31 Ağustos 2021 Salı

Cemil Çiçek: Yüce Divan’a Gitmeliydiler - Barış Pehlivan / Cumhuriyet


 Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın açıklamaları gündemi sarstı. 

Nasıl sarsmasın... 

“Şebeklik devri başladı” diyordu. 

“Liyakat, emniyet ve ehliyet kayboldu” diyordu. 

“Dosyamdaki konuşmaları, teknik takipleri kabul ediyorum” diyordu. 

“Reis beni hırsız çuvalının içine koydu ve attı” diyordu. 

Ve 17-25 Aralık döneminin TBMM Başkanı Cemil Çiçek’i “tanık” gibi gösteriyordu. Bayraktar’ın gazeteci Altan Sancar’a yaptığı açıklamadan okuyalım: 

“Dosyamda Cemil Çiçek yalvardı onlara. Çiçek de beni sevmez, Erdoğan’ın adamı olduğum için. Çiçek, ‘Erdoğan dosyasını buna sokmayın, bu ayıptır. Onların dosyası başka, bunun dosyası başka’ dedi. Ama beni de o dosyanın içine soktular.”

Peki, bugün Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu Üyesi olan Cemil Çiçek bu açıklamalara ne diyordu?

Kendisini aradım ve Bayraktar’ın dediklerine dair görüşlerini sordum. 

Dönemin TBMM Başkanı olarak, Çiçek özetle şunları söyledi: 

“Erdoğan Bayraktar hakkındaki iddialar, diğer üç bakanınkinden ayrıydı. Biri bakanlık, diğer dosyalar ise Rıza Sarraf ile ilgiliydi. O dönem bu farkı konunun muhatabı olan herkese söyledim. Yapılan işlemlerin usule uygun olması için uyarılarımı yaptım. Zira, ayrı önergeler verilmeliydi. 

Ama ben kimseye antipati ya da sempati üzerinden iş yapmam. Hukuk neyi emrediyorsa onu yaptım. Bayraktar ‘benim günahım yok’ demek istemiş. Ama ben kimsenin gerekçesi olmam. 

Bu dosyalar Yüce Divan’a gitmeliydi. Gitseydi ve bir karar çıksaydı, bugün bunlar konuşulmazdı. Yüce Divan’da müspet ya da menfi bir karar çıkacaktı ve daha sağlıklı sonuçlanacaktı. 

Burada bir nokta daha tartışılmalı. O da şu ki: Muhalefetin bile neden aylar sonra, ancak Mart 2014’te soruşturma önergesi verdiğidir.”  

Evet... 

Deneyimli siyasetçi Cemil Çiçek’in tarihe not olarak düştükleri böyle. 

Kuşku yok ki Erdoğan Bayraktar’ın çıkışını önümüzdeki süreçte daha çok tartışacağız.                                                 

                                                                          ***

ERDOĞAN’IN YEDİKLERİ 

Günlerdir o fetva konuşuluyor. 

Biliyorsunuz: Diyanet, midyeden karidese, kalamardan ıstakoza kadar birçok deniz ürününün “helal olmadığını” iddia etti. Sonra düzeltme yoluna gidilse de tartışma bitmedi.

Hayır, Osmanlı’nın ziyafet sofralarında “haram” denilen yiyeceklerin hepsinin olduğunu hatırlatmayacağım.

Diyanet’in daha da önemsediği, Recep Tayyip Erdoğan’ın yemek masasına göz atacağım.

Efendim, şöyle...

19 Ağustos 2009 tarihli Habertürk’teki bir başlık şuydu: “Erdoğan ailesiyle akşam yemeğinde.”

Haberin spotundan öğreniyoruz: “Tatilini Bodrum’da geçiren Erdoğan, Gümüşlük’teki balık restoranında aile yemeği yedi.”

Afiyet olsun. Biz devam edelim…

Gazete, okuru bilgilendirmeyi sürdürüyor:

“Başbakan Erdoğan, restorandaki deniz ürünlerinin tümünden tattı.”

Aman Allahım, yoksa…

Evet doğru tahmin ettiniz, okuyalım:

“Erdoğan’ın sofrasına, Bodrum’da çok sevilen, kabak çiçeği dolması, deniz börülcesi, karides, kalamar tava, barbun tava ve lağos buğulama servis edildi.”

Ne yani, şimdi Erdoğan ve ailesi haram mı yedi?

Diyanet fetvasında ne dediğinin farkında mı?

Hadi diyelim, o masada ne yenildiği Allah ile Erdoğan arasında, bizi ilgilendirmez.

Peki ya, 2017’de Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda verilen 29 Ekim resepsiyonuna ne demeli? Saray Cumhuriyet resepsiyonuna katılan herkese “tam buğday ekmeği üstünde marine karides” vermedi mi?

Verdi.

Neyse...

Diyanet’in bizzat kendisinin temmuz ayında yayımladığı “Din İstismarı İle Mücadelede Sahih Dini Bilginin Önemi” adlı kitaptan bir cümle ile sonlandırayım:

“Din istismarının payandası olan sözde fetvaların, bildirilerin, eğitim materyallerinin zihniyet üretmeye yönelik karanlık emelleri olduğu unutulmamalıdır.”

                                                                        ***

YARGININ SEVMEDİĞİ ADAM ARTIK ÖZGÜR

4 ay önceydi... 

Cumhurbaşkanı’nın yeğeni tarafından tehdit edildiğini iddia etti. 

Yayımladığı bir ses kaydında kendisine ağır küfürler ediliyordu. 

İsyandaydı, suç duyurusunda bulundu ama tutuklanan yine o oldu. 

O ki, Öcalan’ı yayına çıkaran TRT’yi de, darbe yapacağını düşündüğü SADAT’ı da şikâyet eden isim olarak biliniyordu. 

“Erdoğan için canımı veririm” diyecek kadar bir dönem ona hayrandı. Ama İmamoğlu’nun kampanyasına bağış yapınca hedef oldu. Sonunda da “Erdoğan’a hakaretten” kendisini Silivri’de buldu. 

Özetle... Hayatı, gördüğü haksızlıklara karşı dilekçe yazıp yargıya gitmekle geçen Nuri Başkapan’dı içeri atılan. 

Yargılandığı mahkemeye hapisten gönderdiği savunmasını şöyle bitirmişti:

“Kimsenin hak ve hukukunu çiğnemeyin. Kimseye boyun eğmeyin, kimseden korkmayın. Çünkü sizler mevcut siyasi iktidarın değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yargıç ve savcılarısınız. Ve sizin arkanızda, kararları adına verdiğiniz büyük Türk milleti vardır. Bu büyük millet, günü ve zamanı gelince, size baskı ve tehdit yapanlara bunun hesabını çok ağır soracaktır.”  

İşte... 

O isim hakkında geçen hafta sıcak bir gelişme yaşandı. 

Öğrendim ki İstanbul 60. Asliye Ceza Mahkemesi, Nuri Başkapan’ı tahliye etti. 

Ve duydum ki “dilekçe insanı” içeride de uslanmamış! Şimdi, kendisine kurulduğunu düşündüğü kumpasta görevli yargı mensuplarını şikâyete hazırlanıyormuş.

Barış Pehlivan / Cumhuriyet  



Ferhan Şensoy Cumhuriyet'e konuşmuştu: 'Ülkenin en büyük derdi ülkeyi yönetenler' - Cumhuriyet

 Türk tiyatrosunun usta isimlerinden Ferhan Şensoy 70 yaşında hayatını kaybetti. Hayatını sahnelere adayan usta tiyatrocu, mart ayında Cumhuriyet'e konuşmuş ve Türkiye'nin en büyük derdinin ülkeyi yönetenler olduğunu söylemişti. Şensoy, "Biz bugün aşağılık kompleksiyle boğuşan siyasilerle uğraşıyoruz. Muhalefetin her türlüsünden korkuyorlar, muhalif izleyicimiz de buna dahil“ ifadelerini kullanmıştı.

Türkiye, tiyatro sanatçısı Ferhan Şensoy'un ölümüyle yasa boğuldu. Hayatını sahnelere adayan usta tiyatrocu, 2 Temmuz'dan bu yana iç kanama sebebiyle tedavi görüyordu. Şensoy, dün gece tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi.

Usta sanatçının ölümü sonrası, Şensoy'un demeçleri, sözleri ve röportajları da gündeme geldi. Kel Hasan Efendi'den günümüze gelen Ortaoyuncuları Kavuğu'nu Münir Özkul'dan devralarak Rasim Öztekin'e devreden usta isim Ferhan Şensoy, mart ayında Cumhuriyet'ten Öznur Oğraş Çolak'a konuşmuştu.

"İyi misiniz" sorusuna "Ülkem gibi" yanıtını veren Şensoy, Türkiye'nin en büyük derdinin koronavirüsten sonra, ülkeyi yönetenler olduğunu söylemişti.

Ünlü sanatçının, bundan 6 ay önce Cumhuriyet'e verdiği röportaj şu şekilde:

"BİN YIL YAŞAYACAK DEĞİLİM"

"Pazar günü sokağa çıkmak yasak! Kitap yazmak yasak değil. Perde açamamak elbette üzüyor beni, sahneye çıkmayı özledim. Bunun dışında eve kapanmakla ilgili bir sorunum yok. Son yıllarda sokağa çıkmayı da unuttum, çıkasım yok! Gördüğüm şeyler beni mutsuz ediyor. Geriş’e evimize çekildik. Benim boş durmak gibi bir durumum olamaz. Masamın üstü kitap olmayı bekleyen dosyalarla dolu. Bin yıl yaşayacak değilim. Her yazarın ardında bıraktığı bitmemiş dosyaları vardır. Ben ölünce eşim Elif’im toparlayacak dosyalarımı."

"ERKEN GÖÇTÜ KAVUKLU RASİM"

"Erken göçtü Kavuklu Rasim. Sanki hissetmiş gibi kavuğunu da erken devretti. Kalbiyle ilgili sıkıntıları vardı ama çok dikkat ediyordu kendine. Levent Ünsal’ın kaybını atlatamadan Rasim’in birdenbire göçmesi çok üzdü hepimizi. Say say bitmez anılarımız... Hangisini yazsam diğerine haksızlık! Özgeçmişlerle ilgili bir kitapta anlatılacak Rasim."

"MUHALEFETİN HER TÜRLÜSÜNDEN KORKUYORLAR"

Usta sanatçı, "Neden sanattan korkuyorlar?" sorusuna şu yanıtı vermişti:

"Korkmamaları için somut bir sebep yok. Sanatçı muhalif olur. Bunu daha önce de söylemiştim; benim dünya görüşümde yandaş sanatçı diye bir kavram olamaz. Ferhangi Şeyler’de sataşmadığım lider yok. Oto-sansür sevmem, sahnede dilimin kemiği yoktur. Yıllarca Özal’a demediğimi bırakmadım. Demirel’e, Deniz Baykal’a... Birçoğu gelip oyun izlediler, gülerek ayrıldılar. Erdal İnönü gizli gizli bilet alıp izlerdi, 500 koruması falan yoktu. İnsanın gelişmişlik düzeyini gösteren önemli unsurlardan biri de kendisiyle ilgili şakalara, eleştirilere karşı tavrıdır. Biz, bugün aşağılık kompleksiyle boğuşan siyasilerle uğraşıyoruz. Muhalefetin her türlüsünden korkuyorlar, muhalif izleyicimiz de buna dahil."

Beyoğlu’nda onlarca tiyatro vardı, hepsi kapandı, sadece Ortaoyuncular kaldı. Hiç geçmişte aklınıza gelir miydi, Beyoğlu’nda bir tane tiyatro kalacağı, sanata bu kadar sansür uygulanacağı, sanatçıların sebepsiz yargılanacağı?

Ben Ayfer Feray Tiyatrosu’ndayken Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi üstünde kırk tiyatro vardı. Şimdi sadece Ortaoyuncular var Ses-1885’te. Geçmişte de tiyatro ve genel anlamda sanat birçok baskıyla, sansürle karşılaştı. Benim tiyatrom yakıldı, gece bekçisi hayatını kaybetti. O an orada bulunmaktan başka kabahati yoktu. Korkunç bir şeydi. Yine de işlerin hiçbir dönem bu kadar pespayeleştiğini görmedim. Metin Akpınar’ı gözaltına almak nedir? Müjdat Gezen’i sorgulamak nedir? Bu çaresizliktir, korkudur! Ayıptan da öte ayıptır!

'MASKELİ TİYATRO BENİ RAHATSIZ EDİYOR'

Yeni mevsime yeni projeleriniz, oyunlarınız var mı?

Levent Ünsal kardeşimizin vefatı dolayısıyla Şahları Da Vururlar’ı oynayamadık. Levent’in yeri doldurulamaz tabii ama bir şekilde oynayacağız Şahları Da Vururlar’ı. Sahnede olur, internet üzerinden olur, bilemiyorum. Maskeli tiyatro fikri beni rahatsız ediyor. Aralıklı oturma düzeni komedinin mantığına aykırı! Dirsek dirseğe oturmazsa gülmez izleyici. Bu kuralı bütün Ortaoyuncular ekibi bilir. Yeni projeleri pandemi süreci belirleyecek. Ortaoyuncular’ın genç bir takımı var, hepsini ben yetiştirdim. Tiyatro müdürümüz bile Nöbetçi Tiyatro’dan. Benim hiç anlamadığım internetsel şeyler yapıyorlar. Ben interfluğ’yum, Elif’le çalışıyorlar. Elif çok deneyimli; 25 yıldır Ortaoyuncular’da. Hem sahnede hem yayınevinde çok sorumluluk üstleniyor. Onlar internet aleyhisselamla uğraşırken ben kitaplarımı yazmakla meşgulüm. Derdeste çıktı, Ferdeste’yi bitirmek üzereyim. Belki sonra üçüncü otobiyografik romana otururum; Nezle Olmuş Dolmakalem!

'BAŞIMI KAŞIYACAK VAKTİM YOK'

Pandemi öncesi tiyatroya büyük ilgi vardı, neredeyse her mahallede küçük oda tiyatroları... Sizinle aynı binada bile gençler tiyatro yapıyordu. Yeni nesil tiyatrocuları nasıl buluyorsunuz?

1970’li yıllarda Beyoğlu’nda bir sürü tiyatro vardı, şimdi Ortaoyuncular var, oynayamıyoruz. Pazar sokağa çıkmak yasak, pazartesi 14.00’te oyna diyorlar. Bu kurallarla tiyatro nasıl yapılacak bilemiyorum. Sürekli söylüyorum; benim başımı kaşıyacak vaktim yok! Sürekli yazı masasında oturduğumdan yürümeyi unuttum. Tiyatroya gideyim, oyun izleyeyim... Buna zamanım yok. Yeni nesil tiyatrocuları tanımıyorum.

Bu pandemi sürecinde devletin sanata ve sanatçıya yeterli desteği  verdiğini düşünüyor musunuz? Nasıl bir destek programı sunmalıydı sizce?

Devlet yardımından muaf bir tiyatroyuz biz. Devletin gıdım yardımına gerek yok. İzleyicimiz yalnız bırakmaz bizi.

Türkiye’nin koronavirüs dışında en büyük derdi nedir?

Ayıptır söylemesi, ülkeyi yönetenler!

İktidarın sanata ve sanatçıya bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İktidarın sanata ve sanatçıya yönelik bir bakış açısı yoktur!

CUMHURİYET

30 Ağustos 2021 Pazartesi

Türkiye’nin bugün bir başkomutanı var mı? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Türk askerinin Afganistan’dan çekilmesi iyi mi, iyi. Bir Mehmetçiğin dahi dinci vahşetin hedefi olmaması hayırlı mı, hayırlı. Karar doğru mu, doğru. Yine de aylar süren Kâbil zikzaklarını biraz düşünmemiz gerekmiyor mu?

Öyle ya, daha bir hafta önce, Savunma Bakanı yandaş medyanın karşısına çıkmış, Afganistan’da kalma planını anlatmıştı. Ne garip, verdiği söyleşinin başlığı “Gerekirse 24 saatte çıkarız” idi. Elbette çekilmek de askeri bir programdır. Harekete geçerken çıkma planı da yapılır. Ama hiçbir silahlı göreve “Gerginlik olursa hemen kaçarız” sözüyle başlanmaz.

Nitekim Hulusi Akar’ın konuşmasından dört gün sonra beklenen oldu. ABD’nin, NATO’nun, Avrupa’nın “oluru”yla Afganistan planı yapan AKP hükümetinin havaalanı projesini Taliban reddetti. 100 yıl önce, İngilizlere karşı Afganistan’da strateji kuran Büyük Taarruz zekâsının yıldönümünde, gazeteler “Afganistan’dan geri çekilme başarısı”nı yazdı.

Ya Cumhurbaşkanı?

Malazgirt zaferinin yıldönümünde Ahlat’ta konuştu. 1071 ruhunu hatırlatırken, zaferle aynı gün (26 Ağustos) başlayan Büyük Taarruz’u es geçti. Bununla da kalmadı, kendisini Cumhuriyet tarihinin karşısına koydu. 19 yıllık iktidarı ile öncesini “Dün kendi sınırları içinde adeta varlık-yokluk mücadelesi veren bir ülkeden bugün bölgesinde ve dünyada her kritik meselede söz sahibi bir ülkeye dönüştük” diye karşılaştırdı. Yetmedi, Cumhuriyet tarihinin 5-10 katı iş yaptığını söyledi.

30 Ağustos’a adını veren savaş “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” olduğuna göre, soruyu daha açık soralım: Türkiye’nin bugün bir başkomutanı var mı? Varsa nerede?

KOMUTANLIK YALNIZ ASKERLİK DEĞİL

Cevabını aradığım günlerde, Balyoz kumpasında hedef olan emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz’un “Başkomutan-Emsalsiz Lider” kitabını okuyordum. Kitap, Atatürk’ün askerliğini hazırlayan süreçleri de ele almakla birlikte, esas olarak Başkomutanlık dönemine odaklanıyor. Ahmet Yavuz’dan, komutanlığın sınırlarının bir askeri görevin ötesinde olduğunu öğreniyoruz:

“Kara Kuvvetleri’nce 2008 yılında hazırlanan liderlik yönergesine göre -sonradan yürürlükten kaldırılmıştır- komutan, yöneticilik ve liderlik becerilerini kendi kişiliğinde toplamış, amir yetkisini kullanan kişidir. Lider ise mevcut kaynakları (insan, zaman, harp silah araçları, mali vb.) en etkili şekilde kullanmak suretiyle, birliğini belirli bir amaç doğrultusunda ikna etme ve etkileme kabiliyetinin yanı sıra, süratli ve doğru karar veren, verdiği karara uygun olarak etkili sonuç alan, yeri geldiğinde ölme emri verebilecek güce sahip kişidir.”

Kuşkusuz şartlar, Atatürk’ü hem yönetici hem de lider olarak başarılı olmaya mecbur bırakmıştı. O da bunu karşılayacak kişilik özelliklerine, entelektüel birikime sahipti. Hayalleri vardı ama mayasını gerçeğin kendisinden alıyordu. Kurtuluştan kuruluşa bir yol çizerken her reformun bir zamanı olduğunun farkındaydı. Çağın sorunlarının, bunlardan kendi toprağının payına düşenin farkındaydı. Hem milletinin krizini biliyor hem de düşmanını iyi tanıyordu. Okuduğu kitaplar da yaşam tecrübeleri de onu gerçeği okumak konusunda ayrıcalıklı kılıyordu.

30 AĞUSTOS’A ‘DELİLİK’ DEDİLER

Atatürk, Büyük Savaş’tan yeni çıkmış Batı’nın, tekrar savaşmak istemediğinin farkındaydı. Sovyetler ile birlikte yeni bir dünya düzeninin kurulduğunu görebiliyordu. Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusunu yendikçe, arkasında daha büyük bir gücü toplayabileceğinin farkındaydı. Savaş içinde düşmanlarına ne kadar onurlu barış mesajı verdiyse, fiili işgalci Yunan ordusuna karşı o kadar acımasız oldu. Hazırlığı aylarca süren savaşın, 26 Ağustos’tan 9 Eylül’e kadar iki hafta gibi kısa sürede bitmesinin nedeni buydu. 30 Ağustos’ta zaferin belirmesiyle birlikte, savaş, düşman ordusuna karşı sert bir imha hareketine dönüşmüştü.

Akan bir nehrin varacağı yeri söylemek gibi…

Öngörü, aslında tarihin hareketini bilmekten gelir. “Daha Erzurum’da işin başında yaptığı analizde, ‘üç yıl dişimizi sıkarsak savaşı kazanırız’ demesi”ni hatırlatan Ahmet Yavuz, bu konuda bir anıyı da unutturmuyor:

“Başkomutan, Malta sürgününden dönen Mithat Şükrü Bleda’yı Sakarya Savaşı’nın öncesindeki günlerden birinde, Çankaya Köşkü’nde yemeğe davet etmişti. Başkomutan’ı geleceğe ilişkin iyimser bulan Bleda, ona askeri vaziyeti nasıl bulduğunu sordu. Başkomutan’ın cevabı çok kati ve kısa oldu: ‘Yunan ordusunu pek yakında denize dökeceğim.’

 (…)

‘İstanbul’dakiler ne olacak Paşam? Herifler her tarafı işgal ettiler.’ Başkomutan’ın cevabı tarihi bir diğer öngörüye işaret etmektedir: ‘Onlar kendiliklerinden, hem de bayrağımızı selamlayarak gidecekler...’ Bleda, bu cevap üzerine, ‘O zamanki durum göz önünde tutulursa böyle bir lafı başkası söylese akli muvazenesinin bozuk olmasından kuşkulanabilirdim’ demektedir.”

Sadece Bleda değil…

Ahmet Yavuz, Atatürk’ün öngörülerinin pek çok kişi tarafından “delilik” olarak görüldüğünü söylüyor. Ama deliliğin, zamandan hızlı çalışan akıl olduğu anlaşılıyor. Yunan ordusunun kaybının ardından, Türk ordusu silahlarının namlularını yere çevirerek kurşun dahi atmadan İstanbul’a girdi. İngilizler “geldikleri gibi” gitti.

BAŞKOMUTAN MİLLETİNİN İÇİNDE

Ahmet Yavuz, 30 Ağustos’a giden yolda, iki ordunun elindekileri sıraladıktan sonra karşılaştırmayı yapıyor:

“Türk ordusu tüfekte 1’e 1.1; hafif makineli tüfekte Yunan ordusu 1’e 1.5; ağır makineli tüfekte Yunan ordusu 1’e 1.45; topta Yunan ordusu 1’e 1.3; kılıçta Türk ordusu 1’e 4.1; uçakta Yunan ordusu 1’e 5 üstündü. Süvari kuvveti olarak Türk ordusu 1’e 5 üstündü.”

Ordu yalnız silah değil, ruhtur. Haliyle başka karşılaştırmalar da var. Yunan Ordusu “Megali İdea” dediği bir ideal için, Türk ordusu kendi toprağını savunmak için savaşıyordu. Yunan askeri terhis beklerken, Türk askeri kesin zaferle savaşı bir an önce bitirmek istiyordu. Daha da önemlisini Ahmet Yavuz şöyle aktarıyor:

“Öte yandan 26 Ağustos sabahı Türk Başkomutanı Kocatepe’de, Türk taarruz mevzilerine birkaç km. mesafedeyken; Yunan Başkomutanı Yunan savunma mevzilerine 500 km. uzaklıktaydı.”

Atatürk, harbin cephesinde, savaşın içinde, milletinin arasındaydı. 30 Ağustos, milletinin gerçeğiyle kendi hayallerini birleştirmiş bir başkomutanın zaferiydi.

“O geriye dönük övünmelerle oyalanmak yerine, önüne bakmayı tercih ederdi” diyor Ahmet Yavuz. Atatürk’ün savaşta ya da barışta “milleti taassup ve fikir esaretinden kurtarmak” için çıktığı yolları hatırlatıyor. “O yolculuk devam ediyor” diye de bitiriyor.

O gün ve bugün...

Bin yıl önceyi anarken, bugün yurdu vatan yapan Atatürk’le hâlâ gölge boksu yapan Cumhurbaşkanı’na bakıyorum. “Size ölmeyi emrediyorum” diyen Mustafa Kemal’in ordusuna “hemen çıkarız” diye hedef gösteren bakana bakıyorum. Verdiği hutbede Atatürk’ün adını bile anmayan Diyanet İşleri Başkanı’na bakıyorum. 30 Ağustos’un yalnız Yunan ordusuna değil, emperyalizmle işbirliği yapan Osmanlı Sarayı’na ve elbirliğiyle kışkırttıkları gericiliğe ve askerlerine karşı da bir zafer olduğunu hatırlıyorum.

Kutlayanların bayramı, kutlayamayanların matemidir 30 Ağustos. O yolculuk devam ediyor hâlâ…

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

ABD'deki Halk Bankası davası iç siyaseti etkileyebilir - Turgay Develi / SOL

 Bu çöküşte sorumluluğu bulunanların sütten çıkmış ak kaşık tavırları takınmalarına da, kendilerine bu şekilde muamele edenlere de izin vermeyeceğiz.

Evindeki ayakkabı kutularında 4 milyon 500 bin dolara yakın para bulunan dönemin Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan'ı bu göreve atayan, rezalet ortaya çıkıp da Aslan gözaltına alınıp tahliye olduktan sonra hiçbir şey olmamış gibi bu kez, 40 gün sonra istifa etse de, Ziraat Bankası'na Yönetim Kurulu üyesi yapan kararların da, neredeyse on yıl Halkbank Yönetim Kurulu Başkanlığı görevinde tutulan Hasan Cebeci'nin atama kararının altında da Ali Babacan'ın imzası var. 

Bu iki isim önemli; zira "ABD‘yi dolandırmak amacıyla komplo kurmak, "Uluslararası Acil Ekonomik Güç Yasası'nı İran’a para transferleri yaparak ihlal etmek için komplo kurmak", "ABD bankalarını dolandırmak", "ABD bankacılık ve finans sistemini dolandırmak amacıyla komplo kurmak", "kara para aklamak", "kara para aklamak amacıyla komplo kurmak" suçlamalarıyla, 15 Ekim 2019 tarihinde 45 sayfalık iddianame ile ABD'de açılan davada, iddianameye göre, Halkbank yönetiminin (Süleyman Aslan ve Hasan Cebeci de dahil) bu suçları işlerken Türk hükümetinin üst düzey yetkilileri tarafından desteklendiği ve korunduğu da iddia ediliyor.

ABD'deki iddianamede yer alan, suçluları koruyup desteklediği ileri sürülen "Türk hükümetinin üst düzey yetkilileri" ifadesi kimi işaret ediyor bilmiyoruz ama iddialarına göre suçun işlendiği (6 Temmuz 2011 - 28 Ağustos 2014) tarihleri Erdoğan'ın son Başbakanlığına, Ali Babacan'ın Başbakan Yardımcılığına, Ahmet Davutoğlu'nun da Dışişleri Bakanlığına tekabül ediyor.

Dava halen açık ve ABD Başkanı Joe Biden, Damian Williams'ı davanın görüldüğü New York Güney Bölgesi Başsavcılığı’na aday gösterdi. Söz konusu işlemlerle ilgili iddialara göre İran’ın uluslararası piyasalarda petrol ve doğal gaz satışından elde ettiği gelirin 20 milyar doları bulduğu öne sürülüyor. 

Buraya kadar anlattıklarım kamuoyunca bilinse de konuyu hatırlatarak bu köşeye taşımamın nedeni, bankanın ABD'deki iddianameye dayalı yargılama sürecine ilişkin şimdiki Halkbank Genel Müdürü Osman Arslan'ın, Sözcü'den Erdoğan Süzer'in 26 Haziran tarihli haberine göre, bir KİT komisyonu (2021) toplantısında konuyla ilgili yöneltilmiş bir soruya verdiği yanıt:

"Halk Bankası yüzde 75 hissesi kamuya ait olan bir devlet kuruluşu. ABD'deki yabancı devlet yargı bağışıklığı yasasına göre yabancı devlet organları ABD'de yargılanamaz. Bu kapsamın dışına çıkılmasının istisnası ise ticaret yapılması. Halkbank da bu yasaya tabi. Biz ticaret yapmadık. İran'la yapılan işlemler Türkiye'nin enerji zorunluğundan kaynaklanan bir ihtiyaca binaen bu işin (enerji) finansmanıyla ilgili bir şeydir. Yani ticari saiklerle aranmış, bulunmuş bir işlem değildir. Burada gelir amaçlı yapılan bir yaklaşım söz konusu değildir. Biz banka olarak yapılan işlemin ticari olmadığını söyleyerek bunu üst mahkemeye taşıdık" demesi.

Bu, Halkbank ve Türkiye açısından felaketi çağıran bir mantıkla tasarlanmış bir savunma stratejisi ve çökmeye mahkum. Öyle ki, daha açılmamış 50'ye yakın iddianame eki zarfın içinde hangi suçlama delilleri ve hangi isimlerin yazılı olduğu bile hesaba katılmadan; ve bu meseleden dolayı yargılanarak 'ABD'nin İran'a yaptırımlarını delme' suçundan 32 ay ceza alan Hakan Atilla sanki hiç ceza almamış gibi, aynı kurgu üzerinden yürütüldüğü ortaya çıkan savunma duruşma başladığı anda çöp hükmünde olacaktır. Durum, Sayın Genel Müdür Arslan'ın ileri sürdüğü dayanaklardan açıkça görülüyor. 

Gerçek ise şu;

Süleyman Aslan'ın yerine atanan Genel Müdür Ali Fuat Taşkesenlioğlu, benim de katıldığım ve 11.5.2014 tarihli TBMM KİT Komisyonu tutanaklarından da kolaylıkla anlaşılacağı üzere, şimdiki TBMM Başkan Vekillerinden Haydar Akar'ın alt komisyon üyesi de olduğu toplantılarda, (Rıza Zarrab'ın şimdi ABD'de yargılanan işlemlerine yapılan aracılıktan doğan komisyon ücretlerinin neden düşük olduğuna ve bankanın bu nedenle zarar edip etmediğine dair) yazılı ve sözlü sorularına yanıt verirken, "Banka'nın, Zarrab'ın iş ve işlemlerinde, komisyon oranlarının indirilmesiyle zarar oluşmadığını, bunun müşteri ile yapılan bir anlaşmadan kaynaklandığını" anlatmış ve işlemlere ait yıllardaki komisyon gelirlerini de açıklamıştı. 

Konu daha ABD Başsavcılığı tarafından iddianameye dönüştürülmeden, TBMM KİT komisyonundaki Halk Bankası denetimleri sırasında, dönemin Yönetim Kurulu Başkanı Hasan Cebeci ve o dönemde Genel Müdür yapılan Ali Fuat Taşkesenlioğlu'na Sayıştay'ın, direkt İran'ı işaret etmese de, tarım yapılamayacak kadar kurak ülkelerden hububat alımı, bu işlemlerin gerçekleştiği nakliyelerde kullanılan araçlar ile taşındığı ileri sürülen yüklerin orantısızlığına dair belgeler ve gümrük/ nakliye işlemleri için aracılık eden şirketlerin;

TBMM'de tutanaklara geçtiği şekliyle, "AKP İstanbul Milletvekili Metin Külünk'ün gümrük ve nakliye işlemlerinde aracılığı var mıdır?" soruları "ticari sır" diyerek yanıtsız bırakılmasa, onun da adı bu dosya kapsamında tartışılmaz, bugün ABD'nin hukuki zeminde olsa da herkesin bildiği üzere aslında siyaseten şantaj vesilesi yapmak için açıp uzattığı dava belki hiç açılamazdı. Dışarıda "bu iş ticari değil" savunması yaparken içeride sorulan soruları "ticari sır" diyerek geçiştirmek, görüldüğü üzere dışarıdakileri de tatmin etmiyor.

Tüm bu yaşananlar ve Hakan Atilla'ya verilen 32 ay ceza ortadayken, Genel Müdür Osman Arslan'ın,  "ABD'nin en önemli, en iyi hukuk firmalarından birisiyle çalışıyoruz. Firmada, aralarında New York Barosu'na kayıtlı Türk arkadaşlarımız da var. Banka içinde yaklaşık 30 kişilik bir heyet kurduk, bu heyetin tamamen amacı bu davayı yürütmektir. Savcılıktan hâlâ bize verilmeyen deliller var, onları da istedik” diyerek hariçten gazel okumasının sebebi ya kendisini ya da bizi ikna etmeye çalışıyor olması olsa gerek ama, etkisi Ali Erbaş'ın imamlarının duaları kadar.

Durun komedi daha bitmedi!

Eğer New York'taki duruşma yapılacak olursa, bu iş ve işlemleri gerçekleştirdiği iddia edilen Halkbank yönetiminin atamalarının altında imzası olan dönemin Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ile yine dönemin Dışişleri bakanı olarak ABD'nin ambargosuna rağmen iş ve işlem yapılmasında siyasi sorumluluğu bulunan Ahmet Davutoğlu'nun da gizlenen 50'ye yakın zarftan isimlerinin çıkması kuvvetle muhtemel olabilir. 

Olabilir diyorum, zira iddianamede 'Türk yetkilisi' denilse tek kişiden bahsedildiğini anlardık ve onun kim olabileceğine ilişkin isim tahmininde bulunmak kolay olurdu! Ancak anlaşılıyor ki tek bir siyasi sorumlu tarif etmiyorlar ve en azından ikinci ve üçüncü sıraya yazılacaklar da şimdiden belli gibi.

En komiği ile bağlayalım; AKP'de bulundukları sırada yaşanan türlü soygun ve talandaki siyasi ve kişisel sorumlulukları ortadayken, bu isimlerin (Ali Babacan ile Ahmet Davutoğlu) parti kurarak ülkemizin geleceğini kendilerine bırakmamızı istemeleri mi daha komik, yoksa Millet İttifakı lider ve kadrolarının onları AKP'de görevde bulundukları dönemde başarılı bulmaları ve bunu utanmadan açıkça ifade etmeleri mi?

Sorunun cevabını 'her ikisi de' olarak verenler için hedef açık; bu çöküşte sorumluluğu bulunanların sütten çıkmış ak kaşık tavırları takınmalarına da, kendilerine bu şekilde muamele edenlere de izin vermeyeceğiz. 

İçinde bulunduğumuz karanlığı aydınlatabilmek adına, bu karanlıktan beslenen ve bu karanlığı besleyen tüm aktörleri değiştirmeliyiz.

Turgay Develi / SOL

29 Ağustos 2021 Pazar

SSCB’de satrancın tarihi: İşçilere satranç götürün! - G. Caner MALATYA / EVRENSEL

 


G. Caner Malatya, Sovyetler Birliği'nde satrancın gelişimini yazdı.


























                        Aleksandr Bogdanov, Maksim Gorkiy ve Lenin | Fotoğraf: Lenin Müzesi 

M.S. 6. yüzyıldan itibaren oynanan satranç, 19.yüzyıl ile birlikte dünya çapında bir popülerliğe ulaşmış ve oyun niteliğinin yanı sıra spor olma niteliğini de kazanmıştır. 20. yüzyılda ise satranç, özellikle Soğuk Savaş döneminde, ABD ve Sovyetler Birliği’nin rekabet ettiği alanlardan birisi olmuş, fakat bu rekabette Sovyetler Birliği ezici bir üstünlük kazanmıştır. 1948’den 1991 yılına kadar (Bobby Fischer’in 1972-1975 arasındaki şampiyonluğu hariç) Sovyetler Birliği erkeklerde beş farklı büyük usta ve kadınlarda 6 farklı büyük usta ile 1950’den 1991’e kadar dünya şampiyonluğunu elinde tutmuştur. Yine Sovyetler Birliği 1952’den 1990 yılına kadar Satranç Olimpiyatları’na on dokuz defa katılmış ve on sekizinde altın madalya kazanmıştır. Bu başarılar Sovyet toplumunun satrancı kendi sporları olarak ilan etmelerine yol açmıştır. Ayrıca Sovyetler Birliği’nde satranç, eğitimden askeriyeye kadar birçok alanda özel bir yere sahip olmuştur.

PARTİ KADROLARININ EĞİTİMİNDE SATRANÇ

1917 Ekim Devrimi öncesinde ve ilk yıllarında satrancın Rus toplumunda sadece soyluların ya da entelektüellerin sosyal yaşamında yeri bulunmaktaydı. Sovyetler Birliği’nin kurucusu Lenin başta olmak üzere diğer önde gelen Bolşevikler hevesli birer satranç oyuncuları olmuşlardır. Bolşeviklerin bu satranç sevgisine rağmen, Sovyet iktidarının ilk yıllarında satranç için özel bir politika yürütülmemiştir. Fakat devrimden sonra yaşanan iç savaşın da etkisiyle satranç, başlangıçta askeri ve parti kadrosu için bir eğitim aracı, ikinci olarak Sovyet toplumunu şekillendirmek için kültürel bir araç ve en sonunda da Sovyetlerin üstünlüğünü kanıtlamak için bir propaganda aracı olarak faydalı görülmüştür.

Ekim Devrimi sonrasında başlayan iç savaşla birlikte satranç ile askeri beceri arasında benzerlik kurulmuş, askerlerin eğitim programına satranç konulmuştur. Askerlere satranç eğitimi verilmesinde ve satrancın politikleştirilerek devletin desteğinin sağlanmasında Bolşevik bir militan olan İlin-Jenevskiy’in payı büyük olmuştur. İlin-Jenevskiy satrancın hem askeri becerilerin geliştirilmesi hem de parti kadrolarının eğitilmesi için oldukça yararlı olduğunda ısrar ederek partinin ve devletin satranca destek vermesini sağlamıştır.

Satrancın kazandırdığı nitelikler ile ideal komünistin özellikleri arasında yakın paralellikler çizilmiştir. Hem satranç oyuncusu hem de komünist becerikli ve yaratıcı olmalı, hem strateji hem de taktikler konusunda hislere sahip olmalı ve özellikle tüm engelleri aşmak ve herhangi bir “kaleye” saldırmak için sağlam bir kararlılığa sahip olmalıydı. Bundan dolayı parti kadrolarının aldıkları politik eğitimin yanında satranç eğitimi de verilmiş ve böylece satranç ilk olarak ordu, sonrasında parti kadroları aracılığıyla Rus halkının önemli bir kesimine yayılmaya başlamıştır.

SOVYET SATRANÇ ŞAMPİYONASI

İlin-Jenevskiy’in girişimleriyle 1920’de ilk Sovyet Satranç Şampiyonası yapılmıştır. Turnuvanın organizasyonunu kolaylaştırmak için askeri kaynaklar kullanılmış ve turnuva kışlada yapılmıştır. Kışla soğuk, sert yataklara sahip olmakla birlikte yemekler de yetersiz asker tayınlarıyla sınırlıydı. Fakat bu kısıtlı imkanlar iç savaşın sürdüğü koşullar içerisinde en iyi imkanlar olmuştur. Nitekim turnuva sırasında gıda sıkıntısı da yaşanmıştır. 200 gram ekmek ve akşamları kızarmış ringa balığı ile ringa balığı çorbasından oluşan tayınların oyuncular için yetersiz kalması nedeniyle huzursuzluk başlamıştır. Buna ek olarak seyahat masraflarının ödenmemesi ve ödüllerin verilmeyeceğine dair söylentilerin başlaması nedeniyle oyuncular turnuvanın beşinci turunu oynamayı reddederek greve gitmişlerdir. Oyuncular ekmek tayınında artış, sigara ve peynir isteklerini barındıran ültimatomu turnuva yönetimine sunmuşlardır. İsteklerinin kabul edilmesinden sonra oyuncular turnuvaya devam etmişlerdir.

24 Ekim 1920’de tamamlanan turnuvayı Alekhine birinci, Romanovskiy ikinci, Levenfish üçüncü bitirmiştir. İlin-Jenevskiy ise on altı kişi arasında dokuzuncu olmuştur. Turnuvanın sonunda vadedilen ödüller verilmemiştir. Bunun yerine yurt dışına kaçan zenginlerin el konulan çeşitli eşyaları ödül olarak verilmiştir. Bu eşyalar bir odaya konulmuş ve sırasıyla Alekhine, Romanovskiy, Levenfish odaya girerek değerli gördükleri eşyayı ödül olarak seçmişlerdir.

POLİTİK SATRANÇ VE İŞÇİLER

Turnuva sonrasında İlin-Jenevskiy, devrim öncesinde satrancın ayrıcalıklı sınıflara ait olduğunu belirterek devrimle birlikte satrancın proleter yaşamın bir parçası olduğunu ileri sürmüş ve “politik satranç” fikrini ortaya atmıştır. Satrancın politik bir araç olarak kullanılmasına dair önemli vurgularda bulunduktan sonra satrancın proletaryanın entelektüel birikimine katkı yapacağı ve kapitalizme karşı mücadelesinde gücünü arttıracağını belirtmiştir. “Satranç entelektüel kültürün güçlü bir silahıdır!”, “İşçilere satranç götürün!”, “Satranç, her işçi kulübünün ve her köylü okuma odasının bir özelliği haline gelmelidir!” gibi sloganlarla satrancın halka yayılmasına dair kararlar alınmıştır.

İlin-Jenevskiy’in girişimlerini devam ettiren Bolşevik bir militan olan Nikolay Vasilyeviç Krilenko olmuştur. Krilenko ile birlikte satrancın askeri personeli ve parti kadrosunu eğitmek için kullanılması gibi bir fikirden kitlelerin kültürel seviyesini artıracak bir araç olarak görülmesi fikrine geçilmiştir. Görece geri bir ülkede sosyalizmin kurulması zorunluluğuyla karşı karşıya kalan parti, proletaryanın kültürel gelişimi için satrancı kullanmak istemiştir. Böylece satranç, resmi işçi örgütleriyle bağlantılı hale getirilmiş ve kitlelere yayılmıştır. Krilenko kitlelere satrancı yaymakla birlikte dünya çapında satranç kadroları da yetiştirmeyi hedeflemiştir. Krilenko, dünyanın en iyi satranç oyuncularının da katıldığı 1925 Moskova Uluslararası Satranç Turnuvası düzenlemeyi başarmış ve bu turnuva da satrancın kitleselleşmesine neden olmuştur.

Bir ay süren turnuva Sovyet halkında büyük bir heyecan yaratmıştır. Turnuvanın her turunun biletleri günler öncesinden tükenmiştir. Halkın turnuvayı izlemesi için sokaklara büyük panolar yerleştirilmiştir. Moskova’nın her yerinde, günlük sonuçlar satranç hayranları tarafından yayımlanmış ve turnuva insanların yaptıkları sohbetlerin ana konusu olmuştur. Turnuva haberleri, radyo mesajları ve gazete makaleleri ile turnuvanın heyecanı Sovyetler Birliği’nin her yerine yayılmıştır. Diğer yandan bu turnuva video kaydı olan ilk turnuva olmuştur. Bu görüntülerden Pudovkin’in yönetmenliğini yaptığı Satranç Ateşi filmi de çekilmiştir.

                                    Fotoğraf: Fortepan/ Angyalföldi Helytörténeti Gyűjtemény


SATRANÇ BÖLÜMÜ FABRİKALARDA VE KÖYLERDE

1925’teki turnuvanın ardından fabrikalarda ve köylerde satrancı öğretmek ve tanıtmak için bir kampanya yürütülmüştür. Satranç Bölümü tarafından istihdam edilen birçok alt düzey satranç ustası gezici propagandacılar olarak ülkeyi dolaşarak satranç öğretmişlerdir. Yerel fizik kültür komitelerinde satranç bölümleri kurulmuş, gazetelerde satranç köşeleri başlatılmış, satranç dersleri verilmiş ve yerel yarışmalar düzenlenmiştir. Kampanyanın odak noktası ise işçiler ve onların çocukları olmuştur. 1926 yılının sonunda Satranç Bölümü, kampanyadaki ilerlemeyi değerlendirmek için N. Grigoriev'i on haftalık bir araştırma gezisine göndermiştir. Grigoriev gittiği her yerde ilginin yüksek olduğunu görmüş ve satranç örgütlerinin geliştiğini ifade etmiştir. “Büyük bir satranç dalgası Sovyetler Birliği’ni kasıp kavurmuş” diye belirtmiştir. Buna rağmen taşra şehirleri ile kırsal kesimde satranca yönelik ilgiyi kanalize edecek yeterli örgütlenme oluşturulamamıştır. Yerel örgütler ilgiye karşılık verilemediği için satranca yönelik coşkunun büyük bir kısmının dağıldığını söylemişlerdir. Bununla birlikte Satranç Bölümü’nden dersler ve turnuvalar düzenlenmek, satranç kulüpleri kurmak için daha fazla satranç ustası gönderilmelerini istemişlerdir.

Bu atılım doğrultusunda satranç özellikle fabrikalara sokulmuş ve öğle yemeği arası etkinliği haline gelmiştir. Ayrıca satranç işçi evlerinde ve apartmanlarında oynanmaya başlanmıştır. 1929 yılında işçi örgütlerindeki satranç oyuncusu sayısı 125 bine varmıştır. Fabrikalardaki bu gelişmeye rağmen kırsal kesimdeki çalışmalar yine kadro yetersizliğinden dolayı sınırlı kalmıştır. Kırsal kesimde satranç köy odaları ve okumaları ile sınırlı kalmaya devam etmiştir.

Bunlarla birlikte yeni “Sovyet insanının” oluşturulmasında da satranca özel bir önem verilmiş ve çocuklar ile gençler arasında satrancı yaygınlaştırma çabalarında da bulunulmuştur. Bu çabalar sonucunda ortaya çıkan genç Sovyet satranç ustalarıyla 1935’te 2. Moskova Uluslararası Satranç Turnuvası’na katılınmış ve Botvinnik bu turnuvada ikinci olmuştur. Ertesi yıl Nottingham’da düzenlenen turnuvada Botvinnik’in şampiyon olmasıyla Pravda gazetesinde Sovyetler Birliği’nin “satranç ülkesi” olduğu ilan edilmiştir.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA SATRANÇ

İkinci Dünya Savaşı sırasında satranç, savaşta halka moral verme ve propaganda amaçlı olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Moskova ağırlıklı olmak üzere yaralı askerlerin tedavi sürecinde satrancın önemli bir yeri olmuştur. Diğer yandan hayatın olağan akışının devam ettiğini göstermek amacıyla kuşatma altındaki şehirlerde turnuvalar düzenlenmiş ve böylece halka moral verilmek istenmiştir.

Saldırılara ve kuşatmaya rağmen Leningrad Spor Komitesi Satranç Müfettişi Abram Iakovlevich Model, 1943’ün sonlarında kentte bir satranç bölümü kurulmuştur. Askeri birimler ve hastanelerde dersler vermiş ve turnuvalar düzenlemiştir. Satranç çalışmalarının yanı sıra açlıktan ölmek üzere olan çocukları tahliye eden nakliye araçlarının komutanıydı. Model bu taşımalar sırasında satrancın çocukları sakin tutmaya yardımcı olduğunu görmüştür. Model’in tahliye ettiği binlerce çocuk arasında, geleceğin dünya satranç şampiyonu Boris Spasskiy de bulunmuş ve bu tahliye sırasında satranç oynamayı öğrenmiştir.

Moskova Satranç Kulübü Direktörü Alatortsev ve arkadaşı Boris Samoilovich Vainshtein ise hastanelerde binlerce maç ve turnuva organize etmişlerdir. Alatortsev, hastane satrancının temel amacının yaralıların savaşa daha erken ve gelişmiş bir savaşçı ruhla geri dönmesine yardımcı olmak gibi çok pragmatik bir hedefi olduğunu ileri sürmüştür. Ayrıca satrancın, sürükleyici ama hareketsiz bir faaliyet olduğu için daha hızlı iyileşmeyi sağladığını ifade etmiştir. Satranç saldırının ve savunmanın değerini takdir etme, sabır ve sebat geliştirme ve zor durumlarla baş etme becerisini geliştirme gibi askeri becerileri de öğrettiği belirtmiştir. Askeri hastanelerdeki maçlara ve konferanslara 200 binden fazla asker katılmıştır.

SOĞUK SAVAŞ VE SATRANÇ

Savaşın ardından Sovyetler Birliği, satrançtaki üstünlüğünü bütün dünyaya kabul ettirmeye yönelmiştir. Bunun için de 1 Eylül 1945’te ABD ile SSCB oyuncuları arasında satranç maçı gerçekleşmiş ve SSCB 15.5-4.5 gibi bir skorla maçı kazanmıştır. ABD’nin ardından Britanya ile maç yapan SSCB ekibi bu maçı da 18-6 gibi bir skorla kazandı. Bu maçta İngiliz ekibinin ortalama yaşı kırk iki iken, Sovyet ekibinin ortalama yaşı yirmi sekizdi. Bu durum Krilenko yeni nesil Sovyet ustalar yetiştirme hedefinin başarıldığını göstermekteydi. Eylül 1946’da ABD’li ekiple Moskova’da bir satranç maçı daha yapıldı. Bu maçı da SSCB 12.5-7.5 kazandı. Bu maçların ardından 1948’de yeni dünya şampiyonunun belirleneceği turnuva gerçekleştirilmiştir. İlk yarısı Lahey’de, ikinci yarısı da Moskova’da oynanan turnuvanın şampiyonu Botvinnik olmuş ve Sovyetler Birliği, dünya satrancında hegemonik bir güç haline gelmiştir.

Bütün bunlarla birlikte satranç Sovyet insanın yaşamının önemli bir parçası haline gelmiştir. Bir Sovyet insanının akşamlarını satranç kulübünde geçirmesi iyi Sovyet davranışının bir özelliği haline gelmiştir. Satranç kültürel olarak geri durumdaki işçilerin ve köylülerin entelektüel düzeylerini arttırmada başarılı olmuş, yaratılmak istenen yeni Sovyet insanın oluşumunda büyük pay sahibi olmuştur. Ayrıca satranç Sovyetler Birliği’nin diğer küresel güçler tarafından kabul edilmesi, dünyadaki insanlar tarafından meşruiyet kazanmasını da sağlamıştır. Soğuk Savaş döneminde ise satranç, Sovyetler Birliği’nin güç gösterisi ve propaganda yaptığı önemli alanlardan biri olmuştur. Ve satranç bugün de post-Sovyet ülkelerinde etkisini sürdürmekle birlikte bu ülkeler tarafından Sovyetler Birliği’ndekine benzer amaçlarla kullanılmaya devam etmektedir.

G. Caner MALATYA / EVRENSEL


Yeşilçam’ın ‘çilekeşleri’, ötekileri, kötü adamları (1) - Mesut Kara / Evrensel

Yeşilçam melodramları karşıtlıklar üzerinden çatışmalara dayanarak üretiyordu öykülerini. Zengin-yoksul, iyi-kötü, kadın-erkek, güzel- çirkin vb. gibi karşıtlıklar ve bunlar üzerinden üretilen çatışmalar Yeşilçam sinemasının, melodramların temelini oluşturuyordu.


Zengin-fakir kadın ya da erkek ve iyi-kötü kadın ya da erkek üzerinden bir üçgen oluşturuluyordu. Filmin esas erkeği ve esas kadınından biri zengin diğeri fakir olurken karşılarında da mutluluklarına engel olmaya çalışan bir kötü kadın ya da kötü erkek olurdu.

Neredeyse her mahallede bir yazlık sinema olduğu yıllarda hayat öylesine saftı ki, insanlar beyaz perdede gördüklerinin sahici olduğuna inanırlardı. İzledikleri filmlerdeki esas kızlarla, esas oğlanlarla konuşmaya çalışır, kötü adamları yuhalar, iyileri alkışlarlardı. Oysa her şey film icabıydı.

Film icabı çekilen görüntülerden beyaz perdeye yansıyanlar, yıllarca insanları büyüledi. İyiler alkışlarla ödüllendirilip, kötüler atılan taşlarla cezalandırıldı.

Evlerde televizyonun olmadığı yıllarda, sinemalara daha çok ailece giden halk izlediği filmin havasından etkilenerek duygularına hakim olamayıp tepkisini salonda bağırarak gösterirdi. Kötü şeyler olduğunda yükselen feryatlar, sevindirici olayların yaşandığı sahnelerde alkışa dönüşürdü. Bizleri o büyülü dünyalara öylesine almışlar, oynadıkları rollere öylesine inandırmışlardı ki, onların özel hayatları olduğunu, gerçek hayatta başka insanlar olduklarını düşünemiyorduk.

O zamanlardan adı “iyi kalpli”ye ya da “kötü”ye çıkmış oyuncular vardı. Yıllar geçtiği halde onların oynadığı rollerle bıraktıkları imaj belleklerden silinmedi.

Yeşilçam’ın iyi kalpli fakat film icabı kötü adamları, tüm tepkilere rağmen sinemanın yıldızları, başrol oyuncuları kadar ilgi çekmiş, sevilmiştir hep. En tanınan, bilinen yüzlerdir “kötü adam”lar, “kötü kadın”lar. Kolay kolay unutulmazlar. Çoğunun rekor sayıda filmi vardır. Hangi filmi izleseniz bu yüzlerden birini mutlaka görürsünüz. Düş bahçesi sinema salonlarında izlediğimiz filmlerde, Yeşilçam’ın büyülü dünyasından bize yansıyan görüntülerde yüzlerce unutulmaz oyuncu tanıdık, hepsini çok sevdik.

FİLM İCABI ADI ‘KÖTÜ ADAM’A ÇIKANLAR

Kimi esas kız-esas oğlan suretinde çıktı karşımıza, iyiliği, saflığı, güzelliği temsil etti, kimi kötü adam ya da kötü kadın suretinde içimizi titretti, ürpertti. Bir dönem iyi olmayı da kötüyü de Yeşilçam’ın ölümsüz kahramanlarında gördük, o filmlerden öğrendik.

Her filmin kötülüklerini iliklerimize kadar hissettiğimiz kötü adamları vardı. Onlarca başarılı oyuncu izledik kötü adam suretinde. Perdeden bize yansıyan görüntülerde ölümsüzleşen öyle roller ve oyuncular vardı ki; kötünün, kötülüğün simgesi olmuşlardır. Kimi gülüşüyle, kimi bakışıyla, kimi acımasızlığı ve zalimliğiyle unutulmazlar arasında birer simgedir.

ATIF TERZİOĞLU’NDAN YAHYA KAPTAN’A ATIF KAPTAN


İzlediğimiz filmlerinde çoğu zaman hırslı, sert, zalim, acımasız baba, iş adamı tiplemelerindeki heybetli cüssesi ve sert bakışlarıyla korkutsa da, her zaman güçlü oyunuyla ayrı bir yeri oldu Atıf Kaptan’ın.

Türk sinemasının en önemli karakter oyuncularından, kötü adam rolleriyle de sevilmeyi başaran iyi kalpli oyuncusu Atıf Kaptan, kötü adam rolleriyle ilgili şunları söylüyor bir söyleşisinde: “Kötü temsil edilmeseydi iyiliğin kıymetini nasıl bilirdik? Fakat ben bir taraflı değilimdir. Zira müspet karakterli rollere de zaman zaman çıktığımı herhalde hatırlayacaksınız. En büyük zevkim menfi karakterli rollerde nefret topladığımı, müspet karakterli rollerde de sevgi ile karşılandığımı görmektir. Çoğu defa başarı derecemi anlamak için gizlice sinemaya giderim. Bir defa rol icabı kızıma huşunetle vurmuştum, önümdeki, yanımdaki sıralarda ‘Gözün kör olsun herif, Allah cezanı alsın, yapılır mı bu’ gibi sözleri bizzat işittim. Bir aktör için en büyük manevi kazanç da bu değil midir?”

1935 yılında Yıldız Dergisi ve 1954 yılında da Türk Film Dostları Derneği tarafından En İyi Aktör ödüllerini kazanır Atıf Kaptan.

KÖTÜ ADAM TİPİNİ SEVDİREN KÖTÜ ADAM AHMET TARIK TEKÇE


Ahmet Tarık Tekçe... Ağır Ceza Reisi Hikmet Tekçe’nin oğlu... Yeşilçam’ın en sevilen kötü adamı. Yeşilçam’a gelmeden önce tersanede, ardından da Fener Nüfus Müdürlüğünde çalışır. Kendi deyimiyle 6 ay “Ölenleri kütükten siler, doğanları kütüğe geçirir”. O günlerde yönetmen Faruk Kenç’le tanışır. Faruk Kenç’in “Filmde oynar mısın?” sorusuna “evet” der. 1948 yılında Oya Sensev’li, Halide Pişkin’li, Aziz Basmacı’lı “Tuzak” filmiyle kamera karşısına geçer ve Ahmet Tarık Tekçe efsanesine adım atar.

Öyle bir efsane ki kötü adamı oynamasına karşın hızla ünlenir, izleyicilerin kalbinde taht kurar. Yan rollerde oynuyordur, fakat o bir yıldızdır. Oynadığı her film gişe rekorları kırar, geçtiği caddelerde halk birbirine giriyor, trafik felç oluyordur.

İlk üç filminden sonra kötü adam oynamaya başlamıştır. Hem de öyle bir kötü ki, “Talihsiz Yavru” filminde birlikte oynayacağı çocuk oyuncu Rüya Gümüşata bir röportajında şunları söylüyordu: “Bir gün Ahmet Tarık Tekçe’yle platoda karşılaştım. Filmlerin kötü adamıydı. Ondan çok korkuyordum. Elini uzattı. Titreye titreye sıktım. Ama çok, pek çok korkuyordum. İri yarıydı. Filmlerinde çocuk kaçırıyordu, çocukları dövüyordu. Ben onunla aynı filmde nasıl oynayabilirdim. O sırada filmin rejisörlüğünü yapacak olan Muharrem Gürses yanımıza geldi. ‘Korkma Rüya, o iyi bir insandır’ dedi. Ahmet Tarık’la öyle çabuk dost olduk ki.”

Yıllar sonra onunla ilgili anıları okudukça, dinledikçe çok iyi bir insan olduğunu, açık sözlü, mert, hazırcevap ve çok şakacı olduğunu öğreniyordum. Çatık kaşları ve iri cüssesine karşın şakacılığıyla herkesi kırıp geçiren bir adam resmi çıkıyordu karşıma.

1950’li yılların unutulmaz aktörü çok filmde oynadığı için çalışma çizelgesi tutmak zorunda kalır, gün gün, saat saat çalıştığı filmleri kaydeder. Onlarca filmde oynadığı için “Kitapsız ilim, Ahmet Tarık’sız film olmaz” denir. Çok kısa bir sürede 199 filmde oynayarak o yıllarda belki de bir dünya rekoruna imza atar.

Mesut Kara / Evrensel

Yerli buğday 270, ithali 300 dolar - Dr. Necdet Oral / BİRGÜN

 


Buğdayın anavatanı olan Türkiye'nin uyguladığı tarım politikaları giderek üretimi sürdürülemez hale getiriyor. Üreticiden buğday almayan TMO, yerli buğdayın fiyatını 270 dolar olarak açıkladı, ithale 300 dolar ödedi.

Türkiye'nin her bölgesinde üretimi yapılmakta olan buğday, tarla ürünleri içerisinde ekim alanı ve üretimi bakımından ilk sırayı almaktadır. Hububat ekim alanı içerisinde yüzde 62'lik payla ilk sırada buğday, yüzde 28'lik payla ikinci sırada arpa ve yüzde 6'lık payla üçüncü sırada mısır yer almakta, bu ürünleri çeltik, çavdar, yulaf ve tritikale izlemektedir.

SON 20 YILDA 75 MİLYON TONLUK İTHALAT

Son 20 yılda buğday ekim alanları 6,8-9,4 milyon hektar, üretimi ise 17,2-22,6 milyon ton arasında değişmiştir. Artan nüfusla birlikte buğdaya olan talep de artmakta olup tüketim 19-19,5 milyon ton düzeyindedir.

TÜRKİYE İKİNCİ BÜYÜK BUĞDAY ALICISI

Son yıllarda ekim alanlarının ve üretimin düşmesiyle birlikte buğday ithalatı ivme kazanmış; 2020 yılı itibariyle Türkiye, Endonezya'nın ardından dünyanın en büyük ikinci buğday ithalatçısı haline gelmiştir. Oysa, Türkiye nüfus bakımından dünyada 18'inci sırada yer almaktadır. Türkiye'nin 2003-2021 yılları arasındaki buğday ithalatı toplam 75 milyon ton olup, ithalat için ödenen bedel 20 milyar doların üzerindedir. Buğday üretimini desteklemek, ekim alanlarını arttırmak yerine ithalat kolaycılığını tercih eden Türkiye, Rusya ve Ukrayna'dan buğday ithal edip, yurt dışına un ve unlu mamuller satarak küresel gıda piyasasında değirmencilik ve unlu mamuller üreticiliği rolünü benimsemiştir.

KURAKLIK NEDENİYLE REKOR KIRILACAK

Türkiye'de buğday genellikle kuru tarım arazilerinde üretilmektedir. 2020 yılı buğday ekim alanları incelendiğinde yüzde 78'inin kuru, yüzde 22'sinin sulu alanlar olduğu görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye'de buğday üretimi yağış miktarı ile doğrudan ilişkilidir. ABD Tarım Bakanlığı'nın (USDA) Türkiye'de hububat ve yem üretimine ilişkin olarak 27 Temmuz 2021 tarihinde yayımladığı rapora göre Türkiye'de 1 Ekim 2020 - 30 Haziran 2021 tarihleri arasında ortalama yağış 396,2 mm olmuştur. Bu yağış miktarı uzun yıllar ortalamasından yüzde 24, 2020 yılından ise yüzde 23 daha azdır. Ayrıca bu yılın Mayıs ayı son 50 yılın en sıcak Mayıs ayıdır. Mayıs ayındaki 22 mm yağış, Mayıs ayı normali olan 51 mm yağıştan yüzde 56 daha azdır. Mayıs ayındaki kuraklık İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu'yu ciddi şekilde etkilemiş, kuraklık nedeniyle İç Anadolu'da verim kaybı yüzde 30-50'ye, Güneydoğu Anadolu'da ise 70'lere ulaşmıştır.


TÜİK 2021 yılı buğday üretiminin bir önceki yıla göre yüzde 7,3 oranında azalarak 19 milyon ton olarak gerçekleşeceğini öngörmüştür. Oysa ABD Tarım Bakanlığı Nisan ayında 17.6 milyon ton olarak açıkladığı rekolte tahminini 27 Temmuz tarihli raporunda 16.5 milyon ton olarak revize etmiştir. Söz konusu raporda Türkiye'nin 2021 yılı buğday ithalatının 11.5 milyon tona ulaşacağı belirtilmiş olup, bu ithalat miktarı Türkiye için yeni bir rekor anlamına gelmektedir.

YERLİDEN PAHALI İTHAL BUĞDAY

Son 40 yıllık dönemde buğdayda verimlilik ve maliyet sorunlarını çözmek adına ciddi bir çaba gösterilmediği gibi uygulanan politikalar da hiçbir zaman çiftçiden yana olmamıştır. Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) geçen yıl tonu bin 650 lira olan ekmeklik buğdayın alım fiyatını 17 Mayıs 2021 tarihinde yüzde 36,4'lük artışla ton başına 2 bin 250 lira olarak belirlemiştir. O günkü dolar kuru üzerinden (8,3469 $/TL) açıklanan alım fiyatının karşılığı 270 dolardır. Açıkladığı fiyatla üreticiden buğday alamayan TMO ülkenin birçok yerinde hasat devam ederken buğday ithalatını sürdürmüş, 4 Ağustos'ta yapılan ithalat ihalesinde buğdayın tonu ortalama 299 dolara (2 bin 530 lira) yükselmiştir. Çiftçiden alım fiyatı 2 bin 250 lira olarak açıklanan buğdayın alım fiyatı çokuluslu şirketlerden 2 bin 530 liraya yani yüzde 11 daha pahalı ithal edilmiştir.


Buğdayın anavatanı olan Türkiye'nin uyguladığı tarım politikaları giderek üretimi sürdürülemez hale getirmekte, ithalata bağımlılığı artırmaktadır. Dolayısıyla üretimi ve gıda egemenliğini merkezine alan bir program uygulamaktan başka çıkar yol yoktur.

Dr. Necdet Oral / BİRGÜN