Meksika Yazıları(I): Meksika halkının Aztek kökeni- Erhan Nalçacı-
Söz konusu sistematik sömürü sistemi tabi ki askeri güce dayanıyordu ama bu yeterli değildi, bütün feodal imparatorluklarda olduğu gibi koyu bir dini inanç toplumun merkezine çakılmıştı.
Kısa bir süre için Meksika’da bulunmamı fırsat bilerek Meksika tarihi hakkında bir yazı dizisini okurlarla paylaşmanın yararlı olacağını düşünüyorum.
İlk yazıda Meksika’yı ve halkını daha derinden kavramamıza neden olacak antik tarihini, ama özelikle Aztekleri ele alalım. Aztekler ve Azteklerin İspanyollar tarafından yıkılışı sadece Meksika’nın bugününü anlamamız için gerekli değil, aynı zamanda tarihsel materyalizmi geliştirmek için de gerekli.
Bazılarınıza bu yazıda uğraştığımız konular güncel siyasetin yakıcılığı içinde gereksiz gelebilir.
Oysa 1989 karşıdevriminden sonra Marksizm ağır bir saldırı altında kaldı. Bugün genel olarak dünyada devrimci bir atılımın eşiğindeyken Marksizm’i ve tarihsel materyalizmi parlatmak zorundayız. Unutmayalım bir kuram ne kadar çok veriyi açıklarsa o kadar parlak ve yol gösterici hale gelir.
Marx ve Engels Morgan’ın Kuzey Amerika yerlilerini ele alan Eski Toplum kitabına iyi çalışmışlar ve buradan önemli bir klasik olan Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni kitabı ortaya çıkmıştır. Ancak Kuzey Amerika yerlileri henüz tarım ve hayvancılığa geçmiş, sınıfsız bir toplum yapısı gösteriyorlardı.
Oysa tarımın çok daha fazla geliştiği ve nüfusun en yoğun hale geldiği Orta Amerika’da kıtanın ilk sınıflı toplumları ortaya çıktı. MÖ. 1500’lü yıllarda Olmek uygarlığı Orta Amerika sınıflı, devletli toplumları için ilk örneği oluşturdu. Aristokrasi ve köylülüğe dayalı bir kast sistemi olan Olmek kültürü İndüs, Mezopotamya ve Mısır’dan 1500 sene sonra onlardan tamamen bağımsız olarak ortaya çıkarak sonraki tüm Orta Amerika’daki toplumsal yapılar için belirleyici oldu.
Bu bağımsız olarak gelişen ve zamansal olarak paralel giden yapılara bakınca karşılaştırmalı tarihin tarihsel materyalizmi sınamak ve geliştirmek için ne kadar gerekli olduğunu bir kez daha anlıyoruz.
Christoph Colomb’un Amerika’ya varışından 27 yıl sonra 1519’da 11 gemiden oluşan İspanyol donanması Cortez’in komutasında kelimenin tam anlamıyla Aztek devletini yıkmak ve üzerine çöreklenmek üzere Meksika Körfezi’nde ilerliyordu.
İki yıl süren mücadeleden sonra Aztekler yenildiler, İspanyollar şu anda başkent Meksiko’nun altında kalan Aztek başkenti Tenochtitlan’ı ele geçirdiler. Bir yandan büyük bir kıyım oldu, gerek savaş ve katliamlar, gerekse çiçek hastalığına bağışık olmayan yerlilerin kitlesel ölümü yenilgiyle birlikte gitti.
İspanyol Krallığı tarihsel olarak defalarca örneği görülen çöreklenme operasyonunu başlattı. Görevlendirilen Fransisken rahipleri eski kültüre ilişkin bir imhayı sürdürürken Katolikliği eski dinin yerine geçirmeyi hedeflediler. Hatta eski Aztek diniyle Katoliklik bir miktar harmanlaşmış oldu bu coğrafyada. Bu İspanyolların yerel halkı kontrol etmesini güçlendiren başlıca bir unsur oldu. İspanyollar Meksika’ya Afrika’dan köle getirmediler, yerel halkı toprak kölesi olarak kullandılar.
Antropolojinin başlangıcı genellikle Fransız burjuvazisinin sömürgeleştirilen Afrika halklarını kontrol etmek için onları bilme/anlama isteğinden kaynaklandığı söylenir. Oysa çok önce İspanyol egemenleri Aztekleri anlamak için birçok kişiyi görevlendirdiler. Bölge dillerini öğrenen bu ekiplerin arkalarında bıraktığı ve günümüze erişen Aztek Kodeksleri bir miktar sömürgeci mantığını ve çarpıtmasını içerse de çöreklenilmiş bir toplumsal yapı hakkında eşsiz bir derleme sundu.
Aztekler Orta Amerika’da sanıldığı gibi eski değildir, MS. 1000’li yıllardan sonra kuzeyden gelen bir kavmin giderek yerel toplumu ve şehir devletlerini ele geçirmesine dayanır. Özellikle MS. 1300’lü yıllarda tarımdaki gelişmeler ile bir nüfus patlaması yaşanmış, şehir devletlerinin ittifakına dayanan yayılmacı ve feodal bir imparatorluk doğmuştur.
Azteklerin üretim tarzının bir antik feodalizm olduğunu söyleyebiliyoruz. Toplumun %10 kadarını oluşturan soylular geri kalan %85 gibi bir köylü nüfusunu vergiye bağlamıştı. Ücretli emek gücünün söz konusu olmadığı bu toplumda nüfusun %5’i kadarı savaş esiriydi ama üretimdeki rolleri başat değildi.
Tüm eyalet ve kasabalara dağıtılmış vergi ağı İspanyollar tarafından çok iyi araştırılmıştır. Henüz paranın icat olmadığı Azteklerde vergiler emek rant veya ürün rant olarak ödenmektedir. Örneğin, vergiye bağlanan bir eyaletin 16 kasabası yılda iki kez belirlenen sayıda peştamal, etek ve kolsuz üstlük göndermek zorundaydı.
Vergi olarak gelen ürünler başkent Tenochtitlan’da saray ve tapınaklarda istiflenir, el konmuş büyük bir zenginliğe işaret ederdi.
Söz konusu sistematik sömürü sistemi tabi ki askeri güce dayanıyordu ama bu yeterli değildi, bütün feodal imparatorluklarda olduğu gibi koyu bir dini inanç toplumun merkezine çakılmıştı. Ele geçirilen kent ve bölgelerin tanrıları birleştirilmiş çok tanrılı sofu bir toplum doğmuştu. Tenochtitlan’ın tam merkezinde devasa piramitlerden oluşan dini tören alanı sömürünün büyüklüğü ile ilişkiliydi.
Meksika dizisinin ilkini birkaç vurgu yapıp bitirelim.
Asya’daki antik uygarlıkları tanımlarken arkeologların kullandığı bronz çağı kavramının evrensel olmadığını fark ediyoruz. Çünkü Azteklerde bronz üretimi hiç ön planda değildi. Bu toplumları var oldukları üretim tarzıyla anmak en doğrusu, burada kullandığımız antik feodalizm Sümerlerden Hititlere ve Azteklere pek çok toplumu bir kategori altında birleştiriyor. Asya Tipi Üretim Tarzı da diğer eksiklerinin yanı sıra evrensel bir kategori olamıyor, Aztekler Asya’da değildi en azından.
Bir değeri, antik feodalizmin değişmeye olan mutlak direncinin sorgulanmasıdır. Aztek başkentinde çok büyük pazarlar kuruluyor, önemli bir tüccar tabakası şehirler arası ticareti yönetiyordu. Tüccarlar devlete bağlıydılar ancak son yüzyılda bağımsızlaşma eğilimi göstermişlerdi. Eğer İspanyol işgali ile doğal gelişim süreci kesintiye uğramasaydı yüzlerce yılda olabilir ama muhtemelen bir süre sonra meta üretimi ve ticaretinden zenginleşmiş sınıf iktidarını aramaya başlayacak, bir aydınlanma çağının kapısını aralayacaktı.
Son olarak da İspanyol çöreklenmesi tarihte az bulunur bir kapışmaya örnek oldu. Antik feodalizmle Avrupa’da ticaret ve meta üretimine bağlı para ekonomisinin çökmesinden sonra oluşan feodalizm çarpıştı ve üretici güçler açısından daha ileride olan (demir-çelik teknolojisi, barut kullanımı, geniş çaplı gemi yapımı vb.) savaşı kazandı. İspanya feodalizminin sofu gericiliğine karşı bir önceki köle kullanımı, meta üretimi ve ticarete dayalı sınıfın iktidarda olduğu, İskenderiye Okulunda olduğu gibi çok sayıda bilimsel metnin yazıldığı bir dönemin mirası üzerinde yükselmişti.
Meksika Yazıları(II): Meksika Devrimi’nden dersler -Erhan Nalçacı-
Bu on yıl içinde bütün sınıflar; Diazcı burjuva ve toprak sahibi kesim, burjuvazinin değişik tabakaları, büyük köylü kitleleri ve işçi sınıfının birbirine karşı savaştığı müthiş bir tarihsel laboratuvar kurulur.
Meksika bir devrim coğrafyası olarak bilinir. Nasıl olmasın, önce Atlantik’den gelen hiç bilinmeyen bir kültür tarafından işgal edilmiş, sonra zengin topraklarına ve kaynaklarına göz dikilmiş ve emperyalizmin tepe ülkesi olan ABD’nin sınır komşusu olarak yaşamını sürdürmüş, çok büyük toplumsal eşitsizlikler ve çelişkiler oluşmuştur.
Geçen yazımızda Aztekler üzerine İspanyol feodalizminin çöreklenmesinden bahsetmiştik. İspanyollar 1521’de Aztek devlet mekanizmasını yenerler, ancak farklı diller konuşan Meksika halkı 200 yıl boyunca işgalcilerin vahşetine ve Katolikliğin asimilasyon için kullanılması rağmen direnir.
Yeniden harmanlanan Meksika halkı bu sefer İspanyol Krallığı’na karşı Fransız Devrimi’nin rüzgarını da arkasına alarak ayaklanır ve Meksika 1821’de bağımsızlığını kazanır. Ancak Meksika halkının çilesi bitmez, önce ABD-Meksika savaşı, sonra Fransız işgali yaşanır. Bu döneme haftaya Meksika-ABD ilişkilerine değinirken daha fazla göz atma şansımız olacak.
Şimdi iç savaş aşaması 1910-1920 arasında gerçekleşen, ancak etkileri onlarca yıl devam eden Meksika Devrimi’ne köşe yazısının izin verdiği kadar bakalım. Önce 1877’den 1910’a kadar 30 yıldan fazla süren Porfirio Diaz dönemini ana hatlarıyla kavramak gerekiyor.
Tabii ki koşullar farklı ve yüzeysel benzerlikler üzerinden gitmek karşılaştırmalı tarih anlamına gelmez, yine de insan bu 30 yıllık iktidarı AKP’nin uzayan iktidarına benzetmeden duramıyor.
Diaz’ın başkanlık döneminde Meksika’da kapitalizm ve para ekonomisi canlanır, kentler büyür, demiryolu uzar, öte yandan ulusal zenginlikler başta petrol olmak üzere yabancı şirketlerin eline geçer. Meksika 1911’de dünyanın üçüncü en büyük petrol üreticisi haline gelir.
Aynı zamanda bu dönem toprağın az sayıda ailenin elinde toplandığı bir icraata sahne olur. Diaz’a yakın sayılı ailenin oluşturduğu oligarşi yerel valiler ve yargı mensupları aracılığıyla yağmacı bir diktatörlük rejimi kurarlar. Toplumun %85’ini oluşturan köylüler sürekli olarak bu kapitalist çiftçi olarak tanımlanabilecek kesime karşı saklanmayan bir adaletsizlikle toprak kaybederler. 1910’a gelindiğinde işlenebilir toprakların %97’si 385 ailenin elinde toplanmıştır. Halkın istediği hiçbir şey olmaz ve sürekli aşağılanır. Ne kırsalda köylülerin ne kentlerde giderek büyüyen işçi sınıfının ne de giderek daha eğitimli hale gelen ama sürekli burnu sürtülen, en küçük baş kaldırmada hapsi boylayan küçük burjuvazinin duruma dayanacak hali kalmaz. Toplum en küçük kıvılcımda patlayacak hale gelir. Köylüler toprak, burjuvazi liberal demokrasi, işçiler ise haklarını istemektedirler. Ayrıca ulusalcı eğilimler özellikle ABD’ye karşı anti-emperyalist bir duruşu da güçlendirir.
Bu dönemde yaşanan olayları ayrıntılı olarak yazmak burada imkânsız, ama çok kısaca ve genelleyerek şunları söyleyebiliriz. Bu on yıl içinde bütün sınıflar; Diazcı burjuva ve toprak sahibi kesim, burjuvazinin değişik tabakaları, büyük köylü kitleleri ve işçi sınıfının birbirine karşı savaştığı müthiş bir tarihsel laboratuvar kurulur.
1910’daki başkanlık seçimlerine anayasacı liberal ama toprak sahibi bir aileden gelen Madero adaylığını Diaz’a karşı koyunca kıyamet kopar. Diaz seçimi Madero’nun kazanabileceğini görünce rakip adayı hapsettirir, bunun üzerine ayaklanma başlar. Birçok kesim kendi programı doğrultusunda Meksika Devrimi’ne katılırlar.
Ancak devrimin esas ve silahlı gücünü toprak ve adalet isteyen köylü kitleleri oluşturur. Güneyde Emiliano Zapata’nın liderliğindeki köylü hareketi özellikle önemlidir, çünkü yazılı bir programa sahiptir. Ayala Planı denilen bu programla devrim boyunca bütün sınıflar bir mesafe tarif etmek zorunda kalmıştır.
Program köylülerden gasp edilen toprakların köylüler tarafından kendi iradeleri ile alınacağını söyler. Büyük çiftliklerin üçte birinin parası ödenerek alınacak ve topraksız köylüye dağıtılacaktır. Bu plana karşı çıkan toprak sahiplerinin toprakları ise herhangi bir ödeme yapılmadan ulusallaştırılacaktır.
Bunun dışında Ayala Planı halkın katılımını içeren bir demokratik rejim önerir.
Ve plan Zapata’nın hâkim olduğu bölgelerde köylülerin silahlı gücüne bağlı olarak uygulanır. Çiftlikler işgal edilerek topraklar pay edilir. Ziraat ürünlerine bağlı olan şeker fabrikaları gibi bazı sanayi tesisleri de toplumsallaştırılır.
Diaz bu silahlı ayaklanma karşısında yurtdışına kaçar ve Madero başkan seçilir.
Ancak burjuvazinin temsilcisi olan Madero aslında örgütlü köylülerin topraklara zorla el koymasını sindiremez ve Zapata’ya karşı askerî harekât başlatır.
Diaz’cı bir generalin karşı devrimci darbesi ile Madero öldürülürken savaş kızışır. Zapata güneyden, Panço Villa kuzeyden ve Anayasacı güçler tekrar iktidarı ele alırlar. 1917’de halen geçerli olan ve ilerici yönler taşıyan Anayasa kabul edilir.
Ancak burjuvazinin toprak reformunda gönlü yoktur, aslında kendisinin de bir toprak reformuna ihtiyacı vardır ama bunun silahlı bir halk hareketi tarafından yapılmasını sindiremez. İç savaş bu sefer anayasacı güçlerle devrimci güçler arasında sürer.
Ancak ulusal bir cepheyi kuran ve savaşı kazanan burjuvazi olacaktır.
İşçi sınıfı henüz öncüsüne sahip değildir, Meksika Komünist Partisi ancak 1919’da kurulacaktır ve işçi sınıfı içinde örgütlü değildir. Buna karşılık sendikal harekete hâkim olan anarşistlerin bir iktidar perspektifi bulunmaz ve işçiler burjuvazinin arkasına takılırlar. Sayısı az da olsa kızıl taburlar burjuvaziyle birlikte savaşır.
Köylülüğe dayanan devrimciler bütün köylüleri devrime katarak devrimci birliği sağlayamaz, köylüler çoğunlukla yerel önderlerinin peşinden ayrılmazlar. Ayrıca köylülüğün ilgisi çoğunlukla toprakla sınırlı kalır, insanın tamamen sömürüsünü önleyecek bir devletleştirme ve bir ulusal iktidar programı öneremezler. İşçi sınıfı köylülüğü ittifak unsuru haline getirecek öncülükten yoksunken köylülük de işçi sınıfını kapsayamaz.
Oysa aynı yıllarda Rusya’da tam tersi gerçekleşmekte ve işçi sınıfının siyasi öncüsü köylülüğün taleplerini kapsayarak bir eşitlik ve özgürlük programı ile iktidarı almayı başarır.
1919’da Zapata burjuvazi tarafından tuzağa düşürülerek öldürülür. Birçok devrimci aynı şekilde katledilir. Yine de silahlı mücadele bir süre daha yerel liderlerle devam eder.
Ancak Meksika Devrimi’nin etkileri devam eder. 1934-1940 yılları arasında Cardenas hükümeti esnasında kapsamlı ve ilerici reformlar yapılır. Çaplı bir toprak reformu gerçekleştirilirken petrol başta olmak üzere yabancı şirketlerin elindeki üretim devletleştirilir.
O kadar ilerici bir hava eser ki büyük bir talihsizlik olur ve Meksika Komünist Partisi kendisini likide eder. Tıpkı Nasır’ın estirdiği ilerici hava karşısında Mısır Komünist Partisi’nin kendisini ortadan kaldırarak burjuvaziye katılması gibi.
Bir dönem emperyalizme karşı büyüyen ulusal direnç ve Sovyetler Birliği’nin estirdiği hava burjuvaziyi son kez ve kısa bir süre için ileriye çekmiştir.
1940’lardan sonra burjuvazi Meksika’da kendi aslına döner ve hızla gericileşir.
Günümüzde bağımsız bir köylü hareketinden bahsetmek mümkün değil. Ancak köylülüğün burjuvaziyle uzlaşma eğiliminin ve programının eninde sonunda bir burjuva hareketine yol açmasının etkileri sürüyor.
Bunun tek panzehiri işçi sınıfının siyasi öncüsünün güçlenmesi olarak gözüküyor.
Geçen yüzyılda Meksika’ya damgasını vuran devrimcileri saygıyla ve sevgiyle selamlıyoruz.
/././
Yeni Şafak’tan 'Cumhur Reyonları' projesi: Devlet depoculuk yapacak, yine şirketler ve marketler kazanacak
Yeni Şafak'ın "Cumhur Reyonu" projesine göre devlet zararına depoculuk yapacak, yine zincir marketler kazanacak. Ne üretime, ne satıcının kârına dokunan proje iddia o ki enflasyonu düşürecek.
Ekonomi yönetiminde Berat Albayrak-Nureddin Nebati ekibinin görüşlerini temsil eden Yeni Şafak gazetesi, Mehmet Şimşek yönetiminin izlediği yüksek faiz politikasına karşı düşük faiz politikasını destekleyen “projeler” açıklamaya devam ediyor.
Daha önce patronlardan alınacak yüzde 1’lik servet vergisini çözüm olarak sunan, gümrük vergileri konusunda Trump’a hizalanmanın ayda 1 fabrika kazandıracağını savunan gazete, bu defa devletin zincir marketlere depoculuk yaparak gıda enflasyonunu düşürebileceğini iddia etti.
“Cumhur reyonu” adlı bu projenin kim tarafından geliştirildiği, hangi kuruma önerildiği bilinmiyor. Yeni Şafak editörü Cabir Turğut’un imzasını taşıyan habere göre, yeni bir tedarik zincirinden ibaret olan projede öngörülen model şöyle:
Büyükşehirlerde ve bölgelerde devlet depoları kurulacak. Marketler, pazarcılar ve yemek fabrikaları bu depolardan ürün alacak. Yeni Şafak’ın iddiasına göre, bu sayede aracı zinciri ortadan kalkacak ve ürünler kısmen düşük fiyatla satılacak. Gerekirse devlet sübvansiyonuyla fiyatlar düşürülecek.
Projenin diğer ayağını satış süreci oluşturuyor. A101, BİM ve Şok gibi zincir marketlerde devletin deposundan tedarik edilen ürünler için özel bir reyon oluşturulacak. Her marketin yüzde 10-15'lik kısmını “Cumhur Reyonu” adlı bu bölüm oluşturacak. Fiyatlar Türkiye genelinde sabit olacak. Satışı market kasaları yapacak, marketlere kâr payı verilecek.
Aracı masalıyla enflasyon gizleniyor: Sorun kâr hırsı
Yeni Şafak’ın projesi, enflasyondaki yükselişin “fahiş” zam yapan aracılar nedeniyle kaynaklandığı varsayımına dayanıyor.
Oysa yüksek enflasyon döneminde marketlerde etiketleri denetleyen, sebze depolarına baskınlar yapan hiçbir ekonomi yönetimi bu yöntemle enflasyonu düşüremedi. Benzer şekilde “aracıları ortadan kaldırmayı” amaçlayan Tarım Kredi Kooperatifi marketleri, zincir marketlere alternatif olamadı. Albayrak döneminde uygulanan tanzim satışlar da gıda enflasyonu üzerinde hissedilir bir etki yaratmadı. Et ve Süt Kurumu’nun “düşük fiyatlı” satışları enflasyona çare olamadığı gibi kırmızı ette ithalata bağımlılığı körükledi.
Çünkü Yeni Şafak’ın çarpıttığının aksine, enflasyonu körükleyen ana unsur aracılar değil, fiyatları belirleme gücüne sahip şirketlerin yüksek kâr oranları.
Yeni Şafak’ın temsil ettiği tüccar zihniyeti üretim aşamasını görmezden gelerek, satış aşamasındaki kârlara dokunmayarak yani patronları üzmeyerek, sadece dağıtım ağına yeni bir halka ekleyerek enflasyonun kontrol altına alınabileceğini iddia ediyor.
Tarım ve gıda üretimini kamulaştırmadan, sübvansiyon yoluyla fiyatları düşürmek bütçeden sermayeye dolaylı kaynak aktarımını anlamına geliyor. Halkın vergileriyle zincir marketlere yeni bir kâr alanı yaratılması, enflasyonu kalıcı olarak düşürmeyecek, sadece mevcut krizi geciktirecektir.
Üstelik Yeni Şafak’ın projesi, fiyatları önemli ölçüde düşüremeyeceği gibi kâr bölüşümünü sermayenin farklı aktörleri arasında yeniden dağıtacağı için mevcut tekelleşme eğilimini daha da güçlendirmek gibi bir riski de barındırıyor.
***
Merkez Bankası'ndan karar: KKM hesap açma ve yenileme işlemleri sonlandırıldı
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, Kur Korumalı Mevduat hesap açma ve yenileme işlemlerinin bugün itibarıyla sonlandırılmasına karar verdi.
TCMB tarafından yapılan açıklamada KKM için çıkış sürecinin tamamlandığı bildirildi.
Açıklamada, 23 Ağustos’tan itibaren gerçek kişiler için KKM hesaplarında yenileme ve açılış işlemlerinin (YUVAM hesapları hariç) yapılmayacağı aktarıldı.
Tüzel kişiler için bu adım daha önce şubat ayında atılmıştı.
KKM’nin toplam bakiyesi 2023 Ağustos'ta 140 milyar doların üzerine çıkarak zirve yapmıştı. KKM hesaplarının toplam büyüklüğü yılbaşında 32,5 milyar dolar seviyesindeyken, bugün itibarıyla 11 milyar dolara kadar geriledi.
Merkez Bankası tüm hesapların vadeleri sona erdiğinde ilgili Tebliğlerin yürürlükten kaldırılacağını duyurdu.
Merkez Bankası, 2025 yılı Para Politikası Metni'nde KKM'den çıkışı resmi bir hedef olarak açıklamış ve son dönemde yaptığı toplantılarda KKM'nin yakın zamanda sonlandırılacağını vurgulamıştı. Bu adım aynı zamanda makroihtiyati çerçevede önemli bir sadeleşme ile para politikasında daha öngörülebilir bir çerçeveye geçiş anlamına geliyor.
Nasıl yürürlüğe konulmuştu?
Kur korumalı mevduat dolar/tl kurunun 18 lirayı gördüğü 20 Aralık 2021 akşamı kabine toplantısı sonrası AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamasıyla ilk kez gündeme gelmişti. Açıklamanın ardından dolar kuru 11 liraya kadar gerilemiş, ertesi gün döviz kuruna karşı mevduat sahiplerinin hesaplarındaki paraya koruma getiren söz konusu yeni finansal enstrüman yürürlüğe girmişti.
Kur korumalı mevduat aracının yürürlüğe konulduğu zamanlarda başlayan "Anayasa'ya aykırılık teşkil ettiği" tartışmalarına ilişkin Erdoğan, "Söz konusu bile değil" yanıtını vermişti. Erdoğan KKM'yi "Vatandaşımız hızla kapılara dizilerek dolarlarını bozdurmaları kendi paralarına olan güvenin en büyük göstergesi. Bu son gelişme de bütün vatandaşlarımızın TL'ye güvenmesi gerektiğini gösteriyor" diyerek savunmuştu.
'Temel dayanak' demişti
Partisinin 21. kuruluş yıldönümü kapsamında Ankara’da düzenlenen toplantıda konuşan Erdoğan, "kur korumalı mevduatın temel dayanağı olduğu yeni ekonomik politikanın, geçmişin değil geleceğin üzerine kurulu olduğunu" söylemişti. Temmuz ayında yaptığı açıklamada AKP'li Cumhurbaşkanı uygulamanın süreceğini belirtmişti.
Bir süredir KKM'den çıkışlar hızlanmıştı
Kur korumalı mevduat çıkışları bir süredir hızlanma eğilimine girmişti. En son Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre kur korumalı mevduatlar 2023’ün 22 Aralık haftasında 30,4 milyar TL gerilemiş, son bir ayın en hızlı çıkışı yaşanmıştı. Son düşüşün ardından toplam kur korumalı mevduatlar 2,65 trilyon TL'ye düşmüştü.
***
Özelleştirme vurgunu büyüyor: Kalamış'ı Koç'a bırakan Karaarslan, Akçay'daki TCDD tesisine göz dikti
Koç Holding'e bıraktığı Kalamış Limanı ihalesiyle adını duyuran Vahit Karaarslan, şimdi de Akçay'daki TCDD tesisine göz dikti. Emekçiler ve bölge halkı “Akçay halkındır, satılamaz” diyor.
Her ay kamuya ait yüzlerce arazi, “gelir yaratma” bahanesiyle en yüksek teklif verene devrediliyor, kentler rantın kontrolüne bırakılıyor.
Öyle ki bu yolla hızla zenginleşen yeni bir patron kesimi oluşmaya başladı. Bunlar arasında öne çıkan isimlerden biri Vahit Karaarslan. Özellikle son 5 yıldır yoğun biçimde Hazine arazilerini topluyor. En az 14 ilde sayısı bilinmeyen kamu taşınmazı artık onun.
Karaarslan’ın adını Türkiye’ye duyuransa Kalamış Limanı ihalesi olmuştu. 26 yıldır Koç Holding’in işlettiği limanın bu defa 40 yıllığına hem de “genişletilerek” özelleştirilmesi için açılan ihaleye katılmış ve 505 milyon dolarlık teklifle Türkiye’nin en büyük sermaye grubunu geride bırakmıştı. Kısa süre sonra “içinden çıkamayacağım bir neden yüzünden almıyorum, vazgeçtim” diyerek ihaleden çekilmişti.
Demiryolu emekçilerinin tatil hakkına göz dikti
Kalamış’tan “vazgeçen” Vahit Karaarslan dümeni Akçay’a kırdı. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın geçtiğimiz hafta satışa çıkardığı TCDD’nin Balıkesir’deki Akçay Eğitim ve Dinlenme Tesisleri için en yüksek teklifi veren isim oldu. Karaarslan, 15 bin metrekare büyüklüğündeki tesisi 741 milyon liraya almak için başvuruda bulundu. Karaarslan'ın teklifi metrekare başına 49 bin lira ediyor.
2021’de Cumhurbaşkanı kararıyla özelleştirme kapsamına alınan tesiste yüzlerce kişiyi ağırlayan konaklama tesisinin yanı sıra yüzme havuzu, idari bina, çeşitli atölyeler ve koruma altındaki 12 adet çınar ağacı bulunuyor.
TCDD personeli ve emeklisi, bu yaz Akçay'daki tesiste 6 kişinin kalabildiği odalarda, yemek dahil konaklama için gecelik 1300-1700 lira karşılığında tatil yapabildi. Tesis satıldığında bu imkan ortadan kalkacak.'Ses çıkarmazsak emekçinin nefes alacağı tek bir alan bile bırakılmayacak'
TCDD çalışanları ve Akçay sakinleri, tesisin satışına geçtiğimiz 2 Ağustos’ta düzenledikleri eylemle itiraz etti.
Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası’nın (BTS) öncülüğünde düzenlenen eylemde “Akçay Kampı halkındır, satılamaz” denildi.
Eylemde konuşan BTS İzmir Şube Başkanı Erdal Akyol, demiryollarının zor ve yıpratıcı bir iş kolu olduğunu vurgulayarak “Kurum personelinin yılda sadece bir hafta ailesiyle dinlenerek motive olduğu bu tesislerin satılması akıl ve vicdanlara sığmayacak bir tutumdur. O koşullarda binbir emekle cumhuriyete ve halka kazandırılan tesisler maalesef ki özellikle AKP iktidarı ile birlikte rant uğruna talan ediliyor” dedi.
Tesisin sermaye sahipleri için KDV'den muaf ve cazip taksit seçenekleriyle satışa çıkarıldığını aktaran Akyol, “Bugün sessiz kalırsak yarın hastaneler, okullar, kreşler, sosyal hizmet alanları birer birer yok edilecektir. Bugün ses çıkarmazsak yarın emekçinin nefes alacağı tek bir alan bile bırakılmayacaktır” ifadelerini kullandı.
***
Komisyona İHH'den öneriler: 'Medreseler yeniden açılsın, Kürtçe hutbe ve vaaz verilsin'
İHH temsilcisi Barış Oktay, TBMM’deki komisyonda Kürtçe üniversite, medreselere resmi statü ve Eyüp’teki Piyer Loti Tepesi’ne İdris-i Bitlisi adı verilmesini önerdi.
TBMM’de, “Terörsüz Türkiye” kapsamında kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun beşinci toplantısına, Cumartesi Anneleri ve Barış Anneleri’nin yanı sıra STK temsilcileri de davet edildi.
Komisyona, “Süreçle ilgili fikirlerini açıklamak üzere” davet edilen STK’ler arasında İnsan Hak ve Hürriyetleri ve İnsani Yardım Vakfı (İHH) da yer aldı.
Komisyonda konuşan İHH Temsilcisi Barış Oktay, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla kapatılan medreselere yeniden resmi statü verilmesini istedi. Oktay, bu statünün Diyanet İşleri Başkanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı iş birliğiyle sağlanabileceğini savundu.
Ayrıca Diyanet’in Kürtçe hutbe ve vaaz okutması gerektiğini dile getirdi.
Kürtçe üniversite ve TOGG fabrikası
Oktay, Kürtçe üniversitenin İstanbul ve Diyarbakır gibi sembolik kentlerde kurulmasının eğitim açısından önemli olduğunu söyledi.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da milli birlik için TOGG fabrikaları açılması gerektiğini de ekledi. Ders kitaplarında Türk-Kürt tarihine dair bölümlere yer verilmesi çağrısında bulundu.
Pierre Loti yerine İdris-i Bitlisi
İHH temsilcisi, İstanbul Eyüp’te bulunan Pierre Loti Tepesi’nin adının Kürt tarihçi İdris-i Bitlisi olarak değiştirilmesini önerdi.
Kürtçe isimlerin Türkçeleştirilmesiyle tarihin silindiğini öne süren Oktay, “Tabelalarda çift isim olabilir; Türkçe-Kürtçe de olabilir” dedi.
(mstfkrc yorum: ko-MİSYON amacı belli değil mi?...),(o fotoğrafın altında içine sindirip oturan CHP'li temsilcilere yazıklar olsun)
***
Hattı müdafaa-sathı müdafaa -Rıfat Okçabol-
Halk egemenliğine dayalı laik Cumhuriyete sahip çıkmak için emekçilerin, tüm yurtseverlerin, tehlikenin ayrımına varıp iş ve güç birliğini bir an önce gerçekleştirmeleri gerekmektedir.
Yunan kuvvetlerinin ilerlemesini durdurmak için yapılan Sakarya Savaşı sırasında, Mustafa Kemal, 26 Ağustos 1921’de şu ünlü açıklamayı yapmıştır: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla sulanmadıkça terk olunamaz.”
Bilindiği gibi bu savaşta Yunan ilerlemesi durdurulmuş, ardından da ülke düşman askerlerinden temizlenmiş ve halk egemenliğine dayalı Cumhuriyet kurulmuştur.
Ne yazık ki bu Cumhuriyet, son yıllarda piyasacı ve gerici saldırıyla karşı karşıyadır. Üstelik bu Cumhuriyetin ‘müdafaa hattı’ olan hukuk sistemi, güvenlik sistemi ve bilimsel eğitim sistemi Cumhuriyet karşıtlarınca ele geçirilmiştir. Dolayısıyla halk egemenliğine dayalı laik Cumhuriyeti korumak için ülkenin her köşesinde ‘sathı müdafaa’ yapma zamanı gelmiştir. Ancak laik Cumhuriyetin müdafaa hattını ele geçirenlerin, çoktan çeşitli yollarla, her alanda ve ülkenin her yerinde piyasacı/gerici saldırıyla sathı müdafaayı işlevsiz hale getirmeyi hedefledikleri görülmektedir.
Diyanet, ülkenin her yerine dağılmış 100 bin kadar camide okutulan hutbelerle toplumu gericilik bombardımanına tutmaktadır. Kuran kurslarında, açtığı anaokullarında, yürüttüğü dini etkinliklerde ve de destek verdiği tarikatlar aracılığıyla topluma Müslümanlığı değil gericiliği aşılamaya çalışmaktadır. Diyanet Akademisi de çağdaş değil gerici din görevlisi yetiştirmek amacıyla kurulmuştur.
Eğitim Bakanlığı, gerici "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli"ni uygulamaktadır. Seçmeli din derslerini artırmıştır ve öğrencileri bu dersleri seçmeye zorlamaktadır. Bu süreçte mesleğine yabancılaşmış öğretmenlerden ve eğitim yöneticilerini kullanmaktadır. Eğitim bakanı bu nedenle “tarikatları sivil toplum kuruluşu” olarak görmektedir (onun anladığı sivillik-uygarlık- tarikatçılıktır!) Milli Eğitim Akademisi, laik ve bilimsel eğitimi savunan kişilerin öğretmen olmasını engellemek için açılmıştır. Eğitim bakanlığı, mevzuata uymayan özel okulları kapatırken, Anayasaya ve yasalara karşı olan tarikat anlayışındaki kişi ve kuruluşların açtığı, merdiven altı, sıbyan mektebi ve medrese gibi adlar verilen öğretim kurumalarına dokunmamaktadır. Yönetmelik değişikliği ile "Proje Okullarında" başlatılan "hami" uygulaması da, bu/piyasalaştırılmasını hızlandırmak içindir.
Tüm devlet kurumlarına yandaş kişiler atanarak, Cumhuriyet kurumlarının içi boşaltılıp gericileşmesi sağlanmaktadır. Bu nedenle,
• üniversitelerimiz, gericilikleri ve Cumhuriyet düşmanlığıyla tanınmış kişilere konferans verdirmekte, üniversitede açılan anaokulunda Kuran kursu açmaya kalkışmaktadırlar.
• Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA), "Nihâyetül’s Sûl f i Tahsîsli-Usûl" ve "El-müellefûn el-osmâniyûn" başlıklı ilmi (!) kitaplar yayımlamaktadır.
• Cumhurbaşkanlığı Sosyal ve Gençlik Politikaları Kurulu Üyesi ve Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı Kurucu Başkanı’nı, ‘Alevi liseleri’ kurulsun gibi toplumda ayrışmaya yol açacak öneriler içeren rapor yazabilmektedir.
• Temel görevlerinden biri Anayasayı korumak olan Cumhuriyet Savcıları, Anayasa karşıtı girişimleri görmezden gelmektedir.
• Anayasa Mahkemesi, Diyanet Akademisi ve Milli Eğitim Akademisi gibi gerici kuruluşlarla ilgili yasa maddelerini iptal etmemektedir.
• Danıştay,
- Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli,
- İmam ve hafızları sınıflara sokan ÇEDES,
- Tarikat niteliğindeki kuruluşların okullarda etkinlik yapması Yolsuzluk yapıldığı belli olan seçme sınavları,
- Diyanetin, mağdur olan kişilere “sabret, dua et, şükret” gibi telkinlerde bulunup onları edilgenleştirip ömür boyu mağdur olmalarına yol açacak "manevi danışmanlık" projesi gibi laiklikle ve bilimsellikle-Anayasa ve yasalarla- bağdaşmayan, uygulamaları durdurmamaktadır.
Yaklaşık 1400 yıllık İslam tarihinde, dört halife döneminde bile olmamış/yaşanmamış din kardeşliği üzerinden birlik arama çabaları öne çıkarılmaktadır. İsrail saldırıları karşısında bile bir araya gelemeyen Araplarla “din” üzerinden birlik kurulması hayalleri canlandırılmaktadır.
Lozan ve Boğazlar anlaşmaları ile zorunlu eğitim süresi gibi konuları tartışmaya açarak ve de “Cumhuriyet döneminde şöyle oldu böyle oldu” yalanlarıyla toplumun gericileşmesinin kolaylaştırılmasına çalışılmaktadır.
Bu arada asker olsun sivil olsun, akademisyen, iş insanı ya da siyasetçi olsun bir zamanlar muhalif olup da AKP aleyhine akla gelmez sözler söyleyenlerin, şantaj türü yaklaşımlarla AKP’lileştirilme çabası hız ve güç kazanmıştır. AKP’ye geçmeden önceki tutum ve söylemlerinin tam da tersi tutum takınılması ve söylemlerde bulunulması, herhalde bu kişilerde onarılmaz travmalara yol açmaktadır. Bu süreçte oluşan olumsuzluk kişilerin yaşadığı travmalarla sınırlı değildir. AKP’lileşenlerin görünürde elde ettikleri, başkalarında da, bir şeyler elde edebilme uğruna kişilik sapmasına yol açabilmektedir. Bencillik tavan yapmakta, yozlaşma yaygınlaşmakta, kişilikli olma, laiklik, bilimsellik, özgürlük gibi değerler önemsizleşmektedir.
Günlük yaşamda yolsuzluk, hukuksuzluk, iftiralar, akıl, emek ve doğa sömürüsü artıkça iktidarın piyasacılığa/gericiliğe biraz daha önem verdiği görülmektedir.
İktidar, bir bir Cumhuriyet değerlerinin altını oymaktadır. Halk egemenliğine dayalı laik Cumhuriyete sahip çıkmak için emekçilerin, emeğe ve doğaya saygı duyanların, tüm yurtseverlerin, tehlikenin ayrımına varıp iş ve güç birliğini bir an önce gerçekleştirmeleri gerekmektedir.
/././
Sokak deyip geçmemeli -Mesut Odman-
“Hayal bunlar” diyen çıkarsa da yanıtımız hazır: İnsanız biz ve aramızdaki en acemi mimar, en usta arıdan farklı olarak, kuracağı yapıyı önce kafasında kurar.
Bizim Mehmet Bozkurt, ölümünden bir yıl kadar önce, 10 Ekim 2021’de yazmıştı. “Tarihi cadde, bulvar ve sokak adlarından hareketle bir okuma denemesi” yaptığını ve bunu erken Cumhuriyet dönemiyle sınırlandırdığını belirtiyordu. Daha önce de Ankara’nın derelerini yazmıştı. Her ikisini de onun anısına derlediğimiz Tarih Sohbetleri kitabına almamışız. Aklıma düştüğünde bu yazıyı kitapta aradım, bulamadım. Neyse ki, bulmak oldukça kolay. Okumak isteyenler için adres yerine geçsin diye soL’da yayımlanma tarihini en başta vermiş oldum.
Benim niyetimse, yalnız kendim için değil hepsi de dostum, yoldaşım, arkadaşım olan çok sayıda insan için anlam taşıdığını düşündüğüm bir sokaktan, orada yaşadıklarımın pek küçük bir bölümü ile onların çağrıştırdıklarından söz etmek. O arkadaşlarımın adlarını ikisi dışında vermeyeceğim; aşırı ya da anlamsız bir duyarlılık mıdır bilmem, böyle bir yazıda izinlerini almadan adlarını anmanın doğru olmayacağı kanısında olduğum için. Bunu yapabilmemse, onların büyük bir bölümü söz konusu olduğunda, mümkün değil; çünkü artık sadece anılarımızda yaşıyorlar.
***
Ankara’yı bilenlere gereksiz görünecek ayrıntılara girerek anlatırsam, kentin her yerinden çeşitli yollarla Kızılay Meydanı’na ulaştığınızda Güven Park’tan çıkarak Cebeci yönünde yeraltından karşıya geçerseniz, Atatürk Bulvarı’na paralel uzanan ilk değil ikinci sokak Konur Sokak’tır. Hemen başındaki Mükiyeliler Birliği’nden Meşrutiyet Caddesini keserek devam eder ve kendinden sonrasına geçit vermeyen Akay Yokuşu’nda, deyiş uygunsa, zorunlu olarak sona erer. Böyle uzun uzun anlatmama bakılmasın, büyük bir sokak sayılmaz; bir kilometre yoktur uzunluğu, yedi yüz, bilemedin sekiz yüz metre…
Benim o sokakla yakınlığımın tarihi yarım yüzyıldan biraz daha eskiye gider. Sıkıyönetimiyle yargısıyla 12 Martçıların kapattığı birinci Türkiye İşçi Partisi ile ilgili yeniden kuruluş çalışmaları sonuna yaklaşırken yayımlanmaya başlayan haftalık Yürüyüş dergisinin ilk sayısı 15 Nisan 1975’te çıktığında ve daha sonraki yıllarda Konur Sokak başlangıcındaki bir binada hazırlanıyordu. Yürüyüş adının yanı başında “Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm için” sözleri yer alırdı. Ülkemizde ve dünyanın birçok bölgesinde, özellikle “demokrasi”yi kendi başına bir mücadele hedefi ve biçimi olarak görerek sosyalizm mücadelesini erteleyici etkilerde bulunan, böylece devrimcileri önemli yanlışlara yönelten sapma eğilimlerine karşı Behice Boran’ın bulduğu bir formülasyondu bu.
Çıkışından sonra kısa sürede derginin adı konulmamış bir tür genişletilmiş yazı kurulu toplantılarının pazartesi günleri öğle saatlerinde yapılması git gide bir alışkanlığa dönüştü. Adı konmamış kurulun yine adı konmamış başkanı Yalçın Küçük hocamız o toplantıların ilk gündem maddesi olan bayilere verilmiş sayının değerlendirilmesi sırasında esip savurur, herhangi bir fotoğraf altı yazısından tutun yazı içeriklerindeki hatalara kadar eleştirdiği hemen hemen her konuda elini masaya vura vura bağırır çağırırdı. Hani bir yabancı izliyor olsa, “Tamam, bunlar artık asla bir arada olamazlar!” diyecek. Ama hiç de öyle olmaz, yaptığı ya da yazdığı birkaç dakika önce yerin dibine batırılan arkadaşın az sonra övgüler aldığı bile görülür, ardından ikinci gündem maddesine, gelecek sayının ana başlıklarının neler olması gerektiğine geçilir, bu kez toplantı daha dingin bir havada sonlanırdı.
Bu durumu altmışlı yılların başlarında Çanakkale Lisesi’nde, daha doğrusu o okulun orta kısmındaki resim öğretmenimizle yaşadıklarımıza benzetirdim. Sırrı Bey diye anılan ve soyadını bir türlü hatırlayamadığım resim öğretmenimiz onun verdiği konularda yaptığımız resimleri her birimiz sırayla tahtanın önüne kalkıp sınıfa gösterirken ağır biçimde eleştirir, hatta alaya alırdı. Yok insanlar eşeğe binerler, senin resmindeki eşek adamın sırtına binmiş; yok senin çizdiğin çocuk boylu poslu maşallah, imkânsız o eve sığmaz; yok çimenler öyle badana yapar gibi boyanırsa resim yapılmış olmaz falan diye resimleri yerden yere vurur, ama biz hiç zayıf almak üzere olduğumuzu düşünerek korkmazdık; çünkü sonunda 10 üzerinden ya 8 ya 9 ya 10 aldığımızı söyleyerek sırada bekleyen arkadaşımızı çağırırdı. Böylece, bir yandan resim yaparken dikkat etmemiz gerekenleri öğrenir, bir yandan da zayıf not alma korkusu çekmeden gülüp eğlenirdik.
Yeniden genişletilmiş kurul toplantılarına dönecek olursam, ikinci gündem maddesi olan gelecek sayıya ilişkin görüşmeler daha kısa sürer ve, mevsim koşulları uygunsa, Mülkiyeliler’in bahçesinde hafif bir öğle yemeği ile toplantı gününü kapatırdık. Ben geç kalmış olduğum için genellikle daha fazla oyalanmaz, hızlı bir yürüyüşle 5 dakika ötede Mithatpaşa Caddesi üzerindeki işyerime dönerdim. Orada yaptığım da yazı çizi işi olduğu için, pazartesi toplantılarını işten kaytarma olarak değil, o güne kadar edinebildiğim donanımı geliştirici bir tür hizmet içi eğitim olarak düşünmüşümdür hep.
***
Birkaç yıl sonra “karşı plan çalışması” sırasında dergi bürosundaki iki odadan birine el koyduk. Geçen yıl aramızdan göçen Candan Baysan ile birlikte gece yarılarına kadar çalışıyor; arada bir derginin işlerine de yardımcı oluyorduk. Hâlâ Konur Sokak’taydık. Ama plan çalışmasını esas olarak tamamladıktan sonra, bir iki yıldır süregelen anlaşmazlıkların da ürünü olarak, partiden ihraç edildik. Bunun bir anlamı, sokağımızdan uzaklaşmak olacaktı; çünkü yeni yayın çalışmamız için bulabildiğimiz yer, yine kent merkezinde, ama birkaç kilometre kadar ötede, Sümer Sokak’ta idi.
Sosyalist İktidar adını verdiğimiz yeni dergimizi orada çıkardık. Devrim yerine iktidar sözcüğünü seçmemiz, devrimin siyasal iktidarın sınıf içeriğinin değiştirilmesi anlamı ile bağlantılıydı ve Türkiye soluna iflah olmaz biçimde bulaştırılmış, iktidarın sadece kendisinden değil, adından bile kaçış hastalığının üstüne gitmeyi öngörüyordu. Bu hastalık o kadar yaygındı ki, bizim aramızdaki arkadaşlardan bazıları bile, iktidar sözcüğünü tercih edişimizi gerekçe göstererek uzaklaştılar. Ancak, yapmak istediğimizin ilk adımları gerçekleşti. Örnek olsun, dergimizin adı bugün hâlâ etkisini ve bir bakıma varlığını sürdüren köklü bir devrimci partinin adı bile oldu.
Bununla birlikte, yaygınlığı yetersiz düzeylerde kalsa bile, birtakım önemli vurgularıyla belirginleşen bu aylık dergi bir yılını tamamlayamadı; 12. sayı basımevindeyken, Eylül 1980’de ülkemizin son dönemlerindeki en ağır istibdat rejimi üzerimize çöktü.
Ergin Günçe, bir önceki sayımıza sanki sonuncu olacağını bilerek, harika bir şiir göndermişti. “Çocuklar için Faşizm” başlığını taşıyan şiiirin son dizeleri şöyleydi: “Hepimiz elele tutuşmalıyız/Korkmadan yürümek için gecenin ötesine/Güneş nasıl olsa doğacaktır/Horozlar ötmeye başlar başlamaz”
***
Yeniden Konur’a dönüşümüz sokağın öbür ucundan oldu. Kurtuluşun toplumsal bir karakter taşıması gerektiğini anlatan adıyla yeni bir aylık yayın, işçi sınıfımızın 15-16 Haziran ayaklanmasının çok bilinen fotoğraflarından birini kapağına taşıyarak Haziran 1987’de okuyucularına ulaştırıldı. İstibdat rejiminin uzatılmış baskıcı uygulamalarından hiç uzak kalmadı. Bunların dışında kendi varoluşunu sürdürürken biçim ve içerik değişikliklerine uğradı. Denebilirse, sokağın en çok hırpalanmış ürünlerinin başında yer aldı.
Yeni binyıl ile birlikte Konur’un başlangıcında büyük şairimizin adı göründü. Önce aşırı bir alçakgönüllülük içinde, kültürevi adlandırması ile. Sokak içinde sıkça yer değiştirerek, zaman zaman sokak dışına da taşınarak varlığını sürdürdü. Derken, adından başlayarak iddiasını çoğalttı, kültürevi yerine Kültür Merkezi oldu. İnadı da iddiası da yerli yerinde hâlâ. Buna karşılık, yapılacak daha çok işi, gidilecek çok yolu olduğunun da farkında.
Sözün özü, Konur Sokak elli yıldır doğru işlere, güzel işlere, insanlara hiç değilse derin bir soluk aldıracak işlere ev sahipliği yapmayı sürdürüyor.
***
En başta sözünü ettiğim yazısını bitirirken şöyle demiş bizim Mehmet:
“Bir de yazılmayanlar var. Adlarını bulvarlarda, caddelerde göremediklerimiz var. (…) en azından Meşrutiyet Caddesine açılan sokakları Atıf Kamçıl, Resneli Niyazi, Ohrili Eyüp Sabri diye adlandırıp sıralasak (…) pek şık olmaz mıydı? Olurdu fikrimce.”
Olurdu belki Mehmetçiğim. Olurdu ama, o değişikliği biz yapmasak daha iyi, bizim Konur Sokak karambole gelebilir yoksa; o da Meşrutiyet Caddesine açılıyor çünkü. Benim buna kesin bir itirazım var. Dolayısıyla, burada anlaşamıyoruz. Keşke bu itirazımı yazını okuduktan sonra sana söylemiş olsaydım. Eminim, bana hak verirdin.
İtirazım şu: Devrimden sonra Konur Sokak, sosyalist ülkemizin başkentinde pek güzel ve işlevli anıtsal yapılardan birine dönüştürülebilir; daha gösterişsiz bir yapı da düşünülebilir elbette. Adını ise, başka her güzel öneriye açık olmak üzere, şimdiden koyabiliriz: “Konur Sokak Devrim ve Kültür Müzesi”. Yapılabileceğinden kuşkum yok. Nasıl yapılabilir, hiç bilmiyorum. Ama mimarlarımız bileceklerdir. Devrime karşı bir gönül bağları olacaktır mutlaka. Üstelik, bir zamanlar sokağın başında onlarla yan yana ve karşı karşıya komşuluk yapmışlığımızın hatırı var.
“Hayal bunlar” diyen çıkarsa da yanıtımız hazır: Hayalsiz olmayacağını ustalarımızdan öğrenmişizdir. İnsanız biz ve aramızdaki en acemi mimar, en usta arıdan farklı olarak, kuracağı yapıyı önce kafasında kurar.
/././
Güneşsiz, havasız ve insansız: Kuyu tipi hapishanelerde yaşam her dakika işkence -Emre Alım-
Güneşten, temiz havadan, her türlü insani ilişkiden yoksun kuyu tipi hapishanelere karşı açlık grevleri ve ölüm oruçları sürüyor. Grup Yorum üyesi Merve Kurt hapishanelerdeki koşulları soL'a anlattı.
Türkiye genelinde 11 yüksek güvenlikli, 6 Y tipi ve 7 S tipi cezaevi bulunuyor. Bu cezaevleri, F tipi ve T tipi cezaevlerine kıyasla çok daha ağır izolasyon koşullarına sahip. Mahpuslar, “güneşin, havanın, yağmurun, rüzgarın olmadığı yerler” diyerek bu hapishaneleri “kuyu”ya benzetiyor.
Bu cezaevlerinde hücreler 5 ila 10 metrekare arasında değişiyor. Havalandırma alanları son derece dar, pencerelerdeki tel örgüler ışık ve havayı engelliyor. Hücrelerde temiz hava akışı neredeyse yok.
F, T tipi cezaevlerinde mahpusların en azından volta atma, spor yapma, gökyüzünü görme imkanı bulunurken; kuyu tipi hapishanelerde bunların hiçbiri yok. Mahpuslar, günün büyük kısmını tek başlarına, gökyüzünü görmeden geçiriyor.
Her adım kamerada: Hücrede alınan nefes bile izleniyor
Bu cezaevlerinin ortak özelliklerinden biri de hücrelerin içine yerleştirilen kameralar. Üç kişilik hücrelerde dahi tuvalet kapısı ve yatakları gören kameralar bulunuyor. Mahpusların yemek yeme, kitap okuma ya da tuvalete gitme gibi tüm gündelik faaliyetleri 24 saat izleniyor. Anayasa Mahkemesi, bu uygulamanın özel hayatın gizliliğini ihlal ettiğine dair kararlar vermiş olsa da hapishanelerde izleme uygulaması sürdürülüyor.
Kuyu tipi hapishanelerde kısıtlanan sadece fiziki koşullar değil, mahpusların sosyal ilişki kurmaları da istenmiyor. Bu cezaevleri genellikle şehir merkezlerinden uzakta inşa ediliyor ve ailelerin görüşe gelmesi zorlaştırılıyor. Kanunen tutuklu ve hükümlülerin üç görüşçü hakkı olmasına rağmen, “güvenlik soruşturması” gibi gerekçelerle birçok kişinin görüşme hakkı engelleniyor. Bu nedenle mahpusların aile ve arkadaşlarıyla temasları en aza indiriliyor.
Tecritin hedefi: Yaşarken ölü kılmak
Şubat ayından bu yana Silivri'de tutuklu bulunan Grup Yorum üyesi Merve Kurt, kuyu tipi hapishanelerdeki koşulları soL'a anlattı. Ağır tecrit altında "yaşayan ölüler" haline getirilmek istendiklerini vurgulayan Kurt, insanlık dışı koşulları şu sözlerle aktardı:
"Kuyu tipi hapishaneler tek katlı, 6x4 adımdan oluşuyor. Havalandırması yok. Sadece günde günün 1 saatini başka bir yerde kullanıyorlar. Belirli bir saati var. Yağmur çamur olsa da orada olmak zorundasınız. Çamaşırlarınızı asamazsınız. Bu nedenle içerideki nem hastalıkları artırıyor. Çöpü içeri atmak zorundasın. Mikroplar hastalık üretiyor. İçeride bir buton var. Her şeyi oradan halletmeni bekliyorlar. İnsanlık dışı bir şey. Elektrik gittiğinde buton çalışmaz. Hastalanır kalırsan, başına bir şey gelirse sesini duyuramazsın."
'Bugün bize, yarın herkese yaşatılır'
Kuyu tipi cezaevlerinin kapatılması, koşulların iyileştirilmesi talebiyle çok sayıda mahpus açlık grevi eylemi sürdürüyor. Bunlardan ikisi Sincan Yüksek Güvenlikli Cezaevinde tutulan Grup Yorum üyesi Ali Aracı ve Antalya Yüksek Güvenlikli Cezaevinden Bolu F Tipi Cezaevine sevk edilen Serkan Onur Yılmaz. 11 Kasım 2024’te süresiz açlık grevine başlayan daha sonra eylemini ölüm orucuna çeviren Serkan Onur Yılmaz’ın eylemi 283'üncü gününde. Vücudunda ağır tahribat oluşan Yılmaz'ın hayatı tehlikede.
Arkadaşlarının insanca yaşayabilmek için direnişe geçtiğini vurgulayan Merve Kurt, taleplerini şöyle sıraladı:
"Kuyu tipi olmayan, arkadaşlarımın bulunduğu hapishanelere sevk olmak. En nihayetinde de kuyu tipi hapishanelerin kapatılması. Kuyu tipi hapishaneleri her geçen gün artırıyorlar. Bugün bize, yarın herkese yaşatılır. Bu hapishaneleri ancak hep birlikte açlığa ses çıkaranların sesine ses olarak kapatabiliriz."
Ağır hasta ve ileri yaştaki mahpuslar da gönderiliyor
5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 9. maddesi, hapishane idaresine mahpusları “tehlikeli mahkum” olarak tanımlama yetkisi veriyor. Uygulamada bu madde, siyasi mahpusların yıllarca tek kişilik hücrelerde tutulmasının gerekçesi haline geliyor. Oysa yönetmeliğe göre tek kişilik hücrede kalma cezası ancak disiplin suçu sonrası ve en fazla 20 gün için uygulanabilir.
Bununla birlikte, birçok mahpus hiçbir disiplin cezası olmaksızın “tehlikeli” ilan edilerek yıllarca kuyu tipi hapishanelere sürgün ediliyor. Ağır hasta ve ileri yaşlı mahpuslar dahi bu uygulamadan muaf tutulmuyor.
İşkence cezaevinde sürüyor: Tek öğün yemek, 57 kişilik koğuş, engellenen kitaplar...(https://haber.sol.org.tr/haber/iskence-cezaevinde-suruyor-tek-ogun-yemek-57-kisilik-kogus-engellenen-kitaplar-397186)
Uzun, karmaşık, yorucu hak savaşımı ve örgütlenme tarihleri var kamu emekçilerinin. Statü hukukları, kapsamında oldukları özgün yasaları var. Bir yandan devlet içinde ayrıcalıklı gibi duruyorlar diğer yandan birçok yönden emekçilerden ve çalışma hukukundan ayrık tutuluyorlar. Ekonomik, siyasal, sosyal hak savaşımları parçalı ve dağınık. Mağdurlar, yoksulluğa itiliyorlar; mağduriyetleri ve yoksullukları artan oranda sürüyor, emekliliklerine de yansıyor.
Bugünlerde birden fazla sendika ve konfederasyonla eylemdeler. Sendikasız kamu emekçileri de var eylemlerin içinde. Ancak eylemler mali haklarının artış yüzdeleriyle sınırlı pazarlık görüşmelerine sıkışıp kalıyor.
Sendikal parçalanmışlık içinde ilkeli bir örgütlülük ve savaşımdan söz edemiyoruz. Toplu sözleşme yapılması sırasında dahi işveren devlet ve egemen siyaset tarafından sessizlik, nefessizlik isteniyor. Anayasanın 90. maddesine, Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmelerine, yargının ve Anayasa Mahkemesinin “sendikal eylemlere katılmanın cezalandırılamayacağı” kararlarına karşın iş bırakma eylemlerine ceza yağdırılarak çalışanlar üzerinde baskı ve korku yaratılıyor.
Bir yandan sendikal ve toplu sözleşme hakları hukuksuz hukukla sınırlı, diğer yandan uyuşmazlık çıkması halinde -ki hep çıkarılıyor- kararları kesin ve toplu iş sözleşmesi hükmünde olan Kamu Görevlileri Hakem Kurulu devreye giriyor.
Ücret artışlarına yoğunlaşılarak, kamu emekçilerinin sömürülmesinden, devletin sömürücülüğünden, bütünsel olarak sömürü düzeninden söz edilmiyor; edilmedikçe de sömürü temel konusu unutturulup düzen içinde iyileştirmelerle oyalanılıyor.
Aynı hedef için parçalı sendikalaşmadan kaynaklanan pratik sorunları da var. Çeşitli sendikaların eylem için bir araya geldikleri, yürüdükleri alanlar bile farklı. Kimi eylemlerde Kuran’dan ayetlerle moral aranıyor.
Düzen egemenlerinin ve devletin anayasal güvence altındaki çalışma ve sözleşme özgürlüğünden anladıkları iş gücünün sömürücülerin isteğine, gereksinmesine, çıkarına uygun, ucuz, esnek, güvencesiz kalıba sokulması.
Çalışma düzeni, üzerinde en çok oynanan, değiştirilen hukuk dalları arasında. Bu oynamalar her seferinde emekçilerin haklarını budayıp patronları rahatlatıyor.
Hem sendika kurma, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı yönlerinden hem de bütünsel olarak çalışma hak ve özgürlüğü yönlerinden sermayenin sınırsız egemenliği ve baskısı söz konusu.
Emekçilerin çalışma ve yaşamlarındaki kördüğüm, egemen sermaye sınıfı ve işbirlikçileri yönünden daha fazla hak sınırlaması, daha fazla sömürü amacını taşıyor.
Bu karmaşık ve bir o kadar da çürümüş ortamda iş bırakan kamu emekçileri Türkiye Komünist Partisi'nin de vurguladığı gibi “bu ülkenin onuru”dur.
Ekonomik savunmayla ve yüzdelerle yetinmenin hem kamu emekçilerinin hem de emekçi halkın temel sorunlarını çözmeye yetmediği, her seferinde emekçilerin daha fazla yoksullaşmaya itildiği gerçeği karşısında eylemlerin sınıfsal karakterini yükseltmek, örgütlenmeyi ve ilkeli savaşımı sınıfsallık üzerine yerleştirmek zorunluluğu açık seçik ortadadır.
Ekonomi sermaye sınıfının egemenliği ve çıkarı doğrultusunda yönetildiğinden, siyaset aynı doğrultuda biçimlendirildiğinden işçi, memur, sözleşmeli, geçici işçi, çocuk işçi, emekli çalışan, göç insanı, emekli gibi ayrımlarla, işsizliği kaçınılmaz gösteren dayatmalarla emekçilere yönelik ağır sonuçları olan bir ekonomi programı uygulandığı tartışmasız.
Kapitalist/emperyalist düzen hep yeni yollar, yöntemler arar, uygular; kurumlaştırdığı düzenin istikrarı gibi vitrinlerle sınırlı kalmaz. Hep daha fazla sömürü, daha fazla doğa katliamı ister; daha fazla baskıya, emekçiler üzerinde daha yaygın ve kalıcı egemenlik kurmaya yönelir.
Bu egemenlik karşısında emekçiler sustukça ya da dar alanlardan kurtulup gerçekçi eylemlere yönelmedikçe, ekonomik savaşımla siyasal ve ideolojik savaşım bir arada yürütülmedikçe, sınıfsal karakterli örgütlenmelerle savaşım sürdürmedikçe sömürücülerin saldırısı şiddetlenecektir.
Sömürücülerin aklının ürünü sahteliklerle emekçiler için kurtuluş gelmez.
Onurlu savaşım sınıfsallığa oturduğunda geçici, kandırıcı iyileştirmeler, sömürücülerle uyumlu örgütlenmeler, parçalı ve kısır eylemler yerini gerçek bir somut durum analizine, örgütlenmesine ve savaşımına bırakacaktır.
/././
Memur gücünü gösteremiyor!-Atilla Özsever-
Memur konfederasyonları AKP hükümetinin önerdiği sefalet zammına karşılık 18 Ağustos’ta iş bıraktı, eylem yaptı. Ancak bu eylemler yeterli olmadı, hükümet de eski teklifine sadece yüzde 1’lik bir zam ilave etti. Sonuçta uyuşmazlık hakem kuruluna gidecek. Orada da hükümet ağırlıklı…
4 milyonu memur, 2,5 milyonu da memur emeklisi olmak üzere 6,5 milyonluk bir kesimi ilgilendiren toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlandı. Uyuşmazlık, Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’na gidecek.
Hakem kurulunun 11 üyesinden 7’sini Cumhurbaşkanı atıyor, geri kalan 4 üyesi de memur konfederasyonları tarafından belirleniyor. Yani sonuçta hakem kurulunda AKP Hükümeti çoğunlukta bulunuyor.
Şimdiye kadarki hakem kurulunun kararlarında hükümetin öngördüğü zam oranları esas alındı. Kararları kesin olan hakem kurulunun 31 Ağustos 2025 tarihine kadar memurların ücretlerine 2026 ve 2027 yılları için yapılacak zam oranlarını belirlemesi gerekiyor.
Şimdi bu gelinen süreci kısaca özetleyelim…
Sendikaların talepleri
28 Temmuz 2025 tarihinde başlayan toplu sözleşme görüşmelerinde yetkili memur konfederasyonu “AKP yanlısı” Memur-Sen idi. Bu toplu sözleşme görüşmelerinde 11 hizmet kolu ile ilgili ücret, sosyal haklar ve çalışma koşulları görüşülüyor.
11 hizmet kolunun 10’unda Memur-Sen, diğer 1’in de ise Türkiye Kamu-Sen yetkiliydi. Toplu görüşmelerde bu konfederasyon temsilcilerinin yanı sıra üye sayısı bakımından ilk üç sırayı alan konfederasyonların başkanları da görüşmelere katılıyor.
Bu üç konfederasyon, Memur-Sen, Türkiye Kamu-Sen ve Birleşik Kamu-İş’tir. KESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu) dördüncü sırada olduğu için görüşmelerde temsil edilmiyor.
AKP döneminde üye sayısını hızla artıran Memur-Sen, toplu sözleşme görüşmelerinde imza yetkisi olan tek konfederasyondur. Memur-Sen, 2026 için toplamda yüzde 88, 2027 yılı için de yüzde 46’lık bir ücret artışı önerdi.
Diğer konfederasyonlar da, sonuç itibariyle memur ücretlerinin yoksulluk sınırı olan 86 bin liranın üzerinde olması yönünde tekliflerini ilettiler. Halen en düşük memur aylığı da 50 bin lira, ortalama memur aylığı ise 57 bin lira dolayında bulunuyor.
Sefalet zammında ısrar
AKP Hükümeti ise, kamu çalışanlarının ücretleri için 2026 yılının ilk altı ayı için yüzde 10, ikinci altı ayı için ise yüzde 6’lık zam teklifi etti, 2027 yılı için de yüzde 4 artı yüzde 4’lük bir artış önerdi.
AKP’li Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, ikinci bir teklif olarak da zam oranları ayni kalmak kaydıyla taban ücrete 1.000 TL’lik bir artışın yapılacağını söyledi. Bu sefalet zammının kabul etmeyen memur konfederasyonları da eylem kararı aldılar.
Memur-Sen ile Türkiye Kamu-Sen, ayrı, ayrı olarak 18 Ağustos 2025 günü iş bırakıp eylem yaptılar. Ancak Memur-Sen’in kimi işyerlerinde iş bırakma çağrısını örgütleyemediği, üyelerinin önemli bir kısmına eylemleri duyuramadığı yönünde yazılı basında haberler çıktı (Memur-Sen iş bırakma çağrısı yaptı ama örgütlemedi, Evrensel, 19 Ağustos 2025).
Üye sayısı açısından üçüncü ve dördüncü sırada olan Birleşik Kamu-İş ve KESK ise, diğer beş memur örgütüyle birlikte ortak iş bırakma kararı almıştı. Gerek Memur-Sen, Kamu-Sen ve gerekse KESK’in öncülüğündeki memur sendikaları 81 ilde iş bırakma ve AKP Hükümeti’nin ücret politikası protesto ettiler.
Memur-Sen, iş bırakma eyleminin ardından Ankara Tandoğan Meydanı’nda bir miting düzenledi ardından da Hazine ve Maliye Bakanlığı’na bir yürüyüş gerçekleştirdi. Türkiye Kamu-Sen de 81 ilde alanlarda eylem yaptı.
KESK ile birlikte yedi kamu emekçisi konfederasyon, 18 Ağustos günü Ankara’da Çalışma Bakanlığı önünde protesto gösterisinde bulundu, bu örgütler diğer kentlerde de iş bırakıp eylem düzenlediler.
Kadıköy’deki eylem
18 Ağustos 2025 günü Kadıköy İskele Meydanı’nda yapılan eyleme KESK ağırlıklı olmak üzere çeşitli memur sendikalarının üyelerinin katımı oldu. Basın açıklaması eyleminde DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası yöneticileri, DİSK İstanbul Bölge Temsilciliği de destek için hazır bulundular.
Tüm Emekliler Sendikası üyeleriyle birlikte Hak-Sen (Kamu Çalışanları Hak Sendikaları Konfederasyonu) üyeleri de sınırlı sayıda da olsa mevcuttu. Memur konfederasyonlarının ortak eyleminde Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu’nun temsili Kadıköy’de göze çarpmadı.
Memurlar adına ortak basın açıklaması yapan KESK İstanbul Şubeler Platformu Sözcüsü ve Eğitim-Sen 5. Nolu Şube Başkanı Ertuğrul Eroğlu, taban ücrete yapılan günlük 33 lira zammın sefalet zammından başka bir şey olmadığını söyledi.
Eylemde atılan sloganlar çoğunlukla “Sefalete teslim olmayacağız”, “Birleşe birleşe kazanacağız”, “İş ekmek yoksa barış da yok” şeklindeki sloganlardı.
Kadıköy İskele Meydanı’ndaki topluluk çok fazla değildi. İstanbul Kadıköy gibi işçi, memur ve emeklilerin ağırlıklı olduğu bir kentte, 18 Ağustos’ta iş bırakma kararı alan memur konfederasyonlarının böyle bir etkinliğe sınırlı sayıda katılması da dikkat çekiciydi.
Katılımın yetersizliği
Kadıköy iskele meydanında görüştüğümüz kimi kamu çalışanlarının katılımın azlığı üzerine yaptığı yorumlar şöyleydi:
“Memurlar genelde ürküyorlar, korkuyorlar. ‘Nasıl olsa birileri bizim yerimize gelip eylem yapar’ diye düşünüyorlar. Aslında sendikaların bu çerçevede kendilerini sorgulamaları lazım. Sendikalar, birer kitle örgütü olduğu için emeği ile geçinen herkesi kapsaması gerekir.
Sol, ilerici sendikalar, ne yazık ki kimi zaman dar, ideolojik bir çerçevede örgütlenme anlayışına sahip oldukları için üye sayısında da azalma oluyor.
Öte yandan eylemlere gelmeyen memur arkadaşlarımız da gereken cesareti gösteremiyorlar. Eyleme gelirlerse en fazla bir yevmiye ceza kesilir. Memur bunu göze almazsa hakkını nasıl koruyacak, isteyecek?”
Kadıköy’deki eyleme katılımın azlığı üzerine akademisyen bir sendika yöneticisi de şunu söyledi: “AKP Hükümeti, bizim eylemlerimizi dikkatle takip ediyor. Memurun bu güçsüz katılımı ve mücadelesi üzerine ücret artışı yapmayabilir bile. Esprili anlamda söyleyeyim: Ben hükümetin yerinde olsam yüzde 10’luk teklifimi yüzde 8’e çekerim”
Zaten eylemlerin yapıldığı günün akşamüstü yeniden toplanan memur-işveren yetkililerinin görüşmesinde de, AKP Hükümeti’nin yeni teklifinin son derece düşük olduğu ortaya çıktı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, 2026 yılının ilk altı ayı için yüzde 10 olan tekliflerini bir puan artırarak yüzde 11’e, ikinci altı ay için yüzde 6 olan tekliflerini de yine bir puan artırarak yüzde 7’e çıkardı.
Hükümetin 2027 yılı için daha önce teklif ettiği yüzde 4 artı yüzde 4’lük teklif de değişmedi, taban aylığa olan bin liralık ilave de aynen kaldı.
Resmi enflasyonun altında
AKP Hükümeti’nin 2026 yılı için önerdiği yüzde 11 artı yüzde 7’lik teklif kümülatif olarak yüzde 18,8’e gelmiş gibi gözükse de aslında 12 aylık ortalama olarak yüzde 14,9’a denk düşüyor.
(Hesabı da şöyle: Örneğin 100 lira üzerinden ilk altı ay için yüzde 11’lik zamla ücret 111 TL x 6 ay = 666 TL, ikinci altı ay için de 111 TL x yüzde 7= 118, 77 TL x 6 ay = 712,62 TL. .Her ikisinin toplamı 666 TL + 712,62 TL = 1.378,62 TL. Bu bir yıllık toplamı 12 aya böldüğümüzde; 1.378,62/ 12 = 114,88 TL ediyor. Yani aylık ortalamada yüzde 14,9’luk bir artış sağlanmış oluyor).
Memurların ücretlerine 2026 için gerçekte yapılacak yüzde 14,9’luk artış, Merkez Bankası tarafından güncellenen yüzde 16’lık hedefin bile altında bulunuyor.
Çalışma Bakanı Işıkhan, hakem kuruluna giden uyuşmazlıkla ilgili olarak yaptığı açıklamada, “Hiçbir memurumuzu enflasyona ezdirmeyeceğiz” diyerek resmi enflasyon hedefinin bile altında kalan zam oranı için gerçeği söylemiyor.
“Top” hakem kurulunda
Uyuşmazlık sonrası açıklama yapan Memur-Sen Genel Başkanı Mehmet Ali Yalçın, hükümetin teklifinin yetersiz olduğunu belirterek hakem kuruluna güvenmedikleri için gitmeyeceklerini, inisiyatifin hükümette olduğunu söyledi.
Bakan Işıkhan da, “11 hizmet kolu açısından memurlarımız için önemli sosyal haklarda kazanımlar sağladık. Oransal zamla ilgili mutabakat sağlayamadık. Tahkim süreci söz konusu. Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’nun kararına hepimiz saygı göstereceğiz” diye konuştu.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi hakem kurulunda hükümet çoğunlukta, karar da hükümetin istediği gibi olacak. Zaten bu karara itiraz yok. Memurların da tüm toplu sözleşme sürecinde yasal anlamda grev hakları da yok.
Bununla birlikte sonuç olarak şunu ifade edebiliriz ki;
1-Niceliksel anlamda nüfusun önemli bir bölümünü kapsayan kamu emekçilerinin gücünün farkına varıp daha direngen ve kararlı bir şekilde davranması,
2-Yasal anlamda grev hakları olmamasına rağmen uluslararası sözleşmelerden ve anayasayla bağlantılı olarak doğan grev hakkı için mücadele etmesi, eylemlerde yeterli katılım sağlaması, birleşik bir mücadelenin gerçekleştirilebilmesi,
3-Ve de öncelikle sendikaların emeğin temel hakları üzerinden memurları kitle örgütü tanımına uyan bir biçimde örgütlenmeye çalışması önemli kazanıyor…
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder