28 Haziran 2014 Cumartesi

Ekmeleddin İhsanoğlu'nda Said Nursi izleri-Ahmet Mümtaz İdil/ SOL

Bundan tam 3 yıl 4 gün önce, 28 Haziran 2011’de İslam Konferansı Teşkilatı’nın adı, Kazakistan’ın başkenti Astana’da yapılan 38. Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) oldu ve amblemi de değişti.
Toplantıda, “işbirliği” sözünün örgütün son on yılda neredeyse tamamen değişen felsefesini daha iyi yansıtacağı da savunulmuştu o toplantıda. Yeni amblemi ise Türkiye’den Raciha İpek Öke adında genç bir tasarımcı hazırlamıştı ve logonun Said Nursi’nin “amud-u nurani” tabirini andırdığı öne sürüldü. Aynı şekilde İslam İşbirliği Teşkilatı isminin de yine Said Nursi’ye atfedilen “İttihad-ı İslam” fikriyle de örtüşüyor. Yani bir anlamda İslam coğrafyasındaki gelişmeler, Said Nursi’nin öngörülerini onaylar nitelikte.
Risale Haber adlı internet sitesinde şu anekdot yer alıyor:
“Amûd-u nuranî tabiri Risale-i Nur'un pek çok yerinde geçmektedir. Bunlardan birinde Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağlı Ali Hoca'nın dünyanın düz mü yuvarlak mı olduğu üzerine düştüğü tereddütte şu cevabı verir;
Risale-i Nur bu çeşit mesâili [meseleleri] halletmiş. Küreviyet-i arz [yerin yuvarlaklığı], ulema-i İslâmca [islam alimlerince] kabul edilmiş; dine muhalefeti yok. âyetteki satıh [yer, yüzey] demesi, kürevî olmadığına delâlet [delil olmak] etmiyor. Müçtehidlerce [içtihat edenlerce], "istikbâl-i kıble" [kabe'ye yönelmek ] namazda şart olması ve şart ise bütün erkânda [esaslarda] bulunması sırrıyla, secde ve rükûda istikbal-i kıble lâzım geliyor. Bu ise, yerin, zeminin küreviyetiyle ve şer'an [şeriata göre] kıble Kâbe-i Mükerremenin [müslümanların kıblegahı olan, kıymetli mekan] üstü tâ Arşa kadar ve altı ferşe kadar bir amûd-u nuranî [nurani sütun] olması, küreviyetle istikbal-i erkânda [şartları yerine getirmek] bulunabilir." (Şualar, 14. Şua)
O sırada İİT’nin Genel Sekreterliği’ni Ekmeleddin İhsanoğlu yürütüyordu.
Sudan ve El Beşir olayı zaten yazıldı. Suriye’de Esad’ın yeniden devlet başkanı seçilmesi “geçersiz” sayıldı.
Şimdi şöyle bir uzaktan bakmakta yarar var: 2005 yılından 2014 yılına kadar İKÖ ve sonradan İİT’nın genel sekreterliği görevini yürüten Ekmeleddin İhsanoğlu’nun İslam öğretisinden kendisini sıyırıp da; laik, demokratik ve çağdaş hukuka saygılı bir cumhurbaşkanı olacağının garantisi ne? Yıllarca birlikte çalıştığı, hatta İİT’nin Genel Sekreterliği görevine Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın kulis çalışmasıyla geldiği bilinen İhsanoğlu’nun, cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğu andan itibaren, başbakan kim olursa olsun, onunla ters düşmesi düşünülebilir mi?
Elbette bütün bunları şimdiden bilmek olanaksız, ama eğer bir terazi olsa elimizde, İhsanoğlu’nun geçmişi ile oturacağı düşünülen koltuktaki geleceği tartılabilse, herhalde İslami kriterlerin ağır basacağı bir cumhurbaşkanı olacağına kesin gözüyle bakabiliriz.
Bütün geçmişini bir anda silip, yepyeni bir “gömlekle” Türkiye’nin bir numaralı koltuğuna oturacağı CHP ve MHP tarafından iddia edilen İhsanoğlu için bir “deneme-yanılma” şansı bulunmamakta. “Vallaha billaha iyi adamdır,” söylemleri ise hiçbir siyasi parti veya kişinin ciddiyetine uymamakta.
“Ya iyi çıkarsa,” ile cumhurbaşkanı gibi önemli bir koltuğun teslim edilmesi düşünülen İhsanoğlu’nun aldığı eğitim gereği istenen şekilde cumhuriyet değerlerini koruyacağı kuşkuludur. Sırf Recep Tayyip Erdoğan gitsin de, kim gelirse gelsin mantığıyla olaya yaklaşmak ise başka bir felaketin kapılarını açıyor.
Soruyorum: Recep Tayyip Erdoğan nereye gidiyor? En ufak bir kuşkusu olduğunda RTE cumhurbaşkanlığı seçimlerine girmez ve başbakan olarak “iktidarını” sürdürür. İhsanoğlu ile “kapışmayı” da sonraya bırakır ve bu kapışmadan da galip geleceği çok açıktır. Ahmet Necdet Sezer kadar bir direnç gösteremeyeceği, onun kadar hukuk bilmediği için zorlanacağı o koltukta İhsanoğlu, bir süre sonra Erdoğan ile “birlikte” çalışmayı tercih edecektir.
Bu, Erdoğan’ın kaybetmesi halinde geçerli olacak durum.
Peki Erdoğan kazanırsa ne olacak? İşte o zaman durum tamamen farklı hale gelir. Herhalde CHP ve MHP’de ciddi bir yönetim değişikliği söz konusu olacaktır.
Kaldı ki, Erdoğan’ın son dakikada “Abdullah Gül kardeşimiz adayımızdır, hayırlı olsun,” demesiyle birlikte, Ekmeleddin projesi tamamen rafa kalkar ve 2015 genel seçimlerinden sonra hızla Devlet Başkanlığı projesine girişilir. En kısa zamanda da yasalardaki değişikliklerle, Abdullah Gül bile görevden alınabilir.
Bütün bunlar 2015 seçiminde AKP-BDP işbirliğiyle milletvekili sayılarının 367’yi geçmesiyle gerçekleşecektir.
Bu haliyle muhalefet (her ikisi de) 2015 seçimlerinde hiç şanslarının olmadığını biliyor. Hatta ellerindeki mevcut milletvekili sayısını korumakta bile zorluk çekecekler, koruyamayacaklar da. AKP’nin Meclis’teki sayısını artırması, başkanlık sistemine bir adım daha yaklaşmasına neden olacak, o zaman Abdullah Gül veya Emeleddin İhsanoğlu “sorun” olmaktan çıkarılacaktır.
Tayyip gitsin de kim gelirse gelsin, mantığıyla gireceğimiz Cumhurbaşkanlığı seçiminde ipler tamamen Recep Tayyip Erdoğan’ın elindedir ve herkes bir kenara yazsın, Erdoğan’ın hiçbir yere gideceği yoktur.
Dünkü grup toplantısında verdiği ipuçlarına bakılırsa, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adayı olacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Ne demişti dün: “AKP’nin çözülüp dağılacağı görüşlerine itibar etmeyiniz. AKP kulis partisi değildir. AKP’nin başına kim gelirse gelsin, önemli olan partinin kimliğidir.”
Yeterince açık değil mi?
Bir de, hiç aklınıza takılıyor mu, neden Erdoğan Ekmeleddin İhsanoğlu ile ilgili hiç görüş bildirmiyor. Yapısına da aykırı. Şimdiye kadar çoktan yerden yere vurmuştu muhtemel rakibini. Aday olmadığı için sataşmıyor denemez, zira nasılsa kendi olmasa da bir AKP’li aday olacağı için, İhsanoğlu potansiyel tehlike ve hedef.
Ama nedense hiç sataşmıyor.
Ahmet Mümtaz İdil/ SOL

Köşk’e Kaçabilmek Kurtuluş mu?-ŞÜKRAN SONER

2002 yılında, vatandaşın toplam tüketicikredi kartı borçları 6.308 milyar lira iken, dudak uçuklatan 53 katı bir artışla, 2014 yılı mart ayında 331.376 milyar liraya yükselmiş. Dünün ekonomi haberleri arasında eski Morgan Stanley Asya İcra Kurulu Başkanı Stephan Roach’ın çarpıcı açıklaması da vardı; ABD’de parasal genişlemenin sona ermesi ile özellikle cari açığı Türkiye gibi yüksek ülkelerde “mali kaos” yaratabileceğini, Türkiye’nin bir sonraki krizin çıkış noktası olabileceğini söyledi. Kur Savaşları kitabının yazarı ekonomist James Rickards da ABD Merkez Bankası’nın balon yaratan politikalarının dolar sistemini çökerteceğini, yabancı sermayeye bağımlı olan Türkiye’nin, yabancı yatırım ve turizme olan bağımlılığın büyümesi nedeniyle kötü etkileneceğini belirtti... 
12 Eylül’ün gerçek, gizli gerekçesi, emperyal-kapitalist sistemin Türkiye ayağında işlerin yürümesi, 24 Ocak Kararları’nın 12 Eylül darbe yönetimi sürecinde de uygulamasının başında görev yapmış Özal iktidarları, çoğunluk örgütlü orta sınıfların, işçiler-memurlar, üretici köylülerden büyük kaynak aktarımından beslenen piyasa ekonomisinin nimetlerinin üzerinde yükselmişlerdi... 24 Ocak Kararları’nın Türkiye’ye dayatılması Demirel Hükümeti İktidarında yaşanmışsa da, örgütlü işçiler, memurlar, köylülerin ayak diretmeleri karşısında işlerlik kazanamamış, lüks sayılan 1961 Anayasası, sendikal yasaları ile demokratik örgütlenme haklarının yasaklanabilmesi için 12 Eylül darbe yönetimi kaçınılmaz olmuştu. 
Ağırlıklı sosyal devleti ayakta tutan çalışanların örgütlü haklarının gasp edilmesi ile sosyal devlet düzeninden, örgütlülükten büyük sapmalarla, emeği ile geçinen örgütlü orta sınıfların çok ağır yoksullaştırılmaları sayesinde, tüm dar gelirlilerden sağlanan çok büyük kaynak aktarımları ile, öngörülen serbest piyasa düzeni çarkları için büyük kaynak birikimler yaratılabilmişti. Askeri darbeden sivil yönetime geçiş sürecinde medyatik algılama oyunu ile 12 Eylül askeri darbe yönetiminin ekonomi sisteminin de danışmanı, yürütücüsü Özal, sözde darbe karşıtı sivil parti yöneticisi olarak iktidarın başına geçmişti. Mucize olarak pazarlanan serbest piyasa düzeni açılımı, büyümesi 12 Eylül askeri darbe yönetiminin yaratığı yasaklı düzenin büyük kaynak aktarımlarının birikimi üzerine oturmuştu. Askerler darbe yapıyor, ancak kaynakları çarçur edemiyorlardı...
***
Özal iktidarları, bu büyük birikimin üzerine oturmuş parlak büyüme yıllarını, kendi zenginlerini de yaratmanın hovardalığında, asıl orta sınıfı yok etme, kazanılmış emek haklarını geriye püskürten icraatları ile gerçekleştirdi... Emeği ile geçinenlerin, işçilerin kazanılmış haklarına el konulması, çoğunluk için yoksullaşma, yoksunlaşma yaşanacaktır. Ücretlilerden hak alma, büyük yoksullaşma 12 Eylül’ün üç yılında değil, Özal iktidarlarında hızlı geriye gidiş biçiminde olacaktır. Sonrası, aynı hızla siyasal dibe vuruş, Özal için Köşk’e kaçarak kurtuluştur... 
Emperyalist-kapitalist sistemin bilinen, nerede ise periyodik krizlerinden çıkış, hep sil baştan yeni yoksullaştırmalar, kaynaklar yaratılmasıyla ancak sağlanabilecektir. Ülkeler içi-dışı fark etmez çarkları işletecek kaynak yaratılacaktır. Demirel’in çok daha esnek politikalar izlemiş olarak gitgellerinin perde arkasına baktığınızda, Ecevit koalisyon iktidarını, tüm siyasi parti ortakları ile birlikte dibe vuran yıkılışında da bir yüzünde siyasal anlamlı gerekçeler, onlarla içli dışlı asıl ekonomik gerçekler, sistemin krizi de vardır... Derviş operasyonu, Türkiye’nin zengin kuzey dünyasından önce yaşadığı, bankalar tetikleyici büyük ekonomik krizinde evrensel sistemin 24 Ocak kadar önemli, anlamlı bir müdahalesidir. Araya ABD’nin siyasal krizi, 12 Eylül terörü ile yaşadığı travma girince, çıkış yolunda Afganistan, Irak işgalleri yaşatılınca, söz konusu işgallere siyasi stratejik ortak olmayı reddeden Ecevit iktidarının acil düşürülmesi, AKP’nin Fazilet içinden yaratılıp kuruluşu gündeme girmiştir... 

Erdoğan iktidarlarının, Ecevit koalisyon ortaklığının siyasal bedellerini ödediği krizden beslenmesini, Özal’ın 12 Eylül-24 Ocak Kararları benzeri doping almasını görmezlikten gelebilir misiniz? Üzerine kriz sonrası sistemin kendini toparlaması kurallarını, yine anlamlı krizle yaratılmış kaynak aktarımlarını, '65meğin taşeronluk benzeri örgütsüz, kuralsız çalıştırılmasındaki kaynak aktarımlarını eklemeyi de unutmayın... Erdoğan iktidarlarını daha uzun soluklu kalıcı kılan asıl kaynağın İslam dünyası, Ortadoğu’daki kanlı, kirli iç savaşlardan gelen payları sakın atlamayalım. Savaş ganimetlerinin getirileri çok yüksek olsa da, çok çabuk acılı tüketilir... Ağırlıklı İslam dini üzerinden mezhep, ırklar iç savaşlarına bulaşık katkılar... Bozulan dengeler, yüze göze bulaştırılan stratejik ortaklıkların bedelleri, önce siyasette, arkadan ekonomide, tersine tepen silaha dönüşmüştür. Başbakan Erdoğan için Özal gibi Köşk’e kaçış, yetkilerle donatılmış, sorumsuz güç, kaçınılmaz kurtuluş yolu mudur? Seçilebilirse AKP’ye ne olacaktır? 

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet 

1914 Haziranı…- NİLGÜN CERRAHOĞLU

Saraybosna’da Avusturya veliahtı, Franz Ferdinand’ın öldürüldüğü köşeyi çok yakın tarihte, birkaç yıl önce müze yapmışlar; üstüne de iri puntolarla şu yazıyı yazmışlar:“20. yüzyılı başlatan sokağın köşesi!” 

28 Haziran 1914’te, Avusturya veliahtı Ferdinand’ın bundan tam yüz yıl önce, Saraybosna’nın ortasından geçen Miljacka Nehri’ne bakan bu öldürüldüğü köşeye, dünyadan şimdi turist akıyor. 
İkiz kulelerin bulunduğu “Ground Zero”, New York’ta nasıl turizm odağına dönüştüyse, Saraybosna’nın gerçekte geçen yüzyıl boyunca unutulan ve bilinmeyen bu mütevazı köşesi, müzenin buraya yapıldığı 2007’den beri “ünlenmiş”… 
Henüz yeni döndüğüm Trieste’den örneğin, “20. yüzyılı başlatan sokağın köşesine”, I. Dünya Savaşı’nın 100. yılı vesilesiyle turlar düzenleniyordu. Daha fazla zamanım olsaydı; Trieste’den Saraybosna’ya uzanmak ve de dünyanın kaderini değiştiren o acayip “28 Haziran 1914” suikastının yaşandığı yeri görmeyi çok isterdim… 
Birinci Dünya Savaşı son kertede çünkü kestirmeden hep böyle anlatılır: “Arşidük Ferdinand Saraybosna’da suikasta kurban gidince, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu Sırbistan’a savaş açtı ve böylelikle I. Dünya Savaşı çıktı!” 
Sürekli ezbere tekrar edilen bu cümle karşısında hep ortaokul günlerimden beri“Neden bir suikast için bunca büyük bir savaş çıktı?” diye duraksamışımdır…
Osmanlı ile çözülen imparatorluklar 
Saraybosna’daki “suikast müzesini” gidip yerinde gezemedim ama Balkanlar’ın Avrupa’daki kapısı sayılan Trieste’de elime 167 sayfalık küçük bir kitap geçirdim…. 
Kitabın adı “1914”
Yazarı, İtalya’nın tanınmış tarihçilerinden Luciano Canfora... 
Çok kolay okunan kitap aslında tam da bu soruya odaklanıyor. Sonuçta “Avusturya arşidükünün katlinin, I. Dünya Savaşı’nın kıvılcımını çakmış olması” öyküsünün fazlasıyla basitleştirilmiş bir öykü olduğunun altını çiziyor; savaş rüzgârlarının büyük güçler arasında nicedir estiğini, meselenin dönemin küresel emperyali İngiltere’nin güç kaybıyla, tam o sırada “topraklarında güneş batmayan” Britanya İmparatorluğu’na rakip çıkan… dünyanın yeni yükselen gücü Almanya arasındaki yarıştan kaynaklandığını; dönemin diğer güçlerinin, bu amansız boy ölçüşme etrafında tekrar pozisyonlar belirlemeleriyle pazar, hammadde, yatırım alanlarının yeniden paylaşılmasının gündeme geldiğini ve kıyametin böyle koptuğunu anlatıyor. 
Öylesine bir kıyamet ki (Osmanlı, Alman, Avusturya-Macaristan ve Büyük Rus imparatorlukları dahil olmak üzere) 4 dev imparatorluk çözülmüş; St. Petersburg’da Bolşevik devrimi tetiklenmiş; ideolojiler çatışması ve savaşın yıkıntısı ardından faşizmler, Nazizmler patlamış, bu yüzden II. Dünya Savaşı’nın temelleri atılmış ve nihayet bunu da… 20. yüzyılın sonunda “duvarın” düşmesiyle sona eren bir uzun Soğuk Savaş izlemiş… 
Kimi tarihçiye göre, I. Dünya Savaşı böyle… 20. yüzyılın tamamına yayılan bir olaylar silsilesinin başlangıcı… 

İşte bu silsile Saraybosna’da dünya turizminin henüz yeni keşfettiği bir sokak köşesinde vurulan Veliaht Ferdinand’ın suikastı ile başlıyor. 
Ferdinand’ın öldürülmesine, dönemin gazeteleri gerçi… çağımız medyasının 11 Eylül’e verdiği yer kadar yer vermiyor. Ama Avusturya Macaristan İmparatorluğu, 28 Temmuz’da… Sırbistan’a hızla, bir ay içinde savaş ilan ediyor. Bunu 30 Temmuz’da... Rusların “seferberlik ilanı” izliyor. Rusların seferberliğe girmesiyle Almanya da, Rusya’ya savaş ilan ettiğini duyuruyor. 
Bu tırmanışı, “48 saatte Avusturya-Sırp çatışması bir Avrupa savaşı halini aldı” diye anlatıyor Canfora “1914” başlıklı eserinde…
Günümüzle paralellikler 
Birinci Dünya Savaşı’nın kitaplar, sergiler, turizm etkinlikleriyle böyle kanlı canlı hatırlanmasına yol açan sebep, günümüz üzerinde “1914”ün halihazırda süren etkileri ve yüzyıl öncesiyle çizilen çarpıcı paralellikler. 
Birinci Dünya Savaşı’nın vaktiyle “küresel emperyaller arasında değişen dengeler”den çıktığına dikkat çeken tarihçiler; bugün de, dönemin küresel gücü ABD-Çin arasında yepyeni bir boy ölçüşme yaşandığını, bu boy ölçüşmenin yeni türbülanslara yol açtığına işaret ediyorlar. 
Yanı sıra Ortadoğu’daki kaynaklar ve nüfuz alanları üzerinde koz paylaşan büyük devletlerin kapışmasının günümüzde halihazırda Suriye, Irak gibi ülkeler üzerinde süregittiğine parmak basıyorlar. 
Irak, Suriye misali ülkelerin sınırlarını belirleyen Sykes-Picot anlaşmaları, doğrudan zaten Birinci Dünya Savaşı’nın mirası. 
Bugün Suriye’yi ve Irak’ı konuştuğumuz zaman; aslında kaynağını I. Dünya Savaşı’ndan alan problemlerden bahsediyoruz. 
“Bağımsız Kürdistan” planlarından söz ederken; keza geri planı gene yüz yıl öncesinde kalan sorundan söz ediyoruz. 
Mezhep savaşları, İslamın büyük güçler güdümü altında bölgede araçsallaştırılmasından dem vurduğumuzda kökenleri gene I. Dünya Savaşı yıllarına giden bir paradigmadan dem vuruyoruz. 
Birinci Dünya Savaşı’nı 100. yıl değerlendirmeleri kapsamında en çok konuşması, hatırlaması gereken ülkelerden biri Türkiye iken… bizde bu türden bir tarihi duyarlılık pek görülmüyor. 
Neden dersiniz? 
Hâlâ aynı sorunlarla cebelleştiğimiz için tarihe dönüp bakamadığımızdan mı? 
Yoksa yalnız günü kurtarmakla yetindiğimizden mi?  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

23 Haziran 2014 Pazartesi

Din toplumuna doğru!-Rıfat Okçabol/SOL

Hemen her gün, toplumu din toplumuna dönüştürecek bir adımın daha atıldığı görülüyor. Bir gün, okulların birinde kızlarla erkeklerin ayrı sınıflara konduğu haberi geliyor. Ertesi gün, bir üniversitenin konferans salonunda Yasin okutuluyor. Bir gün çocuklara imam hatibe gidip gitmeyeceği soruluyor. Bir başka gün, alkollü hastanın ambulansa alınmadığı haber çıkıyor. Bu tür haberler alt alta sıralandığında, dini topluma dönüştürme sürecinin görülmemiş derecede hız kazandığı anlaşılıyor. İstanbul Üsküdar’da ilkokullarda din anketi dağıtılmasıyla ilgili haber, bu sürecin giderek sistematikleşmekte olduğunu gösteriyor.
İlkokul öğrenci velisinin dolduracağı anlaşılan bu anketin giriş bölümünde, “Bu anket öğrencilerin Türkiye’de devlet okullarındaki din derslerinde onların ahlaki ve dini duyarlılıklarına bağlı olarak nasıl din eğitimi aldıklarını incelemeyi hedefleyen bir araştırma çalışmasının parçasıdır” yazıyor. Ancak ankette bu anketin kim/kimler tarafından hazırlandığı bilgisi yer almıyor.
Bu anket için bakanlıktan izin alınıp alınmadığı gazete haberinde belirtilmiyor. Oysa okullarda anket uygulanması için, önce bakanlıktan izin alınması gerekiyor. İzin alınırken bakanlık, bazı anket sorularına izin vermeyebiliyor. Bakanlıktan izin alınmışsa, bu ankete bakanlığın nasıl izin verdiği, bakanlıktan izin alınmadıysa bu anket uygulamasının nasıl gerçekleştiği önem kazanıyor. Çünkü anket soruları, bilimsel nitelikten uzak ve yönlendirici sorularla dolu olduğu gibi, öğrenci ailesini fişleme ve de temel kavramları çarpıtacak niteliğinde olan soruları da içeriyor, anketi dolduracakları ister istemez dine yönlendirecek soruları da içeriyor.
Anket, ne sıklıkla ibadet yapıldığı ve hangi dine mensup olunduğuyla ilgili 3 soruyla başlıyor. Anket uygulayıcı, Müslüman olmayanların din dersini almadıklarını bildiği halde kişilere hangi dine mensup olduklarını soruyor! Bu sorudaki ana amacın, kişilerin Sünni mi Alevi mi olduğunu öğrenmek olduğu belli oluyor. Ankette, çocuğun ibadet yapıp yapmadığı, anketi dolduracak kişinin ne sıklıkta ibadet yaptığı gibi sorular yanında ailenin din temelli bir aile olup olmadığını da ortaya çıkaracak sorular soruluyor. Üstelik anketin üzerinde dolduracak işinin ad-soyadı bölümü olmamasına karşın öğrencilerden anketleri teslim ederken üzerine bu bilgileri de yazması isteniyor!
Bu soruları, (ankette yazıldığı olduğu şekliyle) “okullardaki din dersleri ile ilgili öğrencilerin tecrübeleri, yaz Kuran kursları ile ilgili öğrencilerin tecrübeleri, evde öğrencilerin dini tecrübeleri ve okullardaki din eğitimi müfredatı ile Türk dini kimliği arasındaki ilişki” gibi dört başlık altında yer alan sorular izliyor.
Açıklama bölümünde, okullardaki din dersleriyle ilgili olduğu belirtilen ankette, anlaşılmaz bir şekilde 15 sorunun yaz Kuran kurslarıyla ilgili sorular olduğu görülüyor. Bu sorularla bir yandan da velilere yaz Kuran kursu propagandası yapılmış oluyor.
Anketteki pek çok soruda, var olan din dersleri sanki laik derslermiş gibi, “okullardaki laik din dersi müfredatı” ifadesine yer veriliyor. Ankette birkaç soruda “Türk dini kimliği” gibi bir ifade kullanılıp yeni bir kimlik üretilmeye ve dayatılmaya çalışılıyor. Anketi dolduracak kişilere, “okullardaki laik din dersi müfredatı dini kimliğin gelişiminde olumsuz etkiler yaratmaktadır”, “laik din dersi müfredatı Türk dini kimliğiyle çatışmaktadır”, “çocuğum laik din eğitimini aldıktan sonra ibadetlerini değiştirdi”, “okullardaki din dersinde öğrenciler laik din dersi müfredatı yüzünden günümüz manevi ve ahlaki meseleleri eleştirel olarak değerlendirme fırsatı bulamamaktadır” gibi ifadelere katılıp katılmadıkları soruluyor. Bu tür sorular da, anketi hazırlayanların okullardaki din dersini bile yetersiz bulduklarını gösteriyor.
Bu anket, bilimsel niteliğiyle değil de toplumu dini topluma dönüştürme hedefi açısından çok hesaplı bir şekilde hazırlanmış bir anket olarak göze çarpıyor.
Toplumu din toplumuna dönüştürmeye yönelik bu tür bilinçli ve planlı uygulamalara karşın, ne yazık ki, laik, demokratik ve sosyal hukuk devletini korumakla görevli olan yetkililerin aymazlığı ise anlaşılmaz bir şekilde devam ediyor.
Rıfat Okçabol/SOL

‘IŞİD’ Neyin ‘Semptomu’-Ergin Yıldızoğlu

IŞİD’in aniden Ortadoğu’da gündemin başına oturmasını askeri başarılarına, gaddarlığına, modern teknolojiyi başarıyla kullanmasına, Irak Sünnilerinin isyanına bağlayabiliriz ya da daha geniş bir açıdan bakarak tüm İslam dünyasını kapsayan, Avrupa’ya kadar uzanan bir “durumun” semptomu olarak düşünebiliriz.
Ortadoğu’da taşlar yerinden oynadı 
Bu “durumu” şekillendiren dört etkenden söz edebiliriz. 1 - Kapitalizmin krizi içinde sermayenin, malların dolaşımında, metalaşma sürecinde yaşanan ani hızlanmanın ekonomik, kültürel etkileri. 2 - ABD’nin Irak’a girmesiyle bölgede sınırların geçirgenleşmeye başlaması. 3 - Tarihi Şii-Sünni çatışmasının tetiklenmesi; 4 - Hem“ulusalcı-laiklik” denen bir şeye, baskıcı rejimlere hem de “aşırı” kabul edilen akımlara karşı gündeme gelen “Ilımlı İslam” projesinin iflası. Bunlara kısaca bakalım. 
1 - IŞİD tüm Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da yükselen cihatçı hareketin şu sırada en etkin parçası. Bu hareketin yükselmesi için gereken insan enerjisinin, kaynağını, yerel ekonomilerin, ataerkil yapıların, metalaşmayı hızlandıran neoliberal politikaların basıncıyla sarsılmasına, eğitimli genç işsizler nüfusuna, bu ikisinin etkisiyle seçkinlerle halk arasındaki postkolonyal mutabakatın çökmesine bağlayabiliriz. 
Bu enerji kendini “Arap İsyanları”nda açığa çıkardı. Bu isyanların zemini üzerinde gündeme gelen emperyalist müdahale, Libya’nın yıkılmasıyla etrafa saçılan silahlar, nihayet Suriye iç savaşı da hızlandırıcı etkenler olarak yorumlanabilir. 
2 - ABD Irak’a girince, üç şey oldu. “Sykes- Picot” anlaşmasının çizdiği sınırların artık korunamayacağını düşündüren bir aşınma başladı. Kürtlerin otonomi kazanma sürecine, Irak Suriye sınırının geçirgenleşmeye başlamasına da bağlı olarak hızlandı. El Kaide ve benzeri cihatçı örgütler Irak’ta, ABD işgaline karşı direniş içinde kendilerine verimli bir büyüme ortamı buldular. 
3 - ABD Irak’ı stabilize edemeyince Şii-Sünni çatışmasını, tarihin bu canavarını uyandırdı (uydurma intihar saldırıları, Iraklı kılığında yakalanan ajanlar vb. ilişkin haberler arşivlerde duruyor). İran’ı dengeleyen Saddam rejimi yıkılınca, Şii-Sünni çatışması canlanınca, Suudi Arabistan, körfez devletleri, İran’ın bölgesel etkisinin artmaya başladığını düşünerek korkuya kapıldılar. Bu Sünni rejimler İran’ı dengeleme telaşına kapıldılar. Şii-Sünni çatışması, devletler arası bir rekabete, Irak ve Suriye’de olduğu gibi “vekâleten” yürütülen (proxy) savaşlara yol açtı. Bu “vekâleten savaş”pratiği içinde Sünni ülkeler Suriye’de, Irak’ta IŞİD, El Nusra gibi cihatçı örgütleri desteklemeye başladılar. 
4 - Ilımlı İslam projesi Türkiye, Mısır, Tunus deneyimlerinin gösterdiği gibi otokrat yönetimlerin yerine demokratikleşme süreçlerini koymadı. Aksine hızla kendi totalitereğilimlerini ortaya çıkardı. Dahası cihatçı akımlara ters düşmeye niyetli olmadığı, her fırsatta onları desteklediği, koruduğu anlaşıldı.

İslam dünyası ‘kötü sonsuza’ mı saplandı? 
Modern Ortadoğu konusunda en önemli yapıtlardan, “Tüm Barışa Son Veren Bir Barış” başlıklı kitabın yazarı David Fromkin 2007 yılında bir söyleşide,“Ortadoğu’nun geleceği üzerine bir öngörüde bulunur musunuz” sorusuna,“Ortadoğu’nun geleceği yok” cevabını vermiş (Goldberg, The Atlantic, 19/06/2014). 
“Geleceği yok”, değişmeden var olanı tekrarlamaya devam edecek, Hegel’in bir deyimini ödünç alırsak “kötü sonsuz” içinde kalacak demektir. Fromkin’i çok kötümser bulabiliriz, ama “bu saptamasını” destekleyen etkenlerin varlığını kolaylıkla inkâr edemeyiz. Bu etkenlerden biri de İslam dünyası ile ilgili. 
IŞİD’in Şiileri hedef alan saldırıları, 1500’lerin başında Protestan ve Katolik devletlertopluluklar arasında yaşanan “30 yıl savaşları” dönemini anımsatan yorumlara yol açtı (The Spectator, Foreign Policy)
Ancak Şii-Sünni çatışması, Katolik-Protestan ayrımına kaynaklık eden bir reformasyon “olayı”na dayanmıyor; kökleri toplumsal düzeyde başlayan birtakım gelişmelere, örneğin yeni bir “üretim tarzının” filizlenmeye, yeni insanın oluşmaya başlamasıyla ilişkili değil. Bu yüzden bu çatışmanın kalıcı bir sonuca ulaşmasının koşulları yok. 
İslam dünyasının bu çatışmanın “kötü sonsuzundan” çıkabilmesi için bir üçüncü tarafgerekiyor. İlk bakışta bireysel özgürlüklere “öteki”nin varlığına saygılı, dinler, mezhepler arası ortak yaşamın olasılığına vurgu yapan “Ilımlı İslam Projesi” bir üçüncü taraf sunabilecek gibi görünüyordu. Ancak, “Ilımlı İslam”, liberal entelijansiyanın, kimi İslamcı entelektüellerin tüm çabalarına karşın bu potansiyelini gerçekleştiremeden iflas etti. 
Bu iflasın bir teorik-teolojik, bir de pratiksiyasi, iki grupta toplanabilecek çok çeşitli nedenleri var. Başbakan Erdoğan bir keresinde “İslamın ılımlısı olmaz” demişti. Bu saptama hem teorik-teolojik olarak doğrudur hem de o günden bu yana pratikte doğrulanmıştır. 
Çünkü, “Ilımlı İslam” projesi, bir “üçünü taraf” olabilmesi için gerekli teorik ve teolojik gerekçeleri oluşturmayı başaramamıştır. Bunlar, kutsal kitaptan “uygun”bulunan kısımlar seçilerek oluşturulamaz. Kutsal kitabın tümünü birden, Şii-Sünni çatışmasının üzerine çıkan, Müslümanlığı yeni bir ışıkta görmeye olanak verecek bir teorik çaba gerekir. Bu olmazsa olmaz koşuldur. Ancak şimdi aktaracağım “Özgür Suriye Ordusu” ile IŞİD arasında geçen bir telsiz konuşmasının kayıtlarının göstereceği gibi yeterli koşul değildir. 
IŞİD: “Sizi dönek ilan ettik. Siz Allah’ı, peygamberini inkâr ediyorsunuz”. ÖSO:“Niye buraya geldin kardeşim, git İsrail’le savaş.” IŞİD: “Döneklerle savaşmak Yahudilerle, Hıristiyanlarla savaşmaktan önce gelir. Bütün imamlar bunu bilir” (Spectator, 17/06/2014). 
Müslümanlığı yeni bir ışıkta görmeye olanak verecek bir teorik-teolojik çaba ‘Kutsal’a, Tanrının mesajına ilişkin olduğundan, yalnızca teoride değil, esas olarak pratikte kazanılması gereken bir savaşı gündeme getirir. ‘30 Yıl Savaşları’ içinde reformasyonu savunan sınıfların, devletlerin direnci sayesinde, her iki akımın birlikte yaşamasını düzenleyecek Vestfalya anlaşmasına olanak verdi. Bu gün ne “ılımlı”İslamın bir teorik-teolojik dayanağı var ne de onu savunacak güçlü sınıflar ve devletler.
İroni şuradaki “Ilımlı İslam”dan beklenenlerin hemen hepsini yerine getirmeye uygun, dinlerin, mezheplerin çatışmadan bir arada yaşamasına olanak veren bir düzen AKP öncesinde Türkiye’de vardı. Bu düzenin sorunu laiklik değildi, ekonomik düzenin adaletsizliği, bireysel hak ve özgürlüklerin yetersizliğiydi. Siyasal İslam laikliği hedef alırken sol/liberal entelijansiyanın salakları bunu demokratikleşme sandılar... Şimdi muhalefetin bile dini ölçütlere göre şekillenmeye başladığı bir noktaya geldik. “Kötü sonsuz”da debelenmeye devam...  

Ergin Yıldızoğlu
Cumhuriyet

22 Haziran 2014 Pazar

RTE ve Merzifonlu Kara Mustafa-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Erdoğan Viyana konuşmasında ağzını açar açmaz, ‘Bizler (II. Viyana Kuşatması’nın padişahı) IV. Mehmet’in, (II. Viyana Kuşatması’nın sadrazamı, komutanı) Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın mirasçılarıyız dedi. Avusturyalıların ‘medeniyetler ittifakı eşbaşkanı’ olmakla övünen bir liderden duymak isteyecekleri son cümle herhalde bu olmalı. II. Viyana Kuşatması, ‘medeniyetler çatışmasının en baba milatlarından biridir, hâlâ travma olarak anılır ve yaşatılır” demiştim dün… 

Okurumuz Yavuz O. bu tespit için; “Yazınıza ilişkin bir hatıramı anlatırsam ViyanaKuşatması’nın ne derece iliklere işlediğini bir kere daha görürsünüz” diye ilave ediyor: 
Yıl 1956 ben tıfıl bir Türk genci güzel Viyana’ya üniversitesinde okumak üzere ilkdefa ayak basıyorum ve henüz Almanca sıfır olduğu için İngilizce ile kendime oda bulabilmek için komisyoncu bir şirkete müracaat ediyorum... Neyse derdimi anlattıktan sonra ismimi yazmakta güçlük çekiyor ve nereden geldiğimi soruyor ‘Türk’ deyince hemen anlıyor ve bir de ne göreyim isim kısmına bana hiçbir şey söylemeden ‘Kara Mustafa Pascha’ yazıyor ve parmağı ile Almanca konuşulan yerlerde kullanılan bizde ‘seni gidi seni’ye eş düşen bir işaret yapıyor. Benimitirazım üzerine güçlükle düzeltiyoruz ve ben o tıfıl halimle kızgınlıktan kıpkırmızı yüzümle odadan çıkıyorum. Yıl 2014 ve TC Başbakanı Viyana’da Kara Mustafa Paşa ile sükse yapacağını zannediyor. Allah akıl versin. 77 yaşında bir okuyucunuz…
Saygı karşılıklıdır 
Erdoğan Viyanalı ev sahiplerine büyük olasılıkla “Merzifonlu Kara Mustafa Paşa” ile caka satmak peşinde değildi. Sanıyorum amacı ezik gurbetçilere; “Bakın sizin burahalklarından bir eksiğiniz yok, fazlanız var. Siz vaktiyle buraları titreten Koca Mustafa’nın torunlarısınız!” diye gaz vererek gönül çelmek ve kendi adına sadece prim toplamaktı... 
Konuşmayı baştan sona okuduğunuzda, Erdoğan’ın baş gailesinin bu olduğunu; Avusturya mercilerine yer yer çiçek atmakla birlikte, konuşmanın yapıldığı ülke ortamını çok takmadığını/özünde sadece “Türk’e Türk propagandası” ile meşgul olduğunu görüyorsunuz. 
Avusturyalı Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz’u da çileden çıkaran tam da bu. 
Tam da bu yüzden… Avusturya kamuoyunu hesaba katmadığı ve kale almadığı için “Ev sahibine gösterilen saygı farklı olmalıydı” diye yakınan ve Erdoğan’a dolaylı yoldan “saygısız” imasında bulunan “28 yaşındaki tıfıl”(!) Kurz özetle; “Dün gördüğüm manzara (uyarılara rağmen!) Türkiye’deki seçim kampanyasının Avusturya’ya taşınmış olduğudur. Erdoğan huzursuzluk yarattı” diyor. 
Aynı zamanda “uyum bakanı” olan ve başbakanın “Viyana çıkarması” öncesinde ısrarla; “Benim Türk toplumu ile çok iyi ilişkilerim var. Üç yıldır uyum alanında çalışıyorum ve Türk kökenlilerin ülkemiz için büyük kazanım olduğunu düşünüyorum. Bu insanlar ülkemizin yabancı bir parçası değiller, toplumumuzaaitler ve saygı görmeliler. Ancak taraflar kışkırtıcı ifadelerden kaçınmalı” diye konuşan Kurz’un üstelediği kavram “saygı”... 
Saygı görmenin tek şartı karşı tarafa da saygı göstermekten geçer. 
Muhatabınıza ne ölçüde saygı gösterirseniz o ölçüde saygı görürsünüz. 
Kurz sonuçta, “Bize saygı göstermeyen, bizden saygı göremez. Kaybeden göçmenleriniz olur!” demeye getiriyor.
Kalan ‘Türkennot’ mirası 
Erdoğan yandaş ve karşıt gösterilerle; Avrupa’nın en düzenli şehirlerinden biri olan Viyana’da kasırga etkisi yaratmakla kalmıyor; resmi olmayan özel bir geziye çıkmasına rağmen, 200 bin yeniçeriyle zamanında Avusturya başkentini kuşatan Kara Mustafa Paşa misali dev refakatçi ordusuyla şehre dalıyor… 
Yetmezmiş gibi bir de Viyana konuşmasında “Kara Mustafa’nın mirasçılarıyız, Viyana ortasından geçen Tuna Nehri, tarih boyunca İstanbul’a akmıştır. Bugün de İstanbul Boğazı’na akar” minvalinde “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik!” edebiyatı yapınca Avusturyalılar çileden çıkmış olmalı. 
Viyana’dan “Tuna’yı İstanbul Boğazı’na” akıtan başbakan; Avusturya’ya hareket etmeden önce keşke, Türkçeye de çevrilen büyük İtalyan yazarı Claudio Magris’inTuna kitabını okusaydı. 
Avrupa’nın sayılı “Orta Avrupa-Tuna” uzmanlarından olan Magris; II. Viyana Kuşatması’nı tasvir ettiği “Hilalin Dehşeti” adlı bir yazısında; “Başbakanın torunu olmakla övündüğü” Kara Mustafa’nın izini şöyle anlatır: 
Viyana’yı 200 bin kişiyle kuşatan Kara Mustafa’nın ordusu, sadece askerlerdenibaret değildi. Ordunun içinde aynı zamanda teknisyenler, artizanlar, hokkabazlar, şairler, sadrazamın 1500 cariyesi, cariyelerin teslim edildiği karaderili harem ağaları da bulunuyordu… 
60 günlük Viyana kuşatması, abartılı bu ayrıntılarıyla birlikte hâlâ bugüne ait bir olaymış gibi hatırlanır. Orta Avrupa tarihinin katmanları, aradan geçen yüzyıllara rağmen, hâlâ sonuçlanmamış çatışmaları ve açık yaralarıyla canlı kalan, bu haliyle eski büyük bir ağacın köklerinde ve dallarındaki yaşam damarlarını andırır. Almancada gerçekte tercüme edilmesi çok güç ‘Türkennot’ adında bir sözcükvardır. Sözcüğün anlamı acı, karşı konulmaz çaresizlik, bela ve Türk dehşeti demektir…” 
Viyana’ya porselen dükkânına giren bir fil gibi dalan Erdoğan; “Kara Mustafa” adını ağzına aldığı anda ardında, orada yaşayan göçmenlere, bu anıyla her gün baş edilecek bir “Türkennot” mirası bırakıyor.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

21 Haziran 2014 Cumartesi

Erdoğan’ın Viyana Çıkarması-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Erdoğan’ın Viyana kortejini, Avusturyalılar “YouTube”a koymuş… 
Başbakanın Roma’ya nasıl geldiğini önceki dönemlerde gördüğüm için merak edip baktım. 
Google”a, “motorcade of Turkish PM Erdoğan in Vienna” yazdığınızda önünüze geliyor… 
Sayın sayabildiğiniz kadar: 28 resmi araç, 3 motosiklet, 2 ambulans; insan afallıyor! 
Simsiyah arabalar arabalar… 

Korumalar korumalar… 
Yukarıda tur atan helikopterler… 
Polis ekiplerini şimşek hızıyla izleyen ambulanslar… 
Geçiyor geçiyor ve de bitmiyorlar… 
Viyana kortejinin bir benzerini, İtalyan başkentinde iki yıl önce yaşadım… 
Kentin kalbi olan Termini tren istasyonundan, TC büyükelçiliğine uzanan mesafe hepten felç olmuştu. 
Vespa’larıyla işe gidip gelen Romalılar, kavşaklarda geçişleri iptal eden trafik polislerine küfrediyordu. 
Keşmekeşe bir takside yakalandığım için taksi şoförünün isyanına doğrudan tanık oldum. 
Arabanın motorunu kapatıp “Kim bu?” diye söze başlayan şoför ardından; “Yoksapapa mı geçiyor?” demiş; “Ama… Papa geçse, bunca eziyet etmez!” diye eklemişti.
Roma, Mussolini’den bu yana belli ki bu kadar abartılı bir tantanaya sahne olmamıştı…
Korteji nam saldı 
O yılın eylülünden sonra Kırım’a, Yalta’ya gittim. 
Yalta’ya adım attığım an kentte bir telaş yaşandığını fark ettim. 
TC başbakanı meğer Yalta’da bir uluslararası konferansa katılacakmış… 
Yalta’nın bütün lüks otelleri hep birlikte seferber olmuş, “Acaba ne eder, nasıl eder; Erdoğan’a 80 oda birden bulabiliriz”i araştırıyordu. 
Uluslararası delegasyonlar içinde, lüks otellerde “80 oda” birden isteyen başka devlet, hükümet başkanı çıkmadığından tüm turizm camiası şaşırmıştı. 
Derken aynı kış yolum İspanya’ya düştü. 
İspanya’da yeni tanıdığım bir İspanyol diplomat, Türk olduğumu öğrenir öğrenmez, hemen kısa süre önce ayrıldığı Brezilya’da “Erdoğan olgusu” ile ilk nasıl tanıştığını anlattı: 
2010 Mayısı’nda Erdoğan Brezilya’ya geldi!” dedi: “O dönemde başbakanınız ile benim başbakanım Zapatero‘medeniyetler ittifakı eşbaşkanlarıydı’. İkisinin inişi havaalanında çakıştı. Alana gittiğimde ne göreyim? 50 arabalık devasa bir kortej, Erdoğan’ı bekliyor! Korumalar, ambulanslar… Şaştım. Bizim başbakanı bekleyen yalnız 5 araba vardı!” 
Niye? 
Eski İspanya sömürgelerinin bulunduğu Latin Amerika’ya Zapatero da şöyle “şanıyla” varmak istemez mi? 
Ama olmaz. Yakışık almaz. 
Demokratik bir Avrupa ülkesinde bu derece abartılı bir şatafat düşünemez. 
AB ülkelerinde, güvenliğin, refakatçilerin, korumaların bir bir hesabı tutulur. Böylesine, şişkin bir koruma ordusu ve güvenlik sistemine gerek var mı acaba diye en azından tartışılır; konuşulur. Vergi mükelleflerinin, bu yükün altına girmesinin maliyeti araştırılır. 
Dışarıdan bakanlar aslında Türkiye’deki rejimin ne olduğunu, Erdoğan’ın maiyet alaylarıyla yüz yüze gelince hemen şıp diye anlıyorlar ve aslında sadece TC başbakanına değil, bu aşırılığı doğal gören, kabullenen, içselleştiren hepimize, bu bağlamda not veriyorlar. Böyle aslında bir “not” verdikleri için zaten görüntüleri üşenmeden “YouTube”a taşıyorlar ve tanışır tanışmaz hayretler içinde “Aa Türk müsünüz?” diye tanık oldukları bu çok kalabalık güvenlik ordularını anlatıyorlar.
Merzifonlu ile övünmek 
Erdoğan’ın “Viyana çıkarmasının” çarpıcı olan tek yanı, “YouTube”a düşen kortej görüntülerinden ibaret değildi haliyle. 
Erdoğan, Viyana konuşmasında ağzını açar açmaz, “Bizler (II. Viyana Kuşatması’nın padişahı) IV. Mehmet’in, (II. Viyana Kuşatması’nın sadrazamı, komutanı) Merzifonlu Kara Musta Paşa’nın mirasçılarıyız!” dedi. 
Avusturyalıların, “medeniyetler ittifakı eşbaşkanı” olmakla övünen bir liderden duymak isteyecekleri son cümle herhalde bu olmalı... 
IV. Murat, Merzifonlu Kara Mustafa ve 11 Eylül 1683 tarihleriyle özdeşleşen II. Viyana Kuşatması çünkü hâlâ “medeniyetler çatışması” ile bire bir özdeş kabul edilen bir simge… 
Öyle ki üç asır sonra yaşanan “11 Eylül-İkiz Kuleler” terörünün bile tarihsel bir rastlantı olup olmadığı ve de “11 Eylül”ün, “II. Viyana Kuşatması’yla simgelenen o büyük medeniyetler savaşının miladına” özel bir gönderme olup olmadığı tartışılmıştı.
Bunu “Sağnak”ta vaktiyle uzun uzun anlatmıştım… 
Medeniyetler ittifakı”(!) liderliğine soyunan bir başbakanın, Viyana’ya şimdi “Ben Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın torunuyum!” diye girmesi en hafif deyimle hoş olmayan “gaf”tır. 
II. Viyana Kuşatması’nı” hâlâ bir travma olarak hatırlayan ve yaşatan Avusturyalılar için bunun ne kadar gereksiz ve itici bir vurgu olduğunu anlatmaya sözcükler yetmez… 
Ufaklık” ve “tıfıl” olarak Türk basınınca küçümsenen Avusturya Dışişleri BakanıSebastian Kurz’tan başbakan sonra bunun üstüne bir de; “AB üyelik sürecimizde Avusturya’nın daha aktif rol almasını istemiş!” 
Eh ne demişler? 
İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara, değil mi ama?  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

18 Haziran 2014 Çarşamba

Ekmeleddin Çelebi-MİNE KIRIKKANAT

Koyunun olmadığı yerde, keçiye Abdurrahman Çelebi denilen bir zamanda yaşıyoruz. 
Yaşam kavgasında, işine gücüne koşmaktan siyasal abukluklar üzerine pek de düşünmeyen yurttaştan, işi siyasal abukluklar üzerine görüş belirtmek olan kamu yönderlerine kadar bu ülkenin hal ve gidişatından hoşnut olmayanlar, belki de tek bir konuda aynı fikri paylaşıyorlar: 
AKP iktidarı, 80. yılında devraldığı Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine tereyağına dalan bir kılıç gibi böyle dalabildiyse; laiklikten hukuka, ordudan eğitime, kuvvetler ayrılığından ifade özgürlüğüne tüm Cumhuriyet ilke, kurum ve kazanımlarını doğrayabildiyse böyle lime lime; karşısında direnecek güç, gerçek, ciddi ve kararlı bir muhalefet partisi olmadığı içindir. 
Meclis çatısı altında muhalefet etmesi gereken siyasal yapı, kimi beyinsel bir sefaletin, kimi işbirlikçi bir rezaletin, ama çoğu ilkesizliğin nedeni ya da sonucu olarak omurgasızlıktan mustarip. Kafayı bir türlü kaldıramıyorlar. Kafayı dik tutamayınca, beli de doğrultamıyorlar. Çapsız, ışıksız fikirlerin, edilgen tereddütlerin ardında, sürünüp duruyorlar.
***
BDP ile HDP’nin Kürtlerini ve Kürtçülerini saymıyorum. Onlar iktidara sırnaşmakla tehdit arasında, zaten etnik sütlük ayrımcı yollarında gidiyorlar.
CHP ve MHP’den söz ediyorum. Aslında MHP’yi de bir kenara koymak gerek. Çünkü bu parti, İslamlaştırma politikasını tümüyle onayladığı AKP iktidarına daima ve en can alıcı noktada stepne olmanın dışında, cart curt, ip top diye bağırıp çağırmaktan başka hiç bir muhalif duruş sergilemedi. 
Ama ya CHP? 
Muhalefet yapmaya çalışıyor, hatta bazı üyeleri cesurca yapmaya çalışıyor, ama hani parti belkemiği, hani aşılmaz ilke, hani kırmızı çizgi? Hangi kararlılıkla neyi savunuyor, belli mi? 
AKP’ye veryansın ediyor da, hangi karşı fikri ortaya koyuyor, neye göre ters düşüyor iktidarla, nasıl bir politika öneriyor, daha önemlisi, hangi değerlerini savunuyor Cumhuriyetin? 
İktidarı, devletin kırmızı çizgilerini çiğnetmekle eleştiriyor. Peki CHP’nin kırmızı çizgisi kaldı mı? 
Cumhuriyeti, halkçılığı, milliyetçiliği, laikliği, devletçiliği ve inkılapçılığı nasıl savunduysa, işte bugün, hepsinin ezilip geçildiği noktadayız.
***
Muhalefetin olmadığı yerde, iktidarda Abdurrahman Çelebi’ler oturur elbet. Oturmakla kalmaz, tepinir. Hem de 12 yıldan beri. 
Haydi MHP, zaten AKP’nin yedek lastiği. 
Peki CHP niçin muhalefet olamıyor? Sakın kimse, “Yüzde 26 oy oranıyla daha ne yapabilir” demeye kalkmasın. BDP ve HDP’nin oy oranı yüzde 6, ama Türkiye’nin başını yüzde 70 oranında ağrıtıyor! 
CHP hem muhalefet yapamıyor hem de iktidar alternatifi olamıyor, çünkü savunur göründüğü ilkelere göz göre göre ihanet ediyor, savunduğu fikirlerle çelişiyor. 
Ya da ilkesi kalmadı, yok! 
İşte size son, büyük, kabul edilemez son çelişkisi: Bir genel başkan düşünün ki inancı siyasal arenadan uzak tutmayı gerektiren laiklik adına, uzun süre Alevi olduğunu söylemedi, zaten şimdi de sık sık dile getirmiyor. İyi güzel. Ama Aleviliğini söylemeye çekinen bu “laik” başkan, şimdi tuttu, MHP ile ortak Cumhurbaşkanı adayı olarak ABD patentli, ABD’ye uyumlu şeriatın dünya çapındaki kuramcılarından biri,Fethullah Gülen cemaatinin öpüp başına koyacağı eski İslam Konseyi Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nu öneriyor. Hem de laik Cumhuriyetin kurtarıcısı olarak!

Ekmeleddin İhsanoğlu, kendi yaşam biçiminde inançlı bir Müslüman ve laik bir din bilgini olabilir. Ama eski bir İslam Konseyi Genel Sekreteri ya da din bilgini, laiklik vurgusu bekleyen bir Cumhuriyete başkan olamaz!
***
CHP’nin hesabı ne? AKP oylarının, taş çatlasa yarısını almak. Diyelim ki başardı. Bu da eder, yüzde 22. 
Peki CHP’nin önerdiği aday, laik cumhuriyetçileri temsil ve tatmin eder mi? Hayır! 
CHP, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisine oy veren yüzde 26’lık seçmenin yüzde 20’sini bu aday yüzünden kaybedip AKP’nin yüzde 22’sinin oyunu alsa ne yazar, almasa ne yazar, gözünüzü seveyim, bu mudur vizyon, bu mudur hesap? 
Çünkü artık yeter, ben CHP’nin kendi ilkelerine ihanetinden de, oportünizminden de pragmatizminden de, kısaca biçimden biçime giren yüzsüzlüğünden bıktım. 
İnanın, Sami Selçuk gibi bir ortak adayı kabullenmeye hazırdım. Ama ülkeme dayatılan İslamcılığı ılıtma projesinde, kolerayı vebaya tercih etmeyi kesinlikle reddediyorum. Bir de Ekmeleddin modeli laiklik çekemeyeceğim ve oy vermeyeceğim! 
Benim gibi düşünen de az değil.
“Şeytana tartışmak için taviz verirsen, seni diyalektik mantıkla yenip razı edeceğineemin olabilirsin.” 
LUCIAN BLAGA
GNOKTASI 
Sabah 
Gözümü açsam karanlık, Kapatsam karanlık. Yıldızlar, el ele tutuşup, Şarkılar söylemeyecek mi bana? Ve yârin dudaklarından Öpücük çiçekleri, Açmayacak mı? Eylül bahçelerinde, Nisan yağmurlarında. Gözlerimi kapattım. Güneş doğuyor, Hangi karanlık bedeni, Dilsiz geceyi aydınlatıyor? Camdan, perdeden, Tenimden geçiyor güneş. Sıcacık bir nefes Fısıldıyor kulağıma, sabah oluyor. 
REFİKA TORAMAN

MİNE KIRIKKANAT
Cumhuriyet

Ortaçağ Zihniyeti ile Nasıl Savaşılır?-ÖZLEM YÜZÜAK

“Ne bakıyorsun işim yok diye; işi olan ne yapıyor? Tüm fitne, kadın fitne, çocukfitne, dünya olmuş fitne. Niye çalışayım boşa? İlk ve son Allah, ebedi olan Allah,dönüş Allah’a.. Çalış, ama Allah için çalış inşallah...” 
İŞİD‘in binlerce Türk militanından biri olan E.T.’nin sosyal paylaşım sitesi Facebook’taki profil bilgilerinde kendisi için yazdığı sözler bunlar. Cumhuriyet gazetesinden arkadaşımız Meltem Yılmaz’ın haberine göre E.T. Konya Ereğli doğumlu, evli ve iki çocuk babası.13 Haziran günü yaptığı bir paylaşımda İslam’a küfrettiği gerekçesiyle kafasını kestiği 30 yaşlarındaki bir erkeğin görüntülerini paylaşmış...

İşsizlik ve cehalet... Siyasal İslamın özellikle de köktendinci radikal İslamın itici gücü. Allah adına, din adına ölmeye hazır neferleri bulmak için beslendiği yegâne kaynak. Ve ne yazık ki bizim de içinde olduğumuz coğrafya onlarla kaynıyor. Hem de yıllardır. 
Hatırlarsınız; Nijerya’da radikal İslamcı Boko Haram, ülkeyi cehenneme çevirmiş durumda. Nisan ayında bir yatılı okulu basarak 200’e yakın kız öğrenciyi kaçırmıştı. Geçen hafta da 20 kadını silah zoruyla kamyona bindirip kaçırdıkları bilgisi geldi.“Batılı tarzda eğitim yasaktır” anlamına gelen Boko Haram, hükümeti devirip şeriata dayalı bir yönetim kurmak için savaşan bir terör örgütü. Özellikle son birkaç aydır düzenlediği saldırılarda, en az bin kişi hayatını kaybetti. 
Afganistan’da halk, ilk kez demokratik yollardan bir cumhurbaşkanı seçmek için sandık başına gitti. Ancak Taliban yine devreye girdi. Hem düzenlediği saldırılarda ülke genelinde onlarca insanı öldürdü hem de oy kullanan parmakları boyalı birçok seçmenin parmağını kesti. 
Para, petrol, din, siyaset, aşiret bulamacı içinde insan yaşamının sinekten bile daha değersiz olduğu bir coğrafya. Erkekler cihat için beslensin, kadınlar zaten birer mal. 
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) Musul’u ele geçirdiği zaman önce şeriat kurallarını açıkladı ve ilk madde kadınların zorunlu olmadıkça sokağa çıkmamaları oldu. 
Milyonlarca kadın ve kız çocuğu büyük tehdit altında: terör, cinayet, tecavüz, çocuk yaşta zorla evlilik, fuhuş... 
Hindistan’da Badaun bölgesinde ağaca asılı halde bulunan iki kızın yaşları 10 ve 15’ti. Önce toplu tecavüze uğramış, ardından da asılmışlardı. 
21. yüzyılda Ortaçağ’ı yaşamak başka türlü olamaz. Üstelik bu kez her şey çok daha acımasız. Üstelik vahşet, son teknoloji ile yan yana ilerliyor. İnfazlar, işkenceler, şiddet anında cep telefonları ile görüntüleniyor ve tüm dünya ile paylaşılıyor... 
Peki, gelelim asıl can alıcı soruya: Gözünü kırpmadan 1700 kişiyi öldürebilen bir zihniyet ile nasıl savaşılır? Allah için öldürdüğüne inanan, bununla gurur duyan bir zihniyetle? 
Batı her zamanki gibi seyirci. Özellikle de ABD... IŞİD’in bu hale gelmesi ABD’nin Irak politikalarının sonucu. Şimdi ise kendi oyduğu ve içini çıyanlarla doldurduğu cehennem çukurunda olup biteni seyrediyor. Avrupa, Rusya’nın Ukrayna ile başlayan yeni dış politikasına hâlâ kilitlenmiş vaziyette. Çin, doğu ve güney denizlerinde egemenlik sorunları ile uğraşıyor. 
Dolayısıyla Ortadoğu, kendi kaderi ile başbaşa gibi görünüyor. Bir kıvılcımla parlayan ve diğer ülkelere kolaylıkla sıçrayabilecek devasa bir cephanelik. Ve bu cephaneliğin bir ucunda tüm komşuları ile sorunlu bir Türkiye. AKP’nin akıllara ziyan dış politikası ile bugüne kadar bölgedeki bütün yangınlara körükle gittik. Bakalım, şimdi bu cehennemden nasıl çıkacağız?  

ÖZLEM YÜZÜAK
Cumhuriyet

Ekmeleddin İhsanoğlu: Kazanç mı Hata mı?-MELİSA TEKELİ/POLİTİKA DERGİSİ

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli görüşmeleri sonucunda dün yaptıkları açıklamayla muhalefetin çatı adayının Ekmeleddin İhsanoğlu olduğunu açıkladı. İki muhalefet partisi arasında yaratılan geç kalınmış bu fikir ortaklığı elbette umut verici. Ancak Ekmeleddin İhsanoğlu isminin yarattığı soru işaretleri de bu iş birliğine gölge düşürmüyor değil.

Soru işaretlerinin nedeni  çatı adayı destekleyenlerin gözünde İhsanoğlu'nun kişiliği olsa da neden bu değil. Öncelikle muhalefet partisinin milletvekillerinin bir kısmının çatı adayı bizlerle birlikte öğrenmiş olması sağlıksız bir durumdur. Halkın oy kullanacağı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde geniş çerçeveli bir çalışma yapılmadan, kamuoyu nabzı tutulmadan cumhurbaşkanı adayı belirlenmesi ne kadar büyük bir sorunsa;  aynı çalışmanın parti içinde de yapılmaması, parti meclisinde yer alan vekillerin bile adaydan haberdar olmaması  da oldukça büyük bir sorundur. Yani cumhurbaşkanlığı adaylığının açıklanmasının ilk adımını incelerken bile muhalefetin süregelen sorununa ulaşmış oluyoruz: İletişim eksikliği, birlik duygusunun yokluğu.
Ekmeleddin İhsanoğlu; Türk bilim tarihi profesörü, akademisyen, diplomat ve yazar. Azımsanamayacak derecede yüksek bir birikime ve kariyere sahip.  Tüm kariyerinde en çok dikkat çeken noktalardan biri İslam Konferansı Örgütü'nde 2005-2014 yılları arasında bulunduğu genel sekreterlik görevi. İslam Konferansı Örgütü'nün seçimle iş başına gelen ilk genel sekreteri ve bu görevi yerine getiren ilk Türk olması İhsanoğlu'nun İKÖ'deki görevinin önemini daha da arttırıyor. UNESCO ve Harvard Üniversitesi'ndeki görevleri, milli ve uluslararası bir çok bilim kurumunda bulunan üyeliği, bu kurumlardan bilim ve eğitim tarihine katkılarından dolayı aldığı ödüller, dünyanın farklı bölgelerindeki bir çok üniversiteden aldığı fahri doktora ve profesör unvanları İhsanoğlu'nun uluslararası alandaki saygınlığını gözler önüne koymaya yeterli derecede.

İhsanoğlu'nun AKP ile arasındaki iplerin kopmasıyla ilgili iki konu da Ortadoğu ile ilgili. Hükümetin aksine anlaşmazlıkların çözümü için uluslararası hukuk vurgusu yapan İhsanoğlu'nun Mısır'daki darbe konusunda hükümetten farklı bir bakış açısı dile getirmesi ve Suriye'de yine hükümetten farklı olarak Beşer Esad'ın içinde yer alacağı bir geçiş dönemi önermesi bilinen iki konu. Özellikle Mısır konusundaki farklı görüşler Bekir Bozdağ'ın görev süresinin dolmasına aylar kalmasına rağmen İhsanoğlu'nun istifasını istemesine ve Hüseyin Çelik'in sosyal medyada İhsanoğlu'nu ağır bir biçimde eleştirmesine neden oldu.  Dış politikanın seçimleri etkileyeceği göz önüne alınırsa; İslamcı terörün yükseldiği bu dönemde İhsanoğlu'nun Ortadoğu'yu içeriden tanıma ve bölgeye hakimlik niteliği oldukça büyük bir avantaja dönüşüyor.

Ancak ne yazık ki aynı hakimiyet iç siyaset alanında bir dezavantaja dönüşüyor. İhsanoğlu'nun Türkiye'de yeterince tanınmaması, iç siyaset ile ilgili Türk basınında ya da uluslararası basında çarpıcı çıkışlarının olmaması iç siyaset hakimiyetinin sorgulanmasına neden oluyor. Özellike Türkiye'de artan  insan hakları ihlallerinde göze çarpan bir açıklamasının bilinmemesi;  Türkiye'ye büyük bir dönüşüm yaşatan Gezi Direnişi gibi bir süreçte cumhurbaşkanlığı görevinde Ekmeleddin İhsanoğlu bulunsaydı çok farklı bir yol mu izlerdi diye düşündürüyor. Ekmeleddin İhsanoğlu'yla ilgili yeni bilgiler ulaştırmakta birbirleriyle yarışan gazete ve portallardan ulaşılabilen bilgiye göre ise İhsanoğlu verdiği röportajda Gezi Direnişi'nin çevrecilik yanını benimsediği kadar vandallık boyutuna karşı çıktığını ve tarihi eserlerin yeniden inşa edilmesinin önemli olduğunu da belirtiyor.

İhsanoğlu'nun çoğunluk tarafından yeterince tanınmayışı güçlü bir propaganda süreci ile üstesinden gelinebilecek bir sorun. Ancak bu propaganda sürecini sorgulamamak elde değil. Daha önce adı oldukça duyulmuş, insanların haklarında fikir sahibi olduğu siyasi veya akademik figürlerin bile propaganda süreciyle başarıya ulaşamadıklarını gördük. Bu propaganda süreçlerinin yeterince başarılı olamamasında partilerin etkisi oldukça büyük. Daha önceki seçimlerde siyasi kimlik olarak tabanlarının ve kendilerinin benimsedikleri uygun adaylar çıkarmalarına rağmen yeterince etkin bir propaganda yürütemeyen muhalefet partilerinin şimdi birbirleriyle sağlam bir iletişim içinde, düzenli bir eşgüdümle propaganda süreci yürütüp yürütemeyecekleri merak konusu. Partilerin bu eşgüdümde ve propagandada yaptıkları en ufak bir hata İhsanoğlu için çok büyük bir dezavantaja dönüşecektir dersek yanılmış olmayız. İktidar partisinden aday olarak kim çıkarsa çıksın; seçim kampanyasında, iç siyasette oy kullanacak büyük bir kitle üzerinde güçlü bir etki yaratmış Recep Tayyip Erdoğan'ın 'karizmatik liderliği'nin kullanılacağı iktidar partisinin şimdiye kadarki tüm seçim kampanyalarına bakıldığında oldukça net görülebilir. İhsanoğlu'nun günlük siyasi dilden uzaklığı ve tanınmaması bir seçim kampanyasıyla aşılabilir ama bu ancak; iktidar partisinin organizasyon yeteneği ve bilinen bir siyasi figürle yürüteceği güçlü seçim kampanyasıyla yarışacak düzeyde bir kampanyanın her anında iki muhalefet partisi arası eşgüdümün sağlanabilmesi ile mümkün. Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Halk tanıdıkça sevecek." açıklaması güçlü bir propaganda beklentisi doğuruyor, yine de bu beklentiyi karşılamak pek kolay görünmüyor.

Sayısal üstünlük konusunda kilit olarak görülen Kürt oylarının en azından ilk tur için bir değişim yaratmayacağı;  HDP'nin cumhurbaşkanlığı eş başkan adayları olarak Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ'ı açıklamasıyla kesinleşti. Muhalefet partilerinin ve iktidar partisinin 30 Mart yerel seçimlerindeki oy yüzdesi temel veri olarak alınırsa; çatı adayın %45,2'ye karşı %43 gibi küçük bir farkla geride olduğu görünüyor. 30 Mart yerel seçimlerinde %2'lik bir oy oranına sahip olan Saadet Partisi'nin henüz bir aday çıkarma ya da destekleme açıklaması yapmaması da Saadet Partisi tabanın cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki oylarının kritik olduğunu gösteriyor.

Ekmeleddin İhsanoğlu'nun tüm bu avantajları ve dezavantajları göz önünde tutulduğunda aşılması zor olsa da başarılamayacak derecede büyük bir dezavantaj görünmüyor. Ancak bu adaylığa tepki İhsanoğlu'nun kendisinden çok muhalefet partilerine. Milliyetçi Hareket Partisi tabanından milli kimliği daha ön planda bir aday olması gerektiğini düşünenlerin sayısı az değilse de asıl tepki Cumhuriyet Halk Partisi tabanından geliyor. Önümüzdeki Cumhuriyet Halk Partisi resmi; parti içindeki iletişimsizliği ve birlik olma duygusunu halka da yansıtan ve başka parti tabanlarından oy alabilmek için kendi parti tabanının sesine kulak vermeyen bir kitle. Cumhurbaşkanlığı seçimi elbette ki stratejik kararlar alınması gereken bir süreç ve elbette ki cumhurbaşkanı belli bir ideolojinin insanı olmaktan çok her ideolojinin kendini gerçekleştirme özgürlüğünü sağlayabilecek bir figür olmalı. Ancak Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu taktikselliği tamamen parti ideolojisinin önüne koyması, her kesimden oy alabilmek için farklı siyasi figürleri bünyesinde bulundurması parti içinde bir huzursuzluk ortamı yaratıyor ve bu huzursuzluk muhalefet tabanında memnuniyetsizlik olarak kendini gösteriyor. Türk siyasetinde her kazanımın çaresi olarak İslamcılık'a tutunmanın görüldüğü çatı adayla bir kez daha anlaşılmış oldu ve ne yazık ki bazı çevreler de henüz anlamını bile bilmeden İslamcılık'a tutunmaya tepki gösterenleri İslamofobik olarak nitelendiriyor. Tepki gösterilen İslam değil siyasal İslam'dır, İslam'ın siyaset malzemesi haline getirilip insanların manevi değerleri üzerinden suistimal edilmesine izin vermektir, muhalefetin de anlık siyasi kaygılarla bunun bir parçası olmasıdır.

Ekmeleddin İhsanoğlu'nun iktidar partisinde bir rahatsızlık yarattığı adaylığının açıklanmasından itibaren başlayan açıklamalara bakılınca oldukça net görülüyor. Şimdiden İhsanoğlu'nun Müslümanlıkla bir ilgisi olmadığı, Pensilvanya projesi olduğu, paralel yapının işi olduğu gibi her seçim öncesi bir klasik haline gelen şehir efsaneleriyle aday yıpratma çalışmalarına başlandı. Tüm bunların her seferinde söylenen sözler olduğunu görmemek, İhsanoğlu'nun kişiliğine saldırmak ne kadar tehlikeliyse sadece iktidar partisini rahatsız ettiği için bir adayı desteklemek ve geri kalanını irdelememek de o kadar sığ bir bakıştır.

Seçimlere daha iki ay var, az gibi görünse de uzun bir zaman. Yaşanacak iç ve dış siyaset gelişmelerini ve seçim kampanyalarını bilemeyiz, ben de ancak herkes gibi kendi tahminlerimi yapabilirim. Şahsi fikrim tepkinin kişiye değil Cumhuriyet Halk Partisi'nin süregelen İslamcılık'a tutunma tavrına olduğu yönündedir. Belki bu cumhurbaşkanlığı seçimlerinde iktidar partisinin tabanı Ekmeleddin İhsanoğlu'na oy vermeyi düşünecek ve belki de önemli bir kesim oy verecek ama Cumhuriyet Halk Partisi  tabanı da oy vermemeyi düşünecek ve önemli bir kesim oy vermeyecek gibi görünüyor. İktidar partisinden aşındırılacak taban muhalefet tabanındaki sürekli kaybı karşılar mı bilemeyiz. Orhan Bursalı'nın bugünkü yazısında dediği gibi: "Acele etmeyin.. Politika yapıyoruz."
Naçizane önerim Ekmeleddin İhsanoğlu'nun İslamcılık kimliğini İKÖ'ye bağlayanların İslam Konferansı Örgütü'nü araştırmaları, İhsanoğlu'nun İslamcılık kimliğini Mısır ve Suriye'deki fikir ayrılıkları öncesi iktidar partisi ile yakın ilişkiler içinde olmasına bağlayanlara İslamofobik yakıştırması yapanların İslamofobi kavramını daha çok araştırmaları, parti ne yaparsa doğrudur diyip eleştiriden korkanların particilikten sıyrılıp biat kültürüne giden yolun başından geri dönmek için çaba sarf etmeleri, Ekmeleddin İhsanoğlu'nun eşiyle fotoğraflarını gösterip eşinin türban veya baş örtüsü kullanmamasını laiklik belirtisi olarak gören ve gösterenlerin de şekilcilikten kati suretle kurtulmalarıdır. Seçimler biter, siyasi figürler değişir ancak halk her daim birlikte yaşamaya devam eder.
Melisa TEKELİ
melisa.tekeli@politikadergisi.com

15 Haziran 2014 Pazar

Bakanlığın gericilik oyunları!-Rıfat Okçabol/ SOL

Bakanlığın her karar ve uygulamasının altından gericilik çıkıyor.
652 sayılı kanun hükmünde kararname ile meslek okulları tek bir genel müdürlük altında birleştiriliyor. Anayasal olarak meslek okulu olan imam hatipler ise bu genel müdürlüğe bağlanmıyor. Aynı Bakanlık 1 Mayıs 2014 günü yayımladığı bir genelgeyle, mesleki-teknik alanda faaliyet gösteren okulların, “Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi” ile “Çok Programlı Anadolu Lisesi” adı altında toplanacağını duyuruyor. Ayrıca, çok programlı Anadolu liseleri bünyesinde, Anadolu meslek programı, Anadolu teknik programı, Anadolu lisesi ve/ ya da Anadolu imam hatip lisesi açılacağını belirtiyor.
Ortaöğretim genel müdürlüğüne bağlı olan Anadolu liseleri ile din öğretimi genel müdürlüğüne bağlı olan imam hatip liselerinin çok programlı Anadolu liseleri bünyesinde olunca mesleki teknik eğitim genel müdürlüğüne bağlı olması gibi garip bir uygulama ortaya çıkıyor. Bütün yolların imam hatibe çıkması için, böylesi garipliğin önemi olmuyor.
Biliyorsunuz, adında Anadolu sıfatı bulunan okullar öğrencilerini sınav sonuçlarına göre alıyor. Geçen öğretim yılı başında genel liseler kapatılmıştı. Yukarıda değinilen genelgeyle mesleki ve teknik liseler Anadolu lisesi türüne dönüştürülüyor. Bakanlığın bu kararıyla yalnız imam hatip liseleri ile açık lise sınavsız öğrenci alacak! Bakanlık böylece, zorunlu eğitim sürecinde, sınavı kazanamayan öğrenciye imam hatip ya da açık lise seçeneğini bırakmış oluyor. Açık liseden üniversiteye geçiş neredeyse imkansız olduğundan, sınav kazanamayan çocuklara, gidebilecekleri tek okul kalıyor: imam hatipler!
Yine bilindiği gibi sınavlarda genellikle nitelikli özel okullarda okuyan ve özel hocalardan ders alan varsıl aile çocukları daha başarılı oluyor. Dolayısıyla Bakanlık, imam hatipleri yoksulların kaderi haline getirmiş bulunuyor.
1 Mayıs genelgesine göre ayrıca, valilikler, mesleki ve teknik orta öğretim kurumlarını “karma” ve “yalnızca kız öğrencilerin öğrenim görebileceği” okullar olarak düzenleyebilecek! Ancak, yalnız kız öğrencilerinin okuyacağı liselere, "… kız lisesi” denmeyecek!
Bakanlık “karma eğitimi”, bazı bölgelerde kız çocuklarının okullaşmasındaki engellerden biri olarak görüyor! Oysa Bakanlık da biliyor ki, bazı bölgelerde kız çocuklarının okullaşmasının önündeki engel, karma eğitim değil, o bölgelerdeki kimi ailelerin kız çocuklarının okumasını istememeleridir! Çünkü o aileler için kız çocuk, “çocuk” değildir. “Kaç çocuğun var?” sorusuna o aileler genelde erkek çocuk sayısıyla yanıt verirler. Yanıt sonrasında, “Kaçı kız” derseniz, örneğin 2-3 de kız var derler. Çünkü o ailelerde kız, hem ailenin emek gücü hem de ailenin geleceğidir! O aileler genelde çocuklarını çocuk yaşta ve bir bedel karşılığında yaşlı başlı insanlara ve bazen de, ikinci, üçüncü, dördüncü eş olarak verirler. Okuyan kız, doğal olarak kolay kolay bu tongaya düşmediğinden kızlarını her türlü öğrenmeden uzak tutmaya çalışırlar.
Bu arada binlerce kişi okulunun imam hatibe dönüştürülmesine itiraz ediyor; Bakanlık aldırmıyor ve bildiğini okuyor! Milyonlarca Alevi zorunlu olan din kültürü ve ahlak bilgisi dersini almamak için çırpınıyor. Yerel mahkemeler dava açan Alevilerin lehine karar veriyor. Bakanlık bana mısın demiyor; bu dersi Alevilere dayatmaya devam ediyor! Milyonlarca yurttaş genel liselerin kapatılmamasını istiyor: Bakanlık aldırmayıp bu liseleri kapatıyor; çocuklara imam hatip seçeneğini neredeyse zorla dayatıyor. Konu “karma eğitime” bağlanınca, bakanlık balıklama atlıyor! Çünkü Bakanlığın son yıllarda aldığı karar ve uygulamalar, “karma eğitime” bazı ailelerin değil, esasında bakanlığın karşı olduğunu gösteriyor!
Gelişmiş ülkelerde, devlet çocuklara göz-kulak oluyor. İstismara uğrayan çocuğu aileden uzaklaştırıp koruma altına alıyor. Türkiye’de ise AKP iktidarında, çocuk istismarının artması yanında, kayıp çocuk sayısı da artıyor, cinsel suçlar da, kadın cinayetleri de. Bizim Bakanlık bu konularda eğitsel açıdan önlemler alacağına, çocuğun özellikle kız çocukların özgürleşmemesi, kendilerini geliştirmemeleri ve aileye ya da kocaya bağımlı olmalarını sağlayacak önlemler peşinde koşuyor. Kızların ve gençlerin normal eğitim görüp özgürleşmesi yerine imam hatipleri ve açık liseyi zorunlu eğitim içine alıyor, ortaöğretim yönetmeliğini değiştirip o çağdaki öğrencilerin evlenmesine izin veriyor!
Bakanlık, esas işinin bazı kesimlerin toplumun bağnaz isteklerine prim vermek değil, onlara eğitim yoluyla bağnazlıklarını aşma yolunda yardım etmek olduğunu yadsıyor.
Bakanlık, liseye geçişte yeni düzenlemeler getirirken bile, daha çok öğrencinin imam hatibe geçmesini sağlayacak karmaşık düzenlemeleri yeğliyor!
Bakanlık, her adımıyla gericiliğin pekişmesine çalışıyor.
Rıfat Okçabol/ SOL