka politik örgütlenmeleri ayrı tutarak söylüyorum. Tiyatro sanatının toplumsal olarak da insanların tek tek yaşamlarında da çok işe yarayan bir sanat olduğunu düşünüyorum. Ufuklarının açılması, vizyonlarının gelişmesi, yeni birtakım problemleri görmesi, algılaması, eski algılarından kurtulması için oldukça faydalı. Fakat yalnızca bağımsız, özerk insanların yapabileceği bir sanat olursa bu işlevi yerine gelir. Öbür türlü ya eğlence sektörünün bir parçası oluyorsun ya da birtakım angajmanlı politik fikirleri, politikmiş gibi duran fikirleri seyirciyle paylaşmaya başlıyorsun.

Tiyatro bence özerkliği için örgütlenmeli, sözünü kimsenin elinden almaması için örgütlenmeli. Ve ben sözümü kendi istediğim biçimde, kendi istediğim volümde söyleyeceğim diyebilmek için örgütlenmeli. Oysa son zamanlarda bu tarz örgütlenmeler “ekonomik olarak çok zor durumdayız”, “bize yardım edin ey devletlim’e” dönüştü. Bu anlamda bir hamiye, patronaja ihtiyacımız yok, biz işimizi zaten kendimiz yapıyoruz. Sadece kamusal bütçe kullanımı konusunda bir destekleme modeli geliştirebilir ve zaten devlet ya da yerel yönetimler onları eleştireceğimizi, onlarla aynı şeyi düşünmeyeceğimizi bilerek bu desteği verirler. Tiyatro anca bunu savunabilir. Tiyatrocular da bunu savunabilir: “Seninle aynı fikri savunmuyorum, savunmayacağım ama kamusal bütçeden payımızı alacağız”. Şimdi bu gerçekleşmeyip de birtakım müzakerelere, masalara oturup bakanları alkışlamalar, bakanlıklara teşekkür etmeler gibi birtakım tuhaf davranışlarda tabii ki biz olmayacağız. O gurur kırıcı, onur zedeleyici bir davranış. Hiçbir insanın hiçbir insana bunu yapmaması gerekir. Kimseye boyun eğecek halimiz yok yani.

7 bin TL’den 20 bin TL’ye çıkan fatura…

Tabii, sanatın bağımsızlığından bahsediyoruz. Bir kadının toplumdaki yeri ve maruz kaldığı şiddet üzerine düşünüyorsun ve “Suzy Storck” geliyor. İlhan Sami Çomak’ın “Hayat Seni Çok Seviyorum” oyununu seçiyorsun çünkü orada sadece adalet sorunu yok ülkede, kendi dilinin yasaklanmasıyla ilgili birçok mesele var ve onunla ilgili bir oyun seçiyorsun. Yani özerklikle kastettiğin “ben kafama göre oyun seçeyim” gibi bir şey değil. Örneğin “Babamı Kim Öldürdü”yü sendika yararına oynadınız. İşçiler geliyor. “Eşkâl” buna benzer, kendi bünyenizde yazılmış politik bir oyun. Bir patron ve bir devrimcinin hesaplaşması üzerine. Destekler konusu ise ayrı bir konu. Kamunun kaynağını siz kime dağıtıyorsunuz? İki dudağının arasında “ona verdim, buna vermedim”, herhangi bir kıstas, kriter hiçbir şey yok. Tam destekler konusunu açmışken, mesela sinema şu anda kapalı. Nedeni ne?

Tabii kapalı. Çünkü elektrik sarfiyatını ödeyemiyoruz.

Ödüyordunuz, yine kâr etmiyordunuz. Ama ödeyebileceğiniz bir şeydi.

Şimdi onu aştı.

Ama bir sene kadar önce elektrik üç katına çıktı.

Tabii, 7 bin liradan 20 bin liraya.

Böyle bir durumda bunun artık tek bir yolu var. Ya seyirciye yükleyeceksin bunu ya da devam edemeyecek bir noktaya geleceksin. Ve siz bir tercih yaptınız, ödememeye karar verdiniz.

Bu ortak alınmış bir karardı. Şu an 8 kişi Moda Sahnesi’ni oluşturuyor. 2020’nin sonuna doğru Kemal Kılıçdaroğlu da faturasını ödemeyeceğini söyledi. Bu şimdi bence bir meşruiyet alanı. Madem ana muhalefet partisi -komünist falan da değil-, bildiğimiz CHP’nin başkanı bunu demişse demek ki ortada tahammülü artık aşan bir durumla karşı karşıyayız, tepki verilmesi gerekiyor artık. 7 bin liradan 20 bin liraya çıkmak bizim bütçemizde olan bir para değildi. Eğer 13 bin lira fazlamız olsaydı bunu zaten çalışanlarımıza verirdik. Bunu neden devlete veriyoruz ya da sermayeye veriyoruz diye düşündük ve buna tavır takınmamız gerektiğini ve bunu da yüksek sesle söylememiz gerektiği üzerine biz Moda Sahnesi grubu içinde, Moda Sahnesi’ni oluşturan 8 kişi olarak konuştuk. “Ödemiyoruz diyelim mi” dedik. Oy birliğiyle “ödemiyoruz diyelim” diye karar verdik.

İlk faturanın nasıl ödendiği belli değil, orası karışık.

Onu hiç bilmiyoruz. Hiç öğrenemedik. İnanılmaz bir muamma o.

Sabancı muhtemelen onu ödedi ve tepkiden kaçmaya çalıştı, “nasıl olsa bu yumuşar ve iyi niyet gösterisine karşılık Moda Sahnesi de bir adım atar” diye bekledi. Siz devam ettiniz, belki ikinciyi de öderler diye.

İkinciyi ödemediler.

Moda Sahnesi aldığı tavır sonrası sansüre uğradı ve bu sansür devam ediyor

İkinci ödenmedi, saat değiştirildi ve uzaktan kesilebilir hale getirdiler. Seyirciniz bu eyleme destek oldu. Karanlıkta oyun seyrettik. Bu seyircinin de katıldığı kamusal bir eyleme dönüştü. Toplumda da karşılığı oldu. Tabii ki özelleştirmelerin önüne bir tiyatro topluluğu tek başına geçemez ama topluma bir şey söylemiş oldu. Toplumda bunun yeteri kadar karşılığı oldu mu? Ya da tiyatrocular arasında?

Tiyatrocular arasında olmadı. Tiyatrocular durumu kollama ile geçirdiler çünkü taraflardan biri kültür bakanlığı, bir tanesi çok büyük bir sermaye grubu. Onların karşısına çıkmayı büyük çoğunluk istemedi. Bunun bir vatandaşlık hakkı olduğunu da kimse söyleyemedi tiyatrocular arasında. Biz anarşistlik filan yapmadık, gerekirse yaparız ama daha o aşamada değiliz. Bu vatandaşlık hakkının kullanılmasıydı. Neredeyse temel ihtiyaçlardan biri haline gelmiş olan elektrik kimsenin tasarrufunda olamaz, bu şekilde fiyatını arttırmak ya da satmak. Aslında bunu söylemek ve göstermek istedik. Bir tiyatro da olabilirdik, bir evde de yaşıyor olabilirdik, bir yerde bir büro da olabilirdik.

Hem o dönem hem sonrasında Moda Sahnesi’ne bir tür sansür uygulandı, uygulanıyor, bunu da söylemek lazım. Mesela geçmişte bizi oynayalım diye davet eden birtakım sahneler, kurumlar daha sonra bizimle hiç iletişime geçmediler. Merhabalarını kestiler. Bizim onları, onların bizi tanıdığını gösteren herhangi bir belirtiden uzak durdular çünkü karşılarında Kültür Bakanlığı’nı bulmak istemediler. Bir de Kültür Bakanlığı’nı mahkemeye vermiştik destek vermediği için, onu da kazandık ama Kültür Bakanlığı mahkemeyi kazanmamıza rağmen bizi günah keçisi olarak göstermekten vazgeçmedi. Televizyonlarda yaptı Kültür Bakanı bunu, hem de birkaç kere, önünde mahkeme kararı olmasına rağmen bizim aleyhimize konuştu. Aslında suç işliyor tabii ki.

Tiyatro festivalinde sahne vermediler değil mi bu sene? Kadıköy ayağı sizdiniz.

Evet bizi kullanmadılar. Her sene kullanırlar bu yıl hiç “merhaba” bile demediler. İKSV tiyatro yöneticileri telefonlarımıza çıkmadı. Bir oyunumuzun festivalde oynamasını istedik, telefonumuzu açmadılar. Bunlar aslında otosansür değil sansür. Bir otorite var ve onun eli sopalı “mamanızı keserim” şiddeti, bunları galiba “aman dur şimdi onların kültür bakanlığıyla arası bozuk, şimdi bakanlık bizi onlarla görürse bize destek vermez” korkusu etkisi altına aldı.

Belki tüm tiyatroları aynı şekilde etkilemiyor ama kendine dokunan tarafı olmasa bile bir desteğin gelmemesi ilginç.

Biz bu parayı ödeyemeyiz demedik zaten. Biz, ilkesel olarak buna karşıyız. Birinin keyfî olarak elektriği birdenbire üç katına çıkarmasına karşıyız. Yoksa bu parayı bulmak değildi problem. Dostlarımız var, ahbaplarımız var, bir seyirci kampanyası yapsak gelirlerdi zaten. Çok insan teklif etti biz ödeyelim faturanızı diye. Biz dedik ki orada değiliz. Biz bunun görülmesini istiyoruz. Burada bir adaletsizlik var, bir hak gaspı var. Aslında tiyatroların tam da bunu, toplumda duyulması zor olan sesler olmayı işaret etmesi gerekirdi. Biz niye tiyatro yapıyoruz ki? Ben eğlence için yapmıyorum, tam da bu seslerin büyüdüğü yer, görüldüğü yer olsun diye yapıyorum.

Tiyatronun sorumluluğu var

Eğitimde özelleştirme olmaz. Sağlıkta olmaz. Barınma bu hale gelemez. Tiyatro ticari bir şey olarak çok kârlı bir iş değil gibi gözüküyor. En azından sizin gibi tiyatrolar için.

Böyle yapınca değil, tabii.

Sohbet uzayabilir. Özellikle bazı şeylerin tekrar hatırlanması için de seninle sohbet etmek istedim çünkü unutuluyor ne yapıldığı, ne edildiği. Bir sahnenin yaptığı tiyatronun nelerden etkilendiğinin de bilinmesi lazım. Tek başına ben “bir tane oyun okuyayım, bu tutar, bu tutmaz”, “buna seyirci gelir, buna gelmez” değil mesele. Başka dertlerin olması lazım. Görüyorum son seçtiğiniz oyunları. “Bu tutar, bu tutmaz” diye seçmiyorsunuz. Bazı oyunlar belki ayda bir kere oynuyor. Oynayanlar da oradan geçinelim diye bakmıyorlar. Bunun çok iyi anlaşılması lazım. Tiyatro kamusal bir eylemdir, onun sorumluluğu vardır, siz tiyatrocular da bu sorumluluğu taşımaya çalışıyorsunuz burada. Teşekkür ediyorum bize vakit ayırdığın için.

Ne demek büyük keyifti. Her zaman konuştuğumuz şeyleri bir de böyle, bu formatta konuşmuş olduk.

NİHAN BAYRAKTAR / SOL