28 Şubat 2022 Pazartesi

Kılıçdaroğlu'nun 28 Şubat kararı: Cumhuriyet'le hesaplaşmayı Erdoğan'a ve 100. yıla bırakmadı - Aydemir Güler / SOL ANALİZ

 Kemal Kılıçdaroğlu 28 Şubat 2022’de 28 türbanlı kadınla bir araya gelecekmiş… Cumhuriyetçiliğin mezarına son çivinin bugün çakılacağını sananlar varsa avuçlarını yalarlar.

Bundan yirmi beş yıl önce başbakan Necmettin Erbakan’dı. Yani Erdoğan öncesi çağda Türkiye İslamcılığının tarihsel liderliğini yürütmüş olan şahsiyet… Haziran 1996’da Cumhurbaşkanı Demirel bir hükümet krizinin ardından görevi kendisine vermiş, o da Demirel’in Çiller’e devrettiği Doğru Yol Partisi’yle koalisyon yolunu tutmuştu.

Yeri gelmişken; işte burjuva siyaseti böyle bir partiler mezarlığıdır! Çok uzak olmayan bir geçmişten söz ederken bile ahı gitmiş, vahı da kalmamış birtakım partilerden söz etmek durumunda kalıyoruz…

DYP ve Refah Partisi’nin protokolünde hükümete bayağı uzun bir ömür biçiliyormuş olsa gerek ki, Necmettin Hoca’nın iki yıl sonra başbakanlığı Tansu Hanım’a devretmesi öngörülmüştü. Koltuğun keyfini o da biraz sürecek, sonra da seçim olacaktı. Öyle olmadı…

28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu toplantısının resmi çıktısı olarak yayınlanan bildiri siyasal atmosferi değiştirdi. Daha sonraları konuyu değerlendirirken, Erbakan “ya Orduya rest çekip ayrılacak, ya da uzlaşacaktık” diyor. İstifasını vermek yerine yirmi beş yıldır lanetlene lanetlene lanetlenmesi bitmeyen MGK bildirisine başbakan sıfatıyla imzasını koydu Erbakan. Bunların uzlaşmaları böyle acayip oluyor. Siyasal bir uzlaşmadan ziyade ikiyüzlülük, riya, takiye gibi kavramlara uyuyor.

Erbakan uzlaşmacılığı genel başkanı olduğu RP hakkında kapatma davasına engel olmadı… İmzalamak yetmemişti, yalaması gerekiyordu. 1995 seçimlerinde “Tamam İnşallah” yazan son afişlerinde sergilenen o afra tafrasını hatırladığımız İslamcı partinin lideri Haziran ayında istifasını sundu. Ama protokolde Demirel’in imzası yoktu ki! Hoş; olsaydı da Süleyman Bey’in ünlü oportünizmi “dün dündür bugün bugündür” veciziyle çıkardı işin içinden. Cumhurbaşkanı hükümet kurma görevini Çiller’e vermeyerek yeni bir oyun başlattı. Ülke önce 1999, sonra 2002 seçimlerine kadar dinci partiyi dışta bırakan koalisyonlar tarafından yönetildi.

Bugün memlekette anılan “kara gün”ün politik manası dinci partinin hükümet dışına çıkartılmasıdır. Üstelik birkaç yıl içinde bir daha geri gitmemek üzere dönecek şekilde dışına çıkartılması!

Bu arada 2000 yılında Cumhurbaşkanlığına yeni bir isim, Ahmet Necdet Sezer seçildi. 2001 Şubat’ında bir toplantı çıkışında başbakan Ecevit, sinir küpü halinde ve henüz sağlığı bozulmamış olmasına karşılık eli ayağı tir tir, Sezer’in kendisine Anayasa kitapçığını fırlatıp olmayacak hakaretlerde bulunduğunu basına açıkladı. Ekonomi anında takla attı.

Epey zaman sonra Sezer aralarındaki anlaşmazlığın Bülent Ecevit’in Erbakan’ın yeni partisi Fazilet’in kapatılmaması için kendisinden bir şeyler yapmasını isteyip durması olduğunu anlatacaktı. Kitapçık ise havada uzun süre uçtuktan sonra 2002 Kasım ayında AKP’nin seçimin galibi olmasıyla inecekti yere…

Fazilet’in kapanmasına engel olamayan ve Fethullah Gülen’le sıcak ilişkileri bulunan Ecevit’in siyasi yaşamı parkinsonla kapanmak zorunda değildi, ama öyle oldu. 2000’li yıllara damga vuracak ekonomi politikalarının mimarı Kemal Derviş’i de o çağırmıştı iş başına. Sosyal-demokrasinin başına geçen Deniz Baykal, Ecevit’ten eksik kalmadı ve Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasağının kalkması için üstüne düşeni yaptı. Onun da Cübbeli Ahmet Hoca’yla yakınlığı biliniyordu.

Bu hep netameli bir tarihtir. Ecevit’in Meclis kürsüsünde başörtüsünü ipe çekerken kapalı kapılar ardında İslamcılara gösterdiği hoşgörü nedir? Amerikalı Derviş’i herhalde hatırlatanlar olmuştur. Bu loş ortam burjuva siyasetinin bir diğer vazgeçilmez özelliğidir. Kimin elinin kimin cebinde olduğu açık edilemeyeceği için yarı karanlıkta yaşarlar. Ancak bu detayların gün gelip aydınlatılması yararlı olacaksa da, esas olan işin dedikodu faslı değil, siyasal, sınıfsal özüdür.

On yılda ters yüz

28 Şubat nedir, neden ana muhalefet partisi laik cumhuriyeti kurmuş olmaktan dolayı taşıdığı vicdan azabını gidermek için o tarihi seçer?

İddia odur ki, Türkiye’de laik dikta rejiminin asker çizmeleri altında çok İslamcı ezilmiştir ve 28 Şubat İslamcılardan özür dileme günüdür.

Laik sanılan ama Türk-İslam sentezci 12 Eylül cuntasının yetiştirmesi askerler 28 Şubat bildirisinin ilan ve teyit ettiği “irtica ile mücadelenin” bin yıl süreceğini söylemişlerse de, yirmi beş yıl sonra elde avuçta bir şey kalmamış gibidir.

İlk ters yüz edilme vakası ise onuncu yılda karşımıza çıkmıştır. 2007’de 12 Eylül türünden laik askerlerle imamların partisi AKP el sıkışacaktır.

İyi de, nedir bu 28 Şubat? 28 Şubat irticayla mücadele derken Türkiye’de dinci gericiliğe köstek mi olmuştur, yoksa destek mi? 28 Şubat’la düzeltmek istenen bir şeyler olduğu kesindir. Peki, öncesi ve sonrasıyla birlikte değerlendirildiğinde Türkiye’de nelerin düzeltilmeye tabi tutulduğu söylenebilir? Kuşkusuz siyasal gelişmeler toplum mühendislerinin ürünü değil, karmaşık siyasal mücadelelerin sentezi olarak biçimlenir. Ama 28 Şubat’ta ortaya konduğu iddia edilen ve bugün lanet okunan inisiyatif nasıl bir kırılmaya uğramıştır? Veya uğramış mıdır?

On yıl sonra, 2007’de Genelkurmay sitesine asılma yoluyla bir “laik TSK” bildirisi daha yayınlanır. Ancak sadece bir hafta sonra dinci başbakan Erdoğan ile laik genelkurmay başkanı Büyükanıt Dolmabahçe’de bir araya gelir! Kılıçdaroğlu’nun mantıken o buluşma tarihini de atlamaması ve bu kez hayırla anmak üzere bir etkinlik düzenlemesi gerekir…

Dolmabahçe’yle birlikte rastlantı olduğunu söyleyemeyeceğimiz biçimde, o sıra yüksek seyreden Cumhuriyet Mitingleri boşa düştü.

Seçim olacaktı; mazlumluğu iyi satan ama bunun yanına bir de askerleri dize getirişini ekleyen AKP seçim kazandı.

Sezer’in görev süresi bitiyordu; son laik devlet başkanı olduğundan kuşku duyamayacağımız Ahmet Necdet Bey koltuğu Abdullah Gül’e bıraktı.

AKP değil, ama hakkındaki kapatma dosyası kapandı. Onun yerine Ergenekon davası açıldı.

Ergenekon kumpasının ciddiye alınmaması mümkün değildi; Hrant Dink 19 Ocak 2007’de öldürülmüştü! Biliyoruz ki, Dink katledildiğinde bütün istihbarat ve emniyet mekanizması Fethullahçıların eline geçmiş bulunuyordu.

28 Şubat 1997’de çekilen fotoğrafta yükselen İslamcılığın tasfiye edilmek istendiği resmedilmişti. On yıl sonra artık 1923 Cumhuriyeti topa tutulmuş, dökülmeye başlamıştı bile…

Bu on yıl boyunca sosyal-demokratlar İslamcıların yoluna halı sermeye çalışmış, bunda başarılı da olmuşlardı. İslamcılarsa zaten liberallerle cephe halindeydiler. Mücadele ediyormuş gibi görünmek de askerlere düşmüştü; ki, o da lazımdı! Anlayacağımız, hepsi oradaydı…

Bu on yılda İslamcı partinin kadroları için saha temizliği yapılmıştı. Eski liderliğin Batı karşıtı demagojisinin yerine liberal, AB’ci, merkez medyanın “değiştiler, değiştiler” diye anons edebileceği bir kadro almıştı. Bu parti kapatılmıyor, sadece uyarılıyordu. Herhalde dikkat etmesi, Türkiye toplumunun laiklik sinirleri el birliğiyle alınmaktayken aptalca işler yapmaması için!

Bu on yılın bir bölümünde İslamcıların da üstünde oynayabilecekleri bir ekonomik zemin bizzat sömürge valisi kılıklı bir ekip tarafından inşa edildi. Kriz vardı ve hiçbir şey bundan daha kötü olamazdı. Kemal Derviş de pek sempatik ve bilgili bir teknokrattı…

Kürt sorunu da bir başka zemine taşınmıştı bile. 1999’da çok devletli bir operasyonla yakalanan Öcalan, hapishane adasında barış sürecini bekliyordu. En kolayı solda AKP’nin demokratik devrimini selamlayan unsurları öne çıkartmak oldu; ne yazık ki… Kürt milliyetçiliği ise liderini yakalatan istihbarat örgütlerinin Batılı emperyalist patronlarını demokrasi mücadelesinde yanında bulmaktan pek mutlu oluyordu. “Hepsi oradayken” emperyalizm nasıl eksik kalabilirdi ki…

On yılda gerçekten de siyasal hayat ülkemizde ters yüz mü oldu? Birinci Cumhuriyetin laik direnişi İslamcıların saldırısına dayanamamış mıydı? Cumhuriyet’in yıkılası bir diktatörlük, asker vesayeti, içe kapanma ve Kürt sorununa askeri çözümsüzlük anlamlarının hepsine birden geldiğinin tescillenmesi kimin eseriydi?

Geldik 2022’ye… Kılıçdaroğlu’nun Şubat’ın 28’inde 28 türbanlı kadınla buluşacak olması bu soruların yanıtını içermektedir. Kılıçdaroğlu’nun 25 yıl geriden çıkartılan mesajı geleceğe verilmektedir. Buna göre Türkiye siyasetinde İslamcılığın mazlum ilan edilmesiyle çizilmeye başlanan tasarımın gelecekte tastamam korunacağı ilan edilmektedir. Tayyip Erdoğan 2023’ü Cumhuriyetle hesaplaşma yılı ilan etmişti. Kılıçdaroğlu buna gerek kalmadığını, 2022’de kayıt altına almaktadır. Cumhuriyet’in mezarına bir tas su da kurucu partiden serpilmektedir.

Stalin’in pek sevdiği bir soruyu ödünç alırsak, bu bir tesadüf müdür?

Tarihin yanıtı

Bu soruya artık “tarih” yanıt verebilir. 28 Şubat 1997’nin üstünden çeyrek asır geçmiş bulunuyor. Sözünü ettiğimiz Cumhuriyet tarihinin topu topu 100 yıl çektiğini düşünürsek, bu süre azımsanamaz. Öyle “konjonktür”, “dönem” gibi terimlerin yerine tarih kavramının tercih edilmesi yerinde olacaktır.

28 Şubat süreci, 1923 Cumhuriyetinin yıkılış tarihidir. Bugün devam ettirmeye çalışmaları, daha doğrusu üstünde tepinmeleri bundandır.

Hiçbir anında emekçiler açısından demokratik bir karakter taşımamış olan Cumhuriyet’in yurttaş kategorisi ile kapitalist yol arasındaki uyumsuzluk on yıllar boyu adım adım, bazen de sıçramalı biçimde şiddetlendi. Kapitalist Türkiye’nin 1970’lerdeki krizinden sonra 12 Eylül faşizmi, “yurttaşı” Türk-İslam senteziyle ve cemaatlerle kuşatma stratejisini ilan etmişti. Emekçi yurttaşların hakkını aramasının yerini sadaka kültürü almalıydı. 28 Şubat, öncesindeki bu tercihle ve sonrasında aynı yöndeki AKP pratiğiyle birlikte okunmalıdır.

Laikliğin ilgası öyle bir çırpıda yapılabilecek iş değildi. Şeriatçıları toplasanız çarpsanız bu ölçüde bir siyasi enerji çıkmazdı. Laik Cumhuriyet kriminalize edilmeliydi. 28 Şubat sahneye silahı çıkartıp koymuş oldu. Gericiliği durdurmak için kullanılmayan bir silah, gericiliğin silahlandırılması anlamına geliyordu. Bunları silahlandırmanın en iyi yolu cahil köy imamı imajını silmekten geçiyordu. Ve silah illa ki patlayacaktı. Yalnızca Hrant Dink değil, Diyarbakır’ın Sur’u, Gezi’nin çocukları, intihar eden müzisyenler, kovite teslim edilen emekçiler, yurtdışına kaçan hekimler, Suriye’de ölen ve öldürenler… Saymakla bitmeyen bir uzun liste Cumhuriyet’in tasfiyesiyle bağlantılıdır.

Cumhuriyet bağımsızlıktı. Kapitalizm yolu ise emperyalizme entegrasyon. Türkiye kapitalizmi krizini aşmak için emperyalizmle tam boy bütünleşmeyi tercih etmek durumundaydı. Yurtta Sulh Cihanda Sulh’un yerini küreselleşme, sınırların önemsizleşmesi, uluslararası tahkim ve Avrupa Birliği alabilirdi. Bunu yaptılar. İslamcısı, solcusu, demokratı, faşisti, liberali yurtseverliğin kriminalize edilmesi için Avrupacılıkta birleştiler.

Sovyet sonrası döneme girilmişti ve emperyalizm Ortadoğu’da eski dengeleri yerinden oynatmak istiyordu. Türkiye ilk oynatılan taşlardan biri oldu ve başkalarını oynatmak için işlev üstlendi. Irak’ın işgalinde rol almak için takvim henüz erkendi, ama sıra Suriye’ye gelene kadar süreç olgunlaştı. Bunu yılların NATO’cuları kolay kolay beceremezdi. Onlar yerine yıllarca Batı karşıtı bir demagoji yürütmüş olan İslamcılar, Osmanlıyı diriltme fantezileri üstünden iş görebilirlerdi. Öyle de oldu…

Kapitalizm sonsuz kâr arayışıdır. Kamu yararını kendi kârından yapılan hırsızlık sayacak kadar ahlaksızlaşan bir sınıftan söz ediyoruz! Türkiye Cumhuriyeti hakkında son komünist devlet bile denildi ve özelleştirmecilik aldı yürüdü. Bu işleri de on yılların soyguncularının bizzat yapması pek sempatik görülmeyecekti. İmamlara yaptırmayı akıl ettiler! Demokratikleşme, Batılaşma, Müslümanların özgürleşmesi, hepsi kamu işletmelerine el koyma, akla gelebilecek her şeyi metalaştırma paketinin parçası yapıldı.

Müslümanlara zulmün simgesiyse türbandı. Kız çocukları dendiğinde tarikat kültüründe akla ne geldiğini yaşadık ve öğrendik: Taciz, tecavüz! Ama cumhuriyetin yarattığı kamuoyu kız çocuklarında somutlanan bir yasağın arkasında duramayacaktı. Buradan yola çıktılar ve Kurtuluş Savaşı’nı “keşke Yunanlılar kazansaydı” bile dediler. Çanakkale’ye köprü yapma bahsi açıldığında “Çanakkale Geçilir” diye şaka yapmak geldi akıllarına! Türban, ta 1990’larda komünist öğrencilerin yazdıkları gibi dinci gericiliği örtüyordu. Dinci gericiliği ve Cumhuriyeti yıkma operasyonunu!

28 Şubat 1997’yi izleyen çeyrek yüzyıl bu sürece sahne oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nde tarihsel ilerleme kapsamında görebileceğimiz, birer kazanım sayabileceğimiz, gerisine düşmeyi halkın çıkarları açısından asla kabul etmeyeceğimiz ne varsa, hepsine tecavüz ettiler. 28 Şubat bu gelişmelerin önünü açmaya yaramıştır.

Geriye düşmemenin formülü…

Formül basittir. Geriye düşmemek için ileri yürünmesi gerekir. 28 Şubat laikliği savunamazdı ve gericiliğin önünü açması kaçınılmazdı.

Bu kaçınılmazlığı görmeyen 28 Şubatçılar aptaldır.

Bu kaçınılmazlığı bile isteye inşa edenlerse alçak…

Tarihin hükmünü vermesi için 25 yıl yeter de artar bile. 28 Şubat Türkiye’de sermaye düzeninin dinci-liberal döneminin inşasında dönemeç noktalarından biridir.

Dincilikle de sermayenin diğer ilkeleriyle de mevcut durumu muhafaza ederek değil ileriye yürüyerek mücadele edilir.

Tarihsel ilerleme olarak burjuva cumhuriyetini ilerletmek ve dolayısıyla sahip çıkıp korumak artık sosyalizmle mümkündür. 28 Şubat’ın aptalların mı alçakların mı hanesine yazılması gerektiği bizi ilgilendirmiyor. “Şimdi onun zamanı mı” diye sosyalizme burun kıvıran, “önce mevcudu elde tutalım, fazlasını sonra düşünürüz” diyenler işin bu kısmıyla uğraşabilirler.

Bizse başladığımız yerden bitirelim. Kılıçdaroğlu’nun konukları laikliğin nasıl bir zulüm olduğunun resmini çekecekler belli ki. Bu koca yalan, artık geçmişte kalan laiklik uygulamalarını hedef alıyor olamaz. Yeni hedefleri, tüm yurttaşların hem yasalar önünde hem de toplumsal yaşamda eşit olacakları bir işçi sınıfı laisizmidir.

Türkiye’nin geleceği oradadır.

 Aydemir Güler / SOL ANALİZ


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder