Emperyalistler mengeneyi sıkıyor: ‘İran halkının iradesine evet, siyonizmin istismarına hayır’ -Ela Ava-
İsrail’in İran’a karşı başlattığı savaş bir haftayı aştı. İran’da en az 263’ü sivil olmak üzere 657 kişi hayatını kaybetti.
İsrail’in saldırıları İran halkının temel ihtiyaçlarını karşıladığı tarım ve sanayi bölgelerinde sürüyor. ABD, İran’a ne zaman saldıracağının hesabını yapıyor. Bu saldırıların “rejime karşı ve İran halkı için” olduğu iddiasına yanıtı, İran rejimine karşı mücadele ettikleri için cezaevine atılan kadın emekçiler veriyor: “İran halkının diktatörlükten kurtuluşu, yalnızca halkın mücadelesi ve toplumsal güçlere yaslanmakla mümkündür”
İsrail’in İran’a karşı başlattığı savaş bir haftayı aştı. 13 Haziran Cuma sabahından bu yana İran’da en az 263’ü sivil olmak üzere 657 kişi hayatını kaybetti, 2 bin 37 kişi yaralandı. İsrail, İran’ın birçok nükleer tesisini, fabrikaları, sanayi ve askeri bölgeleri, havalimanlarını, yerleşim yerlerini hedef aldı.
ABD’nin desteğiyle başlayan saldırılar, tıpkı İran-ABD’nin müzakereleri sürecinde yaşandığı gibi Trump’ın bir adım ileri, bir adım geri söylemleriyle şiddetlenerek devam ediyor. Savaşın başlamasından birkaç gün önce, “Hamaney şansını kaybetti, harekete geçiyoruz” diyen ABD Başkanı Trump, önümüzdeki iki hafta içinde doğrudan saldırıya katılıp katılmayacağına karar vereceğini açıkladı ve İran ile anlaşmanın “Önemli olasılıkta bir ihtimal” olduğunu söyledi.
Bazı gazeteler de Trump’ın İran’a yönelik saldırı planlarını onayladığını, ancak bunların uygulanması konusunda henüz nihai kararını vermediğini belirtiyor. Bu tartışmaların ana odağı ise Tahran’ın güneyinde yer alan, uranyum zenginleştirme sahası olan Fordo tesisleri. Tartışmalar genellikle dağın derinliğinde inşa edilen Fordo’nun imha edilmesinin ABD’nin cephaneliğinde bulunan “sığınak delici” bombaların kullanılmasıyla mümkün olduğu ve bunun için İsrail’in ABD’ye ihtiyacı olduğundan bahsediliyor. Nitekim bu tartışmalar İran ve ABD arasında başlayan müzakereler sürecinde de farklı biçimleriyle karşımıza çıkıyordu. Sanki ABD’nin tek meselesi İran’ın nükleer silaha erişmesini engellemekmiş gibi propaganda yapılıyor. Zayıflatılmış ve boyunduruk altında alınmış bir İran yönetiminin, ABD’nin Ortadoğu için tasarladığı yeni görünüm için elzem olduğu aşikar.
Halkın temel ihtiyaçlarının üretildiği bölgeler hedefte
İran’ın içinde ise tedirginlikle birlikte ileriye dönük kaygıların arttığı da ortada. İsrail, “hedefimiz sadece İran rejimi”, “Biz sadece askeri tesisleri hedef alıyoruz” diyerek başlattığı savaşı meşrulaştırmaya çalışıyordu ancak daha ilk haftadan niyetinin bu olmadığını gözler önünde serdi.
İsrail tıpkı Filistin’de yaptığı gibi İran’da da en temel altyapıları vuruyor ve Filistin’de sürdürdüğü “Halkı aç bırakma” taktiğini sürdürüyor. İsrail’in dün şiddetli bir şekilde İran’ın kuzeyinde bulunan Gilan eyaletinin Reşt, Sefidrud Sanayi Bölgesini bombaladı. Bu bölge ülkenin gıda ve metal gibi temel ihtiyaçlarının temin edildiği bölgelerden biri. Pirinç başta olmak üzere sebze, meyve, süt ürünleri, hayvancılık, özellikle balık çiftliklerinin yoğun olduğu, 700 hektar genişliğinde ve 30 bin kişinin çalıştığı bir bölge. Bu merkez cuma gece boyunca İsrail tarafından yoğun bir şekilde bombalandı. Keza İran’ın kuzeyi, önemli askeri merkezlerin yer almaması sebebiyle özellikle Tahran halkının sığındığı bir bölgeydi.
İran halkı iki gündür internete erişemiyor
Bu saldırılar İran’da iki gündür neredeyse tamamen internetin kesintili olduğu bir süreçte gerçekleşti. İran televizyonunun İsrail tarafından bombalanmasının ardından bu televizyon yayınları yapılamayacak duruma geldi. İran rejimi de yaygın internet kesintileri yapıyor ve iki gündür internete erişim nerdeyse yok.
Bu koşullar sürerken özellikle sanayi bölgelerindeki işçi ve emekçiler can güvenliği olmadan çalışmak zorunda bırakılıyor. Hayat bombaların gölgesinde devam ederken İran’ın içindeki muhalifler bu süreçte savaşa karşı daha güçlü ses çıkarılması gerektiğini savunuyor.
Evin Cezaevinden yükselen ses: Emperyalist istismara hayır
Batı iş birlikçisi, sağcı muhalifler ve İsrail’in alçakça “İran’a özgürlük getireceğiz” söylemlerine karşı çıkanları “bunlar rejimci” diye suçlarken, bu kesimlere yanıt İran rejimine mücadelede ağır bedeller ödemiş, yıllardır cezaevinde olan ve hatta idam cezasıyla yargılanan kadınlardan geldi. İran’da Evin Cezaevinde kalan 4 tutsak kadının yaptığı açıklama bütün tartışmalara nokta koyan nitelikte.
1 Mayıs’a çağrı yaptığı gerekçesiyle 7 yıllık hapis cezası alan İşçi Rehyane Ansari; Mahsa Amini eylemlerinde öldürülen 17 yaşındaki Ali Muzafferi’nin mezarı başında bulunduğu gerekçesiyle 6 yıl ceza alan Sakine Pervane; İran’da birçok alanda mücadele sürdüren ve kutsal değerlere hakaret ve İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı propaganda yapmak suçlamasıyla 7 yıl hapis cezası alan Golroh İrayi ve kadın hareketinin öne çıkan isimlerden ve idama mahkum edilen Kürt siyasetçi Verişe Moradi’nin açıklaması “Halk iradesine evet, siyonizmin istismarına hayır” diyor. Açıklamanın bir kısmını şuraya bırakalım:
“İsrail, Ortadoğu’daki Amerikan kışlası olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya emperyal güçlerinin temsilcisi olarak sahneye çıktı ve daha ilk günden itibaren Filistin, Irak, Afganistan, Suriye, Yemen ve son olarak da Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımla barbarlığını dünyaya gösterdi. Bu ülkelerin hiçbirinde ne atom bombası vardı, ne de uranyum zenginleştirme hazırlıkları.
Soykırımın mantıklı gerekçeye ihtiyacı yoktur, fakat ‘Batı demokrasisi’, dünyadaki vahşetini meşrulaştırmak ve iddia ettiği demokratik imajı korumak için daima bir bahane peşinde. İran’a yapılan saldırı, sivil halkın katledilmesi ve ülkenin altyapısının yok edilmesi, siyonist rejim ve ABD tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu saldırı hem dünyada hem de Ortadoğu’da kınanmalıdır.
Bu saldırının ardından İsrail’i desteklemek ve yıkıcı gücüne umut bağlamak -bunu yapan her birey, grup veya siyasi oluşum- her ne hayale kapılmış olursa olsun, alçakça ve onursuzcadır. Biz İran halkının diktatörlükten kurtuluşunun, yalnızca halkın mücadelesi ve toplumsal güçlere yaslanmakla mümkün olduğunu savunuyoruz.
Çünkü bu güçler, tarihin her döneminde sömürü, sömürgeleştirme, savaş çıkarma ve katliamla kendi çıkarlarını elde etmeye çalışmış, bölge ülkelerine yalnızca yıkım getirmiştir. Bu durum açıkça gösteriyor ki, yeni Ortadoğu tasarımında yalnızca, İsrail’in koşulsuz bölgesel egemenliğini kabul eden sistemler ayakta kalabilecektir.”
Bu açıklama savaş ve baskı arasındaki karanlığa umut olabilecek nitelik taşıyor. İran’da işçilerin, emekçilerin, diktatörlüğe karşı mücadele edenlerin bugün en hayati isteği savaşın, ABD- İsrail’in her türlü müdahalesinin son bulmasıdır.
/././
Dünya Mülteciler Günü’nde Türkiye tablosu -Hilmi Minyat
Mülteci işçi bedenlerinin iktidarın kâr hırsının bir parçası olarak yitip gittiği, ölümlere sebep olan patronlar ile burjuva hukukunun muazzam iş birliği içindeki bir düzen ile karşı karşıyayız.
20 Haziran Dünya Mülteciler Günü, siyonist İsrail’in Ortadoğu’daki katliamları ve saldırganlığı gündemiyle paralel tartışılıyor. İran-İsrail savaşının yarattığı ve yaratacağı yıkımın faturasını -güçlü bir karşı çıkış örgütlenmediği takdirde- yine halklar ödemek zorunda kalacak. “İran’dan sonra sıra Türkiye’ye gelir mi?” sorusuyla birlikte “İran’dan Türkiye’ye göç artar mı?” sorusu da bu gündem içinde tartışılıyor. İsrail’in ABD’nin karakolu olarak Filistin ve İran’da katliamlar gerçekleştirdiği ve Erdoğan hükümetinin de ABD’yle bağımlı ilişkilerini baz aldığımızda ilk sorunun yanıtı olarak ‘şimdilik’ sıranın Türkiye’ye gelmeyeceğini söylesek de emperyalistler arası çelişki ve ilişkilerin değişebildiği gerçeğinden hareketle gelecekte bu ilişkilerin nasıl şekilleneceğine ilişkin kesinlik içeren yorumlar yapamayız. İran’dan Türkiye’ye göçün artacağına ilişkin sorunun yanıtı ise karşılıklı saldırıların ne yöne evrileceği ile ilişkili. Haziran itibarıyla ikamet izniyle Türkiye’de bulunanlar sıralamasında İran beşinci sırada yer alırken 74 bin 901 İranlı ikamet izniyle Türkiye’de yaşıyor. 2022’de 1 milyon 354 bin olan toplam ikamet izinli sayısı 2024’e kadar düşüş gösterse de 2024 sonrası tekrar artışa geçerek 6 ayda 50 bin arttı. Haziran 2025’te 1 milyon 106 bin oldu.
Savaş ve saldırganlığın gölgesinde kayıt dışı göçün artacağını düşündüğümüzde, göç idarelerindeki durumla olası bir göçün hızla kayıt altına alınabilmesi için başvuruların mülteciler lehine kolaylaştırılması gerektiği uyarısında bulunmalıyız. Kayıtlı mültecilerin dahi seyahat hakları elinden alınırken kayıt dışı mültecilerin yaşayacağı mağduriyetlerin önüne geçebilmek için iltica başvurularındaki zorluklar ve aksaklıklar hızla giderilmeli. Tabii bunun öncesinde İsrail saldırganlığına son verilebilmesi için hamasetin yerine ticaretin kesildiği sert tutum alınarak siyonist İsrail barbarlığının sona erdirilmesi üzerine harekete geçilmeli. Bunca belirsiz savaş süreçlerine dair tek kesin yorum yapabileceğimiz mesele, emperyalistlerin kâr hırsının insan hayatından önce geldiği kapitalizmin çelişkilerini görünür kılmadan, halklar arasında birleşik mücadeleyi örmeden bu sorunların da çözülemeyeceği gerçeğidir.
Son iki ayda en az 14 mülteci işçi öldü
İSİG Meclisi raporlarına göre nisan ayında yaşanan en az 152 iş cinayetinin 7’si, mayıs ayında 177 iş cinayetinin 7’si mülteciydi. 2024 yılında gerçekleşen en az 1897 iş cinayetinin 94’ü mülteci işçi. Kaçak maden ocağında katledilen, cesedi vahşice yakılan Afganistanlı Vezir Mohammad Nourtani’nin davasında mahkeme resmen bir cezasızlığı onayarak maden ocağı sahiplerine taksirle öldürme suçundan 5 yıl 8 ay ceza verdi. Mülteci işçi bedenlerinin iktidarın kâr hırsının bir parçası olarak yitip gittiği, ölümlere sebep olan patronlar ile burjuva hukukunun muazzam iş birliği ile ölümlerinin bile cezasız bırakıldığı bir düzen ile karşı karşıyayız. Son yılların orta vadeli programlarında kayıt dışılığın önlenmesine dair çokça ifade yer alsa da kaçak maden ocağında çalıştırılan mülteci işçinin yakılarak öldürülmesine verilen bu ‘ceza’, programla uygulama arasındaki uçurumda nice hayatların sona erdiğini ortaya koyuyor.
2016’da başbakan yardımcısı olduğu dönemde, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası bahar toplantıları için Washington’da bulunan Mehmet Şimşek; ABD ticaret odasında mültecilerle ilgili ‘Geçici ya da kalıcı oldukları düşünülmeden Suriyeli mültecilere iyi eğitim ve iş eğitimi fırsatları sağlanması gerektiğini’ söylemişti. Bildiğimiz üzere AB, BM kürsülerindeki sözler o kürsülere özel. İstisnai paralellikleri hariç tutarsak o kürsülerde başka, Türkiye’de başka program uygulanır. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in hazırladığı program; yerli-mülteci, işçi-çiftçi ayırt etmeksizin kemer sıkma başlığı altında halkın boğazını sıkma programı.
Çalışma iznine erişim sınırlı
Bundan iki hafta kadar önce Denizli’de TOKİ inşaatında çalışan ve 6 aydır maaşlarını alamadıklarını açıklayan inşaat işçileri “Mısırlıları, İranlıları sigortasız çalıştırdılar maaşlarını ödemeden yolladılar” demişti. Sigortalı işçinin maaşını ödemeyen işveren kaçak çalıştırdığınınkini neden ödesin? 2023-2025 dönemi OVP’de “Kayıt dışı istihdam ve kayıt dışı ücretle mücadelede veri analizine dayalı risk odaklı denetim faaliyetleri artırılacak, prim tabanı genişletilecektir” denilmişti. 2025-2027 OVP’sinde de aynı ifadeler kopyala yapıştır olarak yer alıyor. 2024’te çalışma izni harçları ve değerli kâğıt bedeli 1 yıla kadar 7 bin 910 iken 2025’te 11 bin 381 liraya çıkarıldı. Süresiz izin harcı ise 74 bin 45 liradan 106 bin 570 liraya çıkarıldı. Patronların inisiyatifindeki bu uygulamada sigortasız çalıştırılıp maaşlarının ödenmediği veya yarısının ödendiği on binlerce mülteci işçi düşünüldüğünde çalışma iznine erişimde oldukça sınırlı değişimler görüyoruz.
Belli teşvikler ve AB projelerini bir kenara koyduğumuzda çalışma iznine erişim hakkına dair bir yaygınlık söz konusu değil. Çalışma izni ve sigortanın olmadığı kayıt dışı istihdamda sendikalaşma da söz konusu olamıyor. Sendikaların da mülteci işçilerin örgütlenmesi noktasında bir hareketliliği yok denecek kadar az. Tekil örnekler, sınırlı açıklamalar dışında ciddi bir pratik henüz sergilenmiş değil. Adana’da ayakkabı saya işçilerinin yerli-mülteci ortak grevi bu alandaki sınırlı örneklerden. Bu sınırlı örnek bile ortak mücadelenin kazanımı hakkında nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini somut biçimde gösteriyor. Sigortalı olabilen mülteci işçilerin sendikalaşabilmesi, olmayanların sigortalı olabilmesi, olamadığı durumlarda fiili işçi komitelerinde örgütlenmeleri üzerine geliştirilecek yol ve atılacak pratik adımlar Türkiye işçi sınıfının ortak kazanımı olacak ve insanca yaşam mücadelesinde ön açıcı olacaktır.
GGM’ler cezaevine dönüştü
Emek Partisi Antep Milletvekili Sevda Karaca’nın geçici barınma merkezi (GBM) ve geri gönderme merkezlerine (GGM) ilişkin soru önergeleri hak ihlallerini ortaya koyuyor. Soru önergeleri yanıtsız kalırken ihlalleri yaşayanların ifadeleri ve tanıklıkları GGM’lerin cezaevlerine dönüşümü tablosunu ortaya koyuyor. İnsan hakları ihlallerinde mülteciler en korunmasız ve en çok hak gasbına uğrayan kesim. Hukuka erişimin çok sınırlı düzeyde olduğu gerçeği bir yana, avukat hakkına erişilebilen örneklerde dahi mahkemelerin tutumu geçmiş dava örneklerinden okunabiliyor. Devlet izni olmadan mülteciler, ikametlerinin bulunduğu il dışına çıkamıyor. GBM’ler ve GGM’ler kapalı cezaevinden öte adeta işkence merkezine dönüştü. Ulaşabildiğimiz veriler kadarıyla AB; Türkiye’deki geri gönderme merkezlerinin inşası, işletilmesi ve yenilenmesi için en az 213 milyon avro fon sağlamış durumda. Bu fonların nasıl harcandığına dair şeffaf bir veri yok. Fiziki koşulların yetersizliği ve işkence boyutuna varan tutumlar kabul edilebilir değildir.
Geri dönüş kim için?
Suriyelilerin geri dönüşü meselesine dair birkaç söz söylemek gerekirse bu geri dönüş, yalnızca bir “güvenlik” ya da “yük hafifletme” başlığı olarak değil, aynı zamanda insan onuru, haklar ve gönüllülük ilkeleri çerçevesinde ele alınmalıdır. Türkiye’de yıllardır güvencesiz koşullarda yaşayan Suriyeli mülteciler; savaşın yıkımına uğramış, halen istikrarsızlığın hüküm sürdüğü bir coğrafyaya dönmeye zorlanmakta. Oysa birçok mülteci için geri dönüş, yalnızca fiziksel bir hareket değil; gelecek kaygısı, can güvenliği ve temel yaşam koşullarına erişim gibi çok katmanlı sorunları da beraberinde getiriyor. Yapılan saha araştırmaları; Suriyeli mültecilerin büyük çoğunluğunun geri dönmeye hazır olmadığını, ekonomik, sosyal ve siyasal güvenceler sağlanmadan böyle bir dönüşün adil olmayacağını ortaya koyuyor. Zorunlu geri dönüş politikaları da ciddi hak ihlalleri doğurabilir. Türkiye’nin Suriyelilerin geri dönüşü konusundaki politikası, yalnızca insani kaygılarla değil, aynı zamanda bölgesel çıkarlar ve sermaye birikimi stratejileriyle şekillenmektedir. Ankara, Suriye’nin kuzeyinde oluşturduğu askeri ve idari nüfuz alanlarıyla, geri dönüş süreçlerini bir “demografik mühendislik” aracına dönüştürmekte; bu bölgeleri hem siyasi hem de ekonomik nüfuz alanı haline getirmeye çalışmaktadır. TOKİ eliyle yürütülen konut projeleri, altyapı yatırımları ve yeniden inşa ihaleleri, Türkiye kapitalizminin bölgeye dönük amacını açıkça ortaya koymaktadır. Bu bağlamda geri dönüşler, sermaye için ucuz iş gücü ve jeopolitik güç alanı yaratma amacıyla yönlendirilmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin Suriye politikasında emperyalist eğilimler ile neoliberal yeniden inşa dinamikleri iç içe geçmiş durumdadır.
Elbette Türkiye işçi sınıfının, halklarının nihai kurtuluşu eşitsizliğin yok edildiği, etnisitesi fark etmeksizin işçi sınıfının her bir parçasının sömürü ilişkilerinden sıyrıldığı bir dünyada; yani sosyalizm koşullarında sağlanabilecektir. Ancak, o koşulları yaratma mücadelesinin yolu da bunun tekil ya da toplumsal örneklerini artırmaktan geçiyor. Örneğin Adana’da yerli ve mülteci ayakkabı saya işçilerinin omuz omuza vermesi gibi... İşçi sınıfının enternasyonal mücadelesini geliştirmeyi başarabildiğimiz ölçüde insanca yaşam ve çalışma koşullarının yaratılmasını sağlamış olacağız.
/././
Oscar ödüllü Roberto Benigni'den Gazze tepkisi: “Eğer bu acıları hissetmiyorlarsa insan değiller”
Benigni, Gazze’de çocukların öldürülmesine tepki gösterdi: “Çocuklar oyun oynarken biri yaralandığında oyun durur. Peki bunlar neden hala çocukları öldürmeye devam ediyor?”
https://video.twimg.com/amplify_video/1935713618353377282/vid/avc1/480x852/_WIBFwBe_w4EDGJI.mp4
/././
Bu ‘Amerikan savaşı’nda sıra ‘bize’ gelebilir mi? -Hakkı Özdal-
İsrail devleti ve bu devletin donandığı bölgesel, uluslararası çıkarları korumak üzere yapılandırılmış İsrail rejimi; bu rejimin güncel elebaşı Binyamin Netanyahu ve onun hâkim olduğu klik, 2023 Ekiminden beri Ortadoğu’yu kana bulayan bir topyekûn savaş doktrini uyguluyor.
Hamas’ın saldırılarını fırsat bilerek tüm Filistinlilere yönelik bir imha savaşına girişen; Gazze şeridinde yaşayan 2 milyon Filistinliyi tüm dünyanın gözleri önünde soykırıma tabi tutan; Gazze şeridini, benzerini Nazilerin Varşova’da Polonya Yahudileri için yaptığı gibi bir ölüm ve işkence gettosuna çeviren Tel Aviv rejimi, bu soykırım saldırısına başladıktan 10 ay kadar sonra savaşı önce Lübnan’a taşıdı. Lübnan’a ve Hizbullah güçlerine saldırısını, kimi zaman bir tek kişiyi katletmek için mahalle bloklarını yıkmaya, kimi zaman gündelik yaşam içindeki binlerce insanın elektronik cihazlarını, çevresindeki herkes için ölümcül olan bir patlayıcıya çevirecek denli kirli bir savaşa vardırdı.
Ardından tüm Batılı emperyalistlerin, İsrail ve Türkiye’nin de yer aldığı bölge güçlerinin büyük gayretiyle 10 yılı aşkın süredir dehşete ve kana buladıkları, cihatçı vekil güçleriyle içeriden kurt gibi kemirdikleri Suriye’ye nihai darbe indirildi.
Gazze’deki soykırıma gerçek bir tepki gösteren Yemen’i hem İsrail hem de ABD ölçüsüzce bombaladı. Irak’ta ABD-İsrail çıkarları için risk olarak görülen Haşdi Şabi güçlerine ağır kayıplar verdirildi.
Bölgede ABD-İsrail çıkarlarına biat etmeyen tüm güçlerin yönetimlerine suikast, sabotaj ve tuzaklarla saldıran İsrail, İran’ın da askeri ve diplomatik temsilcilerini yok ederek bu ülkeyi kışkırttı. Kendisine yönelik misillemeleri bahane ederek Tahran ve diğer İran kentlerine, bu ülkenin hava savunma kapasitesini de hem sınayan hem yıpratan taarruzlar düzenledi. Aylar sonra girişeceğini herkesin bildiği şimdiki büyük savaşa hazırlandı.
Tüm bunlar bütün dünyanın gözleri önünde, bir avuç ülkenin çoğunlukla etkisiz itiraz ve uyarıları dışında, başta Avrupa olmak üzere merkez kapitalist ülkelerin tamamının desteğiyle gerçekleşti. Gazze konusunda hamasetten öte hiçbir somut adım atmayan, kağıt üzerindeki ticari boykotu bile soykırım başladıktan 8 ay sonra, on binlerce Filistinli katledilmişken başlatan, ama gazetemizin de defalarca dile getirdiği gibi gerçekte bu ticareti hiçbir zaman kesmeyen Türkiye de bu ‘dünya tribününe’ dahildir. Türkiye’nin yönetimini elinde tutan güçler için Gazzelilerin yaşadığı soykırım, ancak ve sadece ‘iç siyaset’ için bir işlev ve anlam taşıdı. İçeride bizim kafamızı şişirirken uluslararası sahnede Güney Afrika ya da Kolombiya gibi ülkelerin yaptığını yapmaya yeltenmediler bile. Tüm dünya Beştepe’den yükselen sözde itirazları, hep alışılageldiği gibi “söylenen ama gereği yapılmayan” tumturaklı sözler olarak dinleyip geçti. Çelik, konserve, postal, yaş meyve, kereste, bisküvi, gömlek, çerez ve diğer malları taşıyan gemiler işlemeye devam etti.
Türkiye’nin yöneticileri, belki sadece İsrail-ABD planlarının ölçeği ve zamanlamasını hesap etmede bazı yanılgılar yaşadılar. Pehlivan tefrikası gibi sürgit uzayacak sandıkları kuru ağız dalaşının ömrünün tükenmekte olduğunu, 2024 sonbaharında Erdoğan’ın BM zirvesi için New York’a gitmesinin ardından ancak anlayıp, gerçek konuya ‘iç cephe’ye döndüler hızlıca.
İsrail’i, çıkarlarını, saldırılarını ve katliamlarını ABD’den bağımsız ve öznel görüp gösteren bir retoriğe devam ettiler. Bu iki ülke ve bölgedeki faaliyetlerinin nasıl sıcak sakız gibi birbirine yapıştığını bilmezmiş gibi, Ortadoğu’yu ateşe veren sadece İsrailmiş de ABD onu durdurmaya ‘ikna’ edilebilirmişçesine oynamayı sürdürdüler. Bölgede akan kanın, neredeyse tüm ülkelere yönelen saldırı ve tehditlerin esasen bir Amerikan savaşı olduğu gerçeğini söylemekten kaçınmakla kalmadılar. “İsrail’in bir sonraki hedefi Türkiye” temalı, yine hamasete dayalı ve yine iç siyaset ve iç cepheye odaklı bir yeni hikaye ürettiler. Bu hikayeye sağdan ve ‘soldan’ alıcılar buldular.
Mevcut haliyle Türkiye, “İsrail’in bir sonraki hedefi” olamaz. Çünkü Türkiye, İsrail ve onu tüm uygarca sorumluluklarından arınmış bir terör devleti olarak kullanan, Alman şansölyenin içten tabiriyle ona “pis işlerini” yaptıran Batılılar ile aynı kamptadır.
Türkiye NATO üyesi, her kritik tarihsel eşikte ABD çıkarları doğrultusunda gönüllü ve/ya mecburi hizalanmış, stratejik olarak Batılı emperyalistlerle müttefik bir ülkedir.
İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na operasyon yapmadan sadece 1 hafta önce, 11 Mart 2025’te Erdoğan, AKP Kongre Merkezi'ndeki “Büyükelçiler ile iftar" programında “Avrupa Birliği'ne üyelik stratejik önceliğimiz” diyordu, “AB, güç ve irtifa kaybının önüne geçmek, hatta tersine çevirmek istiyorsa bunu ancak Türkiye'nin tam üyeliği ile başarabilir.”
Erdoğan, “İsrail’e pis işlerimizi yaptırıyoruz” diyen ama ayın zamanda İsrail’in pis işlerini de yapan Almanya öncülüğündeki Avrupa çetesinin güç kaybını, kendi tam üyeliğiyle tersine çevirmeyi öneren bir Batı muhibbidir. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da 27 Şubat’ta, “Avrupa güvenlik mimarisi yeniden oluşacaksa bunun Türkiyesiz olması mümkün değil. Türkiye'yi dışarıda bırakan bir güvenlik mimarisi fazla gerçekçi değil” demişti.
Dolayısıyla İran’a saldırı, Türkiye’yi yöneten güçler için bir tehdit değil aynı zamanda fırsat olarak görülmektedir. Bu yüzden, İran’ın başına geleceklerin yönü ve doğrultusunu belirlemek gayreti dışında kategorik bir itirazları olmamıştır. Türkiye İslamcılarının mezhepçi ve özellikle de Şii karşıtı genomu bu tabloyu yaratmaya son derece uygundur.
21. yüzyılın başından itibaren Irak’ı, Libya’yı, Lübnan’ı, Suriye’yi güçten düşüren, bunları en temel işlevlerini yerine getirme kabiliyetini kaybetmiş birer “failed state” olarak devre dışı bırakan Amerikan savaşının Türkiye için böyle bir planlaması yoktur.
İran için de güçten düşmüş, askeri ve teknik kapasitesi çökertilmiş ve nihayet, ABD-İsrail’in bölgesel ve küresel çıkarlarıyla uyum içinde bir rejimle yer değiştirmek üzere mevcut rejimi yıkılmış bir senaryo planlandığı açık. Bu İsrail-Amerikan savaşının hedeflerinden biri İran’daki rejimi, eski kuklalarına benzer bir işbirlikçi rejim ile değiştirmektir. O halde İran’daki rejimin değişmesi kadar ‘nasıl ve ne yönde’ değiştiği de önem kazanır.
Türkiye’nin bu savaşın bir sonraki hedefi olduğu yönündeki palavra ve İran ile İsrail’in “birbirini yiyen gericilikler” olduğu yönündeki liberal dikotomi bir yana, dünya ve bölgedeki tüm başat değişikliklerin Türkiye’nin iç siyasi yapısına, dolayısıyla ‘iç cephe’ düzenine doğrudan etki ettiği unutulmamalıdır. Başka bir yazıda devam etmek üzere şimdilik sadece değinmek gerekirse, 1989-1991’deki büyük alt üst oluşlar sırasında işçi sınığı doğrudan hareket halinde ve sokakta olduğu için Türkiye bu dönüşümden demokratik yönde etkilenmiştir.
/././
Yapay zeka aptallaştırıyor mu?-İsmail Gökhan Bayram-
Geniş dil modellerinin (LLM) gerek kurumsal gerekse de bireysel olarak kullanımının pek çok işte yaygınlaşması kimi ciddi problemleri beraberinde getirdi. Birbirine fazlasıyla benzeşen metinler, atıf yapılmadan birebir araklanan alıntılar, uydurma referanslar, yanıltıcı bilgiler gibi sıkıntılar tartışmanın bir ayağı. Tartışmanın diğer ayağını ise bilmeden/öğrenmeden üretme, becerilerin kullanılmadığı için körelmesi ve fikri tembellik gibi başlıklarla tanımlayabiliriz. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) Medya Lab’ı tarafından birkaç gün önce yayımlanan bir çalışma tartışmanın bu ikinci kısmına biraz da olsa ışık tutuyor. “Ön baskı” olarak yayımlanan çalışma “ChatGPT’deki beyniniz: Deneme yazma görevi için yapay zekâ asistanı kullanırken bilişsel borç birikimi”[1] başlığını taşıyor. Söz konusu çalışmanın bir ön baskı olduğunu, hakemli bir yayın olmadığını, örneklem kümesinin oldukça küçük ve seçmece olduğunu dolayısıyla sonuçlarının mutlak bir gerçekliğe işaret etmediğini önden not düşmemiz gerek.
Çalışma üç gruba bölünmüş 54 kişinin verili konularda makale yazmaları sırasında beyin aktivitelerinin EEG ile takip edilmesine dayanıyor. Gruplar ise ChatGPT desteği ile yazma, Google arama motoru desteği ile yazma ve destek olmadan yazma şeklinde bölünmüş. Üç grup arasında en düşük beyin etkileşimi ve en düşük performans ChatGPT desteği ile makale yazan grupta. Dahası ChatGPT destekli grubun birkaç ay süren çalışmada gün geçtikçe daha tembelleştiği ve tümüyle ChatGPT’den kopyalayıp yapıştırarak makale “yazdığı” gözlemlenmiş. Gruplar arasındaki en keskin ayrımlardan biri kendi makalesinden parçaları hatırlama ve tekrar edebilmede gözlemlenmiş.
Çalışmanın yöntemi de sonuçları da sonuçlara dair yorumları da tartışmaya açık. Ancak LLM’leri biraz olsun kullanan ve teknoloji patronlarının daha fazla satış için ortaya saldığı propaganda rüzgarından etkilenmeyen pek çok kişinin gözlemleri ve pratikleri ile örtüşen bulgular bunlar. Aslında benzer bir süreç Internet’in yaygınlaşması ile birlikte eğitimde yaşanmıştı. Kitap özetleri ve ödevleri içeren web sitelerinin nasıl mantar gibi türediğini hatırlayanlar olacaktır. Bu durumun ne gibi sonuçları oldu, ödevler gerçekte lüzumsuz muydu, ödevleri yapmak için bu tip siteleri kullananlar potansiyellerinin altında mı gelişti gibi soruların yanıtı zor. Ancak aynı sorular şimdi geniş dil modelleri açısından da tartışılmak zorunda.
Öğretmenler, öğrenciler, doktorlar, mühendisler, programcılar, ofis çalışanları… Geniş bir kitle LLM’leri çeşitli işlerde kullanıyor. Kimi daha basit pratik işler için, kimi ise oldukça karmaşık işlerin çözümünde. Pek çok iş bu sistemler sayesinde otomatik ya da yarı otomatik hale geldi. Bir e-posta mı yazılacak? Ver bilgileri, ver konuyu, tanımla üslubu; yapay zeka yazsın. Bir analiz mi yapılacak? Ver verileri, belirt bağlamı; yapay zeka yapsın. Tabii LLM’lerin sonuçlarına güvenebilirsen. Pek çok işte LLM’lerin çıktılarının kontrolünü yapmak işi sıfırdan yapmaktan daha zahmetli çünkü. Verili bir işi bir süre yapıp ilgili konuda öğrenecek pek bir şey kalmadığında işin otomasyonu hem kolaylaştırıcıdır hem de otomasyonun hayata geçirilme süreçleri öğreticidir. Ancak LLM’lerle birlikte tartıştığımız otomasyon süreçleri çoğunlukla nasıl yapıldığı bilinmeyen işlerin karmaşıklık seviyesi giderek artan otomasyonları. Bu sürecin olağan sonuçları arasında LLM’lerin çıktıların niteliğini, doğruluğunu değerlendirebilecek kişi sayısının azalması ve doğruluğu belirsiz içeriklerin dört bir yanı işgali var. Internet açısından bu işgal zaten başlamış durumda. LLM’ler aracılığı ile üretilmiş; nitelikleri ve özgünlükleri tartışmalı milyonlarca makale milyonlarca görsel halihazırda dolaşımda.
İnsanların uzun, sıkıcı okumalara ilgilerini kaybetmelerinin ardından kitapların önce beş dakikalık özetler haline dönüşmesi, sonrasında büyük ölçekte ortadan kalkmaları ve ardından yasaklanarak itfaiyecilere kitapları yakma görevi verilmesi Ray Bradbury’nin 1953 tarihli distopyası Fahrenheit 451’in hikayesinin önemli bir parçasını oluşturur. Bradbury’nin distopyasında değiliz ama ne kadar uzağında olduğumuz da tartışmalı.
Dipnotlar:
Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) adli ve idari yargıda yaz kararnamesini tamamladı. Kurul, adli yargıda 3 bin 698 idari yargıda 338 olmak üzere toplam 4 bin 36 hâkim ve savcının görev yerini değiştirdi.
HSK kararnamesiyle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun diplomasını iptal eden İstanbul Üniversitesi'ne karşı açılan davaya bakan İstanbul 5’inci İdare Mahkemesi heyetinin dağıtıldığı ortaya çıktı.
T24’ten Asuman Aranca’nın haberine göre, HSK kararnamesiyle idari yargıya ilişkin en dikkati çeken değişiklik, İmamoğlu'nun diplomasını iptal eden İstanbul Üniversitesi işlemine karşı İstanbul 5. İdare Mahkemesi'nde açılan davaya bakan heyette gerçekleşti. Silivri cezaevinde bulunan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun diplomasının iptali işlemine karşı açtığı davaya bakan İstanbul 5. İdare Mahkemesi, ara kararında, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan bilgi ve belge istemişti.
Mahkeme, İstanbul Üniversitesi'ne, İmamoğlu'nun yatay geçiş şartlarını taşımadığının nasıl tespit edildiğini, mevzuata aykırı olan hususun hangi açıdan 'yokluk' ve 'açık hata' hali oluşturduğunu sorarken, YÖK'e de üniversitelerin 1990 yılında yatay geçiş kontenjanlarını nasıl belirlemesi gerektiğini, bu bağlamda üniversite tarafından yapılan eksiklik ya da hatanın neler olduğunu sormuştu.
Mahkeme, İstanbul Başsavcılığı'ndan da İmamoğlu ile ilgili yürütülen diploma soruşturma dosyasının bir örneğini talep etmişti. Mahkeme, davalı İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü'ne savunma ve ara karardaki sorulara yanıt vermesi için 30 günlük süre vermişti.
Cevap gelmeden üyeler değiştirildi
Bu davada 30 günlük süre dolduktan sonra İstanbul Üniversitesi bilgi ve belgelerin temini için mahkemeden 30 günlük ek süre talep etmişti. Üniversiteden cevap gelmeden İstanbul 5. İdare Mahkemesi Başkanı Recep Şendil ve Üye Dr. Gün Yazıcı HSK'nın açıkladığı idari yargı kararnamesiyle İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Üyeliği'ne getirildi. Heyette sadece Neslihan Türkcan Demir yerinde kaldı.
24 ilin başsavcısı değişti
Adli yargıya ilişkin olarak da HSK kararnamesi kapsamında 24 ilin başsavcısı değişti. Ankara Batı Cumhuriyet Başsavcısı Mustafa Gökçe, tenzili rütbe ile Yargıtay savcılığına atanırken, yerine Kayseri Bölge Adliye Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcısı Burhan Bölükbaşı getirildi. Konya Cumhuriyet Başsavcısı Halil İnal da Ankara Bölge Adliye Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcısı Hüseyin Yalçın’ın yerine atandı. Yalçın da Yargıtay savcılığında görevlendirildi.
Özel'e saldırı davasını açan savcı Başsavcıvekili oldu
Kararname ile Özgür Özel'e saldıran Selçuk Tengioğlu'na dava açan İstanbul Cumhuriyet Savcısı Edip Şahiner İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekili oldu.
Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ hakkında dava açan İstanbul Cumhuriyet Savcısı Mehmet Ateş Tatvan Cumhuriyet Başsavcısı yapılırken, Ankara Batı Başsavcısı Mustafa Gökçe tenzil-i rütbe sayılabilecek bir görev ile Yargıtay Savcılığına getirildi.
İstanbul Başsavcılığı terör suçları bürosunda görevli bazı savcıların da İstanbul ve İstanbul Anadolu savcılıklarında Başsavcıvekilliğine atanması dikkat çekti. Sinan Ateş ve Ayhan Bora Kaplan davalarına bakan Ankara 32. Ağır Ceza Mahkemesi'nin başkanı Mehmet Güven de Ankara İstinaf savcılığına atandı.
Ankaraya ilk kez bir kadın başsavcıvekili atandı. Ankara Cumhuriyet Savcısı Pınar Akdoğan, Ankara başsavcıvekilliğine getirildi.
Balyoz davaları sürerken verdiği tahliye kararlarıyla dikkat çeken hakim Oktay Kuban İstanbul hakimliğinden İstanbul Ticaret Mahkemesi Başkanlığına atandı.
Zeydan'ın adaylığının iptali kararına şerh koyan hakim Ankara'ya atandı
Van İl Seçim Kurulu Başkanı olarak görev yaparken, "Terör örgütüne yardım etmek" iddiasıyla yargılandığı davada 3 yıl 9 ay hapis cezasına mahkum edilmesinin ardından görevden alınan Van Büyükşehir Belediye Başkanı Abdullah Zeydan’ın adaylığının iptali kararına muhalefet şerhi koyan Van Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Murat Altundere, Ankara Batı Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığına atandı.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder