21 Eylül 2014 Pazar

Dehşet tüneli-ERHAN NALÇACI/ SOL

Yakın tarihi az çok bilen herkes yeni bir emperyalist paylaşım savaşının kokusunu alıyor.
1898 İspanya-ABD, 1904 Japonya-Rusya, 1914 Birinci Dünya, 1939 İkinci Dünya Savaşları…
Paylaşım savaşlarının belirtileri bir yandan genellenebiliyor, diğer yandan da dönemin özgünlükleri kendisini gösteriyor.
Paylaşım savaşlarına bir hegemonya krizi eşlik eder. ABD’nin bir hegemonya krizi yaşadığı fark ediliyor. İktisadi üstünlüğünden ve doların karşılıksız bir para birimi olarak dayatılmasından, ideolojik gücüne kadar birçok açıdan hegemonyayı sürdürmekte zorlanıyor.
Buna karşılık önceki paylaşım savaşları ile uyumsuz bir nokta var. Öncekilerde güçlenen emperyalist ülke hegemonyayı tehdit ederken saldırganlaşır, savaşı kışkırtırdı. Oysa şimdi hegemonyayı kaybetmeye aday olan savaşı kaşıyor.

Önceki paylaşım savaşlarına göre dönemin özgünlüğü, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrası siyasi coğrafyanın yeniden yapılandırılması ile açıklanabilir. Geçen yüzyıldaki sosyalist iktidarlar dünyayı öylesine derinden etkilediler ki, ABD ve müttefikleri 1990’dan bu yana bu coğrafyayı istedikleri gibi çözemediler.
Avrupa’daki Halk ve Sosyalist Cumhuriyetleri, Yugoslavya, Afganistan, Irak, Sudan, Libya … Emperyalizmin kendi egemenliğinde bir bölgeler coğrafyası oluşturma stratejisi sonunda duvara tosladı. Duvara tosladığı yer, emperyalizmden bağımsız bir devlet geleneği ve askeri güç geliştirmiş, artık kapitalist ülkeler olmasına karşılık egemenliği ve bağımsızlığını ABD’ye devretmeye yanaşmayan eski sosyalist ülkeler coğrafyası oldu.
Paylaşım savaşları öncesi ülkeler arası ittifaklara dayalı bloklaşma yaşanır. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya, Kanada ve irili ufaklı birçok ülkeye karşı Rusya, Çin, İran, Kazakistan, Kırgızistan ve bir dizi ülke arasında belirgin bir bloklaşma yaşandığı görülüyor.
Yine bir diğer belirti, saldırgan tarafın emperyalizm döneminin siyasi enstrümanı olan faşizme başvurmasıdır. Baltık ülkelerindeki faşizan eğilimler, Ukrayna’daki faşist darbe, Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerdeki ırkçı partilerin yükselişi ve El Nursa, Boko Haram, IŞİD gibi örgütler bu genel eğilimin yansıması olarak görülebilir. Biçimsel olarak farklı faşizan eğilimler ortak bir kökten yükseliyor ve paylaşım savaşının adım sesleri olarak kendisini gösteriyor.
Başka bir belirti askerileşme ve kuşatma operasyonları… Ukrayna’nın NATO’ya alınmak istenmesi, Japonya’nın hızla askerileşmeyse başlaması, Pasifik’teki askeri yığınak, karşılıklı büyük askeri tatbikatlar… Geçen yüzyılın kazanımlarına dayanarak egemenliğini koruyabilen Suriye’ye IŞİD’i bahane ederek saldırmak ve bu yolla Güvenlik Konseyi’ndeki Rusya ve Çin engelinin aşılmak istenmesi…
Bu savaş engellenebilir mi?
Bunun bir koşulu emperyalist ülke ve hegemonyası alanındaki ülkelerde işçi sınıfının siyasi öncülerinin iktidarı talep eden mücadelelerini yükseltmeleri ve iç savaş kartını açmalarıdır, fakat bunun ön belirtileri eşitsiz gelişim dikkate alındığında bile henüz güçlü değil.
Bir diğer koşul, emperyalist ülkelerin egemen sınıflarının sağduyulu davranması, önceki yıkımların deneyimlerini hatırlamasıdır. Bir noktadan sonra burjuvazi savaşın kaçınılmaz olduğuna ve kazanabileceğine ikna olarak düğmeye basar. Henüz bu noktaya gelinmedi ama sağduyularına güvenmek saflık olacaktır.
Ya bloklar arasında uzlaşma olasılığı… Süreç karşı ataklarla ve uzlaşmalarla giden bir taktik savaşa dönüşmüş durumda, buna karşılık nihai bir uzlaşma emperyalizmin yapısına aykırı.
Böyle bir durumda işçi sınıfının öncü partileri hangi taktiği öne çıkarmalıdırlar? Yurtseverliği mi, yoksa “emperyalist savaşa hayır”ı mı?
İşçi sınıfı yurtseverliği sosyalist mücadelenin önemli ve doğal bir bileşenidir. Ayrıca emperyalistler tarafından işgale uğrayan ve kendi egemen sınıfları tarafından satılan ülkelerde komünistler tabi ki yurtseverliğin bayrağını yükselteceklerdir.
Ancak önümüzdeki dönem emperyalizmin hegemonyasındaki coğrafyada bütün komünist partilerin temel belgisi “Emperyalist savaşa hayır” ve stratejisi savaşı devrimle karşılamak olacağa benzemektedir.
Erdoğan ve Davutoğlu’nun ABD’nin Ortadoğu’daki yeni seferine mesafeli olmalarının emperyalizme karşıtlıkla alakası olmadığının hepimiz farkındayız. IŞİD ile nasıl bir siyasi, ideolojik, iktisadi bağ ve hayaller kurdularsa topu çeviremiyorlar.
Dünya bir altüst oluşa doğru hızla ilerliyor. Sosyalizme geçiş çağı bir dehşet tünelinin içinde olgunlaşıyor.

ERHAN NALÇACI
SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder