30 Aralık 2023 Cumartesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 30 ARALIK 2023 -

 


Erdoğanizm - federalizm (Mehmet Ali Güller)

AKP’nin müttefiki olarak TBMM’ye giren HÜDA PAR’ın genel başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu, TBMM’de yaptığı konuşmada, “özerklik ve federasyonun serbestçe tartışılabilmesini” istedi.

Bırakın özerkliği ve federasyonu, örneğin gazeteci Merdan Yanardağ’ın Öcalan ironisine bile tahammül edemeyip, onu “terör propagandası yapmakla” suçlayarak hapse attıran AKP-MHP cephesi, Yapıcıoğlu’na sessiz; “terörü kınama” bildirisine imza atmadığı için CHP’yi “teröre destek vermekle” suçlayan AKP-MHP yönetimi, Yapıcıoğlu’na suskun.

Neden? Çünkü Yapıcıoğlu kendilerinden! Ama bir diğer neden de Barış Terkoğlu’nun ifadesiyle “HÜDA PAR’ın Erdoğan’ın projesini çalmış” olmasından. (Cumhuriyet, 28.12.2023)

Evet, Terkoğlu, Erdoğan’ın hazırlattığı 18 Aralık 1991 tarihli “Kürt Sorunu” raporunu anımsattı yazısında. Oradan özetlersek rapor, bölgeyi Kürdistan diye isimlendiriyor, bölge halkının “devlet terörü”ne maruz kaldığını savunuyor, “silahla olmaz” diyor, devletçi safta görünmemeyi savunuyor, bölücü ve terörist gibi sıfatların kullanılmasına karşı çıkıyor...

Özetle Terkoğlu, Yapıcıoğlu’nun görüşlerinin, aslında Erdoğan’ın görüşleri olduğunu anımsatıyor.

ERDOĞAN EYALET SİSTEMİ İSTİYOR

Bıraktığı yerden devam edeyim o zaman...

Erdoğan 1993’te “eyalet sistemine geçilebilmesini” savunuyor. (Metin Sever, Cem Dizdar, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları, 1993)

Erdoğan, 1994’te, İstanbul’un Ankara’dan yönetilemeyeceğini belirterek İstanbul’a Osmanlı modeli öneriyor, özerklik istiyor. (Milliyet, 23 Mayıs 1994)

Erdoğan, başbakanlığı sırasında 2004’te, “Başkanlık sistemi, eyalet sistemi olmadan üstü kaval, altı şişhane olur” diyor. (Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004)

Devam edeceğiz ama bir parantez açalım. Duruma göre Erdoğan’ın “hesap soracağını” söylediği ama duruma göre de “Sizin zamanınızda belediye başkanı olsam, İstanbul’u uçururdum” dediği Kenan Evren, 2007’de Erdoğanizme şu sözlerle destek vermişti: “Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir. Biz istediğimiz kadar hayır diyelim, orada bir Kürt devleti var.” (Sabah, 28 Şubat 2007)

ERDOĞAN FEDERAL MECLİS İSTİYOR

Uzatmayayım, 2004-2007 yılları aynı zamanda AKP’nin açılım hazırlığı yaptığı yıllardı. “Türkiye’yi Kürtlerle genişletmek”, “Kuzey Irak’ı Türkiye ile bütünleştirmek” istiyorlardı. Öyle ki Barzani’nin bakanı Sefin Dizai açıkça “konfederasyona gidilebileceğini” söylüyordu (Türkiye-Irak-Bölgesel Kürt Yönetimi Arasında Gelişen İlişkiler ve Nedenleri, Ortadoğu Etüdleri, Ocak 2010, c.2, sayı 2, s.53-74).

Bu süreç içeride Kürt Açılımı’nı ve PKK’yle müzakereyi, dışarıda da Barzani’yle ittifakı, “Kürdistan”ı tanımayı getirdi. 26 Mart 2009’da NTV’ye konuşan Neçirvan Barzani, “Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanının Kürdistan’ı tanıdığını” ilan etti. Ardından Dışişleri belgelerine “Kürdistan” girmeye başladı.

Ve Erdoğan, 12 Eylül 2010’da yapılan halkoylamasının akşamında AKP İstanbul İl Başkanlığı’nda yaptığı konuşmada aynen şöyle dedi: “Biz ne istiyoruz? Netice. Onun için diyoruz ki bakın Batı ülkelerini şöyle bir gözden geçirin, orada hep bunları göreceksiniz, federal meclisi göreceksiniz, federal konseyi göreceksiniz.” (akparti.org.tr, 13 Eylül 2010)

TAMPON BÖLGE-ÖZERK BÖLGE

Sonuç olarak Erdoğan 1991’den beri eyalet sistemini ve federalizmi savunuyor. Federalizm olmadan “başkanlık sisteminin” eksik olacağını savunuyor.

O dönem federalizm hedefli “açılım”ı çeşitli nedenlerle sürdüremediler ama bugün tıpkı Suriye topraklarında olduğu gibi Irak topraklarında da “tampon bölge” adı altında “özerk alanlar” istemelerini önemle not ediniz.

Federasyon, eyaletler, özerk bölgeler ve hepsinin “başkanlık sistemi” ile yönetilmesi. İşte Erdoğanizm asıl budur ama elbette son tahlilde hayaldir.

                                                     /././

MHP de kapatılsın mı? (Miyase İlknur)

Hoppala bu da nereden çıktı şimdi değil mi? Hani siyasi partilerin kapatılmasına karşıydık. Siyasi partilerin kapatılması için her gün çağrı yapan MHP lideri Devlet Bahçeli ile aynı çizgiye mi savrulduk şimdi?

Galiba öyle.

Cumhur İttifakı adı altında iktidara yanlamadan önce Bahçeli, terör örgütleriyle iltisaklı olan ve anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yeltenen partilerin kapatılmasını savunuyordu.

MHP, iktidara yanladıktan sonra bu yöndeki görüşleri de hayli değişime uğramış belli ki. Baksanıza sabah HÜDA PAR’ın fedarasyonu dillendirmesi karşısında sus pus.

Yetmiyor, Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarının kesin olduğu ve herkesi, her kurumu bağladığı açık hükmüne karşın TİP Hatay Milletvekili Can Atalay hakkındaki AYM kararlarını uygulamayan Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne sahip çıkmakta ve “Anayasa Mahkemesi kapatılsın” diyerek alenen anayasayı ilgaya teşvik suçu işlemektedir.

Anayasayı ilga suçu sadece maddi cebirle olmaz. Bir de manevi cebir vardır ki görevleri gereği devletin kamu gücünü ya da siyasi gücü elinde bulunduranlar bu suçu işlerken manevi cebir yolunu kullanırlar. Sahip oldukları kamusal güç üzerinden yargı mensuplarını manevi cebirle sindirmekte, yönlendirmekte ve denetleyemedikleri başka kamusal kurumlara karşı kullanabilmektedir.

Can Atalay kararında yaşadığımız tam da anayasayı ilga konusunda manevi cebir kullanıldığının açık ve somut delilidir.

Bir devleti devlet yapan ve ona meşruiyetini veren kuruluş kanunudur ki bu da mevcut siyasi düzenin sürmesini sağlayan anayasadır. Anayasalar devletin temel düzenini sağlayan metinler olması nedeniyle sıradan vatandaştan devletin en tepesinde oturan siyasi erk sahibini de aynı şekilde bağlar.

Siyasi erk sahibi “Ben bu kararınızı beğenmedim; o nedenle sizi ve kararınızı tanımıyorum” deme lüksüne sahip değildir. Peki ya derse, elinde kamu gücü bulunmayanlar da “Bu kararı beğenmiyorum” deyip maddi cebir suçunu işlemeye kalkarsa ne olur?

Anarşi doğar ve devletin temel düzenini sağlamak imkânsız hale gelir.

O halde nasıl ki maddi cebir suçunu işleyenler anayasayı ilga suçundan yargılanıyorsa, görev gereği kamusal ya da siyasal gücü elinde bulunduran ve bu sayede manevi cebir yoluyla anayasayı işlemez hale getirenler de aynı suçtan pekâlâ yargılanabilir. Hatta yargılanmalıdır da...

MHP lideri, bu haftaki Meclis grup toplantısında hızını alamayıp “Bay Zühtü senin ipin kimin elinde?” diyerek AYM Başkanı Zühtü Arslan’ı hedef aldı.

Peki partisine yakın üyelerden oluşan “Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin ipi kimin elinde?” diye sormak da başta AYM üyeleri olmak üzere hepimizin hakkı değil mi?

TERÖRLE İLTİSAK MI DEDİNİZ?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ortağı MHP lideri Bahçeli, kendilerine muhalif duruş sergileyen tüm kişi ve kuruluşları “Vatan haini, terör destekçisi, terörle iltisaklı” olarak yaftalayıp haklarında dava açılması talimatını veriyorlar:

-HDP terörle iltisaklı kapatılsın.

-TTB (Türk Tabipleri Birliği) terörle iltisaklı kapatılsın.

-TBB (Türkiye Barolar Birliği) terörle iltisaklı kapatılsın.

Ya MHP?

Sinan Ateş katliamına ilişkin son bulgular gösteriyor ki MHP’nin yan kuruluşu Ülkü Ocakları hatta bazı MHP’li vekiller gırtlağına kadar bu işe bulaşmış. Öyle münferit kişilerden bahsetmiyoruz. Tümüyle örgütlü bir suç. Polis ayağı var, istihbarat ayağı, siyasi ayağı var.

Daha önce de milletvekilleri Selçuk Özdağ ve Buğra Kavuncu’ya, gazeteciler Yavuz Selim Demirağ, Sabahattin Önkibar, Levent Gültekin’e, Ülkü Ocakları Mersin Şube Başkanı Çağrı Ünel’e yönelik saldırılarda ve Meral Akşener’in evinin basılmasında failler aynı kurumdan.

Bu suçlar terör eylemi değilse ne?

Bu terör eylemine karışanlara kalkan olmak de terörle iltisak değilse ne?

Şimdi soruyoruz o halde: Terörle iltisaklı olan MHP de kapatılsın mı?

                                                       /././

Susmamızı istiyorlar susturamayacaklar (Murat Ağırel)

2023 yılını uğurlayıp 2024 yılına merhaba diyeceğiz.

Kötü bir yıl geride kaldı, ne yazık ki daha kötüsü geliyor.

Karamsar değilim, her yurttaş gibi adım adım gelen karanlığı görüyorum.

Dünya ülkeleri gelişen teknoloji ile birlikte bir yarış içerisindeler. Her gün bir yenilik insanlığın hizmetine sunuluyor. Ne yazık ki ülkemizde ise bitmek bilmeyen gerici zihniyet iktidardan aldığı güç ile dünya ülkelerinin aksine cennet vatanı karanlığa, batağa sürüklemek için elinden geleni yapıyor.

“İktidardan aldığı güç” diyorum, bilerek söylüyorum. Zira cumhurbaşkanı çok defa tarikat ve cemaat liderlerini dergâhlarında ziyaret etti. Çok uzağa gitmeden daha geçen hafta milli eğitim bakanı, Gazi Meclis’te “Sizlerin tarikat, cemaat dediğiniz bizim sivil toplum kuruluşu dediğimiz...” dedi. Devlet kurumları göz göre göre 15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişimi öncesinde olduğu gibi bu yapılara teslim ediliyor. Yine palazlanmalarına göz yumuluyor.

HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu, “Olumlu ve olumsuz yönleriyle eyalet, özerklik ve federasyon gibi yönetim modelleri üzerine serbestçe tartışılabilmeli” açıklamasını yaptı.

Bu sözlerin yüzde 1’i kadar sözü söyleyenler karşısında aslan kesilen, kendilerine “keskin milliyetçi” diyen kişiler ses çıkarmadı, çıkaramadı. İttifak ortakları söylüyor!

Hiçbiri birbirinden bağımsız olaylar değil. Hepsi hedeflenen amaca yönelik girişimler.

Eminim “Burası hukuk devleti, olmaz öyle şey” diyeceksiniz ama Adalet Bakanlığı ve bağlı adliyelerde yaşananlar akıllara zarar!

Gruplaşma, tarikatlar, hemşericilik aklınıza ne gelirse yaşanıyor...

Dün Gerçek Gündem haber sitesinin genç ve başarılı gazetecisi Furkan Karabay yaptığı bir haber nedeniyle gözaltına alındı, çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Furkan’a emniyette ve savcılıkta sadece yaptığı haber ve haber ile bağlantılı sosyal medya paylaşımı soruldu.

Oysaki Furkan Karabay’ın yaptığı haber kamuya açık bir davanın duruşma tutanağından ibaret. Duruşma tutanağında yer alan, resmi kayıtlara geçmiş ve gizlilik kararı olmayan bilgileri yazmak nasıl suç olabilir?

Duruşma tutanağında ne yer alıyor?

Ağır ceza mahkemesinde görülen Şahinler ve Sarallar grupları arasındaki çatışmalara ilişkin 6 yıl önce açılan ve İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ve Sedat Şahin’in tahliye edildiği davada yargılanan Barış Saral duruşmada İstanbul Adliyesi’nde görev yapan bir mahkeme başkanı hakkında iddialarda bulundu. Bakın iddiayı dile getiren Furkan Karabay değil.

İşin tuhaf kısmı Barış Saral duruşmada yaptığı savunma kamerayla kaydedilmiş ve bu kayıt sosyal medyada da yayımlandı. Karabay bahse konu görüntülere ait duruşma tutanağını açık kaynaklardan aldı ve ayrıntılarını haberleştirdi.

Haberin başlığı ise şu: “Mafya davasında rüşvet kavgası tutanaklarda...” 

Sedat Şahin 20 Temmuz 2022’de tahliye edildi. Haber içeriğinde ise Sedat Şahin’in tahliyesindeki iddialar yazılmış.

Yazıda tahliye süreci anlatılıyor ve “tehlikeli maddeleri izinsiz olarak bulundurma veya el değiştirme”, “yol kesmek suretiyle silahla birden fazla kişi ile yağma” ve “kasten öldürme” suçlarından tutuklu olan Sedat Şahin’in tutukluluğuna avukatları tarafından itiraz ediliyor.

12 Temmuz 2023’te yapılan itiraz, mahkeme heyeti tarafından reddediliyor. Ret kararına itiraz için ise yedi gün süre vardı. Adli tatilin başlayacağı 20 Temmuz’dan bir gün önce Şahin’in avukatları, tutukluluğa devam kararına itiraz ediyor. Bu süreçte ise adli tatil ile İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin başkanı ve üyeleri izne çıkıyor. İtiraz kararını değerlendirmek üzere İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’ne mahkeme başkanı olarak başka bir hâkim atanıyor. Dosyayla daha önceden ilgili olmayan hâkim, itirazı kabul ediyor ve evinde aralarında lav silahının da bulunduğu çok sayıda silah bulunan Şahin’i aynı gün tahliye ediyor.

Yazıda bir tesadüfe de yer verilmiş. Yaşanan bu tahliyenin ardından kısa süre içerisinde tahliye kararı veren hâkim İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Daire Başkanlığı’na, ardından 25 Temmuz’da Yargıtay üyeliğine atanmış.

İşte duruşmada konuşan Barış Saral hâkimin adli tatil öncesi izne çıkmadığını, Sedat Şahin’in tahliyesine itirazı kabul etmeyeceği için izne çıkarıldığını iddia ediyor ve bu tahliyenin arkasında da adalet komisyonu başkanı ve İstanbul cumhuriyet başsavcısı olduğunu iddia ediyor.

Furkan bunu haberleştirdi.

Aynı başsavcının ismi Anadolu Başsavcısı İsmail Uçar’ın HSK’ye verdiği dilekçede de geçiyor. Aynı savcının ismi yine HSK’ye başka bir savcı tarafından verilen dilekçede de geçen, karapara aklayıcısı olduğu iddia edilen Iraklının davasında da geçiyor.

Yargının yapması gereken bu kadar çok iddiayı araştırmak mıdır? Yoksa bu iddiaları yazan gazetecileri yine aynı kişilerin şikâyeti ile tutuklamak mıdır?

Ne mutlu Furkan’a mesleğini, kalemini çeteler için, mafya için, uyuşturucu kaçakçıları, karapara aklayıcıları için satmadı. Gazetecilik suç değildir ve biz yazmaya devam edeceğiz.

Yeni yılınız kutlu olsun!

(Cumhuriyet)

soL KÖŞEBAŞI - 30 ARALIK 2023 -

 


Şimdi liberaller düşünsün (Aydemir Güler)

Asıl kötü haber de şu ki, sosyalist iktidar perspektifi solu mesafe ayarı tuzağından çıkartır, ama her zaman başka ana akımların makyajcısı olan liberalizmin böyle bir şansı yoktur.

Köşe yazılarından dizi yapmak okur-dostu bir iş değil. Hele günümüzde, her gün göz attığımız çok sayıda materyali ek okumalara gerek kalmaksızın anlamak, yargımızı oluşturmak istiyoruz. Haklıyız… Ama bir devam yazısı yazmaktan uzak durayım diye geçen haftaya gönderme yapmadan da edemeyeceğim.

Geçen hafta bu köşede kabaca şunu anlatmaya çalıştım: Türkiye solunun Kemalizm’le tarihsel sınavında, sorun çoğu zaman bir “mesafe tayini” olarak yaşanmıştır: Ne kadar, ne zaman, hangi koşullarda yakın veya uzak olunacak? 

Bu sorunun içine yerleştirildiği bir siyasi iktidar mücadelesi bağlamının oluşturulabildiğini ise göremeyiz. Mustafa Suphi ve yoldaşları kısa ve sonu yalnızca trajik bir katliamla değil ağır bir yenilgiyle gelen bir deneme yaptılar. Behice Boran ve yoldaşları sosyalist devrim teziyle güçlü bir teorik zemin oluştururken bunu pratikte güçlü bir mücadeleye evriltemediler. Bunların dışında sol nice kahramanca ve kararlı direnişe, nice ısrarlı ve becerikli örgütlenme hamlesine imza attı. Binlerce insanın yaşamını feda edecek ölçüde devrime bağlanması da, 1970’lerde işçi sınıfının politik partisiyle ileri bağlar kurması da asla hafife alınamaz. Ancak büyük emekler ve bedeller, sosyalist iktidar hedefine değil demokrasinin genişletilmesine ve kurtarılmasına bağlanınca buruk bir yerde kaldık. Geçen hafta dedim ya; sol bizim ülkemizde devrimi düşlemeden güçlenemezdi, güçlenemez!

Cumhuriyet devriminin kazanımları uzun süre Türkiye kapitalizminin içinde kötürümleştirilerek bir yerlerde tutuldu. Bu koşullarda sol mesafe ayarını yapmakta zorlanmış, kısırlığı aşamamıştır. Solun liberal kolu ise Kemalizm ve Cumhuriyet alerjisi köprüsünden karşıdevrimle yan yana geldi. Öyle ki, Abdullah Öcalan’ın, çözüm sürecinin düşünsel altyapısına eklediği, Kemalizm’i olumlayan yapıtaşlarından samimi olarak kimse etkilenmedi. Liberaller bile o açılımları pragmatik ve reel politik bulmuş, teorik konumlanışlarında Cumhuriyet-karşıtlığını sürdürmüşlerdir. Zira burjuva modernitesinin yine burjuva ama demokratik bir alternatifi olamazdı. Sosyalizmi hedeflemeyenler, en azından tarihin bir dönemecinden itibaren modernleşmeye, burjuva devrimciliğine, cumhuriyetçiliğe de düşman olurlar. 

Hangi dönemeç? Lenin’in, emperyalizm çağını burjuvazinin devrimci barutunu yitirmesi ve toptan gericilik olarak damgalayışı, çoğu zaman, açık veya örtük biçimde “reel politik” bir söylem sayılmış ve sosyalizme yönelmeyen demokratikleşme programlarında ısrar edilmiştir. Oysa Lenin çok haklıydı! Türkiye’de de kapitalizmin 1923’e önce yabancılaşması, sonra düşmanlaşması bu tezin teyididir. 

Sözcüğün olumsuz anlamıyla pragmatik davranan, soluyla sağıyla liberaller oldu. Şeriatçılar müttefik olarak artık onları tercih etmez olunca değişti işler. Üstelik burjuvazinin -eskilerin tabiriyle- önce gardıroba kapatıp sonra milli günlerde reklam metni yazarlarına havale edip kurtulmak istediği Kemalizm, hiç olmadık biçimde topluma yayılıyordu. Öyle resmi bayram kutlamasına da benzemiyordu bu yeni olgu. Doruk noktası 2013 Gezi patlamasıdır. Bu halk hareketinin kimlikçiliğe, sivil toplumculuğa sığdırılması denenmiş, ama temel referansının Cumhuriyet kazanımları olduğu gerçeği örtülememiştir. 

Uzatmayayım, liberal cephede bir dönem Kemalizm’in sonu kutlandı, buna post-Kemalizm dendi. Ama hayat doğrulamayınca “sonranın-sonrası” konuşulur oldu. Cumhuriyetçilik bir süre burjuva düzeninin bir unsuruydu. Şimdi burjuva karşıdevrimine direnişin motifi haline geldi. Bu değişim liberal bir zihin egzersizini zorunlu hale getirdi. “Post-post-Kemalizm” tartışması bunun tezahürüdür. Şimdi düşünme sırası liberallerdedir; toplumsal dokuya yayılan Kemalizm’e ne mesafede duracaklardır? 

Solun deneyiminden ders çıkartılması mümkün. Mesele mesafe ayarı değil. Cumhuriyetçilikle sosyalizmin kuracakları devrimci formül, “solun Kemalist sapması” ve “Kemalistlerin vesayetçiliği” şablonlarıyla mahkûm edilemez, şurasını beğenip burasına kulp takarak yaklaşmaktan bir sonuç alınamaz. Asıl kötü haber de şu ki, sosyalist iktidar perspektifi solu mesafe ayarı tuzağından çıkartır, ama her zaman başka ana akımların makyajcısı olan liberalizmin böyle bir şansı yoktur.

                                                                  /././

Dünya nereye gidiyor? (Erhan Nalçacı)

2023 boyunca pandeminin geç iktisadi etkileri ve Ukrayna savaşının sonuçları ama genel olarak kapitalizmin yapısal krizinin bedeli işçi sınıfından çıkarıldı.

2023’ü bitirirken dünyaya genel olarak bir kez bakalım. Bu bakış bize 2024’de neler olabileceği konusunda da fikir verecektir. Ama peşinen son 30 yılda kapitalizmin insanlığı çok derin bir insani krize sürüklediğini ve insanlığın esas sorununun bu krizin nasıl aşılacağı olduğunu söyleyelim.

1-ABD’nin emperyalist düzendeki hegemonyası ve genel olarak Batı emperyalizmi daha da geriledi

Topyekûn bir savaşa dönüşmese de aslında adı konmamış bir emperyalist paylaşım savaşı içindeyiz. Belki bu olguyu ABD’nin Çin’i temel hedef olarak belirleyip Pasifik’e yığınak yapmaya karar verdiği 2011’den başlatabiliriz. Bu durumda ABD’nin Suriye komplosuna 2015’teki Rusya müdahalesi, 2022’de başlayan Ukrayna-Rusya savaşı bu olgunun devamı niteliğinde kabul edilebilir.

İnsana inanılır gibi gelmiyor, Birinci Dünya Savaşı’ndan yüz yıl kadar sonra Avrupa’da bu yıl yüzlerce kilometre boyunca bir cephe savaşı yaşandı. Neredeyse bir santim bile cephe hattı değişmeden yüz binlerce emekçi çocuğu cephede birbirini öldürmeye çalıştı.

Bu savaşın Rusya’nın askeri-iktisadi gücünü törpülemeyi ve Pasifik’te savaşamaz hale getirmeyi amaçladığını yazmıştık daha önce. 

Ukraynalı gençler Batı emperyalizminin yığdığı silahlarla Rus hatlarını yarmayı denediler. Bugün herkes on binlerce cana mal olan bu vekâlet savaşının Ukrayna ve genel olarak Batı emperyalizmi tarafından kaybedildiğini kabul ediyor. Batı’nın artık Ukrayna’yı silahlandırma gücü tükeniyor, Ukrayna’nın ise insan gücü.

Rusya ekonomik açıdan geriledi mi? Savaştaki bir ülke doğal olarak küçülür, Grafik 1’den bu olayı izleyebilirsiniz. Ama Rusya iktisadi olarak çökmedi, aksine kendi doğusuyla giriştiği iktisadi bütünleşme güçlendi.

Buna karşılık Almanya ki Avrupa Birliği’nin motor gücüydü, durgunluğa girdi. Küçük miktarda da olsa küçüldü Almanya. Rusya ile coğrafi bir iktisadi ilişki geliştiren Alman sermayesinin ne diye ABD’nin peşinden gittiğini kimse anlayamadı zaten.

Fransa ise hegemonya alanı olan Afrika’daki eski sömürgelerinden önemli oranda çekilmek zorunda kaldı. Bu gerilemenin iktisadi, sınıfsal sonuçları olacaktır.

ABD uçak gemisinin şemsiyesi altında İsrail’in Gazze’de işlediği kitlesel cinayetler ideolojik olarak Batı emperyalizmini yıprattı. Batı emperyalizminin hâkim olduğu coğrafyalarda genel olarak emekçi sınıfların katliama karşı örgütlü tepkisi yükseldi.

ABD’nin ise ne Süveyş Kanalında Husi saldırılarına karşı ne de Pasifik’te yeterli müttefik ilişkisini ve askeri gücü sağlayamadığı görüldü. Zaman kazanmak için Çin ile bir seri diplomatik görüşme gerçekleştirdiği izlendi.

2-Çin hegemonya için rekabette elini güçlendirdi, ancak arkasında Hindistan’ın gölgesi belirdi

Çin ise Vietnam ve Kazakistan ile yaptığı ekonomik işbirliği anlaşmaları ile elini kendi coğrafyasında güçlendirdi. BRICS’e İran, Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerin katılması ile dolar egemenliğine karşı daha güçlü bir bayrak açtı. Afrika ile ticaret hacminde Batı emperyalizmini biraz daha öteledi. Grafik 1’de görüldüğü gibi 2023’te %5,5’luk büyüme hızı ile Batı emperyalizmi ile arayı daha da açtı.

Grafik 1: Grafik bize ülkelerin 2023 için tahmini büyüme hızlarını gösteriyor. Görüldüğü gibi Batı emperyalizmine dâhil ülkelerin büyüme hızları oldukça düşük, hatta Almanya durgunluk halindeyken özellikle Asya ülkelerinin bu yıl da hızla büyüdüğü gözleniyor. Grafikten okumamız gereken bir diğer sonuç ise %5,5 büyüyen Çin’in önceki 30 yıla göre bariz şekilde yavaşladığı, buna karşılık Hindistan’ın %6’lık büyüme hızı ile bir atak yaptığıdır. Kaynak:https://www.oecd.org/economic-outlook/june-2023/

Çin’in bu önlenemez yükselişine karşı iki gölge belirdi. Bunlardan biri 30 yıldır her yıl %10 civarında büyüyen Çin’in yavaşladığı ve emlak piyasası balonu gibi kapitalizmin yarattığı belaların ayağına takılmasıydı. İkincisi ise, Grafik 1’den izleyebileceğimiz dünyanın 3. büyük ekonomisi haline gelen Hindistan’ın 2023’de %6’lık büyüme hızı ile Çin’i geçmesi oldu.

Bir ülkenin emperyalist hiyerarşide yükseldiğini gayri safi milli hasılasının artışından, Afrika pazarından aldığı paydan vb. iktisadi parametrelerden anlayabiliyoruz. Ama bir de uzay yarışındaki durumuna bakmak gerekiyor. 2023’te Hindistan aya araç indirebilen 4. ülke oldu.

Hindistan tekelci sermayesinin içinde bulunduğumuz emperyalist paylaşım savaşında tarafsız kalmak istediğini, ancak bir sonrakinde eğer hala işçi sınıfı bu akılsızlığa izin veriyorsa Çin’e rakip olacağını söyleyebiliriz. 

3-Genel olarak krizin bedeli işçi sınıfına ödetildi

2023 boyunca pandeminin geç iktisadi etkileri ve Ukrayna savaşının sonuçları ama genel olarak kapitalizmin yapısal krizinin bedeli işçi sınıfından çıkarıldı. Grafik 2 gerçek ücretlerin bir yıl içindeki azalma oranlarını veriyor.

Özellikle Batı emperyalizmi hegemonyasındaki ülkelerde işçi sınıfının kendini “orta sınıf” sanan kesimlerinde erime görüldü. Bu işçi sınıfını hem sendikal hem siyasi örgütlenmesine yansıdı ve daha iddialı bir eylem tarzı 2023 boyunca izlendi.

Öte yandan Arjantin örneğinde olduğu gibi daha baskıcı ve akıl dışı bir sağın yönetime gelme olasılıklarını da göz önünde bulundurmalıyız.

Grafik 2: Grafik genel olarak bize bir yıl içinde işçi sınıfının gerçek ücretlerinin nasıl düştüğünü gösteriyor. Enflasyon, durgunluk, gıda fiyatlarında artış gibi etkenlere karşı sermayenin krizini işçi sınıfının üzerine yıktığını anlıyoruz. Yukarıdan aşağıya doğru inen çizgi OECD ülkelerinin ortalaması olan yüzde -3,8’lik küçülmeyi gösteriyor. OECD 1961’de sosyalist ülkelere karşı kurulan ABD ve müttefiklerinin Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’dür ve genel olarak günümüzde Batı emperyalizmini temsil etmektedir. Kaynak:  https://www.euronews.com/next/2023/08/21/real-wages-are-down-in-europe-… 

Batı’daki işçi sınıfını düzen içinde tutan tamponların erimesine karşın Grafik 1’de görece yüksek büyüme oranlarına sahip olduğunu gördüğümüz Çin, Hindistan ve Endonezya’da “orta sınıf” inşası yaşandığını tümden gelime bağlı olarak söyleyebiliriz. Bu konuyu daha sonraki yazılarda verileriyle ele alacağız.

                                                                    /././

Ey Türk annesi, titre ve utan! (Orhan Gökdemir)

Tecridi kırmak istiyorsan “Türk anneleri”ni de yardıma çağıracaksın demek ki, tereddüt etmeyeceksin, kekelemeyeceksin. “Türkiyeli”nin içinde “Türkler” de var evet!

“Bugün Kürt sorununun barışçıl yollarla çözülmesi ve Öcalan’ın rolünü oynayabilmesi için Kürt annelerine ve politik tutsaklara Türkiyeli anneler, inanç cemaatleri ve Türkiye toplumu da destek vermelidir.” Yeni Yaşam gazetesinde 27 Aralık 2023’te yayımlanan Cahit Kırkazak imzalı “Tecrit sadece Kürtlerin mi gündemi olmalı?” başlıklı yazıdan aldım bu cümleyi. “Öcalan’a uygulanan tecrit Nelson Mandela’ya ve Antonio Gramsici’ye uygulanan tecridin koşullarını kat be kat aşmış durumda”dır, yazıdan anlıyoruz. Bu durumda Kürt annelerine ilave olarak Türkiyeli anneler, inanç cemaatleri ve Türkiye toplumu destek için harekete geçmelidir. Tecridin kırılabilmesi için “birilerinin” desteğine ihtiyaç var diyor yazar, biliyoruz, hep olur. 

Yalnız destek çağrısının dilinde bir tuhaflık ya da tutarsızlık var. 60 yıldır bu ülkede yaşıyorum, Kürt annelerinin dışında kalan “Türkiyeli anneler”in kim olduğunu bilmiyorum. “İnanç cemaatleri” ve “Türkiye toplumu” hakkında da açık bir görüşe sahip değilim. Belli ki burada bir “jargon” kullanılıyor, dili bozuktur ve argodur, demek istiyorum. Yoksa desteğe çağrılan “birilerinin” kim olduğunu neden anlamamış olalım? 

Şöyle açayım; “Kürt anneleri”nin karşılığı olsa olsa “Türk anneleri” olabilir. “Türkiyeli anneler”, etnisiteden azadeyse eğer, ona Kürtlerin de dahil edilmesi gerekir zira. Bu durumda “Türkiyeli anneler” deyip geçebilir, ayrıca bir “Kürt anneleri” ibaresine gerek duymayız. Ya da yazar “Türk anne” demekten imtina ediyordur, “Türkiyeli anne” bir kaçınma yoludur. Neden, şimdilik bilmiyoruz.  

Peki yazıda sözü edilen “inanç cemaatleri” kim ola? İlki Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar olabilir. Öyle ise kapsayıcı bir ibaredir, yerindedir. İkincisi, Müslümanlar içindeki bölmeler olabilir. Sünnileri, Şiileri, Alevileri görev çağırıyordur yazar, mantıklıdır. Ya da daha güncel haliyle tarikatlardan söz ediyordur, bu da olabilir. Neden “Türkiyeli inanç cemaatleri” demiyor peki? “Kürt inanç cemaatleri” de olabilir, boş küme değildir. Örneğin Şeyh Sait’i ve tarikatını dahil edebiliriz, içini doldurabiliriz. 

Peki bu “Türkiyeli”nin içinde Türk de var mı? Bir sorudur. Ancak soru adı geçen yazarın ve yazısının ötesindedir. 

***

Ötesi ise kitaba dönüşmüş haldedir. “Türkiyeliliği” konu edinen bölümün başlığı “Antimilliyetçilik Adı Altında Yapılan ‘Ultramilliyetçilik’, ‘Dağ Türkleri Kürtler’ ya da Anadolulu Bireyler” başlığı ile açılıyor. Değerli kardeşim Taylan Kara yazıyor ve her yazdığını göndermeyi ihmal etmiyor. Buradan gecikmiş bir teşekkür yolluyorum. Kitabı “Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme” başlığını taşıyor. Dediği şudur; Almanyalı Alman, Fransalı Fransız, Japonyalı Japon olabilmekte ama bu dilde Türkiyeli Türk olamamaktadır. Gerçekten de Türkiye’de milyonlarca insan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğu halde etnik olarak Türk değildir. Bu bakış açısına göre etnik olarak Türk olmayanlara Türkiyeli demek gerekir. Bu mantık kendi içinde tutarlıdır. Fakat bu durumda bir soru daha ortaya çıkar. Türkiye’deki herkes etnik olarak Türk olmadığı için Türkiyeli oluyorsa bu durum Almanya, Fransa, Japonya ya da İngiltere için geçerli olmaz mı? Dünyada farklı etnik gruplardan oluşan tek ülke Türkiye midir?

Daha iyisi var; Türkiyeli Kürt Kürt olabiliyor da Türkiyeli Türk neden Türk olamıyor?

Bunun edebi karşılığı “Türkçe edebiyat”tır. Türkçe edebiyat, Türk edebiyatı dememek için uydurulmuş bir sözcüktür. Şöyle devam ediyor; “Rus edebiyatı, İngiliz edebiyatı, Alman edebiyatı derken sıra Türk edebiyatına gelince ‘Türkçe edebiyat’ ifadesini kullanmak ve ısrarla ‘Türk edebiyatı’nın üzerinden atlamak, Türkçe yazan Kürtlere ya da Türkiye’deki diğer halklara saygı göstermek değildir. ‘Türk edebiyatı’ demenin ‘Türk milliyetçiliği’ olduğunu düşünüyorsanız Rus edebiyatı, Alman edebiyatı, İngiliz edebiyatı demek de sırasıyla Rus milliyetçiliği, Alman milliyetçiliği ve İngiliz milliyetçiliği yapmak anlamına gelir. Milliyetçiliğe karşıysanız bütün milliyetçiliklere karşı olmalısınız.” Bir tutarlılık çağrısıdır, Taylan Kara’dan aktardım. 

E bu durumda “Kürt edebiyatı” da mümkün değildir. “Kürtçe edebiyat”, tutarlılık için kaçınılmazdır. Hepsinin etnik aidiyetlerini silebiliriz ve edebiyatı diliyle sınıflandırabiliriz. Ama sadece birini diliyle, diğerlerini etnik aidiyetiyle sınıflandıramayız. Tutarsızlık ortaya çıkar, demek istiyorum. Hem kendine ait bir dili ve kendine özgü bir edebiyatı olan her halk bir halktır. Alman’sa Alman, Japon’sa Japon, Kürt’se Kürt, Türk’se Türk’tür. Adını yerli yerince koymakta bir sakınca yoktur. 

***

Tabii “Türk”te fazladan bir egemen ulus olma sorunu var, ihmal edemeyiz. Kürtler, o ulusun egemenliği altında yaşamak zorunda kalanlar arasındadır, zordur. Egemeni sorgulamakta ise asla bir sakınca yoktur. Türkiye’de sorgulamak yasaktı, 1988’de Toplumsal Kurtuluş ile yıkmaya kalkıştık. Kürt-Kürt halkı sözcüklerinin üzerindeki ambargonun kalkmasında katkımız var. Bir halkı, dilini, kültürünü yok saymak kabul edilemez bir suçtur. “Ezilen halklar” “programımızın” önemli parçalarındandır.   

Ancak taa Fransız Devriminden beri “uluslaşma” dediğimiz bir süreç var. Bazı halklar bu yola erken girdi, bazısı geç kaldı. Geç kalanların önünde din dediğimiz bir engel vardı. Ümmet veya cemaat olmayı aşamayanlar yola geç girdi. Geç girenler erken girenlerin arkasında kaldı. Tarihtir, içinden geçiyoruz. 

“Türkler” de bu tür bir uluslaşma sürecinin getirilerinden biridir. 19. yüzyılın ikinci yarısında belirdi, 20. yüzyılın başında ete kemiğe büründü. Tabii Türkler de coğrafyasındaki pek çok ulus gibi bir imparatorluk bakiyesiydi. İmparatorluk yıkılırken toz duman içinde kaldı, eline yüzünü kan bulaştı. “Sui generis” bir gelişme değildir. Uluslaşma sancılı ve yıkıcı bir süreçtir, alanı daraltır, bazılarını kapsar, bazılarını dışarıda bırakır. Kendisi de yol açtıkları da tartışmaya açıktır. 

Bakarız anlarız ama burada bir “sözleşmeye bağlı üstünlük” bulamayız. “Sınıflar-üstü, ideolojiler-üstü bir Türklük hâli” mümkün değildir. Yani Türkler, sadece Kürtleri ve Ermenileri ezmek için yeryüzüne fırlatılmış bir oluşum değildir. Onlar da diğer uluslar gibi sınıflara ayrılmıştır. Ulusa dahil olanların büyük çoğunluğu ezilenler arasındadır. Haliyle Türklerden “kendinin Türk olduğunu hissetmekten” utanmasını, “kendini çok Türk hissetme halini” sorgulamasını talep edemeyiz. “Tarih ve sınıflar üstü bir devlet Türkleri sözleşme ile vatandaşlığına aldı, olmayanları ezip duruyor” yollu bir fantezi kuramayız. Tarihi yapan sınıflar mücadelesidir. Ulus da o mücadelenin çıktılarından biridir. 

***

Bu tezin sahibi “Türklük Sözleşmesi’nin İmzalanışı (1915-1925)” adlı makalesinde diyor ki, “Türklük, Türk olanların ve Türklüğe asimile olmuşların/edilmişlerin ezici çoğunluğunda görülen belli düşünme, duygulanma, ilgilenme, bilgilenme, görme, duyma ve algılama halleridir. Bu haller 1910’lardan bugüne okul, aile, medya, cami, mahalle gibi aygıtlarda ve çevrelerde sürdürülen bir düşünsel ve duygusal eğitim sonucu oluştu. Bu ikili eğitim, 1910’larda imha ve tasfiye edilen Ermeniler (ve diğer gayrimüslimler) ve 1924’ten başlayarak imha ve inkâr edilen Kürtler hakkında hiçbir şey öğretmedi. Türklere önemli imtiyazlar ve beklentiler sunan Türklük Sözleşmesi, bu iki konuya girmeyi kesinlikle yasaklamıştı. Kişi, bu konular hakkında konuşmadığı, yazmadığı, siyaset yapmadığı sürece sözleşmenin potansiyel ve reel faydalarından yararlanabilecekti.” Nereye gitsek, ne yapsak kaçıp kurtulamayacağımız, sözleşme ile değişmez hale getirilmiş bir töhmettir bu. Şöyle devam ediyor; “… ister Marksist, ister İslamcı, ister liberal, ister Kemalist olsun, ortalama bir Türk aydını belli bir meseleye yaklaşırken bunu bir birey olarak evrenselci dünya görüşüyle (enternasyonalist, ümmetçi, kozmopolit veya aydınlanmacı) yaptığını varsayar, bundan şüphe duymaz. Nesnel bir noktadan baktığını düşünür. Türklüğünün düşüncelerini, duygularını ve benliğini ne kadar gölgelediğini, yoksullaştırdığını ve duyarsızlaştırdığını idrak edemez. Ama bir Ermeni veya Kürt’ün bir konuşmasını dinlediğinde ya da yazısını okuduğunda, o kişinin düşüncelerinin Ermeniliği veya Kürtlüğü tarafından şekillendiğini varsayar.” 

Peki ne yapacağız sözleşmenin ağırlığından kurtulmak için? Tek yol kalıyor geriye, birer Taner Akçam olmak. Taner Akçam, yakınlarda çıkardığı kitabında 1918-1923 süreci Kurtuluş-Bağımsızlık Savaşı süreci olarak değil “apartheid rejiminin” inşa süreci olarak okunmalı tezini ortaya atmıştı, malum. Türkiye bir soykırım veya apartheid cumhuriyetiydi, haliyle bütün bir cumhuriyet tarihi silinmeli, yeniden ele alınmalı, kirlerinden temizlenmeliydi. “Artık bu yüzyıllık Apartheid ile yüzleşmek ve Apartheid’a son demek zorundayız” diye bağlıyordu konuyu. Türkiye’den nefreti, yok etme önerisine dönüşüyordu.

“Türklük sözleşmesi” Türkiye’yi yok etmenin yetmeyeceğini, ayrıca Türklerin kendilerini imha etmesi gerektiğini söylüyor ki, yepyeni bir durumdur. 

***

“Türklük” ayrı, ancak cumhuriyet zaten yıkıldı, sövecek veya nefret edilecek bir şey kalmadı geride. Yerine Neo Osmanlıcı-İslamcı bir Tayyiban rejimi kuruldu. Ama bu karşı devrim devrime duyulan liberal-kimlikçi öfkeyi dindirmeye yetmiyor. Cesedi mezarından çıkarıp tokatlamak istiyorlar elbirliğiyle. Öfkeden gözünü kan bürümüş tipler, bütün tarihi baştan sona yanlış okumakta ısrar ediyor.

Laik cumhuriyet bu tarihin temiz yanıdır. Türk halkı da o devrimci cumhuriyetin, Türk devriminin getirisidir. Bütün halklar gibi olup bitenden sorumludur kuşkusuz ancak halklara suç isnat edemeyiz. Lafı dolandırmaya gerek yok, bütün devrim yapmış halklar gibi kendisi de devrimi de şanlıdır!

Tecridi kırmak istiyorsan “Türk anneleri”ni de yardıma çağıracaksın demek ki, tereddüt etmeyeceksin, kekelemeyeceksin. “Türkiyeli”nin içinde “Türkler” de var evet!

(soL)


TKP: Bu rezilliğin sorumlusu AKP, maçın iptal olmasını sağlayan halktır! + Para sevdası fiyaskoyla sonuçlandı: Suudilerden ağır hakaret, Süper Kupa iptal, AKP'nin gıkı çıkmıyor (soL-Özel)

 

TKP: Bu rezilliğin sorumlusu AKP, maçın iptal olmasını sağlayan halktır!

TKP, Süper Kupa finalinin yaşanan krizin ardından iptal olmasına ilişkin "Maçı iptal ettiren halktır, bu kirli düzeni sonlandıracak olan da halk olacaktır" dedi.

TKP, Suudi Arabistan'da oynanacak Süper Kupa finalinin son dakikada yaşanan İstiklal Marşı ve Atatürk krizi nedeniyle iptal olmasının ardından açıklama yaptı.

"AKP’nin TFF’si her konuda olduğu gibi futbolda da tüm değerlerin parayla alınıp satılacağını düşündü" denilen açıklamada, final maçının taraftarların Cumhuriyet’e sahip çıktığı bir gövde gösterisine dönüşmemesi için, iktidarın maçı Suudilere pazarladığına, bundan da para kazanıp kârlı çıkacaklarını düşündüğüne dikkat çekildi.

Açıklamada, halkın tepkisinin, iki takımı sahaya sürmek, ceplerini doldurmak isteyen AKP TFF’sini zora soktuğu, maçı oynatma cesaretlerini ellerinden aldığı vurgulandı.

"Bu rezilliğin sorumlusu AKP, maçın iptal olmasını sağlayan halktır!" başlıklı açıklamanın tamamı şöyle:

"Suudi yönetiminden, resmi duyuruya göre 5 milyon avro para alınacak diye, taraftaların tüm tepkilerine rağmen Süper Kupa finalini bu ülkeye taşıyıp, “Cumhuriyet’in 100 yılında final Cumhuriyet’in ilan edildiği Ankara’da oynansın” önerilerine kapıyı kapatanlar, bugün yaşanan rezilliğin sorumlularıdır.

AKP’nin TFF’si her konuda olduğu gibi futbolda da tüm değerlerin parayla alınıp satılacağını düşündü.
Cumhuriyet’in 100. yılında Türkiye’de oynanacak bir final maçı, taraftarların Cumhuriyet’e sahip çıktığı bir gövde gösterisine dönüşmesin diye, maçı Suudilere pazarladılar, bundan da para kazanıp kârlı çıkacaklarını düşündüler.

Bugün bunca tepkiye rağmen saatlerce Suudi yetkililerle pazarlık yapılmasının da, maçı her ne olursa olsun oynatmak için AKP eliyle gösterilen büyük çabanın da nedeni budur.

TFF, Galatasaray ve Fenerbahçe’nin iptal kararı sonrası yaptığı ‘ortak’ açıklama, maçın aslında neden iptal olduğunun en güzel kanıtını sundu bizlere.

AKP eliyle yaptırılan bu resmi açıklamada, bugün Suudi Arabistan’da sahneye konulan Cumhuriyet ve Mustafa Kemal düşmanlığı açıkça itiraf edilemediği için “maçın teknik aksaklıklar” nedeniyle iptal edildiği yalanı utanmadan dile getirilmiş, üstüne de Suudi yetkililere teşekkür edilmiş.

Maçın neden iptal olduğu bu yalanlarla dolu açıklamaya rağmen apaçık ortada.

Halkın tüm değerlerinin para karşılığında satılabileceğini düşünenlere karşlı gösterilen tepki, iki takımı sahaya sürmek, ceplerini doldurmak isteyen AKP TFF’sini zora sokmuş, maçı oynatma cesaretlerini ellerinden almıştır.

Maçı iptal ettiren halktır, bu kirli düzeni sonlandıracak olan da halk olacaktır."

                                                            /././

Para sevdası fiyaskoyla sonuçlandı: Suudilerden ağır hakaret, Süper Kupa iptal, AKP'nin gıkı çıkmıyor

Suudi Arabistan'da son dakikada yaşanan İstiklal Marşı ve Atatürk krizi, ülkeyle yapılan anlaşmaya ilişkin yeni soru işaretleri doğurdu.

Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) tarafından 17. kez düzenlenen Turkcell Süper Kupa'da Galatasaray'la Fenerbahçe arasında bugün Suudi Arabistan başkenti Riyad'da oynanacak karşılaşma öncesi çıkan kriz sürüyor.

Galatasaray ile Fenerbahçe arasında Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'da bu akşam oynanacak olan Turkcell Süper Kupa maçı öncesi "İstiklal Marşı" ve "Atatürk pankartı" krizi yaşandı. Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) ile iki kulübün yetkililerinin toplantısının sürdüğü aktarılırken, Galatasaraylı futbolculara, maçın oynanmayacağının tebliğ belirtildi. 

TFF ‘tıp’ oynuyor

Tüm bu krizin ardından akla gelen soru belli: Suudi Arabistan'la öncesinde taahhüt imzalandığını açıklamasına karşın nasıl böyle bir kriz yaşandı?

TFF tartışmaların ardından açıklamada bulunarak, Cumhuriyet'in 100. yılı vesilesiyle kutlama etkinlikleri yapılacağını söyledi, maçın İstiklal Marşı'yla başlanacağını duyurdu. Açıklamasında Atatürk tişörtleri ve pankartlarıyla ilgili bir bilgi vermedi.

Cumhuriyet’in 100. Yılında Süper Kupa finalinin Suudi Arabistan’da yapılması çokça eleştirilmiş, kasaya girecek paradan vazgeçilmemişti. Futbolda krizin tırmandığı ve tüm krizlerin merkezindeki TFF bugün de diğer günlerde olduğu gibi sessiz.

Birçok kesimden maça çıkmama çağrıları

Gelişmeler üzerine siyasetçiler, taraftarlar ve bazı gazeteciler, bu şartlar altında iki takımın da maça çıkmaması gerektiğini belirten paylaşımlarda bulundu.

Futbol spikeri Ercan Taner, "Bayrağımız, İstiklal Marşımız, Mustafa Kemal Atatürk kırmızı çizgimizdir. Çıkmayın maça!" mesajını paylaştı.

Oyuncu Zafer Algöz, "Büyük Atatürk’ün adından rahatsız olanlara Atatürk’ün evlatları gereken cevabı verir diye umut ediyorum…Maça çıkmayın geri dönün" ifadelerini kullandı.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, kulüplerin arkasında olduklarını vurgulayarak, "Yetkilileri uyarıyoruz; bu soytarılığa son verin" dedi.

CHP Medya ve Halkla İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut, "Her iki takımımız da İstiklal Marşımız ve Atatürk pankartları ile tişörtlerine izin verilmemesi durumunda maça çıkmayacak çünkü alınacak hiç bir kupa Atatürk'ten, İstiklal Marşımızdan ve Cumhuriyetimizden değerli olamaz" diye yazdı.

İYİP Teşkilat Başkanı ve İstanbul Milletvekili Buğra Kavuncu iki kulübe seslenerek maça çıkmamaları çağrısı yaparken organizasyonun içinde bulunanların istifa etmesi gerektiğini söyledi. 

CHP Maraş Milletvekili Ali Öztunç, "Gidişiniz zaten yanlış oldu. Bari Galatasaray ile birlikte yanlıştan dönün ve maça çıkmayın" dedi.

Hem Fenerbahçe hem de Galatasaray taraftarları da sosyal medyada duruma tepki göstererek takımlarının maça çıkmaması yönünde paylaşımlar yaptı.

Takımlardan Atatürk paylaşımı

Krizin ardından, Fenerbahçe ve Galatasaray'ın dışında Beşiktaş ve Trabzonspor gibi takımlar da sosyal medya hesaplarından Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet'in 100. yılı paylaşımları yaptı.

TFF başkanı kulüp başkanlarıyla bir araya geldi

Yaşanan gelişmelerin ardından Galatasaray Kulübü Başkanı Dursun Özbek ile Fenerbahçe Kulübü Başkanı Ali Koç, TFF Başkanı Mehmet Büyükekşi ile bir araya geldi.

TFF'nin konakladığı otele gelen kulüp başkanları, TFF yetkilileriyle son durumla alakalı toplantı gerçekleştirdi.

Galatasaray Başkanı Dursun Özbek, otele girişinde bir açıklama yapmazken, Fenerbahçe Başkanı Ali Koç, "Çağırdılar geldik. Gerekirse çıkışta bir açıklama yapacağız" dedi.

Sports Digitale Genel Yayın Yönetmeni Yağız Sabuncuoğlu, toplantıya katılan isimlerin toplantı sonrası arka kapıdan binayı terk ettiklerini ve çıkışta herhangi bir açıklama yapılmadığını belirtti.

Son karar: Pankartlara izin yok

Sabuncuoğlu, toplantıda Süper Kupa Finali'nin oynanması kararının çıktığını duyurdu.

Youtube spor kanalı Vole'nin Genel Yayın Yönetmeni Onur Tuğrul'sa, kulüplerden gelen ve akışta olmadığı gerekçesiyle reddedilen pankart ve tişörtlere onay çıkmadığını açıkladı.

Takımlardan maça çıkmama kararı

Sabuncuoğlu, Fenerbahçe ve Galatasaray'ın Atatürk tişörtleri ve sözlerinin bulunduğu pankartlarla maça çıkma konusunda kararlılıklarını sürdürdüğünü söyledi.

Sabuncuoğlu, sosyal medya paylaşımında, "Fenerbahçe ve Galatasaray, Atatürk tişörtleri ve sözlerinin bulunduğu pankartlarla maça çıkma konusunda kararlılıklarını sürdürüyor. An itibarıyla taviz yok" dedi.

Sabuncuoğlu, maça bir saat kala Fenerbahçe ve Galatasaray kafilesinin konakladıkları otelden henüz çıkış yapmadığını da ekledi.

Son olarak, TRT Spor'un aktardığına göre, Galatasaraylı futbolculara maçın oynanmayacağı tebliğ edildi.

Sabuncuoğlu da, iki takımın da maça çıkmama kararı alarak ülkeye dönüş yoluna çıktığını aktardı.

Kulüpler gösterdikleri tepkinin arkasında duramamıştı

Galatasaray ve Fenerbahçe kulüpleri "Süper Kupa Finali"nin TFF tarafından ilan edildiği gibi "29 Aralık'ta Riyad'da" oynanmasına "Cumhuriyet'in 100 Yılı" nedeniyle karşı çıktı. Taraftar tepkisi iki kulüp yönetimini açık tutum belirlemeye zorladı.

Galatasaray Kulübü Başkanı Dursun Özbek, Galatasaray Divan Kurulu Kasım Ayı Olağan Toplantısı'nın ardından yaptığı basın açıklamasında  "Süper Kupa'nın Cumhuriyetimizin 100. yılında Türkiye'de oynanması yönünde divan kararı aldık[larını]" açıkladı. 

Fenerbahçe Kulübü de Yüksek Divan Kurulu Kasım Ayı Olağan Toplantısı'nda, Galatasaray ile oynayacakları Süper Kupa karşılaşmasının Suudi Arabistan'da oynanmamasına yönelik bir karar almıştı. 

Fakat her iki kulüp de bu konudaki kararlılıklarını sürdürmedi. Taraftarın tepkisine rağmen, Suudi Arabistan’a maça gidildi. Suudi Arabistan'la yapılan anlaşmaya göre, kupayı kazanacak olan takıma 2 milyon 800 bin Avro şampiyonluk ödülü verilecekti. Yani galip ayrılan takım ödül olarak 65 milyon TL'yi kasasına götürecekken diğer takım ise 43 milyon TL'nin sahibi olacaktı.

Sportif değil diplomatik kriz

Suudi Arabistan’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal’i yasaklamasına ilişkin ne AKP’den ne Dışişlerinden ne de cumhurbaşkanlığından hala bir açıklama gelmedi.

Cumhuriyetin 100. yılında Suudi Arabistan, bu yaşananlarla Türkiye Cumhuriyeti'ne adeta hakaret etti. Normal koşullarda bunun bir diplomatik krize dönüşmesi gerekirken, AKP'nin yoğun ticari ilişkilerde olduğu Suudi krallığına karşı sessiz kalmasında bir yandan da şaşırmamak gerek.

Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğu’nda öldürülmesi ve davanın Arabistan’a “ticari ilişkiler” sebebiyle satıldığını da unutmamak lazım.

(soL-Özel)

29 Aralık 2023 Cuma

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 29 ARALIK 2023 -

Zorbalığa direnme hakkı (Zülal Kalkandelen)

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Can Atalay hakkında ikinci kez ihlal kararı vermesi ve 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin dosyayı yeniden Yargıtay’a göndermesiyle yaşanan kriz, bir hukuk krizi değil, rejim krizidir.

AYM’nin kararları tartışmaya açık değildir; tüm kurum ve kişileri, mahkemeleri bağlar. Bu durum anayasada açıkça belirtilmiş olmasına karşın, bir alt mahkemenin yetkilerini aşarak bu bunalımı yaratmış olması, hukuktaki farklı bir yorumdan değil, iktidarın hukuk devletine karşı tutumundan kaynaklanıyor. 

Sorun Can Atalay ile ilgili olmaktan çıkmış, anayasaya karşı bir kalkışmaya, yargı eliyle yapılan bir sivil darbeye dönüşmüştür. 

27 Aralık 2023, tarihe Türkiye Cumhuriyeti’nde hukukun üstünlüğünün değil, Saray’ın üstünlüğünün kabul edildiği tarih olarak geçecektir. Çok net olarak görülmüştür ki her dönem kendi Zekeriya Öz’lerini yaratıyor!

Bu vahim durumun bedelini Can Atalay, hapiste rehin tutularak öderken, halkın oylarıyla milletvekili seçilmiş olduğundan iradesi gasp edilen halk da ödemektedir.

Ancak ödenecek bedeller bununla sınırlı kalmayacaktır.

***

Anayasa, bir halkın bir arada yaşaması, bir ülkenin varlığını sürdürebilmesi için en temel metin, bir toplum sözleşmesi olduğundan şu sorular sorulmak zorundadır:

Anayasayı bir iktidar tanımıyor ve çiğniyorsa vatandaş nasıl tanıyacak?

Anayasa tanınmıyorsa birkaç ay sonraki seçimler nasıl yapılacak?

Anayasa tanınmıyorsa o anayasanın değişmez maddeleri nasıl savunulacak?

Anayasa tanınmıyorsa bir devletin yapılandırılması anayasaya dayandığına göre, o yapının işleyişi nasıl sürdürülecek?

Anayasa tanınmıyorsa yasama organı yani TBMM neye göre yasa yapacak?

Bu durumda TBMM’nin varlığı bir anlam taşımıyorsa, HSK, 13. Ağır Ceza Mahkemesi üyelerini görevi kötüye kullanma koşulları oluştuğu için görevden almıyorsa muhalefete düşen, sine-i millete dönmektir. 

Bunu yapacak muhalefet var mıdır? Çağlayan Adliyesi’nde oturma eylemi yapan Türkiye İşçi Partisi’nin yanında muhalefet liderleri yer almadığına göre yoktur. Ayrıca bugüne gelinmesinde büyük rolü bulunan muhalefetin şimdi gerekeni yapacağını düşünmek de fazla iyi niyet olabilir. 

YSK, 2017’de yasaya aykırı olarak, anayasa değişikliği halkoylamasında üzerinde sandık kurulu mührü bulunmayan oy pusulası ve zarflarının geçerli sayılacağına ilişkin karar aldığında, YSK’nin kapısına avukatlarla gitmeyen...

Erdoğan üçüncü kez cumhurbaşkanlığına aday olduğunda, “ona mağduriyet kazandırmayacağız, sandıkta yeneceğiz” diyerek anayasayı çiğnemesine geçit veren muhalefet, ülkeyi karanlığa götüren yolu döşeyen baş aktörlerden biridir. 

***

İktidarın yerel seçim sürecindeki siyaseti bellidir: Hem muhalefeti genel seçimde yaptığı gibi terör ile ilişkili göstererek hem de AYM üzerindeki tartışmaları kullanarak kutuplaştırma siyasetini derinleştirecek. Bu krizden faydalanarak da yeni anayasa yapılmasının zorunlu olduğu düşüncesini topluma kabul ettirecek. 

Mahkemeler arasındaki tartışmaları bu konularla ilgili olmayan ve yaşam mücadelesi veren vatandaşlar ne anlayacak ne de önemseyecek. Ve iktidar, Gezi Direnişi’ni yeniden masaya sürüp “Bunlar terör destekçisi!” diyerek oy toplayacak. Böylece ne asgari ücret denilen sefalet ücreti konuşulacak ne de Mülksüzleştirme Yasası!

Muhalefet, AYM’nin önemini vatandaşa ancak somut örnekler vererek anlatabilir. Örneğin bu yasanın iptali için başvurulacak kurumun AYM olduğunu ama onun yetkilerinin tırpanlanmak istendiğini, o devreden çıkarıldığında hukuksuzluk karşısında bireysel başvuru hakkının da kalmayacağını söyleyebilir. 

Ama işin trajik yanı şu ki, Mülksüzleştirme Yasası’na karşı AYM’ye başvurma süresi 9 Ocak’ta sona ereceği halde, ana muhalefet bu konuyu gündeme getirmiyor!

Halkın iradesi gasp edilip anayasa askıya alınıyorsa, muhalefet de gereken tepkiyi göstermeyip sadece tweet atıp grup toplantılarında konuşmakla sınırlı kalıyorsa vatandaşların zorbalığa direnme hakkı meşrudur.

                                                                     /././

Sen misin mahrem bilgilere sahip çıkan! (Barış Pehlivan)

Öğrencilerin ve kurum mensuplarının kişisel verilerini de içeren veri tabanlarının şirketlerin incelemesine açıldığını ifade ettim.”

Bu cümle Yükseköğretim Kurulu’na (YÖK) sunulan bir yazılı ifadede geçiyor. Altında Boğaziçi Üniversitesi Bilgi İşlem Merkezi’nden Mutlu Tunç’un imzası var. Aynı ismin sözlü ifadesinde de “Kişisel verilere erişimi ben sağladım çünkü bunu yapmakla görevlendirildim” dediği ileri sürülüyor.

Fizikteki birleşik kaplar gibi her şey. Kir her yere eşit şekilde yayılıyor. Kirin bulaştığı yerin biçimi de bu sonucu değiştirmiyor.

Düşünebiliyor musunuz?

160 yıllık Boğaziçi Üniversitesi’nden yolu geçmiş tüm hocaların, öğrencilerin ve personelin sayısı 60 binden fazla. Hepsinin adından adresine kadar bütün kişisel bilgileri üniversitede tutuluyor. Sonra “kayyum” diye nitelendirilen yeni rektör geliyor ve bu özel bilgilerin hepsini bir danışmanlık şirketine veriyor. Malum, aslında bu tür bir bilgiye ulaşabilmek için ya hacker tutarsınız ya da rüşvet verirsiniz. Lakin Boğaziçi Üniversitesi, kendi mensuplarının kişisel verilerini o şirketle üstüne para vererek paylaşıyor.

Prof. Dr. Tuna Tuğcu’yu duymuşsunuzdur... Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde öğretim üyesi. Daha önce bölüm başkanlığı, rektör danışmanlığı, Bilgi İşlem Merkezi müdürlüğü gibi idari görevlerde bulundu. İnternet Kurulu’ndan Türk Telekom Denetleme Kurulu’na kadar birçok kritik pozisyonda çalıştı. Uluslararası bilim organizasyonlarında Türkiye’yi defalarca temsil etti.

İşte Boğaziçi’nin pamuklara sarması gereken hocalarından Tuğcu’ya bir ihbar geldi. O ihbarda yukarıda yazdığım veri paylaşma skandalı anlatılıyordu. Öyle ya Tuna Tuğcu üniversitenin Bilgi Teknolojileri Yürütme Kurulu’nun (BTK) başkanıydı ve Bilgi İşlem Merkezi’nde yaşanan bu inanılmaz olay onu da ilgilendiriyordu. Haliyle, hemen yanına üç kurul üyesi hocayı da alarak Bilgi İşlem Merkezi’ne gitti. Ve maalesef “veri paylaşım” iddiası doğru çıktı.

Sonuç ne mi oldu?

Rektör Naci İnci hemen BTK Başkanlığı görevinden aldı Tuna Hoca’yı... Yetmedi, Yeni Şafak’tan A Haber’e aleyhte kampanya başlatıldı. Yetmedi, iki ayrı soruşturma açıldı. Tanıklar dinlendi. İtirazlar yapıldı. YÖK devreye girdi.

Sonuçta, Boğaziçililerin mahrem bilgilerini korumak için mücadele eden bir profesör baskı üstüne baskı gördü. Üniversitedeki görevinden uzaklaştırıldı. Yetmedi, “kamu hizmetinden de çıkarılma” talebiyle YÖK’e sevk edildi. Gelin görün ki delil ve şahitler Profesör Tuğcu lehineydi. Ve bu yüzden YÖK dosyayı rektörlüğe iade etmek zorunda kaldı.

Üniversite yönetimi ise bunlarla da kalmadı. Tuna Hoca’ya yakın olan personel ya Boğaziçi’nden sürüldü ya da işten çıkarıldı. Nasıl bir hırssa, hocanın kurucusu olduğu ve Boğaziçi’nde bilişim projeleri yürüten araştırma merkezi TETAM deyim yerindeyse yok edildi. Öyle ki TETAM yüzde 99 oranında küçültüldü, merkezdeki eşyalar çöp torbalarına kondu.

Bitiriyorum... Tuna Tuğcu bugün halen hukuka bağlı bir profesör olmanın bedelini ödüyor. Biz ise bu çağ yangınını arkamıza alıp “selfie” çektiriyoruz.

Montaigne yüzyıllar önce demiş ya:

“Çağın yozlaşmasına, tek tek her insan katkıda bulunur. Kimi değerbilmezliğiyle, kimi yasa tanımazlığıyla, kimi zındıklığıyla, kimi zorbalığıyla, kimi açgözlülüğüyle, kimi hainliğiyle, herkes gücüne göre...”

Sahi, bu yazıyı okuyan sen hangisisin?

                                                              /././

Barış Terkoğlu'ndan Adalet Bakanı Tunç'a: Gazetecilerin peşini bırakın, tutanağın gereğini yapın (Cumhuriyet)

Dün gözaltına alınan Gerçek Gündem editörü Furkan Karabay tutuklama istemiyle mahkemeye sevk edildi. Gazetemiz yazarı Barış Terkoğlu, bir savcının yargıda hatırlı isimlerin dosyalarının nasıl kapatıldığını anlattığı dilekçeyi paylaşarak "Yargıda görev yapan sözde yargı mensupları ellerindeki gücü bu kirin üstünü örtmek için kullanıyor" dedi.

Gerçek Gündem editörü Furkan Karabay, tebligat almak için gittiği karakolda gözaltına alındı. Karabay, savcılıktaki ifadesinin ardından tutuklama talebiyle 7. Sulh Ceza Hakimliği'ne sevk edildi. Karabay'ın sevk edildiği mahkemeye ve salonun önüne başsavcılığın talimatıyla gazeteciler alınmıyor.

Edinilen bilgiye göre, Vatan Emniyeti’ne götürülen gazeteci Karabay’a "Terörle mücadelede görev almış kişiyi hedef gösterme" ve "İftira" suçlamaları yöneltildi.

Karabay'ın gözaltına alınmasının ardından gazetemiz yazarı Barış Terkoğlu, sosyal medya hesabı üzerinden Adalet Bakanı Yılmaz Tunç'a seslendi.  

Savcı Gökalp Kökçü'nün İstanbul Adliyesi'nde görevli olduğu sırada FETÖ borsasından casusluk soruşturmalarına kadar hatırlı isimlerin dosyalarının nasıl kapatıldığını anlattığı dilekçeyi paylaşan Terkoğlu,"Bu işler soruşturulup yargı bu kirlerden arındırılacağına, resmi tutanağa dönüşmüş bu ifşaları yazan gazeteciler yargılanıyor" dedi.

Terkoğlu, açıklamasının devamında şu ifadeleri kullandı:

"Şu anda da gazeteci Furkan Karabay aynı meselenin üstüne gittiği, aynı içerikte resmi bir mahkeme tutanağını haberleştirdiği için tutuklamaya sevk edildi. Sebebi belli: Yargıda görev yapan sözde yargı mensupları ellerindeki gücü bu kirin üstünü örtmek için kullanıyor. Bir ülkede namuslular namussuzlar kadar cesur olmalıdır! Ya yönettiğiniz yargı gazetecilerin peşini bırakıp aşağıdaki tutanağın gereğini yapsın. Ya “böyle bir tutanak yoktur” diyorsanız benim hakkımda da gereğini yapsın."

 

ÖZEL: UTANÇ VERİCİ

Furkan Karabay'a yönelik gözaltı üzerine CHP Genel Başkanı Özgür Özel de tepki gösterdi. Özel, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada "Bir duruşma tutanağını haberleştirdiği gerekçesiyle Gerçek Gündem muhabiri Furkan Karabay'ın maruz kaldığı sorular ifade ve basın özgürlüğü adına utanç vericidir. Bir haber üzerine derhal harekete geçenler, yargıdaki rüşvet iddiaları için aylardır sus pus" ifadelerini kullandı.