30 Nisan 2017 Pazar

Hint seferi ve karanlıkta yolculuk... - Nilgün Cerrahoğlu

Merkezi Washington’da bulunan “Freedom House”un 2017 uluslararası basın özgürlükleri standartlarını belirleyen raporu çıktı. Türkiye’yi dünyada basın özgürlüklerinin en gerilediği ülke ilan eden rapora göre artık “yarı özgür ülkeler” kategorisinden de çıkıp dosdoğru “özgür olmayan ülkeler” arasına katılıyoruz. 

199 ülke arasındaki incelemede 163. sıraya gerilemişiz. Çukurun en dibinde Kuzey Kore var. “Acımasızlığıyla” ün salmış Kim Jong Un’un vatanıyla rekabet etmemize sade 36 ülke kalmış. Bu 36 ülkelik engeli de selametle aşarsak en dibe vuracağız. 


Birkaç gün önce de “Sınır Tanımayan Gazeteciler”in bir raporu yayımlanmıştı. Orada da keza gene “son 12 yılda 56 basamaklık düşüş kaydettiğimiz” duyurulmuştu. 


Bir kez bu serbest düşüş başlamayagörsün.. 56 basamak gerileyen bir ülkeyi kim tutar? 36 basamak daha gerilemeye ne engel olabilir? Bir süre önce Türkiye’ye gelen ünlü tarihçi-yazar Timothy Garton Ash’in sözleri var aklımda. “Artık Türkiye’ye gitmek karanlığa doğru yolculuk etmek gibi!” demişti Garton Ash ve eklemişti: “En çok tutuklu gazeteci sayısına sahip ülkenin üzerinde tüyler ürpertici bir sis bulutu dolaşıyor!”

 
‘İtibarını onarmaya mı geldi?’
Dünyadaki imajı artık bu şekilde olan bir ülkeyi dışarda temsil etmek cüret ister. Cumhurbaşkanı Erdoğan şimdi böyle çok cesur bir şey yapıyor ve Rusya, Çin, ABD ve Brüksel’de sürdüreceği dünya turuna Hindistan’dan başlıyor. 


Reis’e eşlik eden yandaşlara bakarsanız, Ankara’nın diplomasi atağının ilk ayağı olan Hindistan çıkarmasında “tüm ezberler bozulmuş”. Delhi’de Hintli gazeteciler yandaşlara “tek adam rejimi” filan gibi gerçeklerle ilgisi olmayan şeyler sormuş, ama bizim “dünya liderimize” eşlik eden medyamız sayesinde “Batı’nın bu menfur algı operasyonları” büyük ölçüde bertaraf edilmiş.
Aynı zamanda CB danışmanı olan İlnur Çevik örneğin; “Sabah yazarları olarak buraya gelip bazı yanlış algılamaları düzeltmek için bir atak yaptık ve yol aldık” diyor. Bununla yetinmeden ekliyor: “Türkiye nin dünya mazlumlarına kol kanat germesi, Mahatma Gandhi’nin fikirlerini yaşatması burada takdir görüyor!”

 
Ayağında çarık, çulsuz dolaşan ve bir lokma bir hırka felsefesiyle yaşayan Mahatma Gandhi ile “1150 odalı” Saray’dan yönetilen “yeni Türkiye” arasındaki bu hayali müthiş geniş benzetmeler eminim Hintlileri afallatmıştır. 


Hint medyasına zaten süratli bir göz atış, bu iddialı “imaj çalışmalarının” tercümede buhar olup uçtuğunu gösteriyor. “Freepress”te örneğin Sunanda K. Datta imzasıyla yayımlanan bir yazı, “Erdoğan’ın Hindistan ziyareti, kaybedilmiş uluslararası itibarı tamir amaçlı ” sorusunu soruyor. Türkiye’nin son bir yıldaki “karanlığa yolcuğunu” özetleyen yazı, Ankara’nın artık Arap dünyasındaki eski prestijine sahip olmadığını, eskisi gibi NATO’nun da demirbaşı olmadığını ekliyor. 


James Bond koruması
RTE’nin uluslararası itibarının keza gene ağır darbe aldığını belirten iş dünyasının gazetesi “The Mint”te çıkan bir başka yazı ise istibdat uygulamalarının 15 Temmuz’dan çok önce başladığına ve “iki yıldır sistemli olarak sürdürüldüğüne” dikkat çekiyor. 

Referandum sonuçlarının Erdoğan için “utanç vesilesi” olduğunu belirten gazete, RTE’nin Ortadoğu’da artık bir “dev gibi görülmediğini” ve “AB ülkeleriyle isterik bir kavgaya tutuştuğunu” not ediyor. 


Bu minvalde uzayıp giden yazıların tümü “ileri demokrasimizin” encamını ortaya koyuyor, referandumun sonuçlarını değerlendiriyor, Delhi ile geliştirilecek bağların Hindistan için sağlayacağı yararları sorguluyor.


Hint medyasını tararken karşıma çıkan en ilginç yazılardan biri, Erdoğan için alınan süper güvenlik tedbirlerini sıralayan bir haber oldu. Hint istihbaratı Erdoğan’ın uçağını Delhi’de bulunduğu 24 saat boyunca en üst düzey korumaya alacakmış. Reis’in özel korumalarına ilaveten en ileri teknoloji ile donatılmış süper sofistike silahlar ve iletişim teçhizatları verilecekmiş... Bir, halk arasında elini kolunu sallaya sallaya “Hint fakiri” modunda gezen Gandhi gözümün önüne geldi... Bir de “Bond” tipi güvenlik önlemleriyle Hint medyasına bile parmak ısırttıran post-modern “mazlumların abisi” Erdoğan... 


İki resim arasındaki benzerliği ben bulamadım. Siz bulabildiniz mi?


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Hadsizin hakkından imansız gelir! - Mine G. Kırıkkanat

Yıl 2007 ve dolandırıcı dedesi Selanik’te Osmanlı zindanına atıldı diye başta, pek çok kuyruk acısından ötürü Türkiye ve Türklerden nefret eden Nicolas Sarkozy, çiçeği burnunda Fransa cumhurbaşkanıydı. Kuşkusuz son derece zeki ve kurnaz, ama bir o kadar da kendini beğenmiş, hatta küstahtı. Enerjik ve çözüm üretebilen bir politikacı olmasına karşın; ancak sonradan görmelere musallat bir kabadayılıktan mustaripti. 

 
Nicolas Sarkozy, Vladimir Putin’le ilk kez Almanya’nın Heiligendamm’da toplanan G8 zirvesinde tanışacak ve ikili bir görüşme gerçekleştirecekti. 
 
O sıralar Putin’in Rus ordusu, Gürcistan’ı hizaya getirmekle meşguldü. Putin’e muhalif kadın gazeteci Anna Politkovskaya kimvurduya gideli bir yıl bile olmamıştı. Homoseksüeller, Çeçenler, daha kimler kimler Putin’den illallah diyordu... 
 
Kısacası Putin’in sigaya çekileceği pek çok konu vardı ve Nicolas Sarkozy; öküz olmak isteyen kurbağanın özgüveniyle bekliyordu ikili görüşmeyi. 
 
Aynı boydaki iki lider, gazeteciler önünde hararetle el sıkışıp kurmaylarıyla birlikte bir salona çekildiler. 
 
Görüşmenin bitimindeki basın toplantısına katılan Sarkozy, ayakta duramayacak kadar sarhoştu. Yüzü bembeyazdı, sendeliyor, saçma sapan konuşuyor, dili dolanıyordu.
Gazeteciler, Fransa Cumhurbaşkanı’nın Putin’in ikram ettiği votkayı fazla kaçırdığına hükmettiler. Ertesi gün ikilinin görüşmesi hakkında votkalı haberler çıktı.
Ama birkaç külyutmaz muhabir, gerek Putin, gerekse Sarkozy’nin alkol almadığını anımsatarak, işin içinde çapanoğlu olduğunu işaret ettiler. 

***

Olayın perde arkasını, ancak 2016’da, görüşmede hazır bulunan Sarkozy’nin danışmanı ve araştırmacı gazeteci Nicolas Henin hem “Rus Fransa” başlıklı kitabında, hem de TV’lerde anlattı:
“Görüşmeyi, Sarkozy başlattı. Önceden sözünü ettiği tüm kritik konularda Rusya’daki antidemokratik uygulamaları kıyasıya eleştirdi; güya dostça ama üstten bakan akıllar verdi. Vladimir Putin, mevkidaşını hiç kesmeden dinledi. Cevap vermeden önce uzun ve rahatsız edici bir sessizliğe büründü. Ardından Sarkozy’nin gözlerinin içine bakıp, iki elinin ayasını bir karışı gösterecek biçimde açarak: ‘Bak Nicolas’ dedi. ‘Senin ülken Fransa, bu kadar.’ Sonra kollarını iki yana açtı, ‘Benim ülkem Rusya ise bu kadar! Eğer sen küstahça ve haddini bilmez bu tavrını sürdürürsen, ben seni de, ülkeni de böcek gibi ezerim! Ha, hizaya gelir ve akıllı olursan, seni Avrupa’nın kralı da yapabilirim!’
Nicolas Henin, danışmanı olduğu Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin sendeleyerek çıktığı basın toplantısında sarhoş değil, Putin’den yediği sözlü dayakla ayakta K.O. olduğu için saçmaladığını ortaya koyduğu görüşme sırasında Putin’in Sarkozy’ye daha çok ağır hakaretler ettiğini belirtiyor, ama onları söylemiyor.
Zaten bunları açıklamaktan da amacı, yediği dayağın ardından Sarkozy’nin bir Putin kuklası haline gelip uluslararası platformlarda Rusya yanlısı politika izlemesi... “Rus Fransa” kitabında bu politikaları irdeliyor. 

***

Peki, ben bunları niye anlatıyorum?
Çağdaş Rus Çarı Vladimir Putin’in nasıl bir Rusya hayal ettiğini, nasıl bir dikta kurduğunu, muhaliflerini nasıl ortadan kaldırdığını, bu sütunda defalarca yazdım. Okuyanlar bilir.
Ne var ki Putin, ABD dahil tüm devlet başkanlarına kafa tutacak kadar büyük bir devletin başında; zekâsıyla, KGB geçmişiyle son derece donanımlı bir kabadayı, kalıbının adamı ve kincidir.
Kabadayılığa epeyce prim veren Türkiye, FETÖ tarafından düşürülen savaş uçağı ve biri “yandaş mücahitler” tarafından linç edilen pilotlar için özür dileyip arayı düzelttiğini sandığı Rus ayısını, Suriye ile Irak’ta biraz acıtarak kaşımaya başladı. 
 
Üstelik, ABD de pek arkasında sayılmaz. AB derseniz, ki son toplamda Rusya’nın savaştığı Gürcistan’ı adeta evlat edinerek Putin’e nanik yapmayı başarmıştır; “YSK’nin zaferi”nden sonra bizim kabadayıyı kutlamak nezaketini bile göstermedi! 
 
Dolayısıyla naraları Türkiye’yi inleten tarzan zorda, cangılda ürkütücü bir yalnızlık dönemi başladı; kabadayılıkta el elden üstündür, aman Putin’e dikkat, derim.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Onur - IŞIL ÖZGENTÜRK

Babakale açıklarında batan teknenin yolcuları arasında kemanına sarılmış biri vardı; Barış Yazgı. Tek derdi, tek isteği bir keman virtüözü olmaktı. Ama yoksul doğmuştu, yaşadığı ülkede bir zamanlar yoksul ama yetenekli çocukları istedikleri işleri yapmaya, başarmaya yönelten bir sistem vardı. Örneğin, Gürer Aykal böyle bir sistemin elinden tutmasıyla bugün dünya çapında bir şef olabilmişti. Ama artık bu sistem, iç ve dış düşmanlar tarafından hunharca yok edildi. Ve onlar, o genç insanlar meydanlarda, sokaklarda, dağlarda, mülteci teknelerinde ölümün soğuk yüzüyle karşılaşıyor. Ve bize sadece utanmak kalıyor.

 
Şimdi düşünüyorum, uzağa gitmeye gerek yok, Barış, Küba’da yaşasaydı başına neler gelirdi. Hiç kuşkunuz olmasın onu Küba’nın ünlü caz piyanisti Ruben gibi dünyanın her yerinde verdiği konserlerle tanırdık. Ama Barış sadece konser vermekle kalmazdı tıpkı Ruben gibi ülkesine borcunu ödemek için, haftada iki gün küçük balerinlere kemanıyla eşlik ederdi. Nasıl mutlu bir insan olurdu, nasıl! 
 
Şimdi soğuk bir denizde, kemanına sarılmış ölü bir beden! 
 
Ve yarın 1 Mayıs. Benimle yaşıt olanların 1 Mayıs’la ilgili hikâyeleri epeyce çoktur. Kimini coşkuyla anımsarız, kimini derin, geçmeyen bir kederle. Şimdi gene keder gelip beni buluyor. Çünkü işçi sendikaları ve güvendiğimiz odalar bizleri Bakırköy Halk Pazarı’na çağırıyor. Taksim ve orada yaşanan 1 Mayısları bilmesek hani gönül rahatlığıyla halk pazarına gidebiliriz ama ne yazık ki, Taksim eskimeyen derin bir yara gibi kanıyor. Ve bu yara izi, Barış’ın ölümüne uzanan çizgisiyle birleşiyor. Evet, yaralıyım ve bu yara Bakırköy Halk Pazarı’nda geçmeyecek. Tam tersi bana yitirdiğimiz pek çok güzelliği, pek çok kazanımı anımsatacak! 
 
Yıllar önce Taksim yasaklanmıştı, ben sıradan bir turist gibi Taksim’de dolaşıyordum: Kazancı Yokuşu’nda durmuş, o kanlı 1 Mayıs’taki ölen insanları düşünürken birden çok yaşlı bir adamın kaldırıma oturup ağladığını görmüştüm. Telaşla yanına gittim ve o bana kızının Kazancı Yokuşu’nda ezilerek öldüğünü, her yıl 1 Mayıs’ta yokuşun başına gelerek kızıyla konuştuğunu söyledi. Karısı acıya daha fazla dayanamayıp kanserden ölmüştü. Kazancı Yokuşu’nda ezilerek ölen kızı tek çocuklarıydı. 
 
Şimdi ben Bakırköy Halk Pazarı’na gidip, “Günlerin bugün getirdiği baskı, zulüm ve kandır, ancak bu böyle gitmez sömürü devam etmez” diyerek nasıl marş söyleyebilirim? Kendime bunu yapamam! Şimdi birçok gerekçenin sıralanacağını biliyorum. “İzin verilmedi”, “Taksim kapatıldı” vs. Bazen bir şeyleri zorlamak gerekir. Eğer işçi sendikaları bırakın yüz bini, on bin işçi getirmeyi göze alabilselerdi, disiplini sağlayabilselerdi, işler farklı olurdu. Keşke on bin işçi ve işten atılmış binlerce akademisyen, işten atılmış gazeteci, öğretmen orada kapatılmış Taksim Meydanı’nın yanı başında dimdik durabilsek! 
 
Her şeyi evet, her şeyi usul usul kabullendiğimizden işler bizim istediğimiz gibi yürümüyor. Ama şimdi size müthiş umutlandırıcı, hikâyesi gerçek bir İngiliz filminden söz edeceğim. Thatcher zamanı, Galler’deki madenler kapatılacak ve on binlerce işçi işsiz kalacak. Sendika genel grev kararı alıyor, ancak sendikanın uzun süren grevi karşılayacak parası yok. İşte o sırada LGBT üyesi sadece yedi kişi Londra sokaklarında plastik kovalar ellerinde para toplamaya başlıyorlar. Sonra Galler’deki bir madenci kasabası onları davet ediyor ama maden işçisi erkekler, karılarının çağırdığı bu gruba cüzamlı gibi davranıyorlar. Ama iyi ki, kadınlar var, bir süre sonra madencilerle LGBT üyeleri dost oluyorlar ama sendika gazetelere çıkan bu dostluğu kabul etmiyor. 
 
Sonuç LGBT’liler madenci kasabasından kovuluyorlar. Ama onlar gene para toplamaya, grevci işçiler için konserler vermeye devam ediyorlar. Hatta polisin yaktığı grev otobüsünün aynından alıp madencilere yolluyorlar. 
 
Sonuçta madenciler bir yıl sonra kazanıyorlar. O günlerde bir Onur Yürüyüşü oluyor, LGBT üyeleri ne görsünler, sendika hatasını anlamış ve her bölgeden bir otobüs dolusu madenci LGBT Onur Yürüyüşü’ne katılıyor. Ve o yıl daha önce sürekli reddedilen Eşcinsel Hakları Yasası madencilerin desteğiyle parlamentodan geçiyor. Filmin adı: ONUR

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Bir kitap yazmışım ki benden içeri! - TAYFUN ATAY

Fransız yapısal antropolojisinin öncü ve abide ismi Claude Lévi-Strauss, dilin onu kullanana, bir metnin de onu üretene “yapısal” aşkınlığını anlatmak istercesine, “Çalışmam bende benim bilmediğim düşünceler olduğunu ortaya çıkardı” demiştir.

Gazete Karınca’da Emre Tansu Keten’in birkaç hafta önce raflarda yerini almış olan kitabım “Parti, Cemaat, Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri” (Can Yayınları) üzerine önceki gün kaleme aldığı yazıyı okuduğumda bu sözleri hatırladım.
Elbette bir eser, onu yaratanın elinden çıktığında artık onun olmaktan da çıkar.
Kitapçı raflarında yerini almış bir kitap, artık yazarının değildir. Kitabın hakkı, okurundadır ve artık yazara söz düşmez.
O yüzden kitabımla ilgili yazılanları, yapılan değerlendirmeleri, getirilen eleştirileri elbette saygılı bir sessizlikle takip etmekten öte bir şey yapmamam gerekir... di!
Ama olmadı. Emre’nin yazısı karşısında sessiz kalamadım.
Çünkü Emre yazdıklarımı öyle bir süzgeçten geçirmiş ki yukarıda kaydettiğim şekilde Lévi-Strauss’un sözlerini çağrıştırırcasına adeta kendi çalışmamdan benim bilmediğim düşünceleri öğrenme noktasına getirdi beni!..
Kitabımın derdinin ne olduğunu benden daha becerikli anlatmış o.
Bir anlamda bana, beni, benden daha yetkin anlatmış.
Sayesinde yazdıklarımdan yeni şeyler öğrendim!
Burada onları paylaşmak istiyorum. Benim satırlarıma doğrudan göndermeleri veya aynen yapılmış aktarmaları dışta bırakarak, onun özgün ve geliştirici katkı mahiyetindeki satırlarına yer vererek...
Ve elbette şükranla!..
***

“Atay dinbaz kelimesini AKP tarafından şekillendirilen yeni nesil İslamcılığı tanımlamak için kullanıyor. 80’lerde vücut bulan, 90’larda büyüyen radikal İslamcılığın, iddialarından bir bir vazgeçerek, tutunduğu iktidar koltuğundan düşmemek için yaptıkları her şeyi meşrulaştıran bir noktaya gelmesinin hikâyesini anlatıyor.
 
Burada değişen sadece AKP’li yöneticiler ve onların çevresi değil, kendisini mütedeyyin, muhafazakâr ya da İslamcı olarak tanımlayan tabandır da. Post-İslamizm olarak da adlandırılan bu süreçte, dindarlık daha önce olmadığı kadar görünürlük ve meşruluk kazanırken, kapitalist işleyişe ve onun gereklerine olan tahammül de olağanüstü derecede artmıştır.
 
Hatta denilebilir ki, kâr arayışının her şeyi meşrulaştırdığı, her şeyden öncelikli hale geldiği abdest aldırılmış bir kapitalist düzendir söz konusu olan. Örneğin, faizle çalışan bankaların reklamlarını almanın, en az faizle para kazanmak kadar günah görüldüğü 90’lardan, bırakın banka reklamlarını, ‘İddaa’ (yani kumar) reklamlarının Yeni Şafak’ta tam sayfa yayımlandığı günlere gelinirken, İslamcı camiada kayda değer bir itiraz yükselmemiştir.

Aksine Hayrettin Karaman kendi gazetelerinin ayakta kalması için böyle bedellerin ödenmesi gerektiğini savunmuştur:
‘Bu gibi gazetelerin çıkması zaruret midir? Yani İslamcı mücadelede, meydan okumalara karşı alınacak tedbirlerde medyaya ihtiyaç var mıdır? Bundan vazgeçilebilir mi? Yerine başka bir araç konabilir mi?’
‘Bakara makara’nın sineye çekildiği, ama Charlie Hebdo katliamının alkışlandığı dinbaz siyaset, İslami makyavelizmin çıktısıdır.
 
Bunun yanı sıra, dinin eğlencelik hale geldiği, Cübbeli Ahmet Hoca ve Nihat Hatipoğlu gibi ekran yüzlerinin dini otorite olarak öne çıktığı, AKP sermayesi tarafından ele geçirilen televizyon kanalı ve gazetelerde dini içeriğin çok öne çıkartılmayıp, eğlenceli içeriğin korunduğu bir süreçtir bu. Yani Batı’ya ve onun Türkiye’deki uzantılarına karşı İslam’ı ayağa kaldırma mücadelesini verdiğini sanan ortalama bir AKP’li, tam da karşısında yer aldığını iddia ettiği alanın içerisinden konuşmakta, elinde, kendisini konumlandırdığı siyasi ideolojinin sadece bir suretinin kaldığının farkına varamamaktadır.”

Tayfun Atay / CUMHURİYET

29 Nisan 2017 Cumartesi

Devlet buysa devrim sensin! - ORHAN GÖKDEMİR

YSK “tam hukuksuzluk” saptayamadığından şaibeli bir referandum yine AKP’nin zaferiyle sonuçlandı. Yarım hukuksuzlukla her şeye el koydular. Yargı AKP yargısı, yasama AKP yasaması, yürütme, zaten onların icadı. Devletin valisi yok artık, AKP’nin valisi var. Devletin kaymakamı değil kaymakamlar, AKP’nin kaymakamı. Okul müdürleri AKP’nin, polisler AKP memuru. Yüksek yargıya atanmanın yolu reisle çay toplamaktan geçiyor. Komutan olmak için TV şovmeni badem bıyık AKP’liye başvuracaksın. Gazetecileri de AKP Genel Merkezi atıyor artık. Hande Fırat, malum, AKP’nin Hürriyet temsilcisi. Kendi ödülünü kendi verdi geçen gün, AKP’lilerin elinden aldı. CNNTürk’ün başında AKP’nin atadığı biri var. HaberTürk meşhur “Alo Fatih”te. Fatih Çekirge “evet” dedi, atamasını bekliyor.

Binali Yıldırım bu anayasa değişikliği ile kendi kendini feshetti. Hoş zaten etmese AKP Başbakanı olacaktı. Cumhurbaşkanı da yakında AKP’ye üye olacak ve o da resmen AKP Cumhurbaşkanı olarak devam edecek siyasi hayatına.

Devlet çöktü, ordu dağıldı, emniyet her gün hallaç pamuğu gibi atılıyor. Anayasa askıda. Yasalar AKP’nin işine geldiği kadarıyla yürürlükte. Bir tek AKP kaldı geride. O ne derse o.
Bir de hala hukuk varmış, yasa varmış, yargı işliyormuş gibi davranmayı ısrarla sürdüren “ana muhalefet” partisi ve lideri var. Olup bitenleri anladıklarından emin değilim ama ara sıra bir iki söz edip canlılık belirtisi gösterdiklerinden cenazesi kaldırılmayıp, yürüyen ölü muamelesi görüyor AKP tarafından.

Durumumuz net: AKP devleti bir yanda, “hayır” diye direnen halkın yarısı öbür yanda…

xxx

Bunun anlamı şu: Bizim bildiğimiz anlamıyla cumhuriyeti çökerttiler. Parlamento feshedildi, milli eğitim parça parça. Hukukun zerresi bırakılmadı. Denetim kurumları birer birer dağıtıldı. Doğu Perinçek “milli ordu” diyor ama ordu da bir süredir “milli” değil. Paralı askerleri gönderiyorlar savaşa, sadece onların ölmesinden belli. Er yerine uzman çavuş cenazeleri uğurluyoruz uzun zamandır. “Uzman”dırlar, maaşlı, “paralı” askerlerdir teknik adıyla.
Her şeyi aldılar evet. Ama devlet her şeyiyle alınabilecek bir organizma değildir. Eğer her şeyi almışsanız, bu, yakında her şeyi kaybedeceğiniz anlamına gelir. Her şeyi alıp ömrü uzatmanın bulunmuş tek bir yöntemi var: Bir toplumsal cinnet dalgasının üzerine oturacaksınız, Hitler olacaksınız ve mutlaka bir savaşa girip, toplumu bütünüyle seferber edeceksiniz. Bu bile sizi ebedi iktidara taşımaz, olsa olsa iktidarınızın ömrünü uzatır. Ama eninde sonunda devrilirsiniz; savaşla veya savaşsız…

xxx

Kutlu gün açıklandı. Tayyip Erdoğan 2 Mayıs’ta AKP’ye üye olacak. Hoş olsa ne olmasa ne? AKP onun zaten. Fiiliyatta AKP Erdoğan’a üye olmuş bir organizma. Tek merkezden yönetiliyor, emir komuta zinciri içinde hareket ediyor. Bu hukuki işlemin bizim için sadece şöyle bir anlamı var: Tayyip Erdoğan AKP’ye üye olduğu günden itibaren resmen AKP Cumhurbaşkanı olacak. Bu 12 Eylül 2010’da yapılan referandumla yargının AKP’ye teslim edilmesi ile başlayan döngünün mantıki sonucudur. Süreç tamamlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bundan böyle bir parti devletidir. AKP Cumhuriyetidir…

xxx

Hafta içinde 15 bin polisi görevden aldılar. Binlercesini derdest ettiler. Yayılan haberlere göre Fethullah’ın “mahrem imamları”nın listesi MİT tarafından ele geçirilmiş, bu operasyon da ona bağlı olarak yapılmıştı. Yalnız tablo biraz tuhaf. “Büyük resme” bakılırsa Fethullah örgütü bir polis, asker ve yargı tarikatı gibi. Hâlbuki taa ANAP döneminden beri en girişken oldukları yerler siyasi partiler. Defalarca cemaat kontenjanından bakan olanların haberini yaptım gazeteciliğim sırasında. Devlet Bahçeli referandumdan önce “bizde cemaatçi vekiller var” dedi mesela. CHP’de bol miktarda olduğu artık sır değil. Yalnız beyanlara göre AKP’de yok. Huda’nın hikmetidir! HDP’li vekilleri gözaltına almayı, hapse tıkmayı yol yaptılar. Onun dışında kimseye dokunamıyorlar. Şiddetle uzak durdukları bir tabu bu belli. Bir tuğla çekerlerse binanın bütünün yıkılacağından korkuyorlar.
Cumhuriyeti yıktılar. Bu arada kendi ayaklarının altındaki toprak da kayıp gitti. Sallanıp duruyor tek adam tek parti yönetimi. Ohal kaldırsalar düşeceklerinden korkuyorlar, lastik gibi uzatıp duruyorlar. Ohal’dir gerçekten ama o ohal de bizim değil AKP’nin ohal’idir.

xxx

Devlet artık bir partidir ama onun zulmettiği yüzde 50 de bir parti kıvamındadır. Sorun o yüzde 50’nin gönül koyduğu muhalif taklidi yapan partilerin de devlete dâhil olmasında. AKP’nin muhalefetidir onlar. Maç kazanmak için değil, şike yapıp maçı AKP’ye vermek için oradadırlar. Onlarla alınacak bir yol kalmamıştır.
O yüzde 50, hiç kuşkusuz, kendi partisini bulacaktır. Alınacak yol budur.
Cumhurbaşkanı bile partili olduktan sonra, düşünecek ne kaldı?


Devlet buysa devrim sensin kardeşim…

Hayır’lı 1 Mayıslar!

Orhan Gökdemir/  SOL

Meğer eskiden - AYDEMİR GÜLER

Bu Tayyipçiler bizle kavga ederken kendilerine bayağı çeki düzen veriyorlarmış. Camide içki içip alem düzenleme ve bacılara saldırma türü fanteziler… bakmayın siz içeriğin saçmalığına, bunlar çalışılmış senaryolardı. Daha gerilere gidelim. Özelleştirmelerin yararları üstüne yazdıkları literatür, inanın İngiltere’yi, Amerika’yı aratmaz. Çeşitli başlıklarda cemaatin üstüne giden solcu gazetecilere yazılan iddianamelerin ciddi bir kalitesi varmış…

Artık nerdee…

Kemalizmle uğraşırken tarihi yeniden yazmak durumundaydılar. Anadolu’da eski ibadethanelerin üstüne kat çıkılması veya yıkılıp otopark yapılması tarihsel bir alışkanlık olduğu için Atatürk ve İnönü’nün camileri ahıra dönüştürdüğü hikayesi, çok ucuz olsa da inandırıcı bulunabildi. Ama yüzde birin okuma yazmayı becerdiği bir toplumda alfabe değiştirmenin yarattığı kültürel yıkımı (!) yazmak daha rafine bir senaryoydu. Vahdettin ve Abdülhamid’in ters yüz edilmesi, Kemalist barış politikasının sünepelik olarak mahkûm edilmesi, etnik katliamların sınıftan ve tarihsel nedenlerinden arındırılıp fatura edilmesi… Bunlara eşlik eden demagojik milliyetçilik eleştirisinin açtığı yoldan cemaatçiliğin sokulması…

Neredeyse birkaç yıl önce memlekette ne kadar derin entelektüel tartışmalar yapılıyormuş, diyeceğim!

Anlıyorum ki, AKP’lilerin “ergenekonculara”, devletin hâkimi oldukları dönemin kapandığının farkında olmayan eski milliyetçilere de saygıları varmış. Ciddi tartışmalardı doğrusu; bir taraf demokrasi getiriyordu. Türkiye Avrupa Birliği’ne girecek, çağdaş uygarlığı yakalayacaktı. Kürt sorunu çözülecekti… Gerçi diğer tarafın eski moda ve ilkel görüntü vermesinin nedeni Erdoğan takımının yeteneklerinden ziyade liberallerin ve liberal solcuların reklam sektörü deneyimleriydi. Ama olsun; bütün bunlar yalan dolan olsa bile ciddi bir zihinsel emeğin ürünüydü.
Bu arada efsaneye göre Gülen cemaatinin kadroları İslamcı yeni entelijansiyanın has örneklerini oluşturuyordu. ABD’den veya Malezya’dan kapı gibi doktora diplomasını getiren o parlak gençler, dinciliği yıllardır gericilik diye damgalamanın ne kadar yanlış olduğunu kanıtlıyordu. Meğer dinciliğin de kendi modernizmi vardı. Yükseliyordu işte, İslami burjuvazimiz, İslamcı bilim insanlarımız! İslam kadının gerçekçi kurtuluş yoluna işaret ediyordu! Bereket, parlak tosuncukları parlatmak için liberaller ve solcu eskileri iş başındaydı. Ama asıl, onların parıldattığı dünyada Fethullahçı istihbaratçılar ve Fethullahçı emniyetçiler, kendilerini ve faşist tetikçileri kolayca örtüyor ve bildik kontrgerilla cinayetlerinin keyfini sürüyorlardı.

Meğer bütün bu operasyonlar, mükemmel bir toplumsal mühendislik tasarımıymış ve içlerinde görece göz kamaştırıcı bir akıl, beceri falan yatıyormuş.

Tayyipçiler solla, Kemalistlerle, milliyetçilerle ve Fethullahçılarla kapıştıktan sonra kendileriyle baş başa kaldılar. Ve örüntü hızla değişti. Ortalık küfür kıyamet. Zaman tam “Atatürk sünnetsizdi” gibi rekor denemeleriyle tanınan Melih Gökçek ve arkadaşlarının zamanı.
Cahiller, ahlaksızlar, kendini bilmezler... Ve birbirlerini de böyle suçluyorlar. Bir de Reis’e dost olmakla kendilerini övüp, birbirlerini Reis’e düşman olmakla suçlarlar. Bayağı sade bir dünyaları var anlayacağınız.

Başka bir tez, tutum, politik strateji, taktik… Galiba pek yok. Yukarıda hatırlattığım eski mücadelelerin -yobazın, liberalin, solcu eskisinin kusurunu affedin- “göreli derinliğinin” nedeni mücadeleleri anlamlandıran içerikteydi. Bir düzen tasfiye ediliyordu. Derinlik katan buydu.
Şimdi, atalarımıza ayıp olacak ama, paçasını kurtarmak için uğraşan avcı-toplayıcı bir kavimle karşı karşıyayız. Yıktıkları Cumhuriyetin yerine yenisini geçiremiyorlar diyoruz ya hep. Kuruculukta yaya kalanlar mevcudu yağmalamaya asılıyor. Görülmemiş bir iştihayla toplayıp, vurup, çalıp yiyorlar. Çok aceleleri var, çünkü bu güce daha kaç gün sahip olabileceklerini seçemiyorlar. Tıkınmanın alternatifi belki hapis, belki sürgün. İdam taahhüdünü tutabilmeleri durumunda birbirlerine neler yaparlar, düşünmek bile istemiyorum.  


AKP’linin AKP’liyle kavgası hiç çekilmiyor. Erdoğan da bu yüzden partisine geri dönüyor. Lakin reisin lağımdan taşanları geri doldurmayı becermekten ziyade lağımın parçası olma ihtimali daha yüksek. Kalite ve düzeyle ilgili olarak yukarıda yeterince dalga geçmiş olmalıyım. Mesele Erdoğan’ın kabiliyetine bağlı değil. Bu yobaz rejim ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyor. Sorun orada. Yoksa kaliteye sözüm yok.

Aydemir Güler /SOL

IMF’ye göre dünya; biraz da Türkiye… - KORKUT BORATAV

IMF, Türkiye ekonomisinin orta dönem için durgunlaştığını belirlemektedir. Bu durum, işsizliğin artmasını kaçınılmaz kılan; dinamizmden yoksun, mecalsiz bir ekonomi anlamına gelir.


İki önemli rapor
Dünya ekonomisini izleyen iktisatçılar için her yıl nisan ve ekim aylarında yayımlanan iki IMF raporu önem taşır.
Birincisi Dünya Ekonomik Görünümü (“World Economic Outlook”), ikincisi ise Küresel Finansal İstikrar Raporu (“Global Financial Stability Report”) adlarını taşır. Bunlara kısaca Ekonomik Rapor ve Finansal Rapor diyelim.
İki nedenden ötürü iktisatçılar için önem taşırlar.
Birinci neden IMF’nin dünya ekonomisine ilişkin en zengin istatistik kaynağına sahip olmasıyla ilgilidir. Raporlar, bu verileri sunar; kullanır; değerlendirir. Bu sayede ülkelere ve dünya ekonomisine ilişkin bilgi malzememizi zenginleştiririz. Ülkeler-arası güvenilir karşılaştırmalar yapmamız mümkün olur.
İkinci neden, IMF’nin ekonomik konularda emperyalist sisteme, “üst akıl” olarak hizmet sunan bir kurum olmasından kaynaklanır. Uluslararası sermayenin, özellikle de finans kapitalin selametini, hegemonik ekonomik ilişkilerin pürüzsüz sürdürülmesini gözetir. Bu hedeflere dönük politika önerileri oluşturur. Bunları bulgularla desteklemeye çalışır.

Raporların bu özelliği, emperyalist sistemin merkezinde oluşan eğilimleri, hatta görüş ayrılıklarını algılamamıza imkân sağlar. Örneğin son iki rapor, ABD’de Trump’ın başkanlığı ile ortaya çıkan korumacılık eğilimlerinin sancılarını yansıtıyor. Uluslararası sermayenin yerleşik doktrini, yani dış ticarette ve sermaye hareketlerine sınırsız serbestlik ilkesi korunuyor; ama IMF’nin en büyük “hissedarı” olan ABD yönetimini gözeten fazlasıyla ihtiyatlı bir  üslupla…
Bu ikilem, martta G20, nisanda da IMF/Dünya Bankası toplantılarının sonunda maliye/hazine bakanlarınca yayımlanan bildirgelere yansıdı. Geçmiş metinlerde istisnasız yer alan korumacılık eleştirisi, ABD’nin engellemesine takıldı; kayboldu.

Olumlu gidiş var
Ekonomik Rapor’a ihtiyatlı bir iyimserlik damga vurmaktadır. Rapor’un başlığı, “İvme Hızlanıyor mu?” sorusunu taşıyor. Yanıt, 2017-2018 öngörülerine bakılırsa olumludur. IMF’ye göre dünya ekonomisinin 2016’da yüzde 3,1 olan büyüme hızı, sonraki iki yılda yüzde olarak 3,5 ve 3,6’ya yükselecektir.
Bu gelişme, ABD’de canlanmanın hızlanması, AB ve Japonya’daki olumlu görünümler ve Çin’deki büyüme temposunun (önceki IMF öngörülerinin aksine) yüksek seyretmesi sayesinde gerçekleşecektir.
Buna karşılık Çin dışındaki yükselen piyasa ekonomileri, özellikle Latin Amerika ile Ortadoğu’daki olumsuz gelişmelerin etkisi altındadır.
Rapor, ayrıca, tüm çevre ekonomileri için geçerli olan bir dizi riskin de gündemde olduğunu vurguluyor.

Süregelen riskler
En önemli risk, “içe kapanmacı” eğilimlerin politikalara taşınması sonunda söz konusu olacaktır. Bu olasılık gerçekleşirse, çevre ekonomilerinde ihracat ve sermaye girişleri gerileyecektir. Sonuç, büyüme hızlarının düşmesidir.
Fed, faizleri beklenenden daha hızlı bir tempoyla artırdığı takdirde olumsuz yansımalar söz konusudur: Doların değerlenmesi, finansal akımların gerilemesi, kırılgan çevre ekonomilerinde durgunlaşma, daralma…
Aksi yönlü etkiler de olasıdır. Trump yönetimi, 2008 sonrasında ABD’de (Dodd-Frank yasası ile) uygulamaya giren finansal denetim mekanizmalarını gevşetmeyi hedefliyor. Bu gelişme, çevre ekonomilerindeki yüksek getiriler ile birleşirse, “yatırımcılar” (yani finans kapitalin spekülatif öğeleri) aşırı risk iştahına savrulabilirler. Hızlı, yüksek sıcak para girişleri çevre ekonomilerinde “finansal krizlerin olasılığını artıracaktır” (s.xvi).
Finansal Rapor, bu olasılıklara daha açıklık getiriyor: “Uluslararası finansal bağlantıları güçlü ülkeler, küresel finansal daralma koşullarında sorunlarla karşılaşabilecektir. Dışsal kırılganlıkları yüksek şirketlerin riskli, ödenemeyecek dış borçları 130-230 milyar dolar civarındadır. (s.x).
Milli gelirlerde emek payının düşmesi, IMF’nin belirlediği bir sorun olarak Ekonomik Rapor, Bölüm 3’te inceleniyor. Çevre ekonomilerinde ücretlerdeki gerileme, ülkelerin dış ticarete daha fazla bağlanması ile açıklanıyor. Emek payı aynı nedenle düşen ekonomilerden biri de Türkiye’dir (s.137, 161, Şekil 3.4.1).
Son olarak da ülke, bölge örnekleri verilmeden “ekonomi-dışı” risklerden söz ediliyor: Jeopolitik tehditler, terör, güvenlik sorunları, yolsuzluk, yönetişim bozuklukları, siyasi gerilimler…

Emperyalizmin özeleştirisi mi?
Bu riskler listesini kabul edelim; ancak onları “sol perspektifle” okuyalım. IMF’nin yapamayacağı genellemelere ulaşacaksınız.
Neredeyse yarım yüzyıldan bu yana, çevre ekonomilerindeki korumacı, ithal ikameci birikim biçimleri adım adım tasfiye edildi; finans kapitalin giriş-çıkışı tamamen serbestleştirildi.
Kore ve Çin gibi iki istisna dışında, bu ekonomiler 1945-1975 dönemindeki büyüme hızlarını tekrar yakalayamadılar. Sermaye hareketlerine artan bağımlılıkları, onları, yepyeni finansal krizlerle tanıştırdı.
Ücret payındaki gerileme (yani kâr paylarındaki artış) niçin dış ticarete fazlasıyla açılma sonunda gerçekleşti? Hatırlayalım: Geniş ve korunan iç piyasalara dayanan “Güney” ekonomilerinde ücretler ve köylü gelirleri, büyümeyi sürükleyen toplam talebin öğeleriydi. Finansal krizlerin söz konusu olmadığı bu ortamlarda çok sayıda ülke (örneğin Türkiye), kesintisiz ve yüksek büyüme hızları gerçekleştirmiştir. Emek gelirlerinin bastırılması, buralarda siyasi iktidarlar için bir zorunluluk değildi.
Sonra ne oldu? Aynı ekonomiler IMF’nin baskıları ve telkinleriyle ihracata bağımlı hale geldiler. “Rekabet gücünü artırmak” siyasi iktidarlar için acil bir stratejik öncelik haline oldu. Nasıl artırmak? Emek maliyetlerini sürekli aşağı çekmeye çalışarak, ülkeler arasında insafsız bir düşük ücret yarışmasına katılarak…
Neoliberal modeller yepyeni yolsuzluk biçimleri ve yozlaşmış siyasi iktidarlar türetti. Saldırgan emperyalizm, Ortadoğu’da kan döktü; teröre, denetlenemeyen güvenlik sorunlarına jeopolitik risklere yol açtı. Durumları bozulan emekçi sınıfların siyasete güveni aşındıkça siyasi gerilimler tırmandı.
Dolayısıyla IMF 2017’de çevre ekonomilerinin karşılaştığı riskleri sıralarken, aslında ve farkında olmadan emperyalizmi ve neoliberalizmi suçlayan bir iddianame hazırlamıştır.

Türkiye’ye değinmeler
İki raporda IMF, TÜİK’in yeni milli gelir serilerini kullanmaya başlamıştır. Önceki dört ay boyunca yeni istatistiklere itibar etmediğini de biliyoruz.
Türkiye ekonomisi üzerindeki IMF raporlarının (sonuncusu Şubat 2017 tarihli) tümü, eski verilere dayanmaktaydı. TÜİK’in yeni hesaplamaları hepsini geçersiz kılmaktadır. IMF uzmanlarının bu durumu nasıl sineye çekeceğini merak ediyorum.
Ülke ekonomileri Nisan 2017 tarihli iki raporda ayrıntıyla yer almamaktadır. Nicel bulgular, öngörüler tüm ülkeleri içeren verilerle kaynaştırılıyor. İncelenen genel ve ortak sorunlarla bağlantılı olduğu ölçüde ülke örnekleri veriliyor.
Ekonomik Rapor’dan birkaç örnek vereyim:
IMF, Türkiye’nin 2017’deki büyüme hızını yüzde 2,7 olarak öngörmüş ve Mehmet Şimşek’i kızdırmıştır (Ek Tablo 1.1.1., s.46). Rapor, Türkiye ekonomisini, Doğu-Orta Avrupa bölgesi içinde ele alıyor. Bölgede en yavaş büyüyen, enflasyonu ve cari açık oranı en yüksek ülke Türkiye’dir. Büyük çevre ekonomilerinin tümüne baktığımızda dahi, en yüksek enflasyonlu üç ülkeden biridir (Diğerleri Arjantin ve Mısır). (s.18-19, Tablo A5, s.206).
Ekonomik Rapor, Doğu-Orta Avrupa bölgesinde ekonomik görünümü bozulan tek ülkeyi de Türkiye olarak gösteriyor. Gerekçeye bakalım: “Artan siyasî belirsizlik, güvenlik sorunları ve dövizli borç yükünün TL’nin değer yitirmesi sonunda ağırlaşması Türkiye’nin ekonomik görünümünün bozulmasına yol açmaktadır.” (s.18). Haberdar olursa, ilk iki gerekçe Cumhurbaşkanı’nı kızdıracaktır.
Gelelim dışsal ve finansal kırılganlıklara…
Ekonomik Rapor, 2016’nın ikinci yarısında sermaye hareketlerinde gerçekleşen daralmanın çevre ekonomilerindeki yansımalarını inceliyor. O tarihten sonra en fazla değer yitiren ulusal para TL’dir (s.8, Şekil 1.7).
Dış kaynakların daralmasına rağmen, Türkiye en düşük (negatif) reel politika faizini ısrarla sürdürmüştür (Şekil 1.8., s.9). Kredilerin genişleme temposu ve milli gelire oranı bakımından da ön sıralarda yer almaktadır (Şekil 1.9, s.10). Düşük politika faizinin ve kredi/mevduat oranlarının fazlaca (%100 oranını aşan) artmasının yarattığı kırılganlıkları, IMF önceki Türkiye raporlarında da vurgulamıştı.
Dışsal ve finansal kırılganlıkların üst üste gelmesine yol açan bu bileşkenin bazı olumsuz yansımaları, Finansal Rapor’da da yer alıyor. Değinelim:
Yüksek tempolu kredi artışları dövizli/dış borçlanmaya dönüştüğü ölçüde ek kırılganlıklara yol açmaktadır. Örneğin (kısa vadeli borçlarla bağlantılı) “rezervlerin yeterlilik oranı” gerileyen ve yüzde 100’ün altına inen iki ülkeden biri Türkiye, diğeri Güney Afrika’dır (Şekil 1.12, s.14).
Türkiye’de riskli şirket borçlarının oranı (%14) yüksektir; ancak daha kötü durumda olan üç ülke daha vardır (Şekil 1.15, s.18). Bankaların şirketlere açtığı kredilerin en hızlı genişlediği iki ülkeden biri Türkiye’dir. Bu gelişmeler bankaların kârlılığını olumsuz etkilemektedir. (Şekil 1.16, .21).
Bir yıllık dış finansman gereksinimi milli gelire oranlanırsa önemli bir dış kırılganlık ölçütü daha ortaya çıkıyor. 19 ülke arasında Türkiye yüzde 31 ile (Malezya’dan sonra) en kötü ikinci ülkedir. TÜİK, dolarlı milli gelir düzeyini yükseltmeseydi, belki de ilk sıraya yükselirdik.

Durgunluk, Kırılganlık
Raporlarda Türkiye ekonomisine kısaca değiniliyor; yine de iki anlamlı saptama ortaya çıkıyor.
Birinci olarak IMF, Türkiye ekonomisinin orta dönem için durgunlaştığını belirlemektedir. 2015-2018 arasında gerçekleşen ve öngörülen milli gelir verileri Türkiye için yüzde 2,9’luk bir büyüme temposu göstermektedir. Bu, işsizliğin artmasını kaçınılmaz kılan; dinamizmden yoksun, mecalsiz bir ekonomi anlamına gelir.
İkincisi, ekonomimizde süregelen, ağırlaşan dışsal ve finansal kırılganlıklar vardır. Ne var ki, bu hususta aşırı endişe gereksizdir. Dünya ekonomisinde bir kriz ortamı oluşmadıkça, bu zafiyet vahim sonuçlar vermez. Can kurtaran simitleri daima var olmuştur. Fiyatlar yeterince düşünce spekülatif sıcak para girişleri coşar. Her sıkıntılı dönemeçte kayıt-dışı para girişleri (ne hikmetse) hızlanır.
2029’a kadar iktidar tasarımını hayata geçirdiğini düşünen Cumhurbaşkanı için bu kadarı yeterlidir; durgunlaşma da sorun değildir.

Korkut Boratav / BİRGÜN

Siyasi teknolojilerle yaratılan cumhurbaşkanı adayı - Nilgün Cerrahoğlu

Kamuoyu yoklamaları yanılmazsa Macron, 7 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı olacak.
Henüz 40’ını bile devirmemiş, genç bir adam Macron. Partisi dahi yok. Ağustosa dek ekonomi bakanı olarak sosyalist hükümette yer almış. Sondajlarda partinin tepetaklak gittiğini görünce bakanlıktan ayrılarak, sade 6 ay önce “bağımsız aday” sıfatıyla cumhurbaşkanlığı ateşini yakmış.
İlk turun sonucuna baktığımızda, Emmanuel Macron’un ne kerte öngörülü ve isabetli bir karar aldığını anlıyoruz. 2012’de Elysées’nin yanı sıra meclis, senato, büyük kentler ve tüm önemli bölgelere sahip olan sosyalistler, Fransa’da 23 Nisan’daki ilk sınavda tarihi bir hezimet yaşadılar. Sosyalist partinin adayı Benoit Hamon oyların yüzde 6’sını alabildi.
Sosyalistlerin, ağızlarıyla kuş tutsalar sandıkta hezimet yaşayacakları önden belliydi. Macron daha yolun başında artık bu sosyalistlerden köy, kasaba olamayacağını saptadı.
Mesele ancak yalnız bunu kavramakla bitmiyor. Fransa’da V. Cumhuriyetin kuruluşu olan 1958’den beri hiçbir “bağımsız aday” Elysées’yi fethetmemiş. Hal böyleyken Macron’un bu kadar ilerlemesinin nedeni nedir? “Şans” unsuru dışında, her şeyi “üst akıl”, “dış mihraklar” ve “projeler”e indirgeyen kesimlerin yanıtı ortada: Macron büyük iş çevrelerinin ve bankaların adamıdır.
Olabilir. Rothschild Bankacısı, eski bir ekonomi bakanının arkasına “büyük finans”ı alması zor değil. Ama bu yeterli mi? Finans çevrelerinin desteklediği her aday büyük halk kitlelerinin oyunu alır mı? 


Obama tekniği uygulanmış
Meseleye bu açıdan baktığımızda Macron’un başvurduğu iletişim stratejilerinin bulunduğu yere çok büyük katkı yaptıklarını görüyoruz. Fransa’nın cumhurbaşkanı adayı zamanında kendisi gibi hiç kimsenin tanımadığı bir isim olan Obama’nın yöntemlerini kullanmış. 2008’de Obama’yı hızla Beyaz Saray’a taşıyan iletişim teknik ve stratejilerini uygulamış. Bu iş için ABD de, Obama kampanyasında çalışan Fransız gençlerini transfer etmiş. Bunların arasında öne çıkan 3 isim var: Guillaume Liegey, Arthur Muller ve Vincent Pos.
Paris’te kendi isimleri altında bir siyasi danışmanlık ve teknoloji şirketi kuran bu gençler, Macron’a, kapı kapı ikna yöntemiyle üzerinde çalışılacak özel seçmen-mahalle algoritmaları çıkartmışlar. “Google”a adlarını yazdığınızda önünüze hemen “LiegeyMuller- Pons” isimli bir site geliyor. Sitenin girişinde üç kafadarın Obama kampanyasında tanıştıkları ve en yeni siyaset teknolojilerinde uzmanlaştıkları yazıyor. “Big data” yardımıyla “sıfırdan kalkışa geçen” kampanyalara danışmanlık verdikleri anlatılıyor. 

CHP’ye rağmen yüzde 49
Siyaset artık -heyhat!- ideoloji değil, büyük teknolojilerin işi.
Bunları sade Macron olgusunu merceğe almak için yazmadım. CHP için bu serüvenden çıkarılacak hiç ders yok mu?
Referandumda alınan son yüzde 49’a bakmayın... O, CHP yüzünden değil, CHP’ye rağmen alınan bir sonuç. Kendisi de bunun ayırdında olan parti, kampanyaya nitekim “CHP” logosunu vermedi...
“Şaibeli seçimi” izleyen ataletli tutumlarına gelmeden önce... tüm büyük dönemeç sandık sınavlarında olduğu gibi bu kampanyada da alabildiğine pasif kaldılar.
Seçmen algoritmalarını bırakın, “Google”dan indirildiği iddia edilen rastgele bir kız çocuğu üzerinden hazırlanan reklam panolarının basitliği ve kullanılan propaganda şarkılarının sıradanlığı, baştan savmalığı bile bu partiden artık ümit kesmeye yeterdi. Sanki hepsi kapıdan geçen bir reklamcıya yaptırılmış, kendileri bile ürünlerine en baştan inanmamış gibiydi.
Modern siyaset teknolojilerinin kullanıldığı dünyada, “Düşmez şaşmaz bir Allah, ‘Hayır’ olur inşallah” şarkısı da nedir allahaşkına?
“Hayır”cıların, amatör olanaklarla hazırladığı videolar ve tanıtımlar dahi çok daha güçlü, umut verici, başarılı ve etkileyici olabildiler. Ama onlar da son tahlilde sosyal medyadaki belli çevreler içinde kalıyor, Obama ve Macron örneklerinde gördüğümüz üzere geniş seçmen kitlelerine ulaşamıyordu.
Diyeceğim o ki, 2019’a bu sürüklenmeyle varamayız. Ya CHP’yi bu köhnelikten kurtarmak; ya artık başka yeni oluşumlara yönelmek zorundayız.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Partili hâkim - ÖZGÜR MUMCU

Darbe girişiminden sonra en çok tartışılan ve üzerinde neredeyse bir milli uzlaşmaya varılan konu devlet görevinde “liyakat”ın esas alınmasıydı. Gülen cemaatinin devletin her kademesine sızmakla kalmayıp bir de darbeye kalkışmasından sonra iktidar sabah liyakat diye kalkıp akşam liyakat diye yatıyordu. Ertesi sabah yeniden... 
 
Cemaatin, Emniyet ve orduya sızmasının senelerce acısını çeken, iktidara muhalif kesimler de bu uzlaşmaya derhal katılmıştı. Zaten kimsenin karşı çıkmayacağı basit bir ilkeden bahsediyoruz. Atamalarda liyakatin neden dikkate alınmadığı, cemaat sızıntısının neden engellenmediği, Gülenciler hakkındaki 2004 tarihli MGK raporunun neden hasır altı edildiği, YAŞ’ta ihraç kararı alınmayarak kimlerin önünün açıldığı, iktidar destekli siyasi kumpas davalarıyla ordu içindeki sızıntının bir sel haline gelmesine nasıl yol açıldığı sorgulanmadı. 
 
Sonu darbe girişimine kadar giden cemaat meselesinde, bu karmaşık örgütün hazırlık hareketlerinde bilfiil ve canla başla yer alan iktidar çevreleri bırakalım yargılanmayı, kendilerini en büyük “FETÖ” düşmanı ilan etti. 
 
Böylelikle darbeyle mücadele elbette eksik kaldı. Eksik kalmayı geçelim, mücadele cemaatle yakından uzaktan ilgisi olmayan kesimleri hedef alarak 12 Eylül’ü aratacak genel bir muhalif tasfiyesine dönüştü. 
 
Hal böyleyken, 15 Temmuz ertesinin en önemli başlıklarından liyakat da unutuldu gitti. İşi, ona layık olana, ehil olana vermek gibi basit bir kural işletilmedi. 
 
Malum, yargıdan binlerce hâkim ve savcı OHAL KHK’si ile ihraç edildi. Böylesine toptan ihraçların hukuka uygunluğu tartışmasını şimdilik bir kenara koyalım. Bu hâkim ve savcıların yerine yenilerinin gelmesi gerek ki, yargı felce uğramasın. Mahkemeye işi düşen herkes fark etmiştir ki, felç hali ciddidir. Peki, yeni atamaların liyakate uygun yapılması için ne yapıldı? 
 
Hâkim ve savcı adaylığına mülakata çağrılma hakkı kazanmak için yazılı sınavda en az 70 almak gerekiyordu. Derhal bir OHAL KHK’si çıkarıldı ve bu baraj kaldırıldı. Yani yazılı sınavdan aldığı not ne olursa olsun, asgari bir hukuk bilgisi olup olmadığına bakılmaksızın herkes mülakata çağırıldı.
Sonuçta ne oldu? Belli ki ne bekleniyorsa o oldu. Önceki gün CHP milletvekili Barış Yarkadaş, yeni atanan hâkim ve savcıların AKP il ve ilçe örgütlerinden, milletvekili adaylarından seçildiğini ileri sürdü. İddia, Adalet Bakanlığı’nın aldığı 900 hâkimden 800’ünün AKP’li olduğu. Mülakat yazılı sınavdan 80 alanı eleme, mesela 50 alanı ise hâkim yapmaya imkân tanıyor. AKP milletvekili adayı, yöneticisi ya da AKP’li belediyelerin avukatı 800 kişinin baraj kaldırıldıktan sonra hâkim olarak atandığı iddiası şayet gerçekse bu tam bir rejim değişikliği ilanıdır. 
 
Tek parti rejimi, yargıyı partinin bir komisyonuna dönüştürüyor demektir. İhraç tehdidi başlarının üzerinde sallanan hâkimlerin bağımsızlığı zaten neredeyse yoktu. Doğrudan AKP’li hâkimlerin atanması durumundaysa yargı muhalifleri içeri atmadan evvel biraz soluklanma yeri haline gelir. Bu da kâğıt israfından başka bir şey değil. 
 
Vatandaş başka partiden belediye başkanı seçer, kayyım atanır belediye AKP’ye bağlanır. Vatandaş hâkimin önüne çıkar hâkim AKP’li. Vatandaş hayır oyu verir, oy pusulaları mühürsüz. Ne yapsın vatandaş? 
 
Kuvvetler ayrılığı yoksa, hâkimler partiliyse adalet yoktur. Madem adalet mülkün yani devletin temeli, o vakit devlet ne kadar vardır? Parti devleti, o partinin dışındakileri devletsizleştirmek demektir. Anayasasızlık ve devletsizleştirmek her coğrafyada özellikle bu coğrafyada felakete davet demek. 
 
Yarkadaş’ın iddiaları derhal aydınlatılmalı.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

28 Nisan 2017 Cuma

Hangisi? - Meriç Velidedeoğlu

Referandum sonrası toplanan İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde yıllık “çalışma Raporu” görüşülürken, CHP’li üyelerin, hesap-kitap soran haklı eleştirilerini yanıtlamaya çalışan Belediye Başkanı Kadir Topbaş, bir ara bunalıp, “Beyninizle düşündüğünüzü, kalbinize sorun!”, yani “aklı bırakın” dedi, hemen ardından da “kalp asla yanıltmaz!” diye bastırarak vurguladı.
 
“TV” izlerken bu konuşmayı duyduğumda, kalp ile akıl bağlantısını, bu doğrultuda konu edinen düşünce sisteminin babası, “900 yıllık” İslam düşünürü “İmam Gazzali”yi anımsadım.
Bilindiği gibi, Osmanlı’da da kabul gören düşünce akımı buydu; kuşkusuz yıkılışının da önemli nedenlerinden de biriydi...
Ne var ki, “ayrım”ın altını çizmeliyiz; Gazzali, kısaca, “dinin akıl terazisine vurulmamasını, kalp yoluyla, gönül yoluyla algılanmasını” istediği, dolaysiyle de felsefeyi, özgür düşünceyi dışladığı vurgulanır. 
 
Topbaş’a gelince, dünyanın en kalabalık kentlerinden biri olan, İstanbul’un, Büyükşehir Belediye Başkanı olarak görevli olarak, “21. yy’ın” getirdiği kaçınılmaz ihtiyaçlarını, isteklerini karşılamak, kısaca bu; dolaysiyle gereken temeli “akıl” olan bilimin sağladığı yöntemlerle, araçlarla sorunları çözmek.
Yine de Topbaş’ın bu gerçeği görmesini -13 yıl sonra da olsa- unutmamalıyız. “Üç dönemdir başkanlık yapıyorum. Bu son dönemim!” dedi; peki bu da akıllıca bir karar değil mi?
Ama yine de aklının bu isteğini, kalbine danışması için önünde çok zamanı var... 
 
Ve değerli dostlar, Topbaş’ın bu kararında önceki “ İBB Başkanı R. Tayyip Erdoğan” gibi öyle tepelere çıkma isteğinin olmamasının -ya da olanaksız oluşunun- etkisini de unutmamalı.
R. T. Erdoğan’ın, bu göreve ve bundan sonrakilere nasıl hazırlandığı, “ABD”nin elçisi, “Abramowitz” ile sıcak dostluğu; “ABD”ye gidiş-gelişler, “Hedefimiz İslam Devletidir!” haykırışları, Obama’nın “Ilımlı İslam Devleti” düzeltmesini de unutmamalı.
Hele, “Hem Müslüman hem laik olunamaz! Ya Müslüman olacaksınız, ya laik!” çağrılarını da...
İkinci basamakta, “Başbakan” olduğunda da, bunları hiç söylememiş gibi, “İdeal devleti tanımlamak için, Anayasamız dört tane unsur tespit etmiş. ‘Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti’. Bu dört taneden biri eksik olursa, ideal devlet de eksik olur!” diyebiliyor; ardından da bakın ne diyor: “Bunun dördünü de aynı derecede değerli buluyoruz, bunların bir tanesinden bile taviz vermeyi asla düşünmüyoruz!..”
 
Ve bunları -kendi kendimize gelin güvey olurken, söylemiyor- İstanbul’da “12-15 Mayıs 2007”de yapılan Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) 56. Dünya Kongresi’nin kapanış konuşmasında dile getiriyor. 
 
Ayrıca kapanıştaki basın toplantısında da, “Demokrasi, tanımı gereği özgürlükçüdür!” diye vurgulamaktan da kendini alamıyor. 
 
Sakın “pes!” demeyin; dahası da var; yabancı gazeteciler -özellikle Herald Tribune, Neue Zurcher Zeitung’un temsilcilerinin “Ordunun rolüne tek kelime değinmediniz, neden?” sorusuna da yanıt gecikmez, yukarıda sözü edilen dört unsuru, “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti”ni sayıp, “Bunlardan taviz verilmeyeceğinin güvencesini, ordumuz sağlamakla yükümlüdür!” der... 
 
İşte bu kadar! Yetmez mi? 
 
Biz bir kenara, “AB”ye bile yetmiş artmıştı, üçüncü sınıftan ikinci sınıfa geçirilmemiz için... Var mı, yok mu Erdoğan!.. 
 
Topbaş’ın, bu basamakları çıkmasına olanak yoksa, ya da istemiyorsa, “21. yy”da bir “Gazzali Müridi(!)” olmak da yeter artar herhalde... 
 
Ne dersiniz?


Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Dışişleri dinbazlık yapıyor - ALİ SİRMEN

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Strasbourg’da önceki gün yaptığı toplantıda, Türkiye’yi 13 yıl sonra bir kez daha denetlemeye almış bulunuyor. 45 ret ve 12 çekimsere karşılık 145 oyla alınan kararın ertelenmesini bekleyenlerin umutları boşa çıkmıştır. Herhangi bir erteleme kararının çıkmamasının nedeni Haziran 2016’dan bu yana 3 genel kurulda demokratik taleplerinin karşılanması yolunda adım atacağı vaadinde bulunan AKP iktidarının bu doğrultuda hiçbir şey yapmamış olmasıdır.

Parlamenterler Meclisi’nin HDP’li üyeleri Türkiye’nin denetlemeye alınması yönünde oy kullanmışlardır.
Bu davranışın demokrasiden yana saf tutan bir tavır olduğunu kabul etmek gerek.
Çağımızda, kendi ülkesinin iktidarının demokrasi ve insan haklarını çiğneyen icraatlarına, ulusal dayanışma adına sahip çıkmak, yurtseverlik değil, şovenizmdir.
Demokrasilerin ve demokratların, yurtseverlik ile şovenizmin karıştırılmasına tahammülleri olmadığı gibi, HDP’lilerin davranışlarının da ayıplanacak, kınanacak bir yanı yoktur.
Utanması ve kınanması gerekenler, davranışlarıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin politikasını demokrasi ile temel hak ve özgürlükler talepleriyle ters düşürenlerdir. 

***
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye Cumhuriyeti’nde iktidarın dizginlerini ellerinde tutanlardan talebi, OHAL’in mümkün olduğu kadar çabuk kaldırılması, OHAL ile doğrudan ilişkili olmadıkça KHK çıkarılmasına son verilmesi, KHK’ler ile toplu halde kamu görevlerinde işten çıkarılmalara son verilmesi, yargılanmayı bekleyen tüm parlamenterlerin serbest bırakılması, yargılanmayı bekleyen tüm gazetecilerin ve aydınların serbest bırakılması, OHAL Araştırma Komisyonu’nun kurulması ve adil yargının garanti altına alınması, AKPM kararları ve Venedik Komisyonu tavsiyeleri ışığında ifade özgürlüğünü iyileştirecek adımların acilen atılması, referandumun meşruiyeti konusundaki kuşkular giderecek, AKPM ve Venedik Komisyonu standartları doğrultusunda ifade özgürlüğünü iyileştirecek adımların atılması gibi hususları kapsıyor.
Hepsi demokratik ölçütlerin uygulanması anlamını taşıyan bu hususlar, Türk halkının çoğunluğunun da talepleridir aynı zamanda.
Hiçbir demokratik devletin hiçbir organı bu tür taleplere neden karşı çıktığını inandırıcı biçimde açıklayamaz. 

***
Nitekim, Assamblenin kararından sonra Ankara’dan gelen açıklamalar da, taleplere neden karşı olunduğunu belirtmemekte, yalnızca genelde Avrupa’yı, özelde de AKPM’yi suçlamakla yetinmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı açıklamada, kararın tamamen siyasi olduğunu ve tanımadıklarını açıklamıştır.
Avrupa Konseyi, üyelerinin demokrasinin ve hukukun temel ilkelerine sadık olan, bu hususlarda ihlallere göz yummama politikasında birleşmiş olan ülkelerin oluşturduğu bir birliktir, Parlamenterler Meclisi’nin hukukun ve demokrasinin temel ilkelerine uymayanlara göz yummama yönündeki politik kararının neresinin neden eleştirildiğini anlamak mümkün değildir.
Kararın tanınmamasına gelince: AKPM, Anayasa Mahkemesi değildir ki, boynu Beştepe karşısında kıldan ince olsun! AKP iktidarı kararı tanımaz, gereğini yapmaz ise yeni kararlar ve yeni yaptırımlar, 25 Nisan kararlarını izleyecektir.
Dışişleri ise, kararı İslamofobiyi de körükleyen siyasi bir operasyon olarak niteleyerek kınamakta ve ilişkilerin gözden geçirileceği uyarısını da unutmamaktadır.
Bu tavrıyla Dışişleri dinbazlık, yani din bezirgânlığı yapmaktadır. AKPM’nin kararının ve bu karara yönelik müzakerelerin hiçbir yerinde, AKP iktidarının, demokrasi özgürlük ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ölçütlerine aykırı politikaları İslam ile ilişkilendirilmiş değildir ki İslamofobi yapılmış olsun.
Konuyu İslama bağlayan bizzat Dışişleri olduğuna göre, İslamofobiyi kışkırtanın da o olduğu açıkça görülüyor.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

‘Yeni Türkiye’nin isim babası kim? - TAYFUN ATAY

“Yeni Türkiye”, dinbaz iktidarın elinde her kapıyı açan bir “mastır anahtar”.
Kendisine yönelik her doğru itirazı yanlışlayan, her yanlışını “doğrultan”, her haklı eleştiriyi haksızlaştıran, her muhalif sesi susturan bir sihirli değnek.
Hak, hukuk, adalet açısından içine yuvarlanılan çukurlardan hiçbir şey olmamış gibi tekrar yukarıya tırmanma gayreti içinde kullanılan bir merdiven.

Eski mağdurluklardan şimdi mağrurluğa sıçramış, mazlum edebiyatından muktedirlik sanatına geçiş yapmış, zulmetten zulme yol tutmuş olmayı görmeme/göstermeme için bir göz bağı.
“Yeni Türkiye”, insanlıktan sınıfta kalarak sürekli kazanılan bir iktidar yarışının sahte başarı belgesi…

***
“Eski Türkiye” diye kanırta kanırta öcüleştirerek işaret ettikleri askeri vesayet yerine oturtulmuş dini vesayeti “Yeni Türkiye” adı altında bir şirinlik muskası gibi yutturmaya çalışıyorlar.
Peki, hiç düşünüyor musunuz AKP’yle ilişik şekilde kullanılan bu “Yeni Türkiye” tabiri hayatımıza ilk ne zaman ve kim tarafından takdim edilmiş?
Kendi adıma tabirin popülerleşip adeta her ağıza pelesenk olmasının Gezi olayları sonrasında yoğunlaştığını hatırlıyorum.
Onun öncesindeyse kullanımının iktidarla bağlantılı muhafazakâr ya da liberal siyasi-entelektüel çevrelerle sınırlı ve kısıtlı olduğunu düşünüyorum. Bu çerçevede kullanımın önünü ilk açan da sanırım 2010 anayasa referandumu oldu.
2011 genel seçimi ardından (yüzde 50 oyun verdiği özgüvenle) “post-Kemalist” Türkiye ifadesiyle birlikte “Yeni Türkiye” tabiri de AKP içinde ve ona yakın elit-entelektüel, akademik ağızlarda daha çok şakırdatılmaya başlandı.
Fakat bu tabirin çok daha geriye doğru iz sürümünü yaptığımda benim karşıma “bomba” gibi bir veri çıkıyor ki ona dokunmaya korkuyorum! Alimallah, patlarsam yanarsın dercesine bakıyor bana o!..

***
2007 yılında Amerika’da (Washington DC) yayımlanmış bir kitap, “The New Turkish Republic” başlığını taşımakta.
2008’de “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” başlığıyla Türkçe çevirisi yapılıp Timaş Yayınları tarafından basılan bu kitabın yazarı Graham Fuller.
Yani CIA Türkiye masası eski şefi!..
Fuller, alt başlığı “Yükselen Bölgesel Aktör” olan “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabında bize bir iktidar koalisyonunun 2002’den itibaren el ele, kol kola, gönül gönüle vererek “paralel” yol tutuşunu ballandıra ballandıra anlatıyor.
Kitabın ağırlık merkezi olan “Türk İslamı’nın Yeniden Yükselişi” başlıklı 6’ncı bölüm, iki ana alt-bölüme ayrılmış. Birinci alt-bölümün başlığı, “Adalet ve Kalkınma Partisi”. İkincininki ise (evet, doğru tahmin!) “Fethullah Gülen Hareketi”.

***
O 6’ncı bölümden rastgele gözümüze takılan satırları okuyalım:
“Ağustos 2001’de kurulan AKP, Türkiye’de bugüne kadar gelmiş İslamcı partiler serisinin açık ara en ılımlı, en profesyonel ve en başarılısı olmuştur. AKP resmen İslam ile kendisi arasında herhangi bir formel bağ kurmaktan uzak durmakta ve sekülarizm veya ‘laisizm’i demokrasi ve özgürlüğün bir ön şartı kabul etmektedir. AKP’nin Avrupa Birliği’ni kucaklaması, AKP platformunun en başarılı ve akıllıca yönlerinden biri olmuştur. Bu politika, partinin ülke içindeki seçmen desteğine ve dışarıdaki imajına büyük oranda katkıda bulunmuştur” (s. 102, 103, 105).
Bir de ikinci alt-bölüme bakalım:
“AKP iktidara geldiğinden ve oldukça ılımlı, pragmatik ve üretken bir siyasal platform benimsediğinden beri Gülen hareketi AKP’ye yönelik eleştirisini büyük ölçüde azaltmıştır. Bunun sonucu olarak, ikisi arasındaki ilişkiler bugün geçmişte olduğundan çok daha iyi durumdadır. Gülen cemaatinin birçok üyesi bugün artık Gülen hareketine bir alternatif olarak değil ama onun siyasi bir tamamlayıcısı olarak AKP’ye katılmıştır” (s. 127, 128).

***
Nereden nereye diyorsunuz değil mi?!
O günden bugüne ne çok şey değişmiş, ters dönmüş, altüst olmuş ve “kanka”lar kanlı-bıçaklı duruma gelmiş, değil mi?..
Değişmeyen bir tek şey var ki o da “Yeni Türkiye” adı…
O adın mucidi bile değişmiş durumda! Gülen takviyeli AKP’yi İslamcılığın liberal-kapitalist, diğer deyişle “ılımlı” sürümü olarak onaylayan Fuller, 2015’e gelindiğinde artık AKP ve Erdoğan’ı İslam ve demokrasi ilişkisi açısından bir hayal kırıklığı olarak niteleme noktasına varacaktır.

***
İşte size bugün bu iktidarın yere göre sığmaz “Yeni Türkiye” tabirinin altyapısı, arka plânı ve doğuş serüveni üzerine bir çerçeve.
Kim, ne zaman, hangi bağlamda, nelerle ve kimlerle ilişkili geliştirip kullanmış, görün…
Ve iç rahatlığıyla, dilinizde bir yanma hissetmeksizin kullanabiliyorsanız, kullanın!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

25 Nisan 2017 Salı

Umut… - ORHAN AYDIN

-Kapanacak bütün kapılar. Oh ne güzel, sen rahat ben rahat. Kimseler koca ülkede ne olup bitiyor bilemeyecek.
-Kolay mı ağabey?
-Kolay tabi. Hem duyunca ne oluyor ki, iki bağırtı çağırtı sonrası dürülüyor ses çıkaranların defterleri. Bak AGİT gözlemcilerine, ‘PKK’ damgası vuruldu, heyetin işi bitti!
-Yok, o komik biraz, kimse inanmadı.
-Nasıl inanmadı. Bütün kanallarda yandaş tüm yorumcular aynı cümleyi kurarak saldırdılar AGİT’e. Gazeteler manşete taşıdı. Herken sen mi, %50 ne güne duruyor?
-Dünya ne diyecek bu duruma?
-Ne derse desin. Umurunda olan mı var. Rest çektiler. En son Adalet Bakanı, ‘YSK kararları hiçbir yargıya taşınamaz, bu iş bitmiştir’ dedi.
-Halk görüyor ama gerçeği, meydanlar boş değil ‘Hayır Kazandı YSK Çaldı’ diye binler yürüyor.
-Buna da bir kulp bulundu. ‘Muhalefet kaybetmeyi sindiremedi, halkı sokağa döküyor, sonuçlarına katlanırlar’ diye açıklamalar yaptılar.
-Hukuksuzluk, insanların düşüncelerini söyleme önüne konulan en büyük engel.
-Yasakçılık. İşlerine gelmeyen her şey yasak. OHAL ve KHK ne güne duruyor? Ne derlerse o. Dışına çıkan ‘terörist’, ‘hain’, ‘kışkırtıcı’ ilan ediliyor. Kim olursan ol yersin damgayı boş bir çuval gibi konursun bir köşeye!
-İnsanları referandum sonuçlarını tanımıyor diye gözaltı yapıyor, tutukluyorlar.
-Bu güne kadar ‘hayır’ çalışması yürütenlerden, 2 bin 462 gözaltına alındı, bunlardan 453 tutuklandı ama halk susmuyor, 23 Nisan günü ülkenin her yerinde protestolar vardı. Bence asıl yanıt 1 Mayıs günü verilecek.
-Bunlar bize faşizm altında yaşamayı öğretmenin peşindeler.
-Hem ülkede hem dünyada itibar sıfırlandıkça baskı denen zulüm yasallaşır. Astığı astık, kestiği kestik, dediği dedik. Yasalara filan, uygulayıcılarına falan gerek yoktur. Mahkemeler göstermelik mesai yaparlar. Önceden verilen kararlar uygulanır. Bir ağızdan çıkan söz emir kabul edilir. Abartı değil, bugün istense sokağa çıkanların tamamı RTE ve YSK’ na hakaretten içeri atılabilirler.
-Yok, o kadar da değil.
-O kadar, yetmedi fazlasını yapabilirler. Emir kulları emri uyguladıkları sürece sorun yok. Karşılarında yalnızlaştırılmış, ötekileştirilmiş, düşman edilmiş örgütsüz milyonlar olduğunu biliyor. Yapamayacağı yok. Onurlu ve erdemli insanların örgütsüzlüğü onun için en büyük avantaj.
-Şimdi şu uyum yasaları süreci başlayacak, hiç gürültü çıkmayacak mı sanıyorlar?
-Susturacaklar, ‘Halkın iradesine karşı çıkmak vatan hainliğidir’ demeye başladılar.
-Tartışmayacaklar yani.
-Tartışmayacaklar, 18 madde dayatmasını tartıştılar mı, hayır. Şimdi işleri daha kolay.
-Önce partinin başına geçecek ardından HSYK meselesi çözülecek gerisi çorap söküğü.
-Evet. Susarsak komite komite örgütlenip direnişi güçlendiremez yavanlaşırsak olacağı bu.
-Geçen gün Direklerarası Seyirci Ödüllerini izledim ağabey, yüreğim coştu.
-Bizim için umut orada işte. Ses çıkaran yaratıcılarda, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, hırsızlığa, talana hayır diyende ve bunun için üretende.
-Gençlik bir umut ışığı, sahne de sokakta, hayatın her alanında.
-Tarihsel bir sorumluluk birden bire geldi ve insanlarımızın yüreklerine, akıllarına yapıştı. Aynı sorumluluğu yeşertecek milyonlara gereksinme var. Örgütlenmiş ve söz birliği etmiş milyonlara.
Baharı çaldılar deyip susmayan, başka mevsimlerinde bahar kadar güzel olduğunu bilen, çocukların gözyaşlarına el sürüp, haramilerden hesap soran milyonlara.
-Umut güzel şey.
-Yaşanmıyor, usta haklı, umutsuz yaşanmıyor.
İş ki umut hep diri kalsın gerisi kolay. Çiçeklenir her mevsim, kış ortasında bahar gelir, şaşarsın.

Orhan Aydın / SOL
oaydinoaydin@gmail.com

Nereye götürür? - EROL MANİSALI

İktidar gücünü ellerinde bulunduranlar, “yaşanan olayların Türkiye’yi (ve kendilerini) götüreceği durumun” ne kadar farkındalar? 

 
Erdoğan ve AKP yönetimi, “İktidarda kalmak için her şey yapılır” uygulamasındalar mı? Hukukun çiğnenmesi, haksız rekabet ortamının planlı bir biçimde yürütülmesi toplumu ve ülkeyi nereye götürecek?
- Kutuplaşmayı sistemli bir biçimde derinleştirmek toplumun (ve ülkenin) bölünmesi sonucunu doğurur.
- Eşitsizlik ve antidemokratik ortam içinde, baskıyla yürütülen halkoylamasından, “toplum yararına bir sonuç” beklenebilir mi?
- BOP’un tam ortasına küresel güçler tarafından mıhlanan Türkiye’nin, içerde de iktidar güçleri tarafından karpuz gibi bölünmesi acaba kimin işine yarıyor? Kısa vadede, zafer kazandığını sanan taraf, “aslında Türkiye’ye kurulmakta olan kumpasın bir parçası” haline gelmiyor mu? Aynen, FETÖ’nün 15 Temmuz kumpasında düştüğü yanlış gibi. 
 
FETÖ kumpasına karşı haklı olarak yürütülen operasyonlar, içerdeki “evet-hayır” bölünmesini ve hukuk dışılığı derinleştirerek sürüyorsa sonuç yine FETÖ’nün arkasındaki üst akla yaramaz mı?
Aynen Trump’ın Suriye füzeleri için, “el sıkışmada olduğu gibi”: Kazanan BOP ve arkasındakiler olur. 
 
Siz de Barzani’nin bayrağını diktirip, “evet” için onunla anlaşmak zorunda bırakılırsınız. Yarın da YPG’yi, bastıra bastıra sizinle masaya oturturlar. 

Demokrasi, iktisat ve siyasal İslam
İktisat Fakültesi Mezunları Cemiyeti bugünlerde 41. İktisatçılar Haftası’nda demokrasi, iktisat, siyaset ilişkilerini tartışıyor. 41 yıl önceki ilk toplantıda Feridun Ergin, Sevim Görgün, Gülten Kazgan, Yüksel Ülken, Akın İlkin ve bendeniz boy göstermiştik.
Bugün yapılan toplantıda demokrasi, siyaset ve iktisat bağlarının tartışılması ne anlam taşıyor?
Uygulamalar ile akademisyenlerin akılcı ve bilimsel tartışmaları arasında hiçbir bağ kalmamış ise iş bir kurgu filmi halini alıyor ve sadece tarihe düşülmüş bir not olarak kalıyor.
Fiilen yaşamakta olduğumuz uygulamalara bakın: İktisat mantığı ve bilimsellik; dış politikanın akılcılığı ve ulusal çıkarlar penceresinden değerlendirdiğimizde ne görüyoruz? Siyasal İslam aracılığı ile iktidarda her ne pahasına olursa olsun kalmanın ve rejimi değiştirmenin, iktidar tarafından uygulandığı bir ortam. 
 
Anayasa işletilmiyor, Meclis fiilen bertaraf edilmiş: “Güç bizde, elimizde, her istediğimizi yaparız” vaziyeti ile yüz yüzeyiz. Akademisyenlerin toplantılarda ileri sürdükleri fikirlerin uygulamada talebi bulunmuyor. 
 
Demokrasi, hukuk devleti ve toplumsal refah tartışmaları ile üretilen “ürünü” yönetim görmek istemiyor. Adeta, talebi sıfır olan bir hizmet ya da mal gibi tarihe not düşülüyor.
Kansere yakalanmış, yataktaki hastaya Prof. Karatay’ın lahmacun tavsiyesi gibi bir şey. Ama son 40 yılda İktisatçılar Haftası’nda biz neler konuştuk neler: Bir zamanlar söylediklerimizle hükümet uygulamaları arasında bir bağ vardı; Meclisler ve hükümetler çoğunlukla “üretilen hizmeti”, içtenlikle talep ederlerdi, kullanmaya çalışırlardı. Başbakanlarla bu etkinliklerde yüz yüze uygar insanlar gibi tartışırdık, sansürsüz. 
 
Katılımcı demokrasi kısmen de olsa çalışırdı. Ama durum bugün çok farklı. Yönetim, TÜSİAD’dan işçi sendikalarına, Almanya’dan İran’a herkesle kavgalı. Yakınlaştıklarımız Körfez ve Afrikalı garibanlar. 
 
Ama yine de demokrasiyi, akılcılığı, çağdaşlığı, laikliği ve insanlığı savunmayı sürdürmek zorundayız. İktidarı elinde bulunduranlar talep etmeseler bile...

Erol Manisalı / CUMHURİYET

‘Son laik YÖK Başkanı’ - ALİ SİRMEN

YÖK’ün kurulduğundan bugüne kadar görev yapan 7 başkanından biri olan Prof. Dr. Erdoğan Teziç’i bugün toprağa veriyoruz. 



Galatasaray Lisesi’nden ağabeyim olan Erdoğan Teziç, öğrencilik yıllarımda okulun yenilmez voleybol takımının milli formaya kadar yükselmiş kaptanı idi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilik dönemimde asistan hocam da olan Erdoğan Teziç, daha sonra anayasa kürsüsünde profesör iken Galatasaray Lisesi Müdürlüğü ve Galatasaray Üniversitesi Rektörlüğü yapmış, zaman içinde arkadaşlık dostluk ilişkilerimizin geliştiği bir ağabeyimdi.
Erdoğan Teziç’in son resmi görevi, 2003- 2007 yılları arasında sürdürdüğü YÖK Başkanlığı idi. Ölüm haberinde de Erdoğan Teziç’in son laik YÖK başkanı olduğu vurgulanıyordu. Gerçekten de ülkemizin seçkin anayasa hocalarından olan Erdoğan Teziç, laikliğin, demokrasinin onsuz olmazı olduğunu hep savunmuş, bütün yaşamı boyunca bulunduğu görevlerde olduğu gibi, YÖK Başkanlığı sırasında da konuda çok duyarlılık göstermişti.
Ama kabul etmek gerekir ki ne Erdoğan Teziç’in ne de yine bu konularda herkesçe bilinen duyarlılığı yüzünden AKP iktidarınca, FETÖ’cü kumpas sonucu içeri atılan Kemal Gürüz’ün çabaları, kendi dönemlerinden sonra,YÖK’ün yeniden yükseköğretimden laik ve özgürlükçü kadroların tasfiyesinin aracı kurumu haline gelmesini engelleyebilmiştir. 

***
Teziç ve Gürüz’ün, engellemek için büyük çabalar gösterdikleri bu duruma gelinmesinde tabii ki sorumlulukları yoktur.
Çünkü, üniversitede özgür bilimsel araştırma ve eğitimin temel taşı olan laiklik, 12 Eylül rejiminin armağanı YÖK gibi, siyasi iktidarın vesayet aracı olan bir kurum tarafından korunamaz.
Nitekim korunamamış ve daha Kenan Evren’in bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu görüp, ilk YÖK Başkanı olarak atadığı İhsan Doğramacı zamanından başlayarak, birçok laik öğretim görevlisi tasfiye edilirken laiklik karşıtı kadroların yüksek eğitimde yuvalanmalarının da temeli atılmıştır.
Türkiye’deki tüm kurumlar genelinde olduğu gibi, yükseköğretim özelinde de, laiklik en büyük iki darbeden birini 12 Eylül döneminde yemiştir. Bu dönemde, Erbakan’ın iktidar günlerini aşan baskılar yapılmış, tasfiyeler gerçekleştirilmiştir.
İşin en ilginç yönü de, 12 Eylül’ün baskı yöntemlerinin resmi gerekçelerinin başında ayrılıkçı bölücü terör ve irtica ile mücadele bahanesi bulunmasıydı.
Bu durumda şaşacak bir yön yoktur, demokrasinin hiçbir kurumu demokrasi dışı yöntemlerle, baskıyla, yasakla korunamaz, laiklik de buna dahildir. 

***
Özgür bilim ve öğretimin güvencesi özerk üniversite de, laik eğitim de, ancak demokrasinin denge ve denetim kurumlarının tam olarak işletilmesi ve halkın uyanık siyasal bilincinin bunların bekçiliğini sırtlanmasıyla sağlanabilir.
Bugün vardığımız noktada ise, üniversite içindeki en büyük baskı ve tasfiye kurumu YÖK olmaktan çıkmış, onun yerini bizzat yürütme erki almıştır. Her alanda olduğu gibi burada da AKP iktidarı 12 Eylül yönetimine rahmet okutan uygulamalar içindedir. Artık üniversitelerde tasfiyeler OHAL KHK’leriyle yapılmakta, bu yöntemle atılanların oranının 12 Eylül tasfiyelerinin yirmi katına yükseldiği herkesçe bilinmektedir.
Pazar günü yitirdiğimiz değerli hocamız Erdoğan Teziç, Cumhuriyetçi, laik, özgürlükçü, dürüst, doğru bildiğini çekinmeden söyleyen yiğit bir bilim adamı ve aydındı. Erdoğan Teziç’in vasıflarına sahip kişiler, bugün değil YÖK’ün başına atanmak, herhangi bir üniversitenin kapısının önünden geçmek imkânına bile sahip değillerdir.
Bu duruma çare olabilecek laik demokrasinin güvencesi olan halkın sivil laik bilinci ise, Erdoğan Teziç gibi yürekli bilim adamlarının yorulmak bilmez çabaları ve de vatandaşın AKP iktidarının icraatına tepkisi sayesinde oluşmaktadır.
Ne var ki, bu arada da atı alan Üsküdar’ı geçmektedir...

Ali Sirmen / CUMHURİYET

24 Nisan 2017 Pazartesi

‘Kutlu Doğum’un Noel’den farkı yok mu diyorlar Hocam? - TAYFUN ATAY

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez yakınmış Kutlu Doğum Haftası’nı bidat olarak nitelendirenler karşısında... 




“Bidat”, kabaca, dine aykırı, uydurma yenilik demek. Ama aslında bir dinin zamana yenik düşmemesi yolunda, değişen hayat içerisinde varlığını sürdürebilmesi için tarihsel olarak karşımıza çıkan kültürel girdilerdir bidatler...
Bidat, elbette sosyolojik çerçevede konuşmak gerekirse, dini zamana karşı ayakta tutan her şeydir.
Bidat avcısı için tarikat dine aykırıdır. Hâlbuki İslâm, Arap Yarımadası dışına Anadolu’ya, Afrika’ya, Orta, Güney ve Güneydoğu Asya’ya yayılıp bir dünya dini haline gelmesini en çok tarikatlere borçludur.
Bidat avcısı için mevlit dine aykırıdır. Hâlbuki mevlit, Müslüman ahalinin dinsel coşkuyu hissetmesinin önünü açan, bir bakıma inanca can katan, bu amaçla üretilmiş bir pratiktir.
Bidat avcısı için mezar, türbe, yatır ziyaretleri dine aykırıdır. Hâlbuki bu ziyaretler, çaresizlik içindeki insana dayanak olan dinin psiko-kültürel işlevini yerine getirdiğini görmemizi sağlayan etkinliklerdir.
Bunları ve buna benzer “bidat” denilen nice pratik ve anlayışı dinden çıkardığınızda geriye halk nezdinde soyut, kuru, cansız, kavranılamaz, uzmanlık isteyen, bu olmadığı için de nüfuz edilmesi çok zor bir “Kitabîlik” kalır.
Bidat avcılığına takıntılı Müslümana “Selefi” denir.
On dördüncü yüzyıl İslâm âlimi İbn Teymiyye’ye kadar izi sürülebilir Selefiliğin (ayrıntıya giremiyoruz, şimdiden köşeden taşma riskine girdik bile!).
Daha yakın tarihsel süreçte ise o, Vahhabilik olarak karşımızdadır.
Vahhabiliğin harcında da Osmanlı nefreti vardır.
Vahhabi için Osmanlı, bir bidat cennetiydi!..
Tarihsel İslâm’ı o an itibarıyla (18’inci yüzyıl) en karakteristik olarak temsil eden Osmanlı’yı dini bozmakla, böylece de Müslümanları geribırakmakla suçladı Vahhabiler.
Osmanlı’nın “bidat dinselliği” karşısında önerileri “öze dönüş”tü. İslâm’ın doğuş dönemine, Kuran’a ve gayet kontrollü ve ihtiyatlı şekilde de Sünnet’e (Peygamber’in söylem ve pratiğine) dönüş...
Bu, İslâmiyet’ten tarihi, tarihten de İslâm’ı çıkarmak demektir.
Sosyo-tarihsel açıdan, olmayacak duaya âmin demektir.
Ama etkili oldu, alıcı buldu, taraftar topladı, kitleselleşti ve hatta (El Kaide, IŞİD örneklerinde olduğu gibi) militanlaştı Selefi-Vahhabilik.
Ve işte, mevlide, kandile, türbeye, tekkeye, tarikate nasıl karşı çıkıyorlarsa Kutlu Doğum Haftası’na da öyle karşı çıkıyorlar.
Kuvvetle muhtemel ki “Kutlu Doğum”u, Hz. İsa’nın doğumuna atfen (evet atfen, çünkü İsa’nın 25 Aralık’ta doğduğuna dair bir bilgi yok) kutlanan Noel’e özenti, esinlenme, öykünme sayıyorlar.
“Kutlu Doğum” bize, Türkiye’ye özgü bir dinî yenilik. Peygamber sevgisinin mevlit, “Salât-ü Selâm”, sünnet namazlar, “Sakal-ı Şerif” ziyareti ile aynı doğrultuda bir yeni aşaması.
Selefi, tabii ki bunu yerden yere vuracak, bidat diyecektir.
Başkan Görmez’i “çok yaralamış” bu ve şöyle konuşturmuş:
“Bu haftanın dinen bidat olarak adlandırılması asla doğru değildir. Resul-i Ekrem Aleyhisselâm’ın hayatını anlatmak, bidat olarak adlandırılamaz. Peygamberimizin bir hafta boyunca dünyanın her tarafında Emin vasfının anlatılmasına hangi akla hizmet ederek bidat denir.”
Sayın Başkan, sen de gayet iyi biliyorsun ki Selefi-meşrep kafalar, tüm bu söylediklerine “Külahıma anlat” diyecektir.
Bu tartışma seni çok yaralıyor, tamam, ama bu Selefileri de memleketin laik/seküler dokusunu tahrip ede ede sizler palazlandırdınız be Başkan!..
Hâlbuki, inan bana, Selefiliğin panzehiri sekülerliktir.
Seküler toplumun bu memlekette ne mevlitle, ne kandillerle, ne Eyüp Sultan’la, ne de “Hırkâ-ı Saâdet”le bir meselesi oldu. Sen de biliyorsun, paylaştı bu sembolleri ve pratikleri kendince, karınca kararınca...
Hâlbuki sen ve kurumun, mesela bir yılbaşı kutlamasını yıllardır çok görmektesiniz bu topluma... Ve senin Kutlu Doğum’una karşı çıkanlarla yılbaşı gecesi Reina’ya saldıranlar aynı kumaştan, onu da gayet iyi biliyorsun!..
O yüzden gel şu “seküler Türkiye”nin gönlünü kazan artık!..
Siz seküler topluma yılbaşını zehir etmezseniz, hiç endişeniz olmasın, seküler toplum da Kutlu Doğum Haftası’na paydaşlık eder.
Ramazana, Kurban’a, oruca, mevlide paydaşlık ettiği gibi...
Yoksa daha çok duyacaksın “Kutlu Doğum bidattir” lâflarını.
Dua et “şirk” (Peygamberi Allah’a eş koşmak) dememişler Kutlu Doğum için...
Ama diyeceklerdir!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Referandum, Erdoğan ve diyalektik dersleri.. - TANER TİMUR

Kimse nereden çıktı bu spekülasyonlar demesin; bu “referandum” topluma Aristo mantığıyla bakan, “Osmanlıyız! Osmanlı kalacağız!” diyen muhafazakâr ideolojinin sosyal dayanaklarını ortaya koydu.
Zaten biliniyordu, bir kez daha kanıtlandı: Cumhurbaşkanı Erdoğan bir diyalektik ustası! Gerçeğin, zıtlaşmalardan ve çelişik tezlerin çatışmasından doğduğunu çok iyi biliyor! Yadsıma, germe, ötekileştirme: son kampanyada bu yöntemlerin hepsi kullanıldı. Oylamanın sonucu hakkında karışan kafaları da, Başkan, yine diyalektik yöntemle aydınlattı: Sağa döndü, tebrikleri kabul etti, “zafer”inde katkısı olanlara şükranlarını sundu; sola döndü, “zafer benim değil, sistemin; ben bir faniyim!” dedi ve böylece “sağ”la “sol”un sentezini gerçekleştirmiş oldu! Aynı bağlamda CNN International muhabirine de sağ veya soldan değil, futboldan geldiğini hatırlatıyor ve “aslolan kazanmaktır; 1-0 ya da 5-0 fark etmez!” diyordu.
Evet, Erdoğan usta bir diyalektisyen; fakat Hegel’in değil de Aristo’nun diyalektiğini kullanıyor! Kuşkusuz okuma ve incelemelere dayanan dürtülerle değil; daha çok, yaşayan Osmanlı değerlerinin güçlü bir taşıyıcısı ve temsilcisi olarak..

•••

Osmanlı medreselerinde Aristo mantığı, Porphyres’in “İsagoge”una dayanılarak, “İzaguci Risalesi” ile öğretiliyordu. Buna göre gerçeğe ancak zıt tezlerin çatışması ile varılabilirdi ve bunu sağlayan ilim dalı da “ilm-i cedel” idi. Böylece Osmanlı müderris ve suhteleri yüzyıllar boyunca aynı temalar etrafında “cedelleşip” durdular. “Münazara”ların bazen kanlı kavgalara dönüştüğü Ortaçağ Batı üniversitelerinde olduğu gibi, Osmanlı medreseleri de  “münazara” ve “cedelleşme”leriyle ünlüydü ve bu uygulamalar bizde Cumhuriyet döneminde de devam etti. Ne var ki “ayniyet” ilkesine dayanan bu yöntem, tarihi evrimi hesaba katmadığı için gerçeklere bir türlü ışık tutamıyor, toplumsal durgunluğun ifadesi oluyordu. Egemen sınıf ve zümrelerin istediği de zaten buydu. “Bir şey, aynı zamanda hem kendisi hem başkası olamaz; her şey kendisinin aynıdır ve aynı kalır!”; kural buydu! Hristiyan ve Müslüman öğretileri Aristo düzenine sadece kutsal bir kılıf geçirmişlerdi.

•••

Oysa Aristo’nun aksine, Hegel, hiçbir şey aynı kalamaz; her şey kendisini değiştirecek öğeleri kendi bünyesinde gizler ve çelişkiler içinde evrilir, diyordu. Tez ve anti-tezin oluşturduğu sentez, her ikisinden de fazla bir şeyler içeriyordu ve Hegel’e göre, tarihi yapan da buydu. Daha sonra Marx ve Engels, Hegel’de tarihin felsefe, felsefenin de tarih olarak sunulduğu “büyük anlatı”yı maddi temellere oturttular.

•••

Kimse nereden çıktı bu spekülasyonlar demesin; bu “referandum” topluma Aristo mantığıyla bakan, “Osmanlıyız! Osmanlı kalacağız!” diyen muhafazakâr ideolojinin sosyal dayanaklarını ortaya koydu. Anketler bu ülkede en muhafazakâr kesimlerin (köy ve beldeler), Türkiye ortalamasının hayli üstünde bir oranla (% 62) “evet” dediklerini gösteriyordu. Buna karşılık ülke çapında yüksek tahsilliler de aynı oranla “hayır” demişlerdi. Toplumun değişimden yana sınıf ve kategorilerinde –özellikle de okumuş orta sınıflarda- “hayır” oranlarının çok daha yüksek olduğu da yadsınamazdı. Büyük burjuvaziye gelince, belli ki onların çoğu da “hayır”cı idiler; fakat bir zamanlar Karaoğlan Ecevit’e kükreyen kuruluşları, bu kez, ürkek ve mültefit, sessizce bekliyordu.

•••

Aslında 16 Nisan’da Anayasa tasarısından çok, Erdoğan oylandı. Ve bilmiyoruz, parti başkanlığını şimdiden üstlenmeye hazırlanan Cumhurbaşkanı, AKP Merkezi’nin bulunduğu Çankaya’da % 80; devleti yönettiği Beştepe’de (Yenimahalle) % 57,5; Huber Köşkü’nün bulunduğu Sarıyer’de % 60; ikamet ettiği Üsküdar’da % 53,3 ve namaz kıldığı Eyüp’te % 51,5 “hayır oyu” çıkması karşısında bir moral çöküntüsü yaşadı mı? Aslında hiç de öyle görünmüyor ve Başkan, “’demokrasi’lerde çareler tükenmez!” diyen Demirel’in izinde, yeni taktik “cedelleşmeler” peşinde olduğu izlenimini veriyor. Ne var ki 2019 seçimleri perspektifinde bu taktik hesaplar ve karşılaşacağımız sürprizler de zihinleri kurcalamaya başladı!

•••

Görünüşe göre, Erdoğan 2019 Başkanlık seçimine, esas itibariyle, Putin’i devreye sokarak Trump’ı ikna etmek; Trump’a dayanarak da AB’yi hizaya getirmek “strateji”si ile hazırlanmak niyetindeydi. Anayasa tasarısının kabulü, erken seçimler ve “mutlak iktidar” da kendisine bu politikanın araçlarını sağlayacaktı. Sisi ile Beyaz Saray’da kurduğu sıcak ilişkilere bakılırsa, Trump’ın da buna bir itirazı olamazdı. Zaten Erdoğan da hazırlığını  yapmış, Mısır diktatörüne karşı suçlamalarına çoktan son vermişti. Oysa beklenen olmadı; 16 Nisan oylaması umulanı vermedi ve ucu ucuna kazanılmış, üstelik şaibeli bir referandum, gücüne güç katmak şöyle dursun, mevcut iktidarını da sarstı. Şimdi bizlere de sorgulamak düşüyor: Bu yeni durumda olasılıklar nelerdir? Erdoğan şu ana kadar kendisine hayli mesafeli davranmış olan Trump ile bir anlaşma sağlayabilecek midir? Bu tabloda İslam’ın tamamen siyasal bir araç olarak kullanıldığı artık her kafaya dank edecek midir?

•••

Bu konularda bir hayli soru işaretleri bulunuyor. Sıralayalım:
1) Trump yönetimi, ilk aylardaki uygulamalarıyla, Ankara’ya, Beştepe’nin devamlı yakındığı Obama’dan bile beklenmeyecek olumsuz sinyaller verdi: 15 Temmuz gecesi Erdoğan aleyhinde bir tweet atmış bir istihbaratçının (Hürriyet, 20 Kasım 2016), CİA Başkanı olarak görüşmeler yapmak üzere Beştepe’ye yollanması; birkaç Arap ülkesinin yanı sıra, terörizme karşı THY’na konan garip kontrol önlemleri; Zarrab kurtarılmaya çalışılırken, Halk Bankası’ndan bir müdür yardımcısının da tutuklanması vb.. Bunlar hiç de hayırlı işaretler değildi.

2) Trump’ın kendisi Erdoğan’a sıcak baksa bile, çalışma ekibi, Erdoğan’a karşı alınacak tavırda ittifak halinde değildi. Referandumdan sonra Erdoğan’ı kutlaması kamuoyunda olumsuz tepkiler doğurmuş ve Beyaz Saray bu kutlamayı muhalif partilerden, STK’lardan, hatta kendi Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen protestolara rağmen yapmıştı. (Independent, 18 Nisan) Uluslararası hukuk profesörü Daniel W. Drezner ise, Washington Post’da (18 Nisan) soğuk savaş sonrası dönemde, Donald Trump’ın dışında hiçbir Başkan’ın böylesine “demokrasiyi kısıtlayan, kusurlu (flawed) bir referandum ertesinde bir müttefikini kutlamayacağını” yazmıştı.

3) Bu koşullarda, 17 Mayıs’ta Washington’da yapılacağı ilan edilen Trump-Erdoğan buluşmasının da Trump’ın arzusundan çok Erdoğan’ın ısrarı ile gündeme geldiği anlaşılıyordu. Nitekim CNN Int muhabirinin bu görüşmeden söz eden Erdoğan’a yönelttiği “Washington sizi davet etti mi?” şeklindeki soru yanıtsız kalmış, bu konuda “dışişleri bakanlıklarının çalışmalarından” söz edilmişti.

•••

Bugün itibariyle durum bu ve mevcut koşullarda görüşmenin ciddi bir düş kırıklığı yaratma olasılığı da hayli güçlü görünüyor. Öyle ki, Trump’la ilkede anlaşsa bile, Erdoğan’ın “Kürtlerden vazgeçin; Rakka’ya beraber girelim” tezini –özellikle Münbiç’te verilen kayıplardan ve referandumda alınan sonuçtan sonra- ne kamuoyuna, ne TSK’ya, ne de siyasal müttefiklerine kabul ettirebilme şansı var görünüyor. Hatta bu yeni “fütuhat” politikasına kendi partisi içinden de itirazlar gelebilir. Böyle bir politika Rusya, Suriye, İran bloğunun düşmanlığını çekeceği gibi, bu nevraljik bölgede, Türkiye ordusunun ABD uçaklarının şemsiyesi altında bu “vekalet savaşı”nı yürütme gücü de sınırlıdır. Nitekim çoktandır gündemde olan bu öneri hakkında Washington merkezli düşünce kuruluşu Atlantic Council’in Türkiye analisti A. Stein, “Türklerin neden bu kadar kendilerine güvendiklerini anlamadığını” yazmıştı. Aynı bağlamda ABD’nin eski Ankara elçilerinden James F. Jeffrey daha da açık olmuş ve “Türkiye bunun için yeterli güce sahip değil” demişti. (NY Times, 11 Şubat 2017). Kaldı ki Trump yönetiminde ağır basan Pentagon sorumluları hiç de Kürtleri satmaya niyetli görünmüyorlar.

•••

Peki bütün bu moral bozucu olasılıkları Erdoğan görmüyor diyebilir miyiz?
Bunu söylemek elbette saflık olur. Türkiye Cumhurbaşkanı, daha çok, reel politikada ülkenin olanaklarını zorlayarak çıkmaza sokmuş ve oyunu artık “imaj politikası” araçlarıyla yürütmeye çalışan bir devlet adamı izlenimi veriyor. Öyle görünüyor ki kendisi için 17 Mayıs’ta Beyaz Saray’da olmak, Trump’la anlaşıp anlaşamamaktan çok daha önemlidir. Bu gibi “büyük oyun kurucu” gösterileriyle hitap ettiği zümrelerin alkışlarını almaya devam edebilir ve “ya ben, ya kaos!” çığlıkları ile iki yıl daha geçebilir. Üstelik “reality show” ustası Trump’ın da bu iş için biçilmiş kaftan olduğu kısa sürede anlaşılmış bulunuyor. Ayrıca Erdoğan’ın Mayıs ayı programının Çin, Rusya, Brüksel ziyaretleriyle yüklü olduğu da ilan edildi. Bunun, Hürriyet’de Hande Fırat’ın yazdığı gibi, gerçekten de “diplomatik atak” mı, yoksa Hürriyet’in yeni bir atağı mı olduğunu zamanla anlayacağız. Çünkü tüm kampanya sırasında “büyük oyun” ve bunu sahneleyecek “diplomatik atak” hakkında ipuçları elde ettiğimizi kimse iddia edemez. Yine de şunu şimdiden söyleyebiliriz: Referandum sonucu bizlere hiçbir şeyin aynı kalmadığını, her şeyin değiştiğini ve bu süreçte Aristo diyalektiğinden çok, tarihi diyalektiğe güvenmemiz gerektiğini ortaya koydu. 2019’a doğru bu kılavuz ışığında yol almaya başladık. Zulmü, yalanı ve her türlü haksızlığı “zıtlayan” bir senteze; hakça, insanca bir düzene doğru!..
Yolumuz açık olsun.

TANER TİMUR / BİRGÜN