28 Eylül 2014 Pazar

Neşet Ertaş... Neşe, dert, aşk...- Mustafa Aydın Kanber / SOL

Çoğumuz “Zahide” ile tanımışızdır onu...Konserlerinde ceketini çıkarmadan önce dinleyicilerden izin isteyerek kuliste biraz sevdiği biraz da hala seyirci karşısında heyecanlandığı için attığı iki tekin etkisiyle terlemiş kara yüzü, gönül dağına çıkan yorgun yüreğiyle “Ayağınızın turabı olayım.” diyen bozkırın tezenesi.
Neşet Ertaş…Neşet Baba…
Padişahın sultan sofrası kurduğu, soytarılarının kocaman gülümsediği günlerde insanların cebindeki sigara paketine bile göz dikmiş Erdoğan’a : “Zengin ise bıraksın, fukaraysa cugara içmeyip de n’apacak? Hanım tuz diyor erkeğin yüreği cız diyor. Elektriğin parası verilmemiş, suyun parası verilmemiş, ekmeğin zeytini gelmemiş, içmeyip de napsın” derken bize biraz hüzün biraz tebessüm ettirebilen; havamızı zehirleyen, atmosferimizi delen , sokaklarda sel gibi zehir akıtan arabaların egzozlarına çözüm isteyen ve sözcüklerini kurgusuz,yapmacıksız, kibirsiz; sırf fakirlikten yorganın altına yatmış, yüreği çocuk dağ gibi bir gönle sahip Kırşehir çobanı.
Gönül sözcüğünü onun kadar içten, onun kadar dokunaklı kimden duyduk? Türkülerinde çokça kullandığı ama her defasında bir o kadar da farklı telaffuz ettiği “gönül” her şarkıda daha bir acıtmadı mı goynümüzü?
Neşet Ertaş, o büyük yaratıcı yeteneği ile okuduğu her eseri yeni baştan yorumlar ve ona eşsiz bir hava katar. Dinlediğinizde yeni bir beste ile karşı karşıya olduğunuzu dahi sanabilirsiniz. Bu durumu, yeteneği, kültürü ve birikimi oldukça sınırlı sığ ve sıradan sanatçıların, arabeskçilerin yorum adına yaptıkları “dejenerasyon” ile karıştırmamak gerekir. Çünkü Neşet Ertaş kendisinin olmayan bir türküyü bile öyle bir okur ve yorumlar ki, o türkü o şekliyle yıllar öncesine ait bir Neşet Ertaş türküsü gibidir artık.
Olağanüstü denilebilecek yeteneği, Anadolu bozlak ve türkü geleneğine hakimiyeti, gelenekten kopmadan yeniye bağlılığı, yeni zamanların modern zevk ve eğilimlerini gözeten diri ve uyanık merakı ile Neşet Ertaş... O, Neşet ismini bağlama ile özdeşleştirmiş ve adeta bu dünyaya türkü söylemek için gelmiş gerçek bir türkü ustasıdır. Türküyü bağlamaya, bağlamayı türküye bu kadar yakınlaştıran, adeta birbirlerinin içinde, kendisi ile birlikte, eritip yok eden başka bir sanatçı bulmak öyle sanıldığı kadar kolay değil.
Beş vakit namaz kılan bir insanın, ezan okunurken televizyonun sesini kısmayı unutmasıdır Neşet Ertaş.
Neşedir , derttir, aşktır…
Tuncel Kurtiz’e ölümüne günler kala yanıyorum türküsünü söyletebilendir…
Babadan emanet rakı kokusudur çoğumuza…
Zahide’ne ve Leyla’na gonülden selamlar.
Ben oturuyorum siz ayaktasınız ya, o kara yüzümü ayağınızın altına gurban ederim diyen halk ozanı: toprağın bol olsun.
Mustafa Aydın Kanber / SOL

Yuvarlaktır, Döner!-MİNE KIRIKKANAT

Yahudilik, kadın kafasına yaşadığımız yüzyıldan tam 3 bin 900 yıl önce taktı ve “Ya saçını kazıyıp görüneceksin ya da örtüneceksin!” dedi.
Hıristiyanlık, aynı kuralı 2 bin yıl önce benimsedi.
Aslen kan bağıyla edinilen Yahudilik yayılmacı bir din olmadığından, Batı tarihinde kadının yerini en yaygın anlamıyla Hıristiyanlık belirledi.
Ancak Hıristiyanlık, Tanrı’nın oğlu kabul ettiği İsa’nın annesi Meryem’i kutsamakla, üç tektanrılı din arasında kadını en fazla yücelten inanç oldu... Denilse de, uygulamada pek yararı görülmedi bu yüceltmenin.
Örneğin İncil’de, Aziz Paulus’un Efeslilere vaazında, hiç olmazsa kadına şiddet yoktu ve: “Ey kadınlar, kocalarınıza Tanrı’ya itaat eder gibi itaat edin. Erkekler, karılarınızı İsa’nın Kiliseyi sevdiği gibi sevin” yazıyordu.
Peki, kadınlar pek mi sevildi, genelinde Hıristiyan, özelinde Katolik tarihte? Ne gezer...
Kendisini dine adayan kadınlara, aynı Paulus, aynı İncil’de, “mütevazı ve mutaassıp giyinsinler. Saçlarını örmesinler, altın, mücevher takmasınlar, gösterişli elbiselerden kaçınsınlar” diyor ve ekliyordu: “Din kadınları kendilerini hayır işlerineadamalı ve itaat görevlerini sessizce ifa etmelidirler...”
Rahibe cemaatleri böyle kuruldu ve manastır hayatı bu emirlere dayandı.
Bazı rahibe cemaatlerinde, mumya gibi bantlanan başların üstüne çarşaf örtülüyor, buna rağmen altındaki kafanın saçları da kazınıyordu.
***
Yani kimi Katolik rahibeler, Yahudiliğin “ya kazıt, ya örtün” kuralını, hem kafalarını kazıtıp hem örterek, başka bir deyişle iki kat diyet ödeyerek üstlendi.
Yıllarca “sessizlik oruçları” tutanlar oldu. Zaten ya bakireydiler, ya da nedamet getirmiş, erkek eli tutmamaya yeminli, tamamı Hz. İsa’ya, yani cismi olmayan Tanrı oğluna önce nişanlı, sonra da evli...
Yemek orucunu, sessizlik orucunu kazayla bozanlar, aklından günah fikirler geçirenler, kendi kendilerini cezalandırmakla yükümlüydüler. Bu cezalar, bazen sabahtan akşama dua, aylar hatta yıllar boyunca kuru ekmek ve suya talim, bazen de kendini dövmek biçiminde uygulanıyordu. Ve kendilerini cezalandırmak üzerine kurulu kadın yaşamları, hastaları iyileştirmek, sakatlara yardım, yetimleri eğitmeye adanmıştı.
2 bin yılda aklını Tanrı’ya ve dine takarak kaçıran milyonlarca rahibe gelip geçti dünyadan. Binlercesi, en büyük günahı işledi ve intihar etti. 

Yine de engizisyon ateşlerinden kurtulamadılar.
Ortaçağda, manastıra girmeden ve Kilise tarafından görevlendirilmeden rahibe yaşamı süren, kendisini hayır işlerine adayan “laik” kadınlara ve onlara destek veren erkek rahiplere “Beguin” ekolü denildi. 1139 Latran Konsili’nde, rahiplerle birlikte çalışmaları yasaklandı. 1233 Mayence Konsili’nde, Engizisyon Başrahibi Conrad de Marbourg tarafından yüzlercesi yakılarak ölüme mahkûm edildi ve “sahte dindarlık”suçundan yakıldı.
***
Peki, günümüze ne kaldı bu rahibelerden ve manastırlardan?
Şöyle söyleyeyim: Nesli tükenen rahibeler hakkında anlatılan fıkraların, erotik ve pornografik “fantazm” metinleri ile çevrilen filmlerin sayısı, dünyadaki rahibe nüfusundan fazla... Ve kafasını saç teli görünmemecesine örten yegâne kadın türü rahibelerin kilisesi olan Katolik Kilisesi, giderek büyüyen din kadını açığını Siyahi Afrika’dan ithal ettiği yeni müminlere rağmen kapatamıyor.
Almanya’daki ünlü Faşing karnavalında, resimde gördüğünüz rahibe kılıkları internette satılıyor, üstelik pek revaçta.
Kadın olsun, erkek olsun, insan başı dünya gibi yuvarlaktır. Önce dönmüyor sanılır, dönüyor diyen yakılır, eninde sonunda döndüğü anlaşılır.
Demem o ki, 610 yıl kadar sıkacaksınız dişinizi. Çünkü bizim ellerde, henüz 1398 takvimi kullanılıyor.*
*2 Şubat 2008’de yayımlanan bir yazımdır. Geldik, 1392 takvimine dayandık. 604 yıl daha sıkın dişinizi, muasır medeniyetlere yelken açacağız!
G NOKTASI
Yazarımız Orhan Erinç’in 25 Eylül’de yayımlanan Hoş Geldin Mecelle başlıklı yazısı, MEB’in ortaokullarda serbest bıraktığı “baş yasaklama özgürlüğü” hakkındaki en doğru yorumdur. Mecelle’nin 986’ncı maddesi gereği 9 yaşında başı bağlanarak erkek yaşıtlarından farklılaştırılan kız çocuklarının; “çocuk gelin” olmasına da artık engel olunamaz, “oynadı” diye öldürülmesine de...
PKK’nin ne Atatürk heykellerini, ne de okulları yakmasına ses çıkaran CHP, ortaöğretimde türbana da sus pus!
Bu partinin artık “Genel” değil, makus bir tasarıma “Özel” olduğuna inandığım Başkan Yardımcısı Mehmet Bekaroğlu’nun ağzından eğitimde başörtüsünü tartışmayacağını açıklaması, dilin varmadığı korkunç bir teşhisi de kesinleştiriyor:
CHP’nin AKP’den ideolojik hiçbir farkı kalmamıştır.
İki partinin aynı vizyon çatısında birleşmesini önleyen tek engel, AKP’nin kazanan, CHP’nin kaybeden olmasıdır. Kazanan, kaybedeni niye ortak alsın?
Oysa ülkenin yarısı, hâlâ bu ideolojiyi reddediyor ve AKP’ye oy vermiyor. CHP’nin suskun işbirlikçiliği, onları da sessizliğe gömüyor. Yazıklar olsun!
“Maymun dediğiniz, başarılı olamamış insandır.”
JULES RENARD    

MİNE KIRIKKANAT
Cumhuriyet

Erasmus Piçleri-AYDIN ENGİN

Avrupa Komisyonu, uluslararası öğrenci değiş tokuş programı olarak bilinenErasmus projesi üstüne bir araştırma yayımladı. Haber birçok yerde yayımlandı. Ben haberin önemli bölümünü Hürriyet’ten aktarıyorum:
“... 28 AB ülkesinin yanı sıra İsviçre, İzlanda, Norveç, Lichtenstein ve Türkiye’den öğrencilerin katıldığı Erasmus Programı’nın başarısını ölçmek için 88 binden fazla öğrenci, öğretmen ve işveren ile görüşen yetkililer, programa katılan öğrencilerinyüzde 27’sinin uzun süre birlikte oldukları partnerleri ile bu sırada tanıştığını da ortaya koydu. Programın başladığı 1987 yılından beri 3 milyona yakın öğrenci Erasmus’la yurtdışında yaşama fırsatı buldu.
AB Komisyonu sözcülerinden Pia Ahrenkilde Hansen konu ile ilgili yaptığı açıklamada, program sonucunda 1 milyon bebeğin dünyaya geldiğini gösteren istatistiğin ‘mutluluk verici’ olduğunu ve bu rakamın ‘programın birçok pozitif değeryarattığını kanıtladığını’ söyledi. Araştırma sonucunda, ortalama yılda 40 bin bebeğin doğduğu dev ‘Erasmus ailesi’ mensuplarının yüzde 40’ının başka bir ülkede iş bulduğu veya iş kurduğu da tespit edildi. Araştırmaya göre, Erasmusprogramına katılanlardan üçte biri konuk olarak gittiği ülkede iş teklifi alabiliyor. Her 10 öğrenciden biri ise kendi işini kuruyor. Ayrıca yüzde 93 gibi yüksek bir orandaki katılımcı da Erasmus sonrası başka bir ülkede yaşamakta zorluk çekmediğini belirtti...”
Yani ne olmuş?
Erasmus projesiyle bir yabancı ülkede öğrenimlerine devam eden, orada çok farklı ülkelerden, kültürlerden, inançlardan, etnik kökenlerden gelen gençler birbirlerini tanımışlar, varsa eğer, ki vardır, önyargılarını gözden geçirmek zorunda kalmışlar, bu arada bazıları birbirlerine âşık olmuşlar, uzun erimli birliktelikler kurup çocuk sahibi de olmuşlar.
Daha kestirmesi: Erasmus projesi dünya sadece çokuluslu ya da ulusötesi şirketlerin at koşturabildiği bir kocaman köy olmaktan bir parçacık da olsa çıkmış, gencecik kadın ve erkeklerin özgürce yaşadıkları bir kocaman köy olmuş.
Buna olsa olsa sevinilir, özendirilir, yaygınlaşması için çaba gösterilir.
Tabii aklı sadece “şeyi”nde erkeklerden biri değilseniz...
***
Yeni Şafak yazarıymış. Meslek gereği hemen bütün gazeteleri okumam gerek. Bu arada sayıları artık binlerle ölçülen köşe yazılarını da okurum. Ama hepsini okumak mümkün olamaz. O yüzden seçer, farklı görüşteki yazarlardan önemli olanlarını okurum. Yusuf Kaplan namlı yazardan bugüne dek tek satır okumadım. Demek seçimimin dışında kalmış.
Yukarıda özetlediğim Erasmus projesine ilişkin haberin ardından bu zat Twitter dünyasında naralanmış. Tweet’lerini okudum. İyi ki “okunacak yazarlar listem”in dışında kalmış. Erasmus projesi üstüne attığı twet’leri okumadıysanız size de sunayım. 140 karakter sınırından dolayı Erasmus üstüne fikirlerini üç taksitte açıklamış.

Buyrun:
“Erasmus, rezalet bir iş demiştim: Erasmus bursu alan öğrenciler arasındaki gayr-ı meşru ilişkiden 1 milyon (!) çocuk doğmuş! Skandal bu!
Erasmus projesi, eğitim projesi değil, yozlaşma, cinselliği putlaştırma, cinsellik peşinde koşturan ahmaklar sürüsü yetiştirme projesidir!
‘Erasmus kuşağı’ geliyor! Ülkesine, insanına, ruh köklerine yabanlaşmış, mankurtlaşmış ve ‘ahmaklaştırılan’ bir kuşak icat ediyorlar!”
Bu kafaya göre Erasmus programı bir eğitim, gençlerin ufkunu genişletme projesi değil, bir tür kerhane.
Çünkü bu kafaya göre 1987’den bu yana Erasmus projesine katılan genç kadın ve erkekler gayri meşru ilişkiler kurmuşlar ve ortaya bir milyon “neseb-i gayri sahih veled-i zina” çıkmış... (Son birkaç sözcüğün gençler için çevirisi: “... Babasıbilinmeyen bir milyon, zina sonucu doğmuş, yani piç çocuk çıkmış.”)
***
Bu kafa, bu zihniyet bir kadınla erkeğin birlikteliğini mutlaka kadının tapusunun (nikâh senedi) alınması koşuluna bağlar. Tersi durumda o kadınlar “o.ospunun teki”dir. Nar-ı cehennemde cayır cayır yanacaklardır.
Bu kafa, bu zihniyet kadına kadın demeyi ayıp kabul eder. O yüzden nefret ettikleri Öztürkçe akımından miras, o yapay “bayan” terimini ödünç alırlar. Ortaya mağaza vitrinlerine konmuş “Bayan ve erkek tezgâhtar alınacak” ilanları çıkar; gazete haberlerinde “İkisi bayan beş yankesici yakalandı” gibi dil zarafetleri belirir.
Bu kafaya, bu zihniyete göre 10 yaşındaki kız çocukları mutlaka, devlet izni, anababa zoruyla başlarını örtmelidirler yoksa ileride bir milyon gayri meşru çocuk doğar.
Bu kafa ve zihniyete göre her derecedeki okulda karma eğitim yasaklanmalı, kızlar ve oğlanlar ayrı sınıflarda, mümkünse ayrı okullarda eğitim görmelidir. Ancak böylece ileride “Erasmus piçleri”nin doğmasının önü alınır.
***
Pazarınızı berbat ettim galiba.
Hoşgörün...  

AYDIN ENGİN
Cumhuriyet

27 Eylül 2014 Cumartesi

Ankara’nın Dünü (1)(2)(3)- ÖZGEN ACAR

Anımsarsınız! Atatürk Orman Çiftliği’ndeki (AOÇ) “Yeni Türkiye”nin Başbakanlık binasının, gerçekte Sultan için yapıldığını ilk kez bu köşede yazmıştık. 

Yine anımsayalım… Gazeteler, bu binaya ABD’den esinlenerek “Beyaz Saray” adını takmışlardı. “Beyaz Saray” yerine “AK Saray” adını bu köşede ilk biz kullanmıştık. Başbakan Ahmet Davutoğlu binanın adını “AK Saray” olarak açıkladı. İster istemez binanın isim babası olduk! 
Sultan, bu bina ile “Ankara’ya Selçuklu mimarisi mesajı verildiğini” söyleyerek tarihi de çok iyi bildiğini gösterdi! Tarihçiler, sanat tarihçileri, mimarlar, Sultan’ın bu sözlerini tartışıyorlar. Biz de bu tartışmaya Ankara’nın tarihi ile girelim...
***
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne giderseniz, 15 milyon yıl öncesinde Ankara Kazan’da yaşamış fil, gergedan, dev kaplumbağa kemiklerini görürsünüz. “AnkaraPithecus” adlı maymunun kafatası ile de tanışabilirsiniz. Charles Darvin’den yakıştırmayla, şu ana kadar bilinen ilk Ankaralı hemşerimiz diyebiliriz! Kısa bir süre önce Evren’de 10 milyon yıllık zürafa kemikleri de bulundu. 
Ankara Garı, Kale, AOÇ, Dikmen, Etlik, Keçiören gibi noktalarda, kent dışında, il içinde birkaç yüz binyıl öncesinde “paleolitik (yontma taş)” dönemde mağaralarda yaşan Ankaralı hemşerilerimizin kullandıkları taştan alet ve silahları da görebilirsiniz. Şimdi AOÇ’de Tayyip Sultan Dönemi” başlıyor! 

İÖ 7500-5500’lerde mağaradan düze çıkıp göl ve nehir kıyısına yerleşen, avcılık ve toplayıcılık yerine, tarım yapan ve hayvan evcilleştiren “neolitik (cilalı taş)” dönemi insanlarının Ankara Kalesi ve Çubuk Çayı çevresinde kullandıkları taştan araç ve silahlar da sergileniyor. 
Maden kullanmayı öğrenen Ankaralı “kalkolitik” dönem hemşerimizin İÖ 5500–3000 yılları arasındaki kalıntılarına ise Karaoğlan ve Yazırhöyük’te rastlanmıştır. 
Ankaralı hemşerilerimiz, Afganistan’dan kalayı getirtip bakırla karıştırıp “tunç dönemini” başlatan Anadolu’daki öncülerinden etkilendiler. İÖ 3000 –2000 yılları arasındaki yapıtları Ahlatlıbel, Çankırıkapı, Eti Yokuşu ve çevre ilçelerde bulundu. Sonraki yüzyıllarda Asurlu tüccarların, Hititlerin bulgularına çeşitli yerlerde rastlanmışsa de “kentsel yerleşim” henüz gün ışığına çıkmadı. 
Ankara’nın “belgelenen geçmişine” İÖ 8. yüzyılda Trakya göçmeni Frigler damgalarını basarlar. Başkent Gordion, yakınındaki Hacıtuğrul’un yanı sıra, Kale, Hacıbayram yöresi, Türk Tarih Kurumu ile Gar binaları ve AOÇ’de çeşitli Frig tümülüsleri görülmüştür. Kafkaslar’dan İÖ 690’ların ikinci yarısında gelen Kimmerler’e yenilen Frigler’in ünlü eşek kulaklı kralı Midas’ın boğa kanı içerek intihar etmesinden sonra Karun’un Lidleri’nin izleri görülür. 
Ankara zamanla Galatlar’ın egemenliğine girdi. Hani içtikleri kuvvet şurubu ile Romalıları yenen Asteriks, Obeliks (Oburiks) var ya… İşte onların akrabaları olan Galatlar da Fransa’dan gelip Kale, Gordion ve Gâvur Kale arasındaki bereketli yaylaları yurt edindiler. Çeşitli aşamalar geçiren kentin simgesi Kale, Galat kökenlidir 
İÖ 27’den sonra Asteriks ile Obeliks’in kuvvet şurupları işe yaramamış olacak ki Ankara Roma egemenliğine girmekle kalmaz, Anadolu’da Romalıların ve sonrasında Bizans’ın yayılmasında önemli rol oynar. 

Bizans döneminde Ortodoksluğun 4. önemli merkezi olur. “Galatya Metropoliti”Ankara’da oturur. Hıristiyanlığın 1. Konsil toplantısının tohumları Ankara’da atılır. 
Araplar 7. yüzyılda Konstantinopolis’i kuşatmadan önce Ankara’da boy gösterirler. 812’de Abbasi Halifesi Harun Reşit, işgal ettiği kentin tunç kapılarını Bağdat’a götürür. 
Bizans İmparatoru Diyojen’in yenilmesinden sonra Malazgirt dönüşü imparator olanKomnenos, kardeşi İsaakios ile Ankara’da üç gece dinlenir. İşin ilginç yanı Anadolu’yu talan eden Haçlılar, Danişment Türklerinin saldırılarının yıkımları nedeniyle 1101’de Ankara’da büyük onarım yaparlar. 
Konya-Kayseri odaklı Anadolu Selçuklu Devleti’nin sultanı Keyhüsrev ölünce yerineKeykavus seçilir. Ağabeyinin yerine tahtta gözü olan Keykubat, Erzurum MelikiTuğrul Şah ile anlaşarak ağabeyine saldırır. Yenilince Ankara Kalesi’ne sığınır. Keykavus kaleyi kuşatır, Keykubad’ı Malatya’daki Minşar Kalesi’nde hapseder. 1220’de genç yaşta veremden ölünce, Keykubat tahta geçebildi. Aslanhane Camisi o günlerden kalmadır... Selçukluların Ankara özeti bu kadar! 
Ankara, döneminin iki üstün güç kavgasına da sahne oldu. Osmanlı İmparatoruYıldırım Bayezit, 1402’de Ankara’da aksak Timur ordusunu durduramaz. Ankara Kalesi, Timur’un “Dünya senin gibi kör, benim gibi bir topala kaldı” dediği Yıldırım Beyazıt’ın bir süre hapishanesi olur. Bir yıl sonra Timur’un geri dönmesiyle Ankara’da“şehzadeler kavgası” sahnelenir. 
Doğu Roma’nın ilk imparatoru Arkadius (395-408) Ankara’yı “imparatorluğun yazlık sarayı” olarak kullandı. Düşünebiliyor musunuz, koskoca Bizans’ın ilk imparatoru İstanbul’dan kalkıp tatil, temiz hava, bol gıda için Ankara’ya dinlenmeye geliyor! 
16. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet zamanında tiftik keçisi tüyünden “sof”lar yabancılara bir kervansarayda pazarlanır ve tüccarlar bitişik handa kalırlardı. Bu kervansaray ve han günümüzde Anadolu Medeniyetler Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor.
***
Hitit metinlerinde “Ankurava” ve “Ankuva” denilen yerleşmenin Ankara olduğu düşünülüyor. “Yüce Anka” anlamına gelen “Ank(a)- ura” sözcüğünün bir “Ana tanrıça tapınağı” ile bağlantısı üzerinde duruluyor. 
Bir söylenceye göre de Kral Midas“bir çıpa” bulduğu yerde Ankara’yı kurmuş.“Ankyra” sözcüğü Yunancada “çapa” demek. İngilizcedeki “Anchor” sözcüğü de “çıpa”demek değil mi? Roma döneminde Ankara’da basılan sikkelerde “çıpa” vurgulanırdı. 
Araplar kentin adını “Ankyra”dan bozma “Engrü”ye dönüştürdüler. Tiftik ticareti yapan yabancılar da yalnızca kentin adını “angora” olarak söylemekle kalmadılar, bu yüne de“angora” adını verdiler. 17. yüzyıldan sonra “Ankara” sözcüğü ile bugünkü adına ulaşan başkentimizin geçmişini anımsatmayı sürdüreceğiz…  

Sultan’ın, Atatürk Orman Çiftliği”ni (AOÇ) yok edercesine kondurduğu “AK Saray”hakkında “Ankara’ya Selçuklu mimarisi mesajı verildiğini” söyleyerek tarihi de çok iyi bildiğini (!) gösterdiğini yazmıştık… Tarihçiler, sanat tarihçileri, mimarlar Sultan’ın bu sözlerini tartışıyorlar. Biz de tartışmaya Ankara’nın tarihi ile girmiştik. Devam ediyoruz...
İran’ın Susa kentinden başlayıp dönemin en zengin insanı Lidya Kralı Karun’un başkenti Salihli’deki Sardes’e giden ünlü “Kral Yolu” Ankara’dan geçerdi.
Selanik’in kuzeyinde Makedonya’dan İskender, Hindistan’a kadar uzanan imparatorluk planını “Ankyra” yakınında, Sakarya Nehri kıyısındaki Gordion’da ünlü“kördüğümü” İÖ 333’te kestikten sonra kurması, “Büyük” unvanını almasına yol açmıştı. İşin ilginç yanı bir başka Selanikli olan Mustafa Kemal de yine Sakarya’da kurduğu

karargâhta “Türkiye Cumhuriyeti’ne” giden yolu açmıştı!
Asteriks, Obeliks’in (Oburiks) Galatları İÖ 2. yüzyılda Ankara’yı Romalılara devretmişlerdi. Onlar da Ankara odaklı olarak “Kral Yolunu” yeniden canlandırarak Doğu’ya açıldılar. İÖ 27’de Augustus Roma imparatoru olmuştu. Roma’daki vasiyet yazıtı Roma’da kayboldu. Ancak Ankara’daki Augustus tapınağında “yazıtlar kraliçesi” olarak yaşıyor.
Augustus tapınağının yapıldığı noktada Friglerin ana tanrıçası Kibele ile gök tanrısıMen’e adanmış tapınaklar vardı. Romalılar bu kutsal noktanın tam üzerine,“tanrılaştırdıkları” İmparator Augustus adına bu tapınağı yaptılar. Bizanslılar duvarlarında pencereler açarak tapınağı kiliseye çevirdiler. 1420’lerin sonunda, yine aynı noktada, Osmanlıların Hacı Bayram Camii’ni yapmakla kalmayıp orada bir türbeye gömmeleri de rastlantı olabilir mi?
Augustus dönemindeki yazıtlardan şunları öğreniyoruz: “Ankyra, Anadolu’nun en güzel kenti olmuştu. Bu bakımdan burada oturanlar Augustus’un kente yaptığı iyilikler için ne kadar şükran duysalar haklıydılar. Forum, tiyatrolar, sirkler,hamamlar, yollar, kaldırım taşları döşenmiş caddeler, saraylar ve güzel villalar. Her yerde heykeller vardı...”
Ankara, Bizans’ta Hıristiyanlığın kutsal kenti Antakya bağlantılı üç yol ağzının kavşağı oldu. Dönemin haritalarında Ankara altı kuleli olarak belirtildi. Bizans’ın en görkemli imparatoru Jüstinyen 6. yüzyılda Ankara’yı Konstantinopolis’e bağlayan yolu onarttı. Ankara, yüzyıllar sonra Uzakdoğu’dan Avrupa’ya uzanan “İpek Yolu’ndaki” kervanlara ev sahipliği yaparak önemli bir ticaret kenti oldu. Ne var ki bu yol birkaç yüzyıl sonra Arap akınlarını da kolaylaştıracaktı.
17-18. yüzyılda 100 bin nüfuslu önemli bir ticaret merkezi iken 19. yüzyılda 26 bine gerileyen Ankara’da; 17 bin Müslüman, 7 bin Hıristiyan ve 400 kadar Yahudi yaşıyordu.
***
Ankara tarihte 5 ayrı devlete başkentlik yapmıştır. İlk başkent Galatlar’ın bir boyu olan Tektosaglar zamanındaydı. İkincisi Roma döneminde “Galatya Eyaleti”nin başkenti idi. Üçüncüsü İS 750’de Doğu Roma’nın (Bizans) “Bukellarion Eyaleti”nin başkenti ilan edildi.
Dördüncü olarak 1290’da bir Anadolu beyliği olarak sahneye çıkan Ahilere başkentlik yaptı. Varlığını Osmanlı döneminde de sürdüren dinsel yapısıyla Ahilerin Ankara’sı bir“kent devletin” başkentiydi.
Mustafa Kemal 27 Aralık’ta arkadaşları ile Ankara’ya geldi. Ankara’nın Seymenleri ve büyük bir kalabalık Dikmen sırtlarında Paşa’yı büyük gösterilerle karşıladı.
“Heyet-i Temsiliye Reisi” Mustafa Kemal Ankara’da ülkeyi yönetmeye, savunma çalışmalarını da yürütmeye başladı. Küçük bir Anadolu kenti konumundaki Ankara’da 23 Nisan 1920’de TBMM’nin kurulması ortamını yarattı. İlk oturumda TBMM Başkanı seçildikten başka başkomutanlığı da yüklendi.
13 Ekim 1923’te tarihte beşinci kez başkent olan Ankara’ya önce Rus ve Afgan büyükelçilikleri taşındı. İngiliz, Fransız ve Amerikan büyükelçilikleri Ankara istasyonunda tren vagonlarında çalışmaya başladılar. Sonrasında ABD Büyükelçiliği Evkaf Apartmanı olarak bilinen bina yakınında bahçeli bir eve taşındı.
Atatürk, Ankara’ya taşınan elçiliklere geniş araziler verdi. İngilizler de uygun bir arazi arıyorlardı. Ama büyükelçi Ankara’nın bozkırından yakınıyor, haftanın belirli günlerinde İstanbul ile başkent arasında mekik dokuyordu.
İngiltere’den Ankara’ya gelen bir İngiliz görevli, Londra’ya gönderdiği raporunda“Bugün Bellrock denilen bir yörede uygun bir arazi buldum!” diye yazmıştı. Bilin bakalım “Bellrock” neresidir? Elbette “Çankaya” değil mi?

İngiliz yetkilinin beğendiği arazi Atatürk’ün yaveri Salih Bozok’a aitti. Atatürk, araziyi İngilizlere hediye etti. Zamanla burada yapılan bina yetmeyince yanına ikinci bir bina yapıldı. İngiliz Kraliçesi 2. Elizabeth 1971’de Ankara’ya geldiğinde elçiliğin bahçesine bir söğüt ağacı dikti.
Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının ertesi günü orada Türkiye ile ayrıca ikili anlaşma imzalayan Polonya’ya bir cemile olarak Atatürk elçilik binasının temel atma törenine katıldı ve temele imzasını attı…
***
Cuma günü Ankara adının kökenine değinmiştik. O yazıda Kral Midasın, “bir çıpa”bulduğu yerde Ankara’yı kurduğundan, “Ankyra” sözcüğünün Yunanca “çıpa” demek olduğundan, İngilizce “anchor” kelimesinin de “çıpa” olduğundan, Roma döneminde Ankara’da basılan sikkelerde “çıpanın” vurgulandığından söz etmiştik. Bir yazım hatası ilk baskılarda “çıpa” yerine “çapa” yazmışım!
“Ankara” sözcüğünün kökenine ilişkin bir başka yorum ise Orta Asya’ya dayanıyor. Bu varsayıma göre, “Nasıl Orta Asya’daki Seyhun ve Ceyhun nehirleri Adana yöresinde Seyhan ve Ceyhan, nasıl Uygur Türklerinin Sinkyan’ı Ankara’da Sincanolmuşsa, o yörelerden yüzyıllarca önce Ankara’ya gelen Türkler de Baykal gölüne dökülen ‘Angara’ Nehri’nin adını kentimize vermişler!” deniliyor. Kuşkusuz irdelenmesi gereken bir varsayım.   

Sultanın, “Atatürk Orman Çiftliği’ni (AOÇ)” yok edercesine kondurduğu “AK Saray”hakkında “Ankara’ya Selçuklu mimarisi mesajı verildiğini” söyleyerek tarihi de çok iyi bildiğini (!) gösterdiğini yazmıştık...
Melih Efendi de ondan geri kalır mı? O da bir ara Atatürk Bulvarı’ndaki binaların önyüzlerini kaplatarak, başkente “Selçuklu” havası vermeye heveslenmişti.
Bunu gerçekleştiremeyince Ankara’ya ulaşan yollarda kendine özgü “kent kapıları”yaptırdı. Bunların çoğu 5-10 yıl sonra yolun genişletilmesi gerektiğinde yıkılacak kadar darlar.
***
Dününden başlayarak günümüze uzanan Ankara’nın doğasındaki değişimlere göz atalım. Elbette ilk yazımdaki 15 milyon yıllık gergedanlardan, maymunlardan yeniden söz edecek değilim.
Daha yakınlara 1402’de Timur’un Ankara’ya gelişini anımsamakla başlayalım. Timur, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezit ile Ankara Savaşı’na birkaç yüz bin kişilik ordusu ile gelirken, fillerini Çubuk Ovası yakınındaki yoğun ormanların ağaçları arasından geçirmekte zorlanmıştı.
Konya Ovası eskiden bir içdeniz olup zamanla daralarak geride Tuz Gölü, Burdur, Isparta, Beyşehir göllerine dönüşmüştü. Aynı süreçte bu içdenizle bağlantılı Ankara çevresinde de günümüze kala kala birer kulaçlık Eymir, Gölbaşı, Mogan, Temelli, Karagöl gibi göller kaldı. Acaba kaldı mı? Arşivimdeki gazete kesitlerine göz atalım...
***
1 Haziran 2005 Sabah gazetesi: “Göller kurtarılıyor. Çevre ve Orman BakanıOsman Pepekararlı (fotoğrafta yanında Melih Efendi) ‘Mogan ve Eymir’i kurtarmak için her şey yapılacak.’
8 Ağustos 2008 Cumhuriyet gazetesi: “Mogan’daki su kaybı engellenemiyor”.
27 Ekim 2009 HaberTürk gazetesi: “Mogan Gölü’ndeki balık ölümleri hızla artıyor.Sürüler halinde ölen balıklar, güzelim gölü leş gibi kokutuyor. Tarım Müdürlüğüyetkilileri, ‘Orada çevre felaketi yaşanıyor’ uyarısında bulunuyor.”
4 Aralık 2009 Cumhuriyet gazetesi: “Mogan alarm veriyor!”
18 Kasım 2013 Milliyet gazetesi: “Ankara’nın önemli değerlerinden olan MoganGölü kirlilik nedeniyle kuş türlerinin ve deniz canlılarının yaşayamayacağı bir nitelik kazandı.”
6 Haziran 2014 Zaman gazetesi: “Mogan ve Eymir’in suyu yağmura rağmenazalıyor.”
16 Haziran 2014 Hürriyet gazetesi: “Dragon yarışlarının Ankara ayağında yarışmacılar, Mogan Gölü’nün kirli manzarasıyla şoka uğradı. İskele yosunla kaplı.”
22 Eylül 2014 Hürriyet gazetesi: “Türkiye Su Jeti Şampiyonası’nın üçüncü etabını Mogan’da koşan yarışmacılar göldeki yosunlanma nedeniyle zor anlar yaşadı.”
Aradan 9 yıl geçtikten sonraki bir haber:
21 Eylül 2014 Sabah gazetesi: “Gölbaşı’ndaki şenliğe katılan eski Başbakan Yardımcısı İşlerMogan’ın kurtulması için 100 milyon TL ayrıldığı müjdesini verdi.”Bakan eklemiş: “Daha da güzelleşecek...” Lütfen kıs kıs gülmeyiniz!
Dokuz yıl önce, “göller kurtarılacak” etkinliğine katılan Melih Efendi şimdi de ODTÜ içindeki Eymir Gölü’ne sulanıyor. Nasıl Ankara’da dere kıyılarına konutlar yapılıyorsa, belki de orada kentsel dönüşümle gökdelenler yaptırtacaktır!
Az daha unutuyordum!
13 Haziran 2008 Sabah gazetesi, “Eymir’in ‘Can suyu’ çekiliyor. BüyükşehirBelediyesi’nin park ve refüjlerine su taşıyan tankerler, Eymir Gölü havzasında açılan kuyulardan her gün tonlarca su çekiyor. Önlem alınmazsa göl yakında yol olacak.”
Haberde belediyenin su tankeri ve bir kamyonetinin de resmi var. Tankerin plakası 63! Bu numara Şanlıurfa ilimize ait. Peki Melih Efendi ailecek nereli? Şanlıurfa’nın sular altında kalan Halfeti ilçesinden değil mi? 06 plakalı başkentte, 63 plakalı tankerin Ankara’da iş yapmasının torpili acaba kim?
***
Gelelim başkentin derelerine, çaylarına... 1956’dan bu yana Ankaralı sayılırım. Anımsarım... Bugün Sheraton Oteli’nin bulunduğu yer ile Tahran ve İran caddeleri arasındaki yamaçta üzüm bağları vardı. Önünden bir derecik akardı. Adı Kavaklıdere idi... Bu bağlar ve dere, ünlü Kavaklıdere şaraplarına adını vermişti. 

“Ankara’nın bağları da / Büklüm büklüm yolları / Ne zaman sarhoş oldun da /Kaldıramıyon kolları...” diye türküler yazılan başkentin bağları bugün nerede?
Sıhhiye’de bugünkü Adliye Sarayı’nın önünden akan çaya öteki derecikler uzanırdı. Nerede bu çay? Peki Hoş Dere, Dikmen Deresi, Bent Deresi, Bülbül Deresi, Hatip Çayı, Çayyolu, Çubuk Çayı, Dereköy, Hacı Kadın Deresi, Ankara Çayı, İncesu, Macun Çay, Pınarbaşı bugün neredeler? Özür dilerim, az daha “B.klu Dere’yi” unutuyordum.
Üzerleri örtülüp asfalt dökülüp ana yol durumuna getirildikten sonra ya bir semt adı ya da bir otobüsün, dolmuşun güzergâhını belirleyen adlar olarak anılarda kaldılar! Nehirler asfaltlanınca, atar-toplar damarlardan yoksun Ankara ilindeki göller de çamaşır makinesinde yünlü kazak gibi çeke çeke, yosunlu göletlere dönüşmediler mi?
Ayrıca, yolların üstüne göstermelik “kent kapıları” yapılıp altyapılar ihmal edilince şiddetli sağanak yağmurdan sonra anayolları bile seller basmıyor mu? Melih Efendi alt-üstgeçitleri, altyapısız olunca buraların adı halk arasında “bat çık” olmadı mı?
Orman olmayınca, göl olmayınca, su olmayınca nerede kaldı Ankara’nın ünlü balı? Bizans imparatorunu tatile, yakın günlere kadar veremliyi sanatoryuma yalnızca Ankara havası mı getirirdi, sanıyorsunuz?
Ankara’nın ünlü balı ve armudu yok muydu? Bugünkü kuşaklara sorun bakalım Ankara’nın balının çok ünlü olduğunu kaç kişi biliyor? Peki, nerede arılar, ballar, armutlar? Yoksa Ankara’nın en iyi balını, armudun iyisini bilenler mi yiyip bitirdiler, bitiriyorlar?

DEVAM EDECEK

ÖZGEN ACAR
Cumhuriyet

Kirli, Kuralsız Savaşın Fotoğraf Kareleri...-ŞÜKRAN SONER

Sınır içerden protestolar, zaman zaman çatışmalar sonrasında, istemsiz, iktidardan gelen talimatla açılmak zorunda kalınıyor.. Sıcakta uzun zaman beklemiş çoğu kadın ve çocuklar itiş-kakış koşarak içeriye giriyorlar.. Yere düşenler, suya koşanlar, bayılanlar oluyor.. Yakın plan görüntülerde çok yaşlı, hasta, kucakta sürüklene sürüklene taşınanları, ölümden kaçışın çaresizliğini, yoksulluğu, açlığı, perişanlığı.. buruk izliyoruz. Birkaç saatte sınırı geçenler on binleri, bir günde yüz bini geçiyor.. Dünün rakkamları ile Suriye’den sonra Irak’tan kaçanlara en son sınır bölgesindeki Kürtlerin 160 bini bulan katılımlarıyla, Türkiye’ye sığınmışların sayısı birbuçuk milyonu geçiyor.. 

Kadın-çocuk hastalarını bıraktıktan sonra savaşa geri döneceklerle, Türkiye’den eklenenlerin günlerdir süren sınır zorlaması da sonunda çıkış için kapı açtırıyor. Sınırın sıfır noktasının fotoğraf karesindeki fırtınanın toz bulutu kalkınca, bizim yakada görevli silahları, takarı ile donanmış askerlerle polisler, YPG’ye, PKK-PYD ortak silahlı örgütüne katılmak için sınırdan çıkış sırası bekleyen erkekler var. IŞİD ile YPG güçlerinin ele geçirmek üzere savaştıkları Kobani karşıda. Çatışan YPG ile IŞİD silahlı güçlerinin arası 5-10 kilometre.. Çatışma sesleri yürek hoplatıyor.. Başka bir fotoğraf karesinde bu çatışmalarda ölmüş bir gencin Van’da yapılan cenaze töreninde, PKK militanları güç gösterisinde, askeri birlik ile karakolun önünden düzenli geçişlerinin görüntüsü, sınırdan sığınmış, savaştan, ölümden kaçmış kadınların yoksulluk yoksunluklarından çok farklı duygulara sesleniyor..
Belleğimde kaçınılmaz bu fotoğraflara geliş sürecinin ilk anlamlı fotoğraf kareleri canlanıyor.. ABD’nin önderliği, ağırlığında, terörü yerinde bitirmek, Irak’ı Saddam diktatörlüğünden kurtarmak, Irak’a demokrasi getirmek iddialı işgalin zafer kareleri.. ABD çok kolay ve çok bedel ödemeden Bağdat’ı ele geçirdiğinde işgali destekleyen bir grup Iraklıya Saddam’ın heykelinin başını indirme görevi düşüyor. İpi boynuna geçirip kafasını indirmeyi beceremediklerinde ABD askerleri yardımlarına koşuyor.. Arada Musul- Kerkük’ten görüntüler veriliyor. Orada peşmergelerin nufus, tapu dairelerinden çuvallarla evrak çıkarıp yakma sahneleri öne çıkıyor. Büyük Ortadoğu Projesi’nin önemli bir ayağı olduğu söylenen Kuzey Irak Kürdistan’ın kurulmasının ilk anlamlı adımlarının ipuçları sayılıyor..
***
Evdeki hesaplar çarşıya uymuyor. Kolay işgal, dünyanın en verimli petrol üretim yataklarının uluslararası tekellere kolay paylaşımı, kanlı petrolün fiyat yükselişini, rafinerilerdeki iç savaş ile beslenen yangınları söndüremiyor.. Saddam’ın gidişi ile doğal müttefik sayılan Irak Şileri beklenen ABD işgal yandaşlığını yapamadıkları gibi, Irak içindeki ırklar, mezhepler, aşiretler savaşlarını, kanlı boyutlarıyla bataklığı üretiyorlar.. İç savaşta ölenler, yaralananlar işgal dönemini birkaç kez katlarken, ABD’nin üsler, duvarlar arkasına saklanan askerlerine de pay düşüyor.. Zengin Kuzey dünyası büyük ekonomi kriziyle; ABD’ye dönen cenaze görüntüleri yan yana getirilmese de, işlerinden olan yupilerin ellerinde özel eşyalarını koydukları kutuları en büyük ticaret, şirket merkezlerinden çıkış kuyrukları oluşturduklarında, işin rengi değişiyor.. 

ABD’nin 11 Eylül travmasının terör, diktatörlük bölgelerini işgal Bush’lu projesi rafa kaldırılarak, Afrika kökenli zenci Obama projesi ile Afganistan- Irak işgallerinden vazgeçme, asker çekme kararları gündeme geliyor.. Bölgelerde yandaş iktidarlar, ülkeler eliyle çıkarların kollanması projeleri gündeme sokulmuş olsa da Arap baharları, ılımlı İslam mayaları tutmuyor.. Elleri ile kurdukları Taliban, El Kaide, Hamas kurucularına düşmanlaştıkça.. Çeçenistan örneği başka bölgelerdeki savaşlardan da beslenmiş yeni yeni pıtrak gibi çoğalan, giderek acımasızlaşan İslamı, şeriatı bayrak yaptıklarını savlayan kardeş terör örgütleri, üredikçe.. En son IŞİD Irak-Şam iç savaş bataklıklarında hızla serpilip operasyonlarına geçtiğinde kafalar iyice karışıyor..
Esad’ın dayanması, direniş örgütlerinin öngörülemiyen dağınıklığında, ABD-AB’nin Rusya-İran destek ısrarını da gözeterek değişen politikalarında, Erdoğan’ın İslamcı, mezhepçi Esad’ı indirme inadı eklenince, Türkiye’den istenen uyumlu fren de yapılamıyor. IŞİD’in öngörülemeyen vahşette, öngörülemeyen tırmanışına istemli ya da istemsiz destek gidiyor.. ABD-AB pencerelerinden bakılan fotoğraf karelerinde, IŞİD’in gazetecilerin kafalarını kesmesi bardağı taşıran, havadan da olsa savaş ilanının gerekçesi oluyor.. Bir yandan da IŞİD’in Irak-Suriye operasyonları, ABD’nin geri çekilmek zorunda kalarak gerçekletiremediği BOP’un projelerinin tamamlanmasının önünü açacak gibi.. IŞİD ABD düşmanlığı, şeriat devleti ilanı ile ABD’nin Ortadoğu projelerine katkıda mı bulunacak? Yoksa havadan, bitişi belirsiz, ABD önderliğinde koalisyonun teğet savaş desteği, terörü, bataklığı yeniden üretip, aşağıda savaşmaları istenen Kürtlerle, savaştan kaçan en çaresizlere bakmak zorunda kalan Türkiye’yi mi vuracak?

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

Değerli Yalnızlığın Fotoğrafı-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olarak New York’taki ilk gezisi olaylı geçti. New York polisi ile korumaları arasında tatsızlık yaşandı. Bir korumanın New York polisine “elle müdahale”ye kalkışması az kalsın gözaltına alınmasına yol açıyordu.
Ama bu “Sisi protestosu”nun yanında haliyle çok ufak bir olay…
“Sabah”, Sisi krizini zafer gibi takdim etmiş...
Darbeciyle oturmam!” manşetini çeken yandaş yayın organı, bu sözlerin üzerine “Erdoğan’ın diktatör Sisi’ye tavrı dünyaya ders” iddiasını yerleştirmiş…
Genel Sekreter Ban Ki-mun’un BM Genel Kurulu’na katılan liderlere verdiği öğle yemeğinde Erdoğan ev sahibi Ban Ki-mun ile Obama’nın masasına davetliymiş…
Tam bir diplomatik skandal olan bu öğle yemeği restleşmesini “Sabah” şöyle aktarıyor:
“(Erdoğan) yemeğe katılmak ve bazı temaslar için Türkevi’nden ayrılıp BM binasına gitti. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, masada Mısır’daki kanlı darbenin mimarı Sisi’ye de yer verildiğini öğrenince ‘Ben darbecilerle aynı masaya oturarak onları meşrulaştırmam’ diyerek yemeği protesto etti. Türkevi’ne geri dönen Erdoğan, yemek sonrası konuşmasında da Mısır’daki Sisi darbesi konusunda BM’yi topa tuttu.”
Ba-ba-ba-ba…
Haberin altında bir de fotoğraf var… 

Obama, yemekte konuşma yapıyor…
Kulak kesilmiş biçimde onu dinleyen İspanya Kralı 6. Felipe ile Güney Afrika Cumhurbaşkanı Jacob Zuma’nın arasında Erdoğan’ın oturması gereken iskemle boş kalmış, çürük diş gibi sırıtıyor…
Bu nasıl diplomasi?
Hak, özgürlükler, demokrasi âşığı”(!) Erdoğan’ın salt “ilke” temelinde protesto yaptığını varsayalım…
Türkiye’nin bir BM temsilcisi yok mudur?
BM büyükelçimizin Ban Ki-mun’un masasında kimin oturacağını önden haber alıp bunu cumhurbaşkanına gene önden bildirmesi gerekmez mi?
Sisi’nin aynı masada olacağını haber alan Erdoğan bu durumda “yemeğe katılamayacağını/ katılmak istemediğini” Ban Ki-mun’a zamanlıca bildirir, ev sahibi de ona göre ön alır ve yeni bir sofra düzeni kurardı.
Ya “Sisi”den -misal!- ya “Erdoğan”dan vazgeçerdi. İspanya kralı ile Güney Afrika cumhurbaşkanının yanındaki iskemle, hoş olmayan bir görüntüyle “boş” kalmazdı.
Haberden gördüğümüz kadarıyla “protokol masasındaki konuklardan” Erdoğan son anda haberdar olmuş.
RTE, Türkevi’nden çıkmış, Kasımpaşa’da komşu ziyaretine gider gibi BM binasına gelmiş, bir de ne görsün, darbeci General Sisi ile -hem de sadece bir koltukluk mesafe farkıyla!- kendisini aynı masaya koymamışlar mı! Basmış “van minüt”ü ve “Türkevi”ne geri dönmüş…
Maksat tribüne oynamak
Bu senaryoya kim inanır?
Diplomasi”nin de kuralları var…
New York büyükelçimiz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bu tür bir emrivaki ile karşı karşıya bıraktıysa; görevini yapmamış demektir.
Ama BM daimi temsilciliğine dek yükselen bir diplomattan, koskoca devlet başkanını protokol masasında kiminle yemek yiyeceğinden önden haberdar etmemiş olmasını düşünemeyiz…
Ortada bir tek alternatif kalıyor; o da Erdoğan’ın bu görüntüyü uluslararası skalada Müslüman Kardeşler ve içerde de yandaşları için büyük bir “şov fırsatı” olarak değerlendirmesidir.
Masa komşularının kim olduğunu büyük olasılıkla önden bilen cumhurbaşkanı, Sabah’ın baş sayfasında yer alan “boş sandalya fotoğrafı”nın yaşama geçmesi için “konuk düzeninden” sanki son anda haberdar olmuş gibi yaparak, Davos’taki gibi bir defa daha “tribünlere oynamak” fırsatını yakalamıştır.

Bir de Ruhani’ye bakın
Erdoğan’ın “tribün” merakı ne ki Türkiye’nin “değerli yalnızlığını” derinleştiriyor…
Boş sandalye golünün” ardından TC cumhurbaşkanının konuştuğu BM Genel Kurul sandalyelerinin de boş kalması, irtibatsız gelişmeler değil…
Kendinden başka kimseye saygısı olmayan Erdoğan’ın “van minüt şovları” zincirinin sonunda Suriye, İsrail, Mısır, Libya’da nicedir temsilcimiz yok.
ABD başta olmak üzere NATO ülkeleri ile ekşiyen ilişkilerin encamı da ortada.
Birleşik Arap Emirlikleri gibi “kanka” Körfez ülkeleri bile bugün -hiçbir fotoşopun üzerini kapatamayacağı biçimde- Erdoğan’ı uluorta protesto ediyor.
Hal böyleyken kim BM Genel Kurulu’nda gelip RTE’yi dinleyecek?
TC cumhurbaşkanına kulak vermek isteyecek önemli başkent kaldı mı ortada? Tablo meydanda…
Erdoğan’ın uluslararası arenada yüzüne tutulan bu “değerli yalnızlık aynasına” bir bakın, bir de komşu İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin aynı camiada yaptığı konuşmanın yankılarını değerlendirin…
CNN, BBC, Bloomberg, France 24, RAI…
Global köyün tüm TV kanalları Erdoğan’ın konuşmasına ne denli kayıtsız kaldıysa; BM’de her çıkışı kale alınan Ruhani’ye o kadar yer verdiler.
Ruhani’nin BM konuşmasının tüm önemli başlıkları, satır aralarıyla uluslararası yazılı basın tarafından aynı şekilde masaya yatırıldı…
Dünya medyasında kapsadığı yere bakıldığında Erdoğan’ın New York protestosu, cirmi kadar yer yaktı.  

NİLGÜN ERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Karanlık Seviciler-ATAOL BEHRAMOĞLU

“Ahretçilik” kavramını Prof. Suat Sinanoğlu’nun “Türk Hümanizmi” adlı çok önemli kitabında görmüştüm. 
Türk Tarih Kurumu yayını olan bu kitap bildiğim kadarıyla bu kurumca bir daha yayımlanmadı. 
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki öğrenciliğim sırasında birkaç kez uzaktan gördüğüm bu saçları genç yaşta ağarmış Latince profesörünün vârisleri (sayın Prof.Oktay Sinanoğlu’nun ve sevgili Esin Af-şar’ımızın ağabeyidir) Atatürk ve Türkiye aydınlanma devrimi üzerine yazılmış bu eş-siz değerde kitabın kaybolup gitmesine izin vermemeli, yeni basımlarını sağlamalıdır. 
                                                                           ***
Sözünü ettiğim kitapta (şimdi anımsaya-madığım) Latincesiyle verilen “Ahretçilik”kavramını “öbür dünyacılık” diye de adlan-dırabiliriz. 
Ben bu kavramı “karanlık seviciler” diye adlandırabileceğimizi de düşünüyorum. 
Yani, yarasalar gibi karanlıkta yaşamaya alışmış; aydınlıktan, ışıktan, aydınlık olan her şeyden ürken yaratıklar. 
Düşünmek en çok korktukları, en istemedikleri şeydir. 
Dünyaya sanki var olmak için değil, yok olmak için gelmişlerdir. 
İyimser bir yorumla, bilinçaltlarında belki aşamadıkları bir ölüm korkusu yaşam korkusuyla karışmış, yaşayarak ve yaşamı yücelterek aşamadıkları için de ölüm korkusunu yücelterek onu aşmaya, engellemeye, bu korkudan kurtulmaya yönelmişlerdir… 
Bir bakıma, katiline, celladına âşık olma arazının (sendrom), belirtisinin bir benzeri... 
                                                                           ***
Karanlık seviciler ülkemizde uzunca bir süredir siyasal iktidarı ellerinde tutmaktadır. 
Bu onlara, sadece Cumhuriyet tarihimizde değil, tarihimizin önceki yüzyıllarında da hayal bile edilemeyecek karanlıklar saçma, toplumu karanlığa boğma, bugünleri ve gelecekleri karartma olanakları sağlıyor. 
Bu olanakları kendi bakımlarından başarıyla, ustalıkla, pervasızlıkla kullandıklarında da kuşku yok. 
Çokça yinelendiği için herkesin bildiği, içindeki su sonunda kaynamaya dönüş-mek üzere ısısı azar azar yükseltilen ten-cere-kurbağa örneğini bir başka örnekle pekiştirecek olursak, Türkiye toplumu so-nunda tam karanlığa gömülmek üzere ışığı azar azar azaltılan bir mekânda toplanmış bir insan kalabalığına benziyor... 
Bir gün tümüyle karanlıkta kalındığında, kimilerimiz belki ister istemez karanlık se-vici olacak, kimilerimiz de ümitsizlik içinde yitip gidecektir... 
Her iki durumun örneklerinin bugün de görüldüğü gibi... 
                                                                           *** 
Karanlık sevicilik, yaşam düşmanlığı, gelecek düşmanlığı, insanlık düşmanlığıdır. 
Ergenlik çağına ulaşmamış kız çocuklarımızın başlarını da karanlıklarla örtmek, bu sevgili başların içindeki beyinleri de aydınlıktan yoksun bırakmak, karanlıklara gömmek içindir. 
Çocuk düşmanlığı, kadın düşmanlığıdır.
 
Yurdunu, çocuğunu, insanını seven, eği-timci, siyasetçi, anne baba, yazar çizer, sa-natçı, insanım demekten utanç değil onur duymak isteyen herkes, karanlık sevicilerin bu son alçaklığına engel olmak için elden gelebilecek her şeyi, ama her şeyi yapmalı; ülkemizde evrensel aydınlanma değerleriy-le birlikte güzelim ülkemizin kendisinin de yok oluşu demek olacak bu yurt hainliğine, aydınlanma düşmanlığına, çocuk katilliğine geçit vermemelidir. 
Ve son bir söz: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin din dersi zorunluluğunu kaldıran kararını kabul etmeyeceğini bildi-ren ve sayısız hukuk tanımazlığın altında imzası bulunan bu karanlık seviciler iktida-rını ben de evrensel hukuk açısından yasal görmüyor, açıkça destekledikleri İŞİD’çi katillerle aydınlanma ve yaşam düşmanlı-ğında aynı suç ve erdemsizlik düzeyinde bulunduklarını düşünüyorum.

ATAOL BEHRAMOĞLU
Cumhuriyet

21 Eylül 2014 Pazar

Dehşet tüneli-ERHAN NALÇACI/ SOL

Yakın tarihi az çok bilen herkes yeni bir emperyalist paylaşım savaşının kokusunu alıyor.
1898 İspanya-ABD, 1904 Japonya-Rusya, 1914 Birinci Dünya, 1939 İkinci Dünya Savaşları…
Paylaşım savaşlarının belirtileri bir yandan genellenebiliyor, diğer yandan da dönemin özgünlükleri kendisini gösteriyor.
Paylaşım savaşlarına bir hegemonya krizi eşlik eder. ABD’nin bir hegemonya krizi yaşadığı fark ediliyor. İktisadi üstünlüğünden ve doların karşılıksız bir para birimi olarak dayatılmasından, ideolojik gücüne kadar birçok açıdan hegemonyayı sürdürmekte zorlanıyor.
Buna karşılık önceki paylaşım savaşları ile uyumsuz bir nokta var. Öncekilerde güçlenen emperyalist ülke hegemonyayı tehdit ederken saldırganlaşır, savaşı kışkırtırdı. Oysa şimdi hegemonyayı kaybetmeye aday olan savaşı kaşıyor.

Önceki paylaşım savaşlarına göre dönemin özgünlüğü, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrası siyasi coğrafyanın yeniden yapılandırılması ile açıklanabilir. Geçen yüzyıldaki sosyalist iktidarlar dünyayı öylesine derinden etkilediler ki, ABD ve müttefikleri 1990’dan bu yana bu coğrafyayı istedikleri gibi çözemediler.
Avrupa’daki Halk ve Sosyalist Cumhuriyetleri, Yugoslavya, Afganistan, Irak, Sudan, Libya … Emperyalizmin kendi egemenliğinde bir bölgeler coğrafyası oluşturma stratejisi sonunda duvara tosladı. Duvara tosladığı yer, emperyalizmden bağımsız bir devlet geleneği ve askeri güç geliştirmiş, artık kapitalist ülkeler olmasına karşılık egemenliği ve bağımsızlığını ABD’ye devretmeye yanaşmayan eski sosyalist ülkeler coğrafyası oldu.
Paylaşım savaşları öncesi ülkeler arası ittifaklara dayalı bloklaşma yaşanır. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya, Kanada ve irili ufaklı birçok ülkeye karşı Rusya, Çin, İran, Kazakistan, Kırgızistan ve bir dizi ülke arasında belirgin bir bloklaşma yaşandığı görülüyor.
Yine bir diğer belirti, saldırgan tarafın emperyalizm döneminin siyasi enstrümanı olan faşizme başvurmasıdır. Baltık ülkelerindeki faşizan eğilimler, Ukrayna’daki faşist darbe, Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerdeki ırkçı partilerin yükselişi ve El Nursa, Boko Haram, IŞİD gibi örgütler bu genel eğilimin yansıması olarak görülebilir. Biçimsel olarak farklı faşizan eğilimler ortak bir kökten yükseliyor ve paylaşım savaşının adım sesleri olarak kendisini gösteriyor.
Başka bir belirti askerileşme ve kuşatma operasyonları… Ukrayna’nın NATO’ya alınmak istenmesi, Japonya’nın hızla askerileşmeyse başlaması, Pasifik’teki askeri yığınak, karşılıklı büyük askeri tatbikatlar… Geçen yüzyılın kazanımlarına dayanarak egemenliğini koruyabilen Suriye’ye IŞİD’i bahane ederek saldırmak ve bu yolla Güvenlik Konseyi’ndeki Rusya ve Çin engelinin aşılmak istenmesi…
Bu savaş engellenebilir mi?
Bunun bir koşulu emperyalist ülke ve hegemonyası alanındaki ülkelerde işçi sınıfının siyasi öncülerinin iktidarı talep eden mücadelelerini yükseltmeleri ve iç savaş kartını açmalarıdır, fakat bunun ön belirtileri eşitsiz gelişim dikkate alındığında bile henüz güçlü değil.
Bir diğer koşul, emperyalist ülkelerin egemen sınıflarının sağduyulu davranması, önceki yıkımların deneyimlerini hatırlamasıdır. Bir noktadan sonra burjuvazi savaşın kaçınılmaz olduğuna ve kazanabileceğine ikna olarak düğmeye basar. Henüz bu noktaya gelinmedi ama sağduyularına güvenmek saflık olacaktır.
Ya bloklar arasında uzlaşma olasılığı… Süreç karşı ataklarla ve uzlaşmalarla giden bir taktik savaşa dönüşmüş durumda, buna karşılık nihai bir uzlaşma emperyalizmin yapısına aykırı.
Böyle bir durumda işçi sınıfının öncü partileri hangi taktiği öne çıkarmalıdırlar? Yurtseverliği mi, yoksa “emperyalist savaşa hayır”ı mı?
İşçi sınıfı yurtseverliği sosyalist mücadelenin önemli ve doğal bir bileşenidir. Ayrıca emperyalistler tarafından işgale uğrayan ve kendi egemen sınıfları tarafından satılan ülkelerde komünistler tabi ki yurtseverliğin bayrağını yükselteceklerdir.
Ancak önümüzdeki dönem emperyalizmin hegemonyasındaki coğrafyada bütün komünist partilerin temel belgisi “Emperyalist savaşa hayır” ve stratejisi savaşı devrimle karşılamak olacağa benzemektedir.
Erdoğan ve Davutoğlu’nun ABD’nin Ortadoğu’daki yeni seferine mesafeli olmalarının emperyalizme karşıtlıkla alakası olmadığının hepimiz farkındayız. IŞİD ile nasıl bir siyasi, ideolojik, iktisadi bağ ve hayaller kurdularsa topu çeviremiyorlar.
Dünya bir altüst oluşa doğru hızla ilerliyor. Sosyalizme geçiş çağı bir dehşet tünelinin içinde olgunlaşıyor.

ERHAN NALÇACI
SOL

Müjde... Yeniden AB’ye Giriyoruz!-MUSTAFA BALBAY

Öncelikle Musul Konsolosluğumuzda görevli 46 yurttaşımızın özgürlüğünden... duyduğumuz sevinci paylaşalım. Bir daha böyle bir acı yaşamamayı dileyelim. 
Davutoğlu hükümetinin ilk işlerinden biri AB sürecinin canlandırılacağını duyurmak oldu. Bakanlar Kurulu’nun 15 Eylül’deki toplantısının ana konusunu bu oluşturmuş. 
Başbakan salt bu amaçla kurulmuş olan AB Bakanlığı’nın çalışmalarının yetmeyeceğini, bütün bakanların bir ayaklarının Brüksel’de olması gerektiğini söylemiş. Ardından eklemiş: 
“Tam saha pres yapacağız. Attığımız her adımı anlatacağız...” 
AB Bakanı Volkan Bozkır da Bakanlar Kurulu’nda gördüğü kabulle yeni bir AB Eylem Planı hazırladıklarını duyurdu. Bu planın parolası da Başbakan’ın yukarıdaki sözlerine denk: 
Kararlılık, süreklilik ve etkinlik! 
Her biri ötekinden daha heyecan verici... 
Sürekli ve etkin çalışarak, kararlı bir şekilde AB’ye gireceğiz. 
Çevre ülkelerle yaşadığımız sorunlardan kadın cinayetlerine, ekmeğin aslanın ağzında değil Azrail’in elinde olduğu ilkel çalışma koşullarından eğitimin içinde bulunduğu karmaşaya kadar her alanda döküldüğümüz şu günlerde hükümetin AB sürecini yeniden anımsaması ne güzel!
***
Türkiye’nin çağdaş yaşam değerlerini yakalamasını kim istemez... 
Bu yolda AB’ye eşit koşullarda tam üyelik de elbette güzel bir hedef. 
Ne var ki, AKP iktidarının AB karnesine bakınca umutlu olmak, AB Eylem Planı diye hazırladıklarının gerçekten yaşama geçeceğine inanmak güç.
Kısa bir anımsatma yapalım; AKP iktidarının ilk zamanlarında yılda ortalama iki kez AB’ye giriyorduk. AB ilerleme raporlarının açıklandığı dönemlerde en küçük gelişme AB’ye girişin habercisi olarak sunuluyordu. Meclis’ten geçen her yasa aynı zamanda bizi AB’ye bir adım daha yaklaştırıyordu. Hükümet katlarında yapılan en ileri tarihleme şuydu: 
“En geç 2014’te AB’ye tam üyeyiz...” 
Ancak 2006’dan itibaren işin şekli değişti. Hükümet o tarihte AB’ye giriş hayalleri üzerinden alabileceklerini aldığını, kendi meşruiyetini yerleştirme işlemini bu yolla tamamladığını düşündü. 

Artık AB’ye giriş yok, AB’ye girişmek vardı. Bu politika pek çok AB ülkesinin de canına minnetti. “Türkiye AB’ye üye olacak ufka sahip değil, kol mesafemizde tutalım yeter” diyenler için birebirdi.
***
Davutoğlu ile birlikte hükümetin yeniden AB’ye girme kararı aldığını görüyoruz. 
2000’li yılların başındaki kadar heyecan verici sözcüklerle olmasa da “tam saha pres” gibi, “kesin kararlılık” gibi vurgularla başlayan bu yeni yolculuk nereye kadar gider? 
Volkan Bozkır 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la çok yakın çalıştığı 1980’li yıllardan beri Türkiye’nin AB serüvenini yaşıyor. Dileğimiz o ki, AB ile sağlıklı bir diyalog kurulmasını sağlasın, güven versin, Türkiye’nin yönünü belirlemede etkin olsun. 
Ancak Davutoğlu’nun saplandığı stratejik derinlikte uygarlık hedefine yürümekten çok Ortadoğu’daki “kadim coğrafyayı kucaklamak” var. 
Uygarlık hedefine yürürken başta Ortadoğu olmak üzere öteki coğrafyalar elbette ötelenmemeli, ama karşınızda her şeyi kanla anlatmaya çalışan, kendisinden başka herkesi düşman gören bir anlayış varsa, hiç değilse durup bir yutkunmalı. 
Hükümet kaynaklı haberlerde yeniden AB tanımını görmek bizi zaman tünelinde yolculuğa çıkardı. Başta Erdoğan olmak üzere hükümet temsilcilerinin Brüksel’i yol edindiği günlere götürdü. 
AB’yi özlemiştik... 
Şöyle birkaç kez girip çıkmak başta hükümet olmak üzere hepimize iyi gelecektir!  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

İngiliz - İskoç Fıkraları-ALİ SİRMEN

Sevgili, Perşembe günü yapılan bağımsızlık referandumu dolayısıyla, bütün dünyanın gözü, İngiltere ve İskoçya’nın üstündeydi. Önemi dolayısıyla konudan çıkarılması gereken derslere gelecek yazıda değineceğim. Bugün İngiltere ve İskoçya ile ilgili kimi yaşanmış, kimi tarihi
fıkralara değineceğim. İngiltere ve İskoçya’ya ilk kez, Akşam gazetesinde genç bir gazeteciyken 1967 yılında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın resmi gezisini izlemek için gittim. Gezi,Abdülaziz’in tarihi İngiltere ziyaretinin yüzüncü yılına rastladığı için çok önemseniyordu. Görkemli oldu. Abdülaziz’in o ünlü gezisine katılan Tanzimat’ın ünlü simalarından Keçecizade Fuat Paşa ile ilgili çok hoş bir fıkra vardır. Ne kadar gerçektir bilinmez ama yine de anımsamakta yarar var, Çok nüktedan olan Keçecizade Fuat Paşa Kraliçe Victoria ile konuşurken, “Siyasette her şeyin bir bedeli vardır, satılık olmayan bir şey yoktur” deyince Kraliçe abarttığını söylemiş, Fuat Paşa ısrar etmiş, bunun üzerine Kraliçe alaycı bir ifade ile, - Ne yani, demiş, mesela bana ne önerebilirsiniz ki? Fuat Paşa taşı gediğine koymuş: - Gördünüz mü Haşmetmehap, pazarlık başladı bile!
***
Cevdet Sunay, Fuat Paşa gibi kıvrak zekâlı bir politikacı değildi. Hatta gezide, az daha bir de skandala yol açıyordu. İskoçya’nın başkenti olan Edinburgh’da rahmetli Sunay, konuşmasına şöyle başladı: - Şirin kasabanıza gelmekten çok mutluluk duydum. Allah’tan çeviriyle görevli genç diplomatımız hiç tereddütsüz bunu güzel başkentinize gelmekten diye tercüme etti. Perşembe günü yüzde 45’e - yüzde 55 ile Birleşik Krallık’a bağlılık kararıyla sonuçlanan referandumun ülkesi İskoçya’ya daha sonraları da çeşitli vesilelerle gittim. İskoçları hep cana yakın, sevecen kişiler olarak tanıdım. Bir keresinde, dostum Teoman Hnal’ın düzenlediği bir viski tadım turunda, birçok uzman tarafından dünyanın en iyisi viskisi olarak kabul edilen Mc Allan’ı ziyaret ederken kuruluşun İskoç olan genel müdürüne sordum: - Hep İngilizlerin uydurduğu İskoçları, nekes gösteren İskoç fıkraları okuyor ve dinliyoruz, herhalde siz İskoçların da İngiliz fıkraları vardır, anlatır mısınız? Ev sahibimiz, enfes viskilerimizi yudumlarken anlatmaya başladı: “İki İskoç İngiltere sınırını geçmişler ve koyun çalarken yakalanmışlar. Hemen mahkemeye çıkarılmışlar. Savcı söz iddianamesiniokumaya başlamış: - Koyunlarımızı çalmak üzere sınırımızı geçen bu iki adam...İskoçlardan yaşça büyük olanı, savcının sözünü keserek itiraz etmiş: - Hayır sayın yargıç, biz kadınlarınızı çalacaktık. Ama onları görünce vazgeçip koyunlarınızı çalmaya karar verdik!”
***
Bir de İngiliz emperyalizmini ince ince taşlayan fıkra var ki şöyle: “Tanrı dünyayı yaratırken, her ülkeden bir kişiyi huzuruna çağırıyor ve onlara neler ihsan edeceğinisayıyormuş. Sıra İskoç’a gelmiş Yüce Tanrı anlatmaya koyulmuş: - Sana sulak yemyeşil bir ülke veriyorum. Yanında bir hayat suyu (viski) veriyorum ki, ister iç keyfini sür, ister sat yolunu bul. - Teşekkür ederim! - Acele etme, bitmedi! Bunların yanı sıra, sana gelecek zamanlardan birinde denizden çıkan bir servet de bahşedeceğim. İskoç, keyiften ağzı kulaklarına vararak şükranlarını sunmuş: - Beni herkesten daha imtiyazlı kıldığın için sana şükürler olsun Tanrım, - Dur şapşal demiş ulu Tanrı, daha komşu olarak kimi vereceğimi henüz anlatmadım!” Yine de İskoç’un konumunu abartmayalım. Bir zamanlar İngiltere’ye komşu olmayan kimse yoktu. O zamanlar Birleşik Krallık ülkeleri keyfince parçalara ayırır, bölerdi. Ama köprülerin altından çok sular aktı. 18 Eylül 2014 tarihinde bir zamanlar herkesi dilediği gibi bölen Birleşik Krallık ve egemeni İngilizler bölünmekten kıl payı kurtuldukları için şükrettiler. Eeee, etme bulma dünyası!  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet