T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Ağustos 2025-

Çocukların gözyaşlarına yenileceksiniz, sonunuz onlar olacak!-Tuğçe Tatari-

Aç, açıkta bıraktığınız çocukların gözyaşlarına, mide ağrılarına yenileceksiniz! Okula beslenme çantası götüremeyen, bir elma, bir kek götüremeyen o çocuklar sizi alaşağı edecek… Çocukların,  yaşadıkları bu cehennemin sorumlusunu anlayacak kadar büyümesini bekleyin. Sizin sonunuz onlar olacak!


Bir kitap çalışması nedeniyle bir süredir gençlik hayalleri, gençken hayattan beklediklerimiz ve gerçekleştirebildiklerimiz üzerine çok yoğun düşünüyorum.

Kendi gençliğim ve şimdinin gençliği arasındaki farkları anlamaya çalışıyorum. İçine doğduğumuz ülke aynı olsa da aradan geçen yıllarda özellikle de sosyo ekonomik anlamda yaşanan değişim ve elbette 23 yıldır aktif olarak yürütülen politikalar -siyaset her şeydir- Türkiye’yi Ortadoğu’ya daha yakın yeni bir ülke olarak konumlandırdı.

Gençleri anlamaya çalışırken aslında yine ülkeyi anlamaya çalıştığımız bir çabalama hâli…

Kendimi sık sık “bu ülkenin, gençlerine koca bir gençlik borcu var” derken buluyorum. Ama gençtir, gücü kuvveti ve en önemlisi de ateşi kendi içindedir, mücadeleyi kazanma veya en azından ayakta kalma şansı vardır.

Gençlik üzerine çalışırken ellerinden alınan hakları, özgürlükleri, imkânları, şansları düşünüp öfkeleniyor insan. Gazetecilik için biraz da duygularla araya mesafe koymak gerekir. Objektif olabilmek yaşamsaldır bizim meslekte ve önde gelen şartı mesafedir. Mesafeyi yitirirsen direkt taraf olursun. Konu gençlerden çocuklara döndüğünde, direksiyonda meseleleri anlamaya çalışan serin gazeteciler yoktur artık. Çünkü duyguları esas altüst eden, hepimizi güçsüz kılan konudur çocuklar. Çünkü çocuğun elinden alınan her hak çocuğa karşı işlenmiş bir suç, bir ihlaldir de aynı zamanda.

Misal çocukların yaşadığı hak ihlallerine karşı çalışırken soğukkanlı kalmak da konuyla arana mesafe koymak da oldukça güçtür.

İnsan olmanın korunmaya, kollanmaya ve bakıma ihtiyaç duyan hâlidir çocukluk. Ve çocukların bu kadar mutsuz, bu kadar imkânsız, bu kadar kısır bir yaşama mahkûm edilmesi de kabul edilemez. “Bir toplumun kendi çocuklarına nasıl davrandığı, onun kişiliğini en açık biçimde gösterir” demiş Mandela… Bu sözü aklımızın bir kenarında tutarak devam edelim okumaya lütfen.

Geçtiğimiz günlerde TÜİK çocuk yoksulluğuna dair yapılan çalışmaların sonucunu yayımlamış.

Temel yaşamsal ihtiyaçlar olan gıda, giyim, barınma konularına yoğunlaşılmış çalışmada.

Sonuçlara göre, Türkiye’de çocukların yüzde 9,4’ünün 2. ayakkabısı yok, hatta bazısının hiç ayakkabısı yok!

Her 10 çocuktan biri kıyafet ihtiyacını gideremiyor.

Derin yoksulluk ağı kurucusu Hacer Fogo, Açık Alan Derneği Yönetim Kurulu üyesi Melek Bahat ve Derin Yoksulluk Ağı Koordinatörü Önder Uçar konuya dair bir dosya hazırlayan muziryayin‘a konuşmuş. Ve bu ekonomik krizin aslında en çok da çocukları yaraladığını net bir biçimde ortaya koymuşlar.

Kıyafetleri, düzgün bir ayakkabısı olmadığı için okulda zorbalanan ve okula gitmeye utandığını anlatan çocuklar bir yana, ihtiyacı kadar gıdaya ulaşamayan ve yeterince beslenemeyen çocuklar var. Beslenme çantasını dolduramayan, okula yemek götüremeyen çocukların ‘beslenme saatleri’ni bahçede dolaşarak geçirdiğini ve bunun büyük bir travma olduğunu anlatıyorlar.

Çocuklar hak ihlalleri arasında büyüyüp genç birer birey olmaya çalışıyor. 

Doğuştan dezavantajlı pozisyonuna giren bu çocuklar gıda, barınma, sağlık, hijyen ve eğitim alanı başta olmak üzere hak ihlalleri yaşıyor. Yeteri kadar gıdaya ulaşamayan çocuklarda gelişimsel bazı sorunlar da meydana geliyor, bunların en başında da ‘bodurluk’ geliyor.

Yazının başına dönersek, şimdi çalıştığımız, avantajsızlıklarını ele almaya çalıştığımız gençlik, 2025’in çocuklarına nazaran daha iyi koşullarda bir çocukluk geçirmiş.

Bu çocuklar büyüyebilirlerse, hayata karışabilir ve tutunabilirlerse – ki burada da fırsat eşitsizliği kapanı var- muazzam öfkeli ve kızgın bir gençlik yolda demektir.

Çocukluğunu utanarak geçiren çocuk bu yaşadıklarına sebep olan adresin devlet ve işleyişi olduğunu elbette bir gün anlayacak, gelir dağılımındaki eşitsizliğe uyanacak, o 79 vergi rekortmeninin hangi korkularla rekortmen listesindeki isimlerini sakladıklarına ayılacak, işte o gün sakatladığınız bu çocuklara hesap vereceksiniz.

Onları aç bırakırken kurduğunuz sarayları, bir ayakkabısı dahi yokken iktidar sahiplerinin ve ailelerinin harcadığı miktarları öğrenecekler elbette. Mevcut iktidardan kimsenin soramadığı hesabı işte onlar soracak. Aç, açıkta bıraktığınız bu çocukların göz yaşlarına, mide ağrılarına yenileceksiniz! Okula beslenme çantası götüremeyen, bir elma, bir kek götüremeyen o çocuklar sizi alaşağı edecek.

Tüm ilkokul yıllarını fazlaca semirtilmiş seçkin azınlık akranlarının zorbalığıyla geçiren o çocukların bu yaşadıkları cehennemin sorumlusunu anlayacak kadar büyümesini bekleyin.

Sizin sonunuz onlar olacak!

Bizler de mevzu çocuk olunca, yatağında aç uyumaya çalışan tek bir çocuk için bile acı çekeceğiz, kıvranacağız ve kim bilir belki de o çocuklardan önce biz kalkacağız ayağa bir gün ve yeter diyeceğiz. Artık YETER!

                                                        /././

Şeref kavramı, Joseph Fouché örneği ve ikiyüzlülüğün sıradanlaşması -Sami Selçuk-

Unutmayalım, “Dünya,” demişti Napoléon, “kötü insanların şirretinden değil, iyi insanların susmalarından, sessiz kalmalarından acı çekmektedir.” Hiçbir hukukçunun, taşıdığı hukukçu yurttaş ve bilim sorumluluğuyla ülkemizde yaşanan hukuk dışılıklara sessiz kalma hakkı yoktur. Olamaz da...

Joseph Fouché

                                                                            Joseph Fouché

Ülkemizde sık sık yaşanan ve bireyselliği aşıp topluma da yansıyan bazı olayları, “işlevsel açıklamalar”la ya da bir tür indirgemecilik olan “metodolojik bireycilik”le gün ışığına çıkarmak çok güçtür.

Çünkü yaşananlar, genelleştirilemeyecek biçimde bizim insanımıza ve toplumumuza özgüdür; çağdışılığın ve yavanlığın yansımalarıdır. 

Nitekim T24’te yayımlanan Hukuk Düzeninde Geldiğimiz Nokta (14 Ağustos 2025) başlıklı yazımda toplumumuzda yaygın ve kınanası bir ahlak dışılığa 1960 darbesiyle birlikte tanık olduğumuzdan söz etmiş ve gerçekten, demiştim, bu darbeden bir gün önce Yedek Subay Okulu’nda dışarı çıkmamıza bizlere hakaretler ederek, üstüne üstelik iktidarı savunarak bir dakika dahi izin vermeyen subayların hemen hepsinin, darbe olduğu gün ülkeyi kurtaran birer kahraman kesilerek düşürülen iktidara sövdüklerine tanık olmuş ve şu tanıda bulunmuştum: İkiyüzlülüğün sıradanlaşması ve yaygınlaşması.

Yıllarca sonra bugünlerde bu yazının yayımlanmasından 24 saat bile geçmeden bütün Türkiye halkı, iktidardan yana olanları bile tiksindiren, yüzleri kızartan bir olaya tanık olmuştu.

Ayrıca olay, sadece tiksinti verici değil; iktidar ve muhalefet için, kişilik ve ahlak anlayışımız açısından son derece düşündürücüydü.

Çünkü uzun süre bir partisini milletvekili ve belediye başkanı olarak temsil eden bir bayan, veriler göre kendi partisinin iktidara koştuğu ileri sürülen, bu yüzden de hiç umulmadık bir zamanda iktidar partisine geçmişti. Basın, bu geçişin kişisel yararlardan kaynaklandığını yazıyordu.

Vaktiyle aynı kişinin iktidar partisi ve başı için söylediklerini düşününce, bu geçişin gerekçesi ne olursa olsun, herkes şaşırmıştı buna. Olasılıkla iktidar partisinde olanlar bile.

 Hatta geçtiği partinin başkanı bile şaşkındı. Televizyon kanallarında parti değiştiren milletvekiline ve belediye başkanına bakışından belliydi, bu.

Ancak ben, hiç şaşırmadım. Çünkü çok yaşadım bu türden ilkesizlik örneklerini.

Unutulmamalıdır ki, tarihte her dönemin adamı olanlar vardır.

Sözgelimi, ééon’un yalancılığıyla ünlü Dışişleri Bakanı Talleyrand (1754-1838) bunlardan biridir. Napoléon’un “Siz ipek çorabımda bir pisliksiniz (kaka)” diyerek onu küçümsemesi ve aşağılaması, yalnızca tarihlere değil, sözlüklere bile geçmiştir (Örneğin, Robert, Paul, Dictionnaire Alphabétiqe et Analogique de la Langue Française, Paris, 1973, s. 1073). Çünkü Talleryand, söylediklerinin tersi bile yalan olduğuna inanılan bir bakandır. Bu yüzden Avusturya Başbakanı Metternich (1773-1859), “Talleyand ölmüş”’ dediklerinde verdiği yanıt çok anlamlı, bu yüzden de çok ünlüdür: “Mutlaka yine bir hesabı vardır.”   

Dönemin bakanlarından Joseph Fouché ise, ikiyüzlülüğüyle bu tabloyu tamamlamıştır. Bu yüzden François-René de Chateaubriand (1768-1848), İmparatorun yanına girerken Talleyrand ile Fouché’nin çıktıklarını görünce, “Ben içeri girerken yalancılık ile ikiyüzlülük, İmparatorun yanından kol kola çıkıyorlardı” diye yazmıştır, unutulamaz yapıtında.

Fransız ihtilali döneminin ve hemen sonrasında bütün güç odaklarında yer alan ikiyüzlü, yasaların ve insanlığın “kalleş” diyerek andığı Brutus’un öz kardeşi Joseph Fouché’yi (1759-1820), Fransa’da herkes bilir.

O, 1789 États généraux’nun özgürlükçü ve ılımlı “Jirondin”ler ile Robespierre’in önderliğindeki cumhuriyetçi ve köktenci radikal “Jakoben”ler çatışmasında bu berikilerin yanında yer almış; Fransız Devriminin Terör Dönemi’nde (1793 ve 1794 yılları), 16 bin ila 40 bin kişiyi giyotine göndermiş, Valmy zaferinden sonra Eylül 1792'de Cumhuriyetin ilanında ve 1793'te Kral Louis XVI, ardından Kraliçe Marie-Antoinette’in ölüm cezalarının yerine getirilmesinde rol almış biridir.

Joseph Fouché, şaşıracaksınız, ama aslında papaz okullarında yetişmiş bir öğretmendir. O, 1792'de milletvekili olmuş, ceketinin cebine bir gün önce koyduğu ve kralın “affı”nı isteyeceği yazısıyla kürsüye çıkmışsa da, sonucun Jakobenlerin istediği doğrultuda çıkacağını kestirince bir çırpıda saf değiştirmiş “La Morte” (ölüm) diye haykırarak oy kullanmıştır. Kral yanlısı ayaklanmalar karşısında kanla temizleme eylemlerinde bulunmuş, Lyon'da 1.600 kişiye ölüm cezası verilmesini sağlamış, bu yüzden kendisine “Lyon Kasabı” denmiş, daha önceleri desteklediği Robespierre'in yönetimden uzaklaştırılmasını sağlamış, 1799'da Konvansiyon Başkanı P. Barras'ın yardımıyla polis örgütünün başına geçirilmiş, oluşturduğu geniş ajan ve muhbir ağını Napoléon'un hizmetine sunmuş, örgütünü kendi çıkarları için kullanmış, 1809'da Otranto Dükü olmuştur.

Joseph Fouché’yi en iyi anlatan yazar, kuşkusuz Stefan Zweig’dır (1881-1942). Ona göre, Fouché demek, politik rüzgârın yönünü kestirme, çıkarcılık, döneklik, ikiyüzlülük, güçlünün kim olduğunu kestirmek, kısaca Makyavelcilik demektir.

Özetle Joseph Fouché, Fransız Devrimi’nin en kanlı günlerinde siyaset rüzgârı yön değiştirince, infazları bile durduran, Jakobenlerin üzerine giden ve iz bırakmamak için idamları gerçekleştiren cellatları bile öldürten, sıradan bir din adamı iken devrimcilere katılıp kiliseleri yakan, rahipleri giyotine gönderen, yakın dostu Robespierre’in ilkin yanında, sonra da onu giyotine gönderenlerin yanında yer alan, kendisini var gücüyle Napoléon’un yükselmesine adayan, Waterloo yenilgisinden sonra Kral XVIII. Louis’ye sığınıp bir bakanlık bile kapan, yeri geldiğinde komünistlerin ve ateistlerin en azılısı olan, Napoléon yükseldiğinde cumhuriyetçi gömleğini çıkarıp monarşist olan, yenildiğinde ise Kral XVIII. Louis’ye  sığınıp karşısına çıkan bir hain, Napoléon Elbe’den kaçınca yeniden onun hizmetine giren, Waterloo yenilgisi üzerine önce, kendisi için “tanıdığım en kusursuz dönek”diyen Napoléon’a, daha sonra da  Krala, en sonunda da İtalya’ya sığınan, ateist olmasına rağmen ölümünden önce rahip çağırarak kutsal yağla kutsanmasını isteyen, özetle Stefan Zweig’ın dediği gibi, “İhanet etmeye o kadar alışmış ki, sonunda ihanet edecek birini bulamayınca kendine ihanet eden,” yeri geldiğinde komünist olup soyluların mallarını yağmalayan ve sonra da Fransa’nın en zengin ikinci adamı olan, tarihin gördüğü en güvenilmez, tiksindirici bir kalleştir.

Özetle o, tarihin gördüğü en çirkin bir ikiyüzlülük oyuncusu alçak, Zweig’ın anlatımıyla bir “ihanet dâhisi”dir.

Hiçbir zaman asla yenilenlerin, yitirenlerin yanında yer alacak kadar mert biri olmamıştır, olamamıştır.

Ülkemize gelince, son yıllarda Türkiye’miz de, ne yazıktır ki, ''Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan'' diyen Pir Sultan Abdal yoldaşlarının ülkesi olmaktan çıkmış, Fouché’lerin ülkelerine dönüşmeye başlamıştır.  

Oysa bildiğimce, yaratıcıdır, Türk insanı. “Yaratıcı ise, haz uğruna çalışan biri değildir. Mutlaka ihtiyaç duyduğu şeyi yaratır” (Deleuze).

Öte yandan “Ağır ağır ölür şereflerini (özsaygıların)ı ağır ağır yok edenler” demişti, bir şiirinde Pablo Neruda.

Elbette doğru bir belirlemeydi, bu.

Bu yüzden ister iktidarda, ister muhalefette olsunlar, ülkemizi yönetenler, attıkları her adımda halkımızın en küçük kesimini bile dışlayamazlar. Nitekim bu nedenlerle bütün demokrasilerde olduğu gibi krallar, özellikle de cumhurbaşkanları, böyle bir anlayışla yansız ve nesnel (objektif) davranacakları konusunda insanı insan yapan ve kimilerince saygı gösterilmeyen birine bile saygıyı zorladığı için insanı öbür canlılardan ayıran “ŞEREF” (özsaygı, onur, amour propre, amor proprio, auto estima) değeri ve bu değeri yönettiği halk için güvence kılarak “laiklik” üzerine ant içerler.

Şunu da hiç kimse unutmamalı: Anasından doğan her İNSAN için Alman Anayasası’nın birinci maddesinin birinci fıkrası şöyle demektedir: İnsanın şerefine (özsaygı, saygınlık) dokunulamaz. Bütün devlet gücü, bu değere saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.

Hukukta bu kuralın adı, “sonsuzluk, ebedilik kuralı”dır (Rüthers, Bernd / Fischer, Christian / Birk, Axel, [Doğan, İlyas / Aldudak, Rukiye / Eyman, Aydın], Hukuk Teorisi, Ankara, 2020, s. 363). Çünkü bu madde, insanlığın yüz karası Hitler çılgınlığıyla her Alman’ın şerefini, insanlığını yerle bir eden, vicdanları yıkanamaz duruma getirerek kusturan Polonya’daki Trebilinka, İspanya’daki Auschwitz, Yunanistan’daki Haydari alçaklıkları gerçeğinden esinlenmiştir. Bu nedenle söz konusu madde, özünde Yaşar Kemal’in dediği gibi, dört kitapta bile asla yeri olmayan yıkım ve alçaklıklara bundan böyle hiçbir insanın destek olmamasını, olursa o destekçilerin üstüne gidilmesini buyuran bir hükümdür.

Tam bu noktada bir ayraç açmakta yarar vardır.

Bilindiği üzere değerleri, toplum içinde yaşayan insan yaratmıştır. O değerlerin başında gelen "şeref," yineleme pahasına belirtelim ki, AİHM'nin, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve ilk mahkemelerin kararlarında en yüksek değer olarak benimsenmiştir. Zira şeref, her hukuk öznesinin tinsel bütünlüğünü anlatan, bu bütünlük hakkında kendisinin ve başkalarının düşüncelerini, değer yargılarını sergileyen toplumsal bir kavramdır

Arapçadan aldığımız "şeref" sözcüğü ve kavramı üzerine hem Arap ve hem de batılı düşünürler çok eğilmişlerdir.

Arapçada şeref, bir kimseye gösterilen saygının dayandığı tinsel (manevi) yücelik, ululuk; erdem, yüreklilik vb. üstün niteliklerle kazanılmış ün; övünülecek durum gibi anlamlara gelmektedir. Şeref, kişinin kendi öz nitelikleri ve erdemleriyle ilgili ise "şeref-i zâtî"; konum ve rütbesiyle ilgili ise "şeref-i ârizî" ya da "şeref-i izâfî" olarak adlandırılmıştır. Bundan başka sözgelimi, "şeref-ül mekân bi'l-mekin" sözünün anlamı ve insanlara ulaştırdığı ileti çok düşündürücüdür: "Oturulan yer, şerefini orada oturandan alır" (Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lûgat, Ankara, 1986, s. 1186; Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, 2006, III, s. 2937).

Bu yaklaşımlar elbette bütün toplumlarıda geçerlidir. Gerçekten her toplumda, özellikle de Batı toplumlarında geçerli olan hukuk düzeninin dışında ahlak anlayışının da odağında yer alan "şeref" kavramının kökleri ve kaynakları, Eski Yunan felsefesine değin uzanmaktadır. Eski Yunan'ın kent devletlerinde toplumsal konumla ilgili olarak şerefli duruş, soylulara özgü en yüce değer sayılmıştır (Taner Timur, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, İstanbul, 2011, s. 18).

Bu nedenlerle "Sorgulanıp eleştirilmeyen yaşam, yaşanmaya değmez" diyen; insanı, kendisine ve başkalarına akılcı bir soru sorulduğunda akılcı yanıtlar verebilen "sorumlu" bir varlık, bir ahlak ve hukuk öznesi olarak algılayan Sokrates (Ernst Cassirer, (Necla Arat), İnsan Üstüne Bir Deneme, İstanbul, 1997, s. 20), ilkelerinden ve şerefinden asla hiç ödün vermemiş; ölüm cezasına hüküm giydiği zaman bile, yargılamanın adil olmadığına inanmasına karşın, devletin yasalarına uymak gerektiğini belirterek, kendisine verilen baldıran ağısını duraksamadan içmiştir.

Ayraç içinde belirtmek gerekir ki, Melih Cevdet Anday, "Felsefe" sözcüğünün Yunanca "sevgi" (philia) ve "bilgi/bilgelik" (sophia) sözcüklerinin birleşmesinden oluştuğu, "bilgi/bilgelik sevgisi" demek olan ve Türkçede bu anlamda kullanılan "felsefe" ya da "filozofi" (philosophie) sözcüklerinin doğru olduğu; buna karşılık düşünür, felsefeci anlamında kullanılıp, "z" harfiyle yazılan "filozof" sözcüğünün doğru olmadığı, zira Yunanca "zophus" sözcüğü "karanlık" anlamına geldiği için filozof sözcüğünün zorunlu olarak "karanlık seven, karanlık sever" anlamına geleceği, "bilgi seven, bilge sever" anlamına gelmeyeceği, dolayısıyla "filosof" olarak yazılması gerektiğini, haklı olarak, ileri sürmüştür (Melih Cevdet Anday, En Önemli İş, Cumhuriyet, 30 Eylül 1994).

Ayracı kapatıp konumuza dönelim ve şu olay asla unutmayalım: İmparator Neron'a suikast düzenlediği iddiasıyla yargılanıp ölüm cezasına çarptırıldığı zaman kendisine cezanın yerine getirilme biçimini seçme olanağı tanınması, ancak vasiyetnamesini yazması için zaman verilmemesi üzerine, son anında yanında bulunan eşine ve çocuklarına dönerek "Üzülmeyin, size akçalı zenginliklerden daha değerli bir şey bırakıyorum: Şerefli ve erdemli bir yaşam" demiştir (Cemal Yıldırım, Bilimsel Düşünme Yöntemi, Ankara, 2008, s. 341).

Aynı nedenlerle pusu kurma, arkadan vurma, kalleşlik gibi yöntemler ve kurnazlıklar, insanın kendisine saygısızlık (haysiyetsizlik), şerefsizlik sayılarak Batı tarihinde en büyük kınamaların konusu olmuş ve Batı hukukunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında şeref, insan saygınlığı (dignité humaine), "temel ilke" (principe matriciel) olarak benimsenmiştir (Jean François Renucci, Droit européen des droits de l'homme, Paris, 2001, s.1).

Ayrıca unutulmamak gerekir ki, şeref kavramı, Batı'da "yaşam değeri" ya da "yaşam hakkı"yla özdeş düzeyde sayılmıştır. Bu yüzden düello, yüzyıllarca şerefi kurtarmanın bir yöntemi olarak benimsenip kurumlaşmıştır. Bilindiği üzere düello, iki kişi arasında toplum önünde şerefi kurtarmak amacıyla belli kurallar çerçevesinde öldürücü silahlarla yapılan bir dövüştür. Batıda düellonun suç olarak benimsenmesi ve yasaklanması çok sonraları olmuştur. Sözgelimi, düello Fransa'da 1547'de, İngiltere'de 1819'da yasaklanmıştır. Ancak bu yasağa karşın düelloya daha sonraki dönemlerde de rastlanmaktadır. Düelloya kurban giden ünlüler arasında, 1832'de henüz 21 yaşında iken öldürülen ve kendi adıyla anılan bir kuramın sahibi Matematikçi Evariste Galois; 1841'de 27 yaşında iken öldürülen Rus yazarı Lermontov; 1857'de 49 yaşında iken öldürülen Rus yazarı ve ozanı Puşkin de bulunmaktadır.

Şerefli olmanın, mertliğin ve erdemin simgesi ve yansıması olarak görülen düello, Batının ahlaka yaklaşımı doğrultusunda uzun süre uygulamada kalırken, yukarıda da belirtildiği üzere, beynin bencil düşünmesinin ürünü ve dolayısıyla özünde ahlaksızlığın bir izdüşümü sayılan kurnazlık, kalleşlik, ahlaka aykırı görülmüş, hiçbir zaman bağışlanmamıştır. Bunun en çarpıcı örneği, Sezar'ı MÖ 44 yılında kalleşçe öldüren Brutus'tur. Tarih, acımasız, eli kanlı, buyurgan Sezar'ı bağışlamış, ama kalleş ve kurnaz Brutus'u asla bağışlamamıştır.

Bu konuda bir başka örnek de şudur: ABD tarihinde yağma, tren soygunları ve sayısız insanı öldürme gibi birçok suç işleyen ünlü haydut Jesse James, duvarda asılı tablonun tozunu almak ve eğriliğini düzeltmek amacıyla sandalyeye çıktığı sırada, başına konan ödülü almak için bu fırsatı kaçırmayan arkadaşı Robert Ford tarafından 3 Nisan 1882 tarihinde arkadan silahla vurularak kalleşçe öldürüldüğü zaman, Amerikan toplumunun tepkisi, yine bu ahlak anlayışı doğrultusunda olmuştur. İnsanları acımasızca öldüren, soygunlar yapan, devletçe başına ödüller konan haydudun bu biçimde öldürülmesini Amerikan halkı, mertçe ve insanca bulmadığından asla sevinememiş; Robert Ford'u da bu yüzden bağışlanamaz bir şeref ve ahlak yoksunu olarak görmüş, onu yıllarca kınayıp durmuştur.

Buna karşılık Jesse James, Amerikan tarihinde efsaneleşmiş, hakkında kitaplar yazılmış, yaşamı yirmileri bulan filmlere konu olmuştur.

Bu açıdan Adorno'nun 7 Mayıs 1963'te ahlak felsefesi üzerine verdiği ilk dersinde söylediği şu sözler çok düşündürücüdür: "…kafanıza taş atacaksam bunu en baştan söylemiş olmam, size ekmek dağıtacakmışım gibi bir yanılsama yaratmaktan daha iyidir" (Ahlak Felsefesinin Sorunları, Hazırlayan Thomas Schröder, (Tuncay Birkan), İstanbul, 2012, s. 12).

Sanırım bütün bu sözler, kurnazlığın, ikiyüzlülüğün, arkadan vurmanın bencilce bir ahlaksızlık olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Oysa Doğu toplumlarında ve, ne yazık ki, bizde kurnazlık, zekânın bir göstergesi, övünülesi bir duruştur. İnceleyiniz. Doğu toplumlarının saraylarında sultanları, padişahları nabza göre şerbet vererek dinlendiren dalkavuklar, soytarılar vardır. Batı toplumlarında tekil anlatımla soytarılık diye bir mesleğin bulunup bulunmadığını ben bilmiyorum. Ama şunu iyi biliyorum: Başkan Einsenhower, Beyaz Saray'da dönemin üç büyük düşünürünü, kendi başarılarını övmeleri, yaltaklık etmeleri için değil, her sabah bir gün önce hangi yanlışları yaptığını söylemeleri için görevlendirmişti.

İşte bu Batı anlayışına göre, kaynak yasalarda "kalleşçe, arkadan vurmak suretiyle" (İtalyanca brutalità, Fransızca brutalité) anlamlarına gelen sözcük, bir hukuk kavramına dönüşmüş, Türkçe yasalara "canavarca duyguyla" olarak aktarılmıştır. Haksızlık içeriği ağır olduğundan işte bu kalleşçe insan öldürme, sıradan insan öldürmeden daha ağır sayılmış ve nitelikli insan öldürme suçu olarak birçok yasada ve Batı'dan aktarılan bizim Türk ceza yasalarında yerini almıştır (TCY, m. 82[1]b, Eski TCY, m. 450/3, İtalyan 1889 CY, m. 366/3, İtalyan 1930 CY m. 577/4, [61/1], Fransız 1810 CY, m. 303. Ayrıntılı bilgi için bk. Sami Selçuk, Adalet ve Yaşayan Hukuk, Ankara, 2009, s. 415 vd.).

Bu arada belirtelim ki, Schopenhauer'ın "Şeref kavramının doğu toplumlarında hiçbir değeri ve anlamı yoktur" biçimindeki değerlendirmesi elbette çok acımasızdır.

Ancak doğru ise, o kadar da çok düşündürücüdür.

Yine düşündürücü olan bir başka nokta da, Arapça üst bir kavram olan şeref sözcüğünün Türkçede tam karşılığının büyük olasılıkla bulunmamasıdır. Belki ulaşamadığımız kaynaklarda ya da tarama sözlüklerinde vardır. Bulan olursa kendimizi ona borçlu sayarız. Eğer yoksa unutmayalım ki, bu sözcüğün karşılığı olarak kullanılan "onur" sözcüğü, Türk diline İtalyancası "onore" olan Fransızca "honneur" (İngilizce ve İspanyolca honor) sözcüğünden Kırım Savaşı sırasında on dokuzuncu yüzyılda girmiştir (İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lügati, Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Türkçe Büyük Sözlük, III, İstanbul, 2006, s. 2393).

Bilindiği üzere değerleri, toplum içinde yaşayan insan yaratmıştır. O değerlerin başında gelen "şeref", yineleme pahasına belirtelim ki, AİHM'nin, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve ilk mahkemelerin kararlarında en yüksek değer olarak benimsenmiştir. Zira şeref, her hukuk öznesinin tinsel bütünlüğünü anlatan, bu bütünlük hakkında kendisinin ve başkalarının düşüncelerini sergileyen toplumsal bir kavramdır.

Türk Ceza Yasası da "şerefe karşı suçlar"ı aynı kaygıyla düzenlemiş ve insanı aşağılamayı (hakaret) suç saymıştır. Bu durumu da gerekçesinde çağcıl hukukla tutarlı bir biçimde açıklamıştır: "Hakaret eylemlerinin cezalandırılmasıyla korunan hukuksal değer, kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer bireyler nezdindeki saygınlığıdır".

 Bu değeri aynı doğrultuda koruyan hukuk öğretisi de, cins (genus) olan şeref kavramını iki türe (species) ayırarak ele almaktadır. (Sahir Erman/Çetin Özek, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar, İstanbul, 1994, n. 330; Ayhan Önder, Şahıslara ve Mala Karşı Cürümler ve Bilişim Alanında Suçlar, İstanbul, 1994, s. 221, 222; Durmuş Tezcan/Mustafa Ruhan Erdem/Murat Önok, Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku, Ankara, 2017, s. 566, 567; Mahmut Koca/İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku, Özel Hükümler, Ankara, 2018, s. 469, 470).

Birincisi, kişinin kendi tinsel varlığı hakkında beslediği kanı ve kişisel değerlendirme anlamında öznel, bireysel olan "iç şeref"tir. Kişinin kendisi karşısında duyduğu saygıyı anlatan bu sözün karşılığı, bizce Türkçemizde kullanılan ve yine Arapça'dan alınan "izzet-i nefis" sözüdür. Bu sözün karşılığının Arapçada yukarıda değinilen "şeref-i zâtî"; Batı dillerinde ise, (sırasıyla Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve İtalyancada) "respect de soi, amour de soi, self love, amor proprio, amore proprio" sözleri olduğunu düşünmekteyiz.

İkincisi ise, kişiye karşı başkalarının, toplumun beslediği kanı, değerlendirme anlamında nesnel, toplumsal, değer biçici (normatif) "dış şeref" olup Türkçede karşılığı "saygınlık"; bunların Arapça karşılıkları ise kanımızca Türkçemizdeki "haysiyet" ya da "itibar"dır. Ancak Arapça asıl karşılığı, yine yukarıda değindiğimiz gibi, konum ve rütbeyi dillendiren "şeref-i ârizî" ya da "şeref-i izâfî" sözleri olmak gerekir. Bu sözlerin başlıca Batı dillerindeki karşılıkları da, sırasıyla Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve İtalyanca olarak "réputation, reputation, reputación, reputazione" sözcükleridir.

Biz, şeref karşılığı olarak "özsaygı" terimini ve hukuk dilinde "iç özsaygı" ve "dış özsaygı" ayrımını benimsemekte ve önermekteyiz. Merhum Püsküllüoğlu, "şeref" sözcüğünün karşılığı olarak, nedense Türkçe olmayan "onur" sözcüğünü benimsemiştir. Ancak bununla da yetinmemiş, onur sözcüğünün yanı sıra "erdem, yükseklik, yetenekle elde edilmiş iyi ün" sözlerine de yer vermiştir. Merhum yazar, "onur" kavramını da şöyle açıklamıştır: "Kişinin kendi varlığına, kendi kişiliğine karşı beslediği saygı, insanı insan yapan iç değer. Başkalarının gösterdiği saygının dayanağı olan özlük değer, saygınlık". Bu açıklama, bizce "iç özsaygı" ve "dış özsaygı" terimlerini kapsamaktadır. Öte yandan Püsküllüoğlu, "özsaygı" terimini de kullanmakta ve aşağıdaki biçimde açıklamaktadır: "Kişide, kendi kişiliğini alçalmaktan insanı alıkoyan ve başkalarının kendini alçaltmalarını hoş görmeyen duygu, kişinin özüne, kişiliğine beslediği saygı" (Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, İstanbul, 2007, s. 1333. 1381, 1623).

Daha önceki "onur", "şeref" kavramlarının açıklamasıyla birlikte ele alındığında Püsküllüoğlu'nun bu son açıklaması, bizce "şeref" sözcüğünün karşılığı olan "özsaygı" teriminin yetkin bir tanımıdır.

Bu konuda son olarak şunu de eklemek gerektiğini düşünmekteyiz: Ben, Türk Dil Kurumunun "Türkçe Sözlük" ve yazım kılavuzlarına karşın, Merhum Püsküllüoğlu gibi, "özsaygı" sözcüğünün yazımının bitişik olduğu görüşündeyim. TDK, 2013 yılında "selfie" karşılığında önerdiği "özçekim" sözcüğünün bitişik yazımını benimsemiştir. Yine Türk Dil Kurumunun yayımladığı "Türkçe Sözlük"te de sırasıyla "ototrof, mazoşist, otomasyon, narsist" sözcüklerinin karşılıkları olan "özbeslenme, özezer, özişler, özsever" sözcükleri bitişik biçimde yazılmıştır.

Büten bu bilgilerin ışığında şunları söylemek olanakladır. Her şeyden önce hiçbir hukukçunun, taşıdığı hukukçu yurttaş ve bilim sorumluluğuyla ülkemizde yaşanan hukuk dışılıklara sessiz kalma hakkı yoktur.

Bu konuda sık sık dile getirilen yaşanmış bazı örnekleri bir kez daha anımsatmak isterim.

İsveç Sosyal Demokrat Partisinin eski genel başkanı Bayan Mona Sahlin, 1995’te Ingvar Karlsson hükümetinde başbakan yardımcısıydı. Olof Palme okulundan yetişmiş bu genç ve parlak politikacı, geleceğin başbakanı olarak görülmekteydi, düşünülmekteydi. Ne var ki, günün birinde Sosyal Demokrat Parti’de yıldızı parlayan Bayan Sahlin hakkında beklenmedik bir gelişme yaşanmış, Expressen gazetesi, Sahlin’in devletin kendisine verdiği kredi kartıyla özel harcama yaptığını kamuoyuna duyurmuştu.

Gerçekten İsveç SDP genel başkanı Bayan Mona Sahlin, devletin kendisine sadece resmi alışverişlerde kullanılmak üzere verdiği kredi kartıyla, savunmasına göre, ayrımında olmadan tutarı altı İsveç Kronu tutan Toblerone çikolatası almıştı.

İşte bu olayın basına yansıması üzerine, aynı hafta içinde meclisteki odasına gelen maliye müfettişleri, Sahlin’in yazılı savunmasını ve çikolatanın tutarını yasal faizi ile birlikte kendisinden almışlardı. Sahlin ise, aslında devletin kendisine verdiği kredi kartıyla yaptığı bütün harcamanın tutarını hemen hazineye ödemişti. Ancak konu bir kez basına, kamuoyuna yansımış; Savcılık da, soruşturma başlatmış, ayrıntılı bir iddianameyle Sahlin hakkında dava açmıştı.

Açık yargılama sonucunda hazineden aldığı parayı ödediği, suç oluşturan eylemini ve yanlışını başından sona değin itiraf ettiği için Sahlin aklanmışsa da bir kez ok yaydan çıkmıştı.

Dolayısıyla Sahlin, görevinden hemen ayrılmış, politikadan bile çekilmişse de, bu dava, İsveç tarihine “Toblerone Çikolata Davası” olarak geçmiştir.

Sahlin, yargılama erki önünde aklanmış biri olarak, yıllar sonra 1998’de siyasete geri dönmüş, 2006 yılına değin kurulan hükümetlerde çeşitli bakanlık görevlerini üstlenmiş, 2006’da da Sosyal Demokrat Par-tinin yapılan genel seçimi sonrasında hükümet dışı kalması ve parti başkanı Persson’un çekilmesi üzerine genel başkan seçilmiştir.

Bu arada Sahlin, Halkın “devlette dürüstlük” çığlıkları üzerine siyasetten çekildiği dönemde, hiçbir işi küçümsememiş, kızının otelinde bir süre temizlik işçisi olarak çalışmış; iş ahlakı konusunda insanlığa âdeta unutulamaz bir ders vermiştir.

Daha önceleri de yazdığım bir başka örnek ise, özünde hem bir şeref örneği, hem de bir dramdır.

Ukraynalı Menşevik bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da dünyaya gelen işçi kökenli Pierre Bérégovoy (1925-1993), hukukçu, sosyalist bir siyasetçiydi, birçok bakanlıkta bulunduktan sonra 1992’de Başbakan olmuştu.

Bu görevini yürütürken Başbakan Bérégovoy, kendisi gibi işçi kökenli, ancak daha sonraları çok zengin olan eski ve yakın bir dostundan bir daire satın almış; dostu kendisinden faiz almamıştı. Bunu öğrenen bir kesim basın ise, bu olayı bir çıkar sağlama olarak değerlendirmişti.

Bunun üzerine Başbakan, 1 Mayıs 1993 tarihinde bir ara korumasından ve şoföründen kendisini yalnız bırakmalarını istemiş, onlar uzaklaşınca da, Renault, yani yerli resmi arabasının torpido gözünde bulunan güvenlik görevlisinin tabancasıyla kafasına ateş etmişti.

Görevliler, başbakanı çeyrek saat sonra baygın olarak bulmuşlar; bütün çabalara karşın Başbakan Bérégovoy, kurtarılamamıştı.

Bérégovoy, basının o suçlamasından belki kurtulamamıştı, ancak başbakanın yaşamından daha çok önem verdiği şerefini kurtardığı açık ve kesindi.

Ülkemizde bunlara benzer olaylar, pek yaşanmamıştır.

Ancak TBMM’nin on altıncı yasama döneminde boşalan beş ilde milletvekilliği için 14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerini, -evet, genel değil, ara seçimlerini- muhalefetin kazanması üzerine, 1977 seçimlerinden sonra, en büyük partinin başkanı olarak hükümeti kuran Başbakan Ecevit, TBMM’de çoğunluğu olmasına ve yandaşlarının karşı çıkmalarına karşın, halkın iletisine ve çoğunluğa dayanan demokratik anlayışa saygı duyarak tersi telkinlere kulak asmamış, hemen görevinden ayrılmış; geleceğin siyasetçilerine çok önemli bir demokrasi ve ahlak dersi vermiştir.

Ayraç içinde belirteyim ki, Merhum Ecevit’in dinsel inançları ve ahlak anlayışı konusundaki düşüncelerini, çokları gibi, ben de bilmiyorum. Ancak sanırım başbakanlık konutuna taşındığında onun kendi aşçısına söylediği şu sözler Başbakanın ahlak ve dürüstlük anlayışını anlatmaya yeterlidir: “Evladım, burası benim evimdir. Devlet de bana maaş veriyor. Bütün yediğimizin, içtiğimizin parasını benden alacaksın. Sakın ola, devletin tek zeytin tanesi bile boğazımızdan geçmesin. Ben de çok dikkat edeceğim, ancak sizden bu konuda çok hassas olmanızı rica ediyorum.

O aşçı, bu sözlerine ayrıca şunları da eklemiştir: “Bir gün kahvaltı yapılacak, ama peynir yok. Her nasılsa ihmal etmişiz. Bizzat kendisinden peynir almak için para istedim. Bütün ceplerini karıştırdı, ama para çıkmadı. Rahşan Hanım, bir tasın içinde, o zaman iki buçuk lira vardı, buldu verdi... Gözyaşlarıma engel olamadım.” (Parlak, Mesut, Ülkem ve Eşit Yurttaşlık, Sözcü, 09 Mayıs 2025).

Unutmayalım, “Dünya,” demişti Napoléon, “kötü insanların şirretinden değil, iyi insanların susmalarından, sessiz kalmalarından acı çekmektedir.

Hiçbir hukukçunun, taşıdığı hukukçu yurttaş ve bilim sorumluluğuyla ülkemizde yaşanan hukuk dışılıklara sessiz kalma hakkı yoktur.

Olamaz da.

Bu konuda özür dileyerek kendimden bir örnek vermek isterim.

Bu yüzden ben, dünya görüşüne hiç ama hiç katılmadığım halde, sanık R. T. Erdoğan hakkında verilen hukuka aykırı hükümlülük kararına, “hukuk der” (juris dictio) ki diyerek, asla sesiz kalmamışımdır (Selçuk, Sami, Yargının “Hukuk Sınavı / Türkiye’nin Demokrasi Sınavı,” Ankara, 2002).

Bunu kendisi de çok iyi bilir. Zira bu konuda yayımladığım kitap nedeniyle bana teşekkür etmiştir.

Çünkü HUKUKUN KARŞISINDA KİMLİKLER SUSAR, efendiler.

Nitekim kolayca anlaşılacağı üzere, bu yazıyı da, asla ikiyüzlü davranmadan, sadece hukuka olan saygım yüzünden, “hukuk der ki” diyerek yazdım, yazıyorum.

Yazmasam çok utanırdım. Çünkü insan, bir düşünürün dediği gibi, “yanakları kızaran bir yaratıktır.”

Yeter ki, gerçekten doğru dürüst bir insan olsun.

Peki, ülkemizde “yanakları kızaran”lar, hiç yok mu?

Elbette var.

Ancak, bilmem hiç düşününüz mü?

“Şeref” sözcüğü, evet, ahlak felsefesinin bu teriminin ve kavramının ana dilimi Türkçemize hiç karşılığı yok.

Onu ciddiye almayışımızın nedenlerinden biri de belki budur, kim bilir!?

Evet. Bunları hiç düşündünüz mü?

Bu yüzden ben, yukarıdaki örnekleri gözeterek, daha önce de değinildiği üzere,  “şeref” sözcüğü yerine “özsaygı” terimini önermiştim (Türk Dili Dergisi, Şubat 2019, s.5-9  ve bilgi@t24.com.tr, 01 Haziran 2021).

Umarım, biz Türkler bir gün bu çok önemli Arapça sözcüğün yerine herkesin benimseyeceği bir terime ulaşır ve iletisine kavuşuruz

                                                         /././

Şehit Aileleri Vakfı Başkanı Abdurrahman Yılmaz komisyonda neler anlattı?-Tolga Şardan-

"Türkiye’de maalesef, teröristle mücadelede zaman zaman yanlış yapıldı. Zaten öncelikle bölücü terörün bu kadar uzun sürmesi de biraz bundandır. Özellikle ‘Terörsüz Türkiye’ anlayışında yalnızca PKK terör örgütünün silah bırakmasıyla yetinmeyip, aynı zamanda tüm illegal yapılanmalara bağlı örgütlerin de kendisini feshetmesi çok önemli bir husustur"

Şehit Aileleri Vakfı Başkanı Abdurrahman Yılmaz komisyonda neler anlattı?

Emniyet Teşkilatı Vazife Malülü ve Şehit Aileleri Vakfı Başkanı Abdurrahman Yılmaz (soldan ikinci)

Terörsüz Türkiye projesi çerçevesinde TBMM’de oluşturulan komisyon, çalışmaları çerçevesinde şehit ve gazi yakınlarını dinledi salı günü.

Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu adıyla faaliyet yürüten komisyonda, Türkiye Harp Malülü Gaziler, Şehit Dul Yetimleri Derneği Başkanı Mustafa Işık, Türkiye Gaziler ve Şehit Aileleri Vakfı Başkanı Lokman Aylar, Türkiye Şehit Yakınları ve Gaziler Dayanışma Vakfı Başkanı Bilge Gürs, Emniyet Teşkilatı Vazife Malülü ve Şehit Aileleri Vakfı Başkanı Abdurrahman Yılmaz, Türkiye Muharip Gaziler Derneği Genel Başkanı Beyazıt Yumuk kendilerine ayrılan sürede görüşlerini komisyona aktardı.

Komisyon tutanaklarını okudum. Hemen tüm sivil toplum örgütleri başkanları birbirlerine yakın değerlendirme yapmışlar. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve toplumsal tabloya uygun görüşler verdikleri tutanaktan anlaşılıyor.

Ancak Emniyet Teşkilatı Vazife Malülü ve Şehit Aileleri Vakfı (EMŞAV) Başkanı Abdurrahman Yılmaz, görüşlerini aktarırken “rutin dışına” çıkmış.

Kendisinin de uzun süre terörle mücadelede görev aldığını ifade eden Yılmaz’ın tespitleri, komisyon üyelerinin de dikkatini çekmiş. Görüştüğüm, bazı komisyon üyeleri Yılmaz’ın anlatımlarından etkilenmiş.

Peki, Yılmaz neler söyledi komisyonda? Konuşması uzun, mümkün olduğunca özetlemeye çalıştım.

“(…) Terör örgütü liderinin yapmış olduğu açıklamadan sonra terör örgütünün fesih kararı alması ve örgüt mensuplarının silah bırakacağını bildirmesi tabii ki önemlidir. PKK terör örgütünün silah bırakmasıyla ilgili yeni bir dönem başlamıştır.

Terörsüz Türkiye hedefi; sağduyulu, stratejik ve tavizsiz bir şekilde gerçeğe dönüşmelidir. Uluslararası tecrübeler, bu ve benzeri mücadelenin ancak devlet otoritesi ve toplumsal birliktelikle başarıya ulaşabileceğini göstermektedir.

"Hukuk devleti uyarısı"

İçinde bulunduğumuz durumla birebir aynı olmasa da IRA, ETA ve benzeri uluslararası örgütlerde İngiltere ve İspanya süreç yönetiminde kararlı güvenlik önlemleri almış, toplumun tüm kesimlerini kapsayan siyasi süreçleri yürütmüş ve hukuk devleti ilkelerinden asla taviz vermeden, bu sayede silahlı mücadelelerini sonlandırmışlardır.

Ülkemizde de yaklaşık yarım asırdır süren, özellikle PKK terör örgütünün silahlı mücadelesi de zikredilen yöntemler çerçevesinde benzeri bir şekilde son bulabilir.

Tabii, bunun için terörle mücadele yöntemlerinden tavizsiz hareket etmekle birlikte, terör örgütlerinin dayanak olarak öne sürdüğü özellikle demokrasi ve insan haklarından kaynaklı adımların da atılması gerekmektedir.

PKK terör örgütüne karşı toplumsal dayanışma, güçlü istihbarat, askeri caydırıcılık ve siyasi kararlılık ilkelerini esas alarak bu sorun çözülmelidir.

"İsrail’e dikkat"

Türkiye hiç şüphesiz sadece iç güvenliğini sağlayıp jeopolitik olarak çevresindeki gelişmelere duyarsız kalamaz. En basitinden, bölgede hâkim güçlerle birlikte hareket eden söz konusu terör örgütünün özellikle ABD ve İsrail'in güdümünden kurtarılması gerekmektedir.

Malumunuz İsrail, Suriye’nin kuzeyinde bir koridor açarak ileride ülkemiz başta olmak üzere bölge ülkeleri üzerinde emellerini gerçekleştirmeye çalışmaktadır.

İsrail’in ‘Davut Koridoru’ adı altında sürdürmeyi düşündüğü proje, Suriye’nin parçalanmasından sonra Türkiye’nin kuşatılmasına yönelik sinsi bir plandır. Ülkemiz ‘Terörsüz Türkiye’ en temel sorununu çözerse daha güçlü, bölgede daha huzurlu bir ortam oluşmuş olur. Bunun için PKK terör örgütünün tüm unsurlarının silah bırakması çok önem arz etmektedir.

"Terörsüz Türkiye, sadece PKK terörü değildir"

Sadece PKK terör örgütünün silah bırakması sorumluluğumuzun bittiği anlamına gelmemektedir. Mutlak surette PYD/YPG, SDG ve PJAK’ın da silah bırakması elzemdir. ‘Terörsüz Türkiye’ demek bölgenin de terörden arındırılması anlamına gelir.

‘Terörsüz Türkiye’ demek, sadece PKK terörü olarak da düşünülmemelidir. Böyle önemli bir süreç başlatılmışsa, iç barışı tahkim etmek adına bundan sonra da benzeri örgütlerin ortaya çıkmaması için yasal bütün adımların ve tedbirlerin alınması da çok elzem hâle gelmiştir.

"Bilimsel çalışma yapılmalı"

Terör örgütü silah bıraktıktan sonra örgüt üyelerinin tasfiye ve topluma entegrasyonlarının sağlanmasıyla ilgili çalışmalar da önem arz etmektedir. Bunun için de tedbir alınması gerekmektedir; bu alanda bilimsel olarak çalışmış, araştırma yapmış, akademik çalışmalar ortaya koymuş bilim insanları ve bu sürece katkı sunabilecek sivil toplum kuruluşlarından da destek alınmalıdır.

"Tüm örgütler hemen ortadan kaldırılmalı"

Özellikle ‘Terörsüz Türkiye’ anlayışında yalnızca PKK terör örgütünün silah bırakmasıyla yetinmeyip, aynı zamanda tüm illegal yapılanmalara bağlı örgütlerin de kendisini feshetmesi çok önemli bir husustur. Hangi ad altında olursa olsun, tüm bu yapıların tamamen ortadan kaldırılması elzemdir.

"Yanlışlıklar yapıldı"

Fiili olarak Türkiye’de terörle mücadele yıllarca bir tarafıyla hep eksik yapıldı. Daha doğrusu, terörle mücadele yerine teröristle mücadele yapıldı. Terörle mücadele aynı zamanda terörün argümanlarını ortadan kaldırmakla olur. Türkiye’de maalesef, teröristle mücadelede zaman zaman yanlış yapıldı.

Zaten öncelikle bölücü terörün bu kadar uzun sürmesi de biraz bundandır. Teröristle mücadele kimi zaman sadece güvenlik tedbirleriyle yapıldı, kimi zaman da güvenlik tedbirleri tamamen bir tarafa bırakılarak, siyasi tedbirlerle yapıldı. Dolayısıyla, mücadelenin hep bir ayağı eksik kaldı. Hâlbuki, terörle mücadele, şu anda yapıldığı gibi, bir bütün olarak ele alındığında başarı getirir diye düşünüyorum.

"Şehit aileleri ve gaziler rencide edilmesin"

Geçmişte yapılan bu hatalara gerekçe gösterilerek bir bahane oluşturulması da artık mümkün değildir. Bu söylemler artık geçerliliğini yitirmiştir. Şu anda yapılması gereken, Yüce Meclis’in silah bırakmanın yasal zeminini oluşturması. Ancak yasal düzenlemeler yapılırken diğer dernek başkanlarımızın hassasiyetlerini de göz önünde bulundurarak bugüne kadar ağır bedeller ödeyen özellikle şehit aileleri ve gazilerimizi rencide edecek tutum ve davranışlardan uzak durulmalıdır. (…)”

Başta söyleyeceğimi sonda belirteyim; Başkan Yılmaz’ı bizzat tanırım. Anlatımlarında zülfüyâra dokunduğu görülüyor.

Meslekten gelen tecrübesiyle yaptığı somut aktarımlarına uzak durmamak gerekir.

* * *

Türkiye’den bir hâkim Caprio çıkar mı?

Zaman zaman ülkesinde televizyon şovlarına konuk olan ABD’li ünlü hâkim Frank Caprio, 88 yaşında hayatını kaybetti.

Verdiği kararlarla “Babacan Yargıç” adı verilen Caprio, yönettiği davalarla tüm dünyada tanındı yıllar içinde.

Caprio’nun pek çok videosu ölümünün ardından yeniden sosyal medyada paylaşılmaya başlandı.

Bunlardan birisi, aracını yanlış yere park ederek kural ihlali yapan bir Türk gencini yargılarken gösterdiği performans. İnternette mevcut videoyu izlemenizi öneririm.(https://www.dailymotion.com/video/x9p6oa2)

Mahkeme salonundan daha çok sohbet programı motifiyle gerçekleşen duruşmada, hâkim Caprio, gevrek gülüşüyle yargıladığı sanığın savunması sonrasında şu cümleyi kurdu:

“Umarım sende ABD’nin yargı sistemiyle ilgili iyi bir izlenim bırakırız. Davanı kazandın. Türkiye’ye dönünce diyebilirsin ki, ‘Amerika’daydım. Ve bir mahkeme celbi aldım. Sistemle savaştım ve kazandım.’ Sen kazandın.”

ABD’de hayat bu kadar toz pembe değil elbette. Demokrasiden söz edilen ABD’de binlerce hâkim ve savcı var. On binlerce, yüz binlerce dava görülüyor her yıl. Yargının, hiç de hâkim Caprio’nun yaklaşımıyla yürümediğini söylemek mümkün.

Ancak böylesi tabloda ABD, bir hâkim Frank Caprio’yu çıkarmış. Belki başka benzerleri de var.

Hâkim Frank Caprio

Asıl soru şu?

Türkiye’de hâkim Caprio çıkar mı?

Ya da şöyle sorayım; Türkiye, neden bir tane hâkim Caprio çıkartamıyor?

Binlerce hâkim ve savcının görev yaptığı Türk yargısında “vitrine konabilecek” bir hâkim Caprio’nun çıkması çok mu zor?

Elbette, hâkim Caprio bir simge. ABD yargısının ne kadar adil olduğunu gösteren bir simge. Az önce söylediğim gibi ABD’de binlerce tersi örnek göstermek çok kolay.

Ama akıllarda kalan hep hâkim Caprio var.

Bir soru daha sorup Büyüteç’i tamamlayayım:

“Hâkim Frank Caprio örneği bir hâkim/savcı Türkiye’de ne kadar görev yapabilir?”

                                                              /././

“Kader yakalarsa”: Bir yargıca saygıyla -Yalçın Doğan-

2010 yılında yargıya güven yüzde 59 iken, 2024 yılında yüzde 33’e, Mayıs 2025’te yüzde 20’ye düşüyor. Çok hızlı bir güven kaybı. Bu oranları görünce, Frank Caprio’nun duruşmalarda kurduğu empatiyi, adalet dağıtımını, yargıladığı insanlara tavrını bir kez daha saygıyla anıyorum.

Frank CaprioYargıç Frank Caprio

Yedi-sekiz yaşlarındaki erkek çocuk araya araya o mahkeme salonunu buluyor. Görülmekte olan bir dava nedeniyle salon kalabalık.

Küçük çocuk yargıç koltuğunda oturan “Frank amcayı” hemen tanıyor, onu zaten kim tanımıyor ki!.. Herkesin şaşkın bakışları arasında doğru yargıca gidiyor, eteğinden tutuyor:

“Sizin herkese yardım ettiğinizden söz ediliyor. Biliyor musunuz, benim kız kardeşim şu anda annemin karnında, ama anneme yardım etmek gerekiyor, çok sancısı var. Siz yardım edebilir misiniz?..”

Salonda duruşmayı izleyenler gözyaşlarını tutamıyor.

Yargıç Frank Caprio’ya güven o kadar yüksek. Doğumda annesine yardım edeceğine inanan küçük bir çocuğun güvenini kazanacak ölçüde sarsılmaz.

On sekiz biyografi kitabı

Amerika’da 1936 yılında Providence kentinde dünyaya gelen Frank Caprio Rhode Island Eyaleti Belediye Mahkemesi baş yargıcı.

Ceza davaları ile trafik ihlallerinden doğan davalara bakmakla ünlü.

Verdiği kararlar hukuk kitaplarına geçiyor, ayrıca çok seviliyor ve sayılıyor.

O kadar ki...

Suç işlemiş olanlar mahkemeye çıktıklarında...

Özellikle yargıç Frank Caprio tarafından yargılanmak istiyorlar.

Çünkü, onun adaletine herkesin güveni sonsuz.

Hakkında tam on sekiz ayrı biyografi kitabı yazılıyor. Yaşamı, öğrenimi, hayata bakışı ve asıl...

Davalarda karar verirken neleri dikkate aldığından...

Yargıladığı insanlara nasıl davrandığından...

Eğer suç varsa, ceza verirken bile, o cezanın yasal nedenlerini o kişiye uzun uzun anlatan örneklerle dolu biyografi kitapları.

Empati kurmak, adil olmak

Görev yaptığı mahkemenin baş yargıçlığına altı kez atanıyor. Providence’de halkın sevgisini ve güvenini kazanması sonucu bazı sivil toplum kuruluşlarına seçiliyor.

Davalarda karar verirken temel bir duygudan yola çıkıyor:

Yargıladığı kişi ile arasında empati kuruyor.

Her kararında, “ben o suçlunun yerinde olsaydım, nasıl davranırdım” düşüncesine ek olarak...

“Verdiğim karar o suçlu insanda nasıl bir etki yaratır, kendisinin ve çevresinin hayatını nasıl etkiler” düşüncesini asla ihmal etmeden.

Yasalar çerçevesinde adalet, adil olmak, vicdanının sesini dinlemek, hiç etki altında kalmadan, bağımsız karar vermek kavramlarını sürekli aklında tutuyor.

Verdiği her karar onu biraz daha güvenilir kılıyor.

Yaşadığı kentte adalet duygusunun pekişmesine katkıda bulunuyor.

“Caught in Providence”

Amerika’da doğduğu kent Providence.

Mahkemelerde verdiği kararlar, yargısal çalışmaları, “Caught in Providence” başlığı ile bir YouTube kanalında yayınlanıyor. Türkçesi “Providence’de Yakalama”, ya da belki “Providence’de Takip” olarak çevrilebilir.

Providence bir kentin adı olduğu kadar, İngilizcede dinsel nitelik içeren “kader” anlamına da geliyor. Kiliselerde dua edilirken, kaderden söz edilirken, kullanılan sözcük providence.

Dolayısıyla, programa “Providence’da Yakalama” olduğu ölçüde “Kader Yakalarsa” biçiminde ikili anlam yüklemek mümkün.

Programı 500 milyon kişi izliyor. İnternette yayınlanan videolar, filmler, diziler, TV programları arasında en etkili, en çok beğeni toplayan programlardan biri.

Frank Caprio önceki gün 89 yaşında hayatını kaybediyor.

Türkiye’de adalete güven

Caprio’nun kıskanılacak hayat öyküsünü okurken...

Türkiye’de bugün yaşadığımız adalet çıkmazlarını, mahkeme kararlarını, karar sonrası uygulamaları büyük bir üzüntüyle, kaygıyla bir kez daha düşünüyorum.

Türkiye’de adalete güven tek adam rejimiyle birlikte, ama özellikle son bir yılda iyice azalıyor. Uluslararası raporlara göre, Türkiye Avrupa Birliği ülkeleri içinde yargıya güvende son sırada yer alıyor. Ve sürekli düşüyor.

2010 yılında yargıya güven yüzde 59 iken, 2024 yılında yüzde 33’e, Mayıs 2025’te yüzde 20’ye düşüyor. Çok hızlı bir güven kaybı.

Dünyada “Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde” ise, 140 ülke arasında 116. sıradayız.

Bu oranları görünce, Frank Caprio’nun duruşmalarda kurduğu empatiyi, adalet dağıtımını, yargıladığı insanlara tavrını bir kez daha saygıyla anıyorum.

Toprağı bol olsun.

                                                           /././

Trump, ülkemizin 5G yatırımlarında "Huawei, ZTE" kullanılmasına ne der?-Füsun Sarp Nebil-

ABD’nin Türkiye’ye doğrudan “Huawei’yi çıkarın” baskısı yapması beklenebilir. AB, doğrudan yasak koymasa da Türkiye’nin “Huawei’ye açık kapı bırakmasını” kendi dijital güvenlik stratejileriyle uyumsuz görebilir. Türkiye ise bu iki baskı arasında çok yönlü bir denge politikası izlemeli...

huawei abd

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdülkadir Uraloğlu'nun açıklamalarına göre, ilk 5G şebeke sinyali 2026’da alınacak

5G ihalesi yaklaşıyor. Geçtiğimiz hafta ihaleye çıkarılacak olan frekansların asgari ücret listesi yayınlandı. Bu listeye bazı eleştiriler var. Ama daha büyük bir merak konusu şu;

"Trump döneminde 5G şebekeleri de Çinli üretici Huawei'e yatırım yapılacak mı? Bugünlerde ABD ile aramızdaki Suriye vs. konuları olduğu için, bu yatırımların (ki takriben 10-12 milyar dolar düzeyinde olabilir) üstünde durulmuyor gibi gözükse bile ileride büyük bir risk yaratacak mı? Mesela NATO ileride bu konuyu ileri sürerek bazı yaptırımlara başvurur mu? Hatta aslında bunu yapmamızı bekliyor olabilirler mi?"

Bugünkü ABD Başkanı Donald Trump, ilk başkanlık döneminin sonunda Huawei ile mücadeleye başlamış. Hem Avrupa'ya hem de Türkiye'ye, Huawei ürünlerinin, telekom networklerinden çıkarılması baskısı yapılmıştı. İngiltere ayak sürümüş ama sonra geri adım atmak zorunda kalmıştı.

Türkiye de bu baskılardan nasibini almış ve zamanın ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Huawei ürünlerini telekom networklerinden çıkarılmaz ise ABD'nin Türkiye ile askeri işbirliği yapamayacağını söylemişti. Pompeo, Huawei ürünlerinin ABD askerleri için tehdit olduğunu belirtmişti.

Şimdi Donald Trump'ın ikinci ABD başkanlığı dönemindeyiz. Türkiye'deki telekom operatörlerinin altyapısında kullanılan network cihazlarının büyük bir kısmı Huawei. 5G ihalesi yaklaşıyor. Şimdiden anlaşmaların tamamlandığına dair de bilgi alıyoruz. Ama acaba gelecek 5G yatırımları ve mevcut şebekedeki Huawei ürünler için Trump'ın (dolayısıyla ABD'nin) tepkisi ne olur?

Tahminlere göre 10-12 milyar dolarlık kurulu yatırım var. Yeni yatırımın da bir o kadar olması bekleniyor.

ABD, Huawei'i ulusal güvenlik tehdidi olarak görüyor

Huawei, Trump'ın ilk ABD Başkanlık döneminde, ulusal güvenlik tehdidi” listesine alındı. O günlerde ABD içinde özellikle kırsal alandaki küçük operatörler, fiyatı uygun olduğu için Huawei ya da ZTE sistemler satın alıyorlardı. FCC, Evrensel Hizmet Fonundan (EHF) yatırım desteği verilen, bu küçük firmalara, Huawei ve ZTE satın aldıkları takdirde destek (para) verilmeyeceğini açıkladı. Sonra da operatörlerde mevcut Huawei ve ZTE cihazların kaldırılmasına destek olarak Kongre'den 1,9 milyar dolar çıkartıldı. Ancak daha sonra bu maliyetin 5,6 milyar dolar olabileceği ortaya çıktı.

ABD, Huawei ve ZTE ürünlerini sadece kendi ülkesinde yasaklamadı, aynı zamanda müttefiklerine de  bu ürünlere yatırımı bırakmaları için baskı yaptı Özellikle de 5G’de. Dolayısıyla eğer 5G şebekesi için Huawei ekipmanlarına yatırım yapmak isteyen bir operatööne çıkarsa (veya Vodafone İngiltere'den vs. çıkarılmış ürünleri burada kullanmak isterse), ABD bunu jeopolitik bir kırmızı çizgi olarak görebilir.

Zaten ülkemizdeki üç operatörün de kendi risk planlarında bu konunun kayda alındığını da biliyoruz.

Çünkü ABD bu konuya ağırlık verir ise, savunma sanayi projelerinde teknoloji kısıtlamaları, çip/telekom ekipmanı ihracatına engeller, hatta finansal yaptırımlar gelebilir. Zaten zor durumdaki ekonomimiz açısından daha da problemli bir durum oluşabilir.

NATO ne diyor?

Huawei, 2009 ve 2013 yılları arasında 5G araştırmasına 600 milyon dolardan fazla ve ardından ürün geliştirmeye 1,4 milyar dolar daha yatırım yaptığı için 5G teknolojisinde lider konumda. Diğer firmalar teknolojide kendisine yaklaşamıyor. Ancak, Çin Ulusal İstihbarat yasasının 7. maddesine göre, tüm vatandaşlar ve kuruluşlar,  devlet güvenliğinin organları gibi hareket etmelidir. Bu madde ABD'nin, AB'nin ve NATO'nun Huawei ve ZTE'ye karşı "güvenlik sorunu var" yaklaşımında temel fikir.

NATO, kendi sayfalarında 5G networkünde Huawei olmasını bir risk olarak değerlendiriyor ve Huawei'in tercih edilmesinin, teknolojik değil, stratejik bir tercih olacağını aşağıdaki sözlerle not ediyor.

"Birçok ülke, Çin iletişim teknolojisi şirketleri ile istihbarat servisleri arasındaki bağların olası sonuçları konusunda endişelerini dile getirmiş olup, Çin'in istihbarat teşkilatlarıyla iş birliği gerektiren siyasi ve hukuki ortamı da bu endişeleri pekiştirmiştir. Dolayısıyla, 5G'nin yaygınlaştırılmasının salt teknolojik bir tercih olmaktan ziyade stratejik bir tercih olarak kabul edilmesi gerekmektedir."

İlginçtir Lahey'de haziran sonunda 32 müttefik ve ortak ülkeden yaklaşık 45 devlet ve hükümet başkanı da dahil olmak üzere yaklaşık 9 bin kişinin katılması beklenen toplantı öncesinde de şu cümleler belirtiliyordu;

"NATO ülkelerinde Huawei ve ZTE ekipmanlarını kullanmayı tercih eden operatörlerin tedarikçi olarak davet edilmeleri pek olası değildir. Bu tür kararlar, bir ağ çözümünün güvenilmez sayılmasına ve sağlayıcının orduya iletişim çözümleri sunmasının engellenmesine yol açabilir."

AB’nin olası tepkisi

AB, doğrudan Huawei’yi yasaklamadı ama “yüksek riskli tedarikçi” kategorisine soktu. Birçok ülke (Almanya, Fransa, Hollanda) Huawei kullanımını çekirdek şebekede yasakladı, radyo bağlantılarda kısıtladı. Vodafone bu nedenle AB’de elden çıkarmak zorunda kaldığı Huawei ekipmanlarını Türkiye’de kurarak yatırımı daha ucuza yapabilir.

AB açısından sorun: Türkiye bir AB üyesi değil, bu yüzden doğrudan regülasyon bağlayıcı değil. Ancak, Gümrük Birliği ilişkisi ve AB-Türkiye ortak projelerinde güvenlik uyumsuzluğu” tartışmaları çıkabilir. AB, bunu bir siber güvenlik açığı” olarak gösterebilir.

Türkiye’nin ne yapması gerekir?

Yani ABD’nin Türkiye’ye doğrudan Huaweiyi çıkarın” baskısı yapması beklenebilir. ABD kesinlikle sert tepki verecektir, çünkü Türkiye’nin NATO üyesi olmasıyla doğrudan güvenlik bağı kurar.  Özellikle NATO bağlamında 5G’nin güvenlik iletişimine etkisi vurgulanabilir. AB, doğrudan yasak koymasa da Türkiye’nin  Huaweiye açık kapı bırakmasını” kendi dijital güvenlik stratejileriyle uyumsuz görebilir. Türkiye ise bu iki baskı arasında çok yönlü bir denge politikası izlemeli: Konuştuğum uzmanlar Huaweiyi tamamen bırakamasa da Ericsson/Nokia’ya da yer açan karma bir model planlamalı" diye düşünüyor.

Öncelikle, 5G ihalesinde tedarikçi çeşitliliği” şartı konulmalı. Tek bir üreticiye (Huawei) bağımlılık riski azaltılmalı. Yerli üretici (Ulak gibi) çözümler teşvik edilmeli ama henüz ölçek yetersiz; bu nedenle Ericsson, Nokia gibi AB merkezli alternatiflerle denge sağlanmalı.

Orta vadede, mevcut Huawei altyapısı için bir geçiş stratejisi” hazırlanmalı. Yani, tüm cihazları bir anda değiştirmek yerine, kritik çekirdek ağlardan başlayarak 5–10 yıl içinde kademeli dönüşüm için plan yapılmalı.  Bir yandan da ABD ve AB ile ortak siber güvenlik standartları” konusunda diplomasi yürütülmeli. Çünkü şu andaki Suriye politikası içinde bu konu kısa vadede gündeme gelmese de, sonrasında gelebilir.

Uzun vadede ise, Türkiye, 5G ve 6G döneminde sadece tüketici değil, üretici olmayı hedeflemeli. Bu, stratejik bağımsızlık için şart. Üstelik Türkiye'nin elinde ULAK var. Geride kalmış olsa da, ULAK konusundaki yanlışlardan bir an önce dönülmeli, bu güç elde etme savaşı alanı olmadan, Çinli çözümlere yaklaşmadan, teknoloji gerçek mühendislere teslim edilmeli, ULAK'In kaldığı yerden ilerlemesinin, gelişmesinin önü açılmalı. Bir yandan da devlet tarafından, operatörlerin ULAK kullanımı desteklenmeli ve teşvik edilmelidir. Bu sadece ABD, NATO askeri iş birlikleri için değil, aynı zamanda kendi askeri gücümüzün haberleşmesi için de gerekli ve önemlidir.

                                                        /././

Ukrayna’da işler Trump’ın görmek istediği gibi gitmiyor -Hakan Okçal-

Ukrayna’da oluk oluk kan akmaya devam ederken Trump, zaman zaman Putin’i eleştirir görünse de sürekli olarak pembe hayaller satmaya çalışıyor. Kriz ancak ABD’nin Batı’yı da yanına alarak kararlı bir tavırla Rusya’ya karşı durması halinde veya Çin’in Rusya’dan desteğini çekmesi halinde bitirilebilir. Trump’ın çok istediği Nobel Barış Ödülü bir başka bahara kalacak korkarım...

trump putin

Trump bir anda ateşkes fikrini kenara attı

Geçtiğimiz cuma günü ABD Başkanı Donald Trump, Rusya Federasyonu Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’le Alaska’da görüşmeye başlamadan önce hedefinin toplantıdan bir ateşkes kararı çıkarmak olduğunu söylemişti. Trump’a göre zirve görüşmesi ancak ateşkes üzerinde anlaşmaya varıldığı takdirde başarılı sayılabilirdi.

Oysa Putin baştan itibaren ateşkes fikrine karşı. Onun tezi doğrudan barış anlaşması müzakerelerine geçmek. Putin hiçbir zaman açık açık telaffuz etmiyor ama çok zorlu bir müzakere süreci gerektiren barış anlaşması imzalanana kadar silahların susmasını istemiyor. Son ana kadar toprak kazanarak masaya olabildiğince güçlü oturmak istiyor.

Alaska’daki zirve görüşmesi sona erdiğinde Trump artık ateşkesten söz etmiyordu. İlk gün hem Batı basını hem yerli basın, daha çok Trump’ın Putin’i kırmızı halı üzerinde özel protokolle karşılamasına, iki lider arasındaki kimya uyuşmasına, karşılama töreni esnasında havada uçan B-2 ağır bombardıman uçağına ve podyumun iki tarafına sıralanmış F-22 Raptor uçaklarına vs. odaklandı. Trump’ın toplantıdan sonra ateşkes yerine doğrudan barış anlaşması müzakerelerine geçmenin daha kestirme bir yol olduğuna dair sözleri, ilk anda Alaska’daki gösterişli karşılamadaki ayrıntılar kadar dikkat çekmedi.

Trump ile Putin arasında Alaska'da düzenlenen zirvede, Trump'a ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ve Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un eşlik etti. Putin'e Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Kremlin Dış Politika Danışmanı Yuriy Uşakov eşlik etti

Görüşmeden sonra medya üyelerinin sorularına olanak veren bir basın toplantısı yapılmadığı için, içeride ne görüşüldüğü, neler üzerinde mutabık kalındığı tam anlaşılamadı. Trump çok başarılı bir görüşmeden bahsetti, pazartesi Zelensky’i Washington’a davet edeceğini, Putin-Zelensky görüşmesinin en geç 15 gün içinde gerçekleşeceğini söyledi. 

Ama görüşmenin üzerinden saatler geçtikçe Alaska’da Trump’ın değil Putin’in kazançlı çıktığı anlaşılmaya başlandı. Her şeyden önce Trump’ın başarı kriteri olarak gösterdiği ateşkes kararı alınmamıştı. Üstelik bu kez Trump tam tersi bir tavır sergileyerek ateşkesle vakit kaybetmeye gerek olmadığını, doğrudan barış görüşmelerine geçmenin daha isabetli olacağını söylemeye başladı. Bu tutumu pazartesi günü Beyaz Saray’da Zelensky ve Avrupalı liderlerle yaptığı toplantıda iyice belirginleşti.

Beyaz Saray'da Ukrayna trafiği

Washington’da Batılılar Trump’ın suyuna gittiler

Pazartesi günü Zelensky ve Avrupalılar Trump’ın hışmını üzerlerine çekmemek için Beyaz Saray’da gayet itaatkâr ve mültefit bir tavır sergilediler. Yağcıların başını her zamanki gibi NATO Genel Sekreteri Mark Rutte çekti. İngiltere Başbakanı Keir Starmer de bu alanda fena sayılmazdı. Trump’a kibarca ateşkes olmadan barış görüşmelerine başlamanın çelişkili bir yaklaşım olacağını söyleyen Alman Şansölyesi Friedrich Merz oldu. Onu aynı açıklıkta olmasa da Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron destekledi.

Trump Merz’e cevap verirken kendine ait gerçekleri çarpıtma rekorunu bir kez daha kırdı. Ukrayna’ya gelene kadar altı savaşı sonlandırdığını, bunların hiçbirinde ateşkes ilan etmeye gerek kalmadığını, doğrudan barış anlaşmasına geçildiğini söyleyerek, Nobel Barış Ödülü’nü değil ama, Nobel Yalan Ödülü’nü almaya hak kazandı. Ertesi gün Beyaz Saray Sözcüsü Karoline Leavitt barış anlaşması sayısını yediye çıkararak kraldan çok kralcı olduğunu sergiledi. Oysa gerçeğin ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu var. Trump’a göre son Pakistan-Hindistan çatışması kendisinin devreye girmesiyle barış anlaşmasıyla son bulmuş! Bırakalım barış anlaşmasını, bu çatışmanın formel bir ateşkesle sona erdiğini söylemek bile mümkün değil. Üstelik Hindistan, Pakistan’la olan çatışmada bir üçüncü tarafın müdahale ettiğini dahi kabul etmiyor.

Trump, Zelensky ve Avrupalı liderler Beyaz Saray’da

Keza İsrail-İran savaşı için de aynı durum geçerli. İsrail’le İran arasında bir barış anlaşması imzalanmadığı gibi formel bir ateşkes anlaşmasından da söz edilemez. Üstelik burada ABD’nin kendisi de savaşan taraflardan biri. ABD’nin nükleer tesislerin faaliyete geçmesi halinde İran’ı yeniden bombalayacağına ilişkin tehdidi havada asılı dururken İran’la bir barış anlaşmasından söz etmek ancak çocuklara anlatılan bir masal olabilir. İran krizinin nereye evrileceği hâlâ meçhul. İran en azından söylem düzeyinde eski siyasi tavrından vazgeçmezken bu kriz her an yeniden alevlenebilir.

Azerbaycan-Ermenistan barışı

Trump’ın bahsettiği altı “barış anlaşmasını” burada tek tek irdeleyecek değiliz elbette, ancak Beyaz Saray’da parafe edilen Azerbaycan-Ermenistan Barış Anlaşması’na değinmezsek olmaz. İlham Aliyev ve Nikol Paşinyan Beyaz Saray’da gerçekten Trump’ın huzurunda bir barış anlaşması parafe ettiler. Ama bu, anlaşmasının imzalandığı anlamına gelmiyor. Belli koşulların gerçekleşmesi halinde barış anlaşmasını imzalanma niyetlerini ortaya koydular. Söz konusu koşullar Ermenistan Anayasası’nda yer alan, bugünkü Azerbaycan (ve Türkiye) topraklarının bazı kısımlarını içine alan tarihi Ermenistan’a ait ifadelerin çıkarılması. Paşinyan yeniden seçilebildiği takdirde anayasadan bu ifadelerin çıkarılacağını taahhüt ediyor. Umarız vaatleri gerçekleşir ve bölge biraz huzur bulur, biz de bundan yararlanırız. Ancak Ermenistan’daki dengeler göz önünde tutulursa, işler her an farklı bir seyir de alabilir. Daha önceki bir yazımda Suriye bağlamında belirttiğim üzere bu gibi krizlerde pilav daha çok su kaldırır.

Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, ABD Başkanı Donald Trump, Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan

Ayrıca Karabağ krizinde bu aşamaya gelmek hiç de kolay olmadı. Azerbaycan’ın topraklarını geri alarak galip çıktığı 44 günlük savaşı bitiren Rusya’nın ve Türkiye’nin arabuluculuk yaptığı ateşkes anlaşmasıydı. Onun koşullarına uyulmayınca Azerbaycan son noktayı 2023’te koydu.

Karabağ’da ateşkes için çalışan Rusya’nın Ukrayna’da tam tersi bir tavır sergilemesi gerçek niyetini ortaya koyuyor. Rusya’nın Ukrayna’da barışla, masum insanların öldürülmesine son vermekle hiçbir alakası olmadığı gün gibi ortada. Rusya baştan itibaren Ukrayna’da maksimalist hedefler peşinde koşuyor. Bunu Ukraynalılar gibi, Batı alemi de Amerikan kurulu düzeni de biliyor. Bir tek Trump bunu kabul etmiyor.

Trump pembe hayaller satmaya çalışıyor

Ukrayna’da oluk oluk kan akmaya devam ederken Trump, zaman zaman Putin’i eleştirir görünse de sürekli olarak pembe hayaller satmaya çalışıyor. Ama işler onun istediği gibi gitmiyor. Ukrayna krizinde artık İngilizcede “moment of truth” (gerçeğin ortaya çıktığı an) denen aşamaya gelindi.

Alaska zirvesinden önce Putin’le Moskova’da görüşen Trump’ın resmen Orta-Doğu’dan sorumlu, ama ne hikmetse Rusya üzerinde yoğunlaşan, kendisi gibi emlak baronu özel temsilcisi Steve Witkoff, Putin’in Ukrayna’ya ABD’nin ve Batı’nın güvenlik garantileri sağlanmasını kabul ettiğini duyurmuştu. Witkoff bununla da kalmamış, şimdiye kadar bu konuda mesafeli bir tavır sergileyen ABD’nin NATO anlaşmasının beşinci maddesine benzer taahhütlerde bulunacağını söylemişti.

Witkoff’un öne sürdüğü hususlar her yönüyle inanılmazdı. Zira her şeyden önce Rusya Batı’nın bu gibi garantilerine kökten karşıydı. İkincisi ise, Amerika’nın ilkesel olumsuz tavrı. ABD baştan itibaren Rusya ile Ukrayna için askeri bakımdan karşı karşıya gelmek istemiyor. Bu sadece Trump yönetimi için değil, büyük ölçüde Biden yönetimi için de geçerli olan bir gerçek. Ama Alaska zirvesine gidilirken Rusya tekneyi sallamak istemedi.

Washington’da Zelensky ve Avrupalı liderlerle yapılan toplantıda Witkoff’un getirdiği “müjdeli” haberler etkisini korudu. Öyle ki Zelensky güvenlik garantileri verilecekse toprak konusunu Putin’le görüşmeye hazır olduğunu açıkladı. Washington’daki toplantıdan hemen sonra, Avrupalı “Gönüllüler Koalisyonunu” temsilen Fransa ve İngiltere’nin küçük bir askeri kontenjanı Ukrayna’ya gönderebileceği (buna Türkiye’den de katılım bekleniyor), Avrupalıların Ukrayna ordusunu modern silahlarla donatılacakları, ABD’nin istihbarat ve hava savunma desteği sağlayacağı gibi ayağı yere basmayan haberler havada uçuşmaya başladı.

Ayaklar suya değdi, Rusya eski taleplerinden bir adım geri adım atmıyor

Ama çok geçmeden ayaklar suya değdi. Hem Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov hem de Putin’in en yakınındaki insanlardan devlet eski Başkanı Medvedev Batı’dan estirilen pembe hayalleri bir anda tuzla buz ettiler. Her ikisi de NATO’nun veya adı ne olursa olsun bir Batı koalisyonu askeri varlığının Rusya sınırlarına yaklaşmasını kabul etmeyeceklerini en açık sözlerle vurguladılar. Medvedev bu konuda ölçüyü kaçırarak Macron’a hakaret dahi etti.

Diğer taraftan Rus yetkililer olası bir Zelensky-Putin görüşmesi için çok hazırlık yapmak gerektiğini, böylesi bir görüşmenin ortada herhangi bir pürüz kalmadan gerçekleşmesinin mümkün olmadığını söyleyerek bu konudaki beklentileri iyice suya düşürdüler. Oysa Trump görüşmenin en geç 15 gün içinde yapılabileceğinden bahsediyordu. Macron da Cenevre’yi tarafsız bir saha olarak görüşme mahali için aday göstermişti.

Bütün bunlar sadece Trump’ın değil, bir ikisi hariç Batılı liderlerin ekseriyetinin Putin’in elinde oyuncak olabildiklerini gösteriyor. Putin, silahsızlandırılmış, asla NATO üyesi olamayacak, tarafsız (nötral), yönetimi Rusya’ya müzahir (de-nazication) bir Ukrayna görmek istiyor. Bunun üzerine de Kırım’ın ve halen Rus askerlerinin işgali altında olsun veya olmasın, dört doğu Ukrayna vilayetinin (Luhansk, Donetsk, Zaporijia ve Kherson oblastları) tüm topraklarının Rusya’ya dahil edilmesini talep ediyor.

Batılı ülkelerin mevcut dağınıklığı ve zayıflığı karşısında Rusya’nın geri adım atması beklenmemeli. O yüzden Ukrayna krizi öyle kolay bitmeyecek. Kriz ancak ABD’nin Batı’yı da yanına alarak kararlı bir tavırla Rusya’ya karşı durması halinde veya Çin’in Rusya’dan desteğini çekmesi halinde bitirilebilir. Bunlar da ufukta gözüken olgular değil. İşin magazin tarafı, Trump’ın çok istediği Nobel Barış Ödülü bir başka bahara kalacak korkarım.

                                                             /././

Utangaç zenginler ülkesi -Mehmet Y. Yılmaz-

Türkiye’nin vergi rekortmeni olan 79 kişi isminin saklanmasını istemiş; listede isminin açıklanmasında sakınca görmeyen 21 kişinin ortak özelliği, “bunlar bu parayı nereden kazanmışlar” sorusunun bu kişiler açısından yersiz bir soru olması.
Türkiye’nin 2024 yılına ilişkin en fazla gelir vergisi ödeyen ismi, ihracat gelirleriyle Baykar Yönetim Kurulu Başkanı Selçuk Bayraktar oldu

Vergi rekortmenleri listesi açıklandı, şampiyonluk savunma sanayi şirketi Baykar’ın yönetim kurulu başkanı Selçuk Bayraktar’ın.

Kardeşi de aynı listede ikinci olmayı başarmış, tebrik ederim.

Bu yıl “vergi rekortmenleri listesinde” sadece 21 isim var.

79 kişi isminin saklanmasını istemiş, Gelir idaresi Başkanlığı da doğal olarak bu talebi yerine getirmiş.

Türkiye’nin en çok gelir vergisi ödeyen ilk 100 kişisinden birisi olacaksınız ve adınızın duyulmasını istemeyeceksiniz!

Bunu daha önce de sormuştumBir insan, böyle bir listede adının gizli kalmasını neden istesin?

Bu listeler eskiden merakla beklenir, insanlar listede yer alabilmek için adeta yarışırlardı.

Mesela Aydın Doğan’ın çalışma odasının en büyük duvarı vergi rekortmeni olduğu yılların beratları ile dolu.

Bir gurur tablosu olarak çerçeveletilip, duvara asılmışlar.

Daha önce de yazmıştım; 2019’da vefat eden bir iş adamı, hoşlanmadığı bir ismin bu listede kendi üstünde yer almaması için verdiği beyannameyi “hata yaptım” diye geri çekip, matrahını arttırarak yeniden vermişti.

Bu listede adının açıklanmasını istemeyenlerin sayısı her yıl düzenli olarak artıyor.

2009 yılında ilk 100 içinde adının açıklanmasını istemeyenler 20 kişiydi.

2010’da 22, 2011’de 27, 2012’de 35, 2013’te 33, 2014’te 37, 2015’te 51, 2016’da 54, 2017’de 53, 2018’de 57 kişi isimlerinin gizli kalmasını istemişti.

2021 yılına geldiğimizde sayı 67 kişiye çıkmıştı.

2022’de 76 kişi isminin açıklanmasını istememişti. 2023 yılının rekortmenlerinin 73’ü saklanmaya karar vermişti.

Bu yıl gizlenmek isteyenlerin sayısı 79!

AKP iktidardan gidene kadar 100’de 100’ü vurmak gibi bir hedef var sanki ama eski zenginler belli ki buna engel.

Listede isminin açıklanmasında sakınca görmeyen 21 kişinin ortak özelliği “bunlar bu parayı nereden kazanmışlar” sorusunun bu kişiler için yersiz bir soru olması.

79 kişi de isminin açıklanmasını istemiyor ki bu soru sorulmasın!

Üç beş yıl öncesine kadar adı duyulmamış insanların ilk 100 içine girecek kadar zenginleşmesinin nedeni, “otokratik rejimlerdeki hayatın normal akışında” aranmalı.

Otokrasilerde ani zenginleşmelerin ve ani fakirleşmelerin kaçınılmaz olduğu bir iç düzen vardır çünkü.

Milyar dolarlık kamu ihalelerinin kapalı kapılar ardında, muktedirin keyfine göre dağıtıldığı düzenlerde böyle ani zenginleşmeler olur.

Devletin olanaklarıyla zenginleşenlerin herhangi bir nedenle gözden düşmeleri durumunda ani fakirleşme de kaçınılmazdır.

Son yıllarda yurt dışına yapılan sermaye transferlerindeki artışın nedeni böyle bir fakirleşme tehlikesine karşı kendine sigorta arayışıdır.

Çeşme akarken suyun bir miktarı dışarıya gönderilir ki bugün suyu akıtan yarın kestiğinde ya da verdiği suyun bir bölümünü kutsal amaçlar için istediğinde “tığteber şah-ı merdan” kalınmasın!

* * *

İstanbul o kadar medeni bir şehir değil

İstanbul’da yapılması planlanan “otobüs öncelikli şerit” uygulaması, kısa süre sonra kendilerini kurallarla bağlı hissetmeyen, başkalarının haklarına saygı duymayanlar için “özel şerit” olur, magandalar da keyfini çıkarırlar!
Emniyet şeridi cezası, 2025 yılı itibariyle 9 bin 267 TL olarak uygulanıyor

İstanbul’da şehir içi ulaşımda yeni bir düzenleme yapılmasına karar verildi.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Doç. Dr. Pelin Alpkökin’in açıklamasına göre ana arterlerde “otobüs öncelikli şerit” uygulaması başlatılacak.

Projenin pilot uygulaması Vatan ve Fevzipaşa caddelerinde yapılacak.

Bu yolla toplu ulaşımın özendirilmesi, bisiklet ve yaya alanlarıyla da karbon salınımının azaltılması hedefleniyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni bu kararı nedeniyle kutlasam mı, karar veremedim.

Kutlamak istedim, medeni bir şehirde yapılması gerekeni yapmak istedikleri için.

Ama kutlayamıyorum çünkü İstanbul medeni insanların azınlıkta olduğu bir şehir.

“Otobüs özel yolu” kısa süre sonra kendilerini kurallarla bağlı hissetmeyen, başkalarının haklarına saygı duymayanlar için “özel şerit” olur.

Başkalarının haklarına saygılı insanlar, araçlarının içinde yolun açılmasını beklerlerken magandalar özel şeridin keyfini çıkarırlar.

Tıpkı bugün şehir içinden geçen otoyollardaki emniyet şeritlerinde olduğu gibi!

Bunların arasında öyleleri var ki zaten araçları “geçiş üstünlüğüne sahip” kılınmış.

Onlara ceza filan da yazılamıyor, çünkü “plakaları tanımlanmış.”

Ve maşallah “malum sürü” tanımına da uyuyorlar, sayıları o kadar çok ki emniyet şeridinde bile bazen trafik tıkanıyor!

Ne görevleri var ki böyle bir üstünlük elde etmişler diye sormayın, otokrasilerde işler böyle yürüyor.

Saray’da görevli birisinin yakınlarına böyle avantajlar sağlaması işten bile değil.

“Bu doğru olamaz” diye düşünecek bir resmi makam sahibi varsa, telefonla arasın isim isim söyleyeyim kendisine.

Bunların sayısının çokluğundan yararlanan uyanık magandalar da aynı kılığa girip basarlar gaza.

“Trafik polisi bunları tespit edip ceza yazıyor” derseniz de Türkçedeki en kısa fıkrayı anlatmış olursunuz!

Özel şeritten gaza basıp gidenler duyarlarsa emin olun çok gülerler!

                                                          /././

Körlükler ve akılsızlıklar ülkesinde kadın olmak -Mine Söğüt-

Feminist Müslümanlar ya da başörtüsünün anlamını sorgulamaya başlayarak saçını kapatmaktan vazgeçen kadınlar bugün bir umudun değil büyük bir kaybın, geriye gitmiş olmanın, birkaç nesil boyu kadını haklarından, hukuktan, hayattan mahrum bırakmış olmanın kara nişanı.

Körlükler ve akılsızlıklar ülkesinde kadın olmak

En baştan “Demokrasi bizim için bir tramvaydır. Zamanı gelince ineriz” diyerek kimliğinin ve niyetinin altını çizen bir politikacının peşine takılan ve tramvaydan indiğinde buna şaşıran bir ülke…

Bugün diyanetin Cuma hutbelerine artık şaşırmamalı. Ya da kadın cinsel ilişkiye girmeyi reddettiği için öldürüldüğünde katiline haksız tahrik indirimi yaparken gözünü kırpmayan güdümlü bir hukuka hazırlıksız yakalanmış gibi davranmamalı.

İktidarın İslam hukukunu medeni hukukun karşısına çıkarmak istemesi, kadınların kılık kıyafetleri ve tavırları üzerinden baskıcı bir ahlak inşa etmesi zaten hiçbir zaman saklamayan bir niyetin sonuçları.

Bu ülke bundan çeyrek asır önce başörtü tartışmaları yapılırken orduya sızdığı, akademisyenlerin aklını çeldiği, gazetecileri satın aldığı, politikacılarla anlaşmalar yaptığı, dersaneler açtığı, yurtlar kurduğu, başarılı ve yoksul çocukları türlü vaatler ve niyetlerle avucuna aldığı alenen bilinen inanç merkezli bir siyasi örgütlenmenin niyetini deşifre edenleri umursamayıp kadınların başlarının dini gerekçelerle çocuk yaşta kapatılmasını bir “özgürlük hareketi” olarak kodlamayı demokratik ve eşitlikçi bir politika olarak pazarlayan kanaat önderlerinin peşine düştüğü için bugün bu halde.

Ordunun irtica tehlikesini bahane ederek darbe üzerine darbe yapmasının ve her darbenin ardından irtica için çalışan odakların güçlenip resmi makamlarda kendilerine daha geniş alanlar açmasının anlamını doğru okumayı tercih etmeyen politikacıları bile laiklik savunucusu olarak görmeyi seçen kalabalıkların körlükleri yüzünden bugün bu halde.

Üniversitelere başörtüsü ile girmek isteyen kız öğrencilerin önünü açmanın yolunun demokrasiyi ve adaleti güçlendirmekten geçmesi gerektiği tartışılmadan doğrudan tarikatların ve cemaatlerin yollarını açma kestirmesine sapılmasına itiraz etmediği için bugün bu halde.

Olaylar arasında, özellikle de sorunlar arasında kurulmayan bağların, çözülmeyen düğümlerin, sorulmayan soruların, duyulmak istenmeyen cevapların sadece acısına değil sonuçlarına da hazırlıksız olmak bu ülkenin aydınından politikacısına, seçmeninden muhalefetine herkesin ortak sorunu.

Kadınların kapanmasını bir özgürlük olarak tanımlayan denetimci ve baskıcı iradelerin kurduğu politik dili hiç kuşku duymadan kabullenip bu konudaki tartışmaları mantık değil inanç çerçevesinde yapmayı tercih eden bir ülke, anayasal ve laik bir düzene anca bu kadar sahip çıkabilirdi.

En başta kurulmayan, kurulmak istenmeyen neden sonuç ilişkilerini finalde kurmak sonucu değiştirmek için geç olabilir ama bundan sonraki muhtemel hataları önlemek için ibret de teşkil edebilir.

Bahriye Üçok ile Turan Dursun’un faili meçhul siyasi cinayetlerle neden öldürüldükleri hakkında hiçbir fikri olamayan insanların ve hatta belki bugün onların kim olduğunu bile bilmeyen, adını hiç duymamış kalabalıkların laikliği bir küfür olarak kodlayan ve karşısına inanç temelli bir hukukun üstünlüğünü savunan politikalar koyan iktidarların tuzaklarına tavşan gibi düşmesi kaçınılmaz.

Feminist Müslümanlar ya da başörtüsünün anlamını sorgulamaya başlayarak saçını kapatmaktan vazgeçen kadınlar bugün bir umudun değil büyük bir kaybın, geriye gitmiş olmanın, birkaç nesil boyu kadını haklarından, hukuktan, hayattan mahrum bırakmış olmanın kara nişanı.

İnançlı insanların, inancın niyeti bozuk eril politikalar tarafından sömürüldüğünü ve kadın ahlakının kılık kıyafet üzerinden kirli niyetlere alet edildiğini anlamaları için önce hayatlarının karartılması gerekmiyordu.

Zaten bu ülke bu gerçeği yüz yıl önce bellemiş ve kadın üzerinden yapılan tehlikeli bir siyasetin önüne set çekilmesi için gerekli temeli atmıştı. Kadının toplumdaki eşitlikçi yerini kanunlarla tartışılmaz bir şekilde yeniden belirlemişti.

O temeli güçlendirmek, eksiklerini tamamlamak, hatalarını telafi etmek, daha ileri bir seviyeye taşımak yerine, o temeli yıkıp yerine kendi temellerini inşa etmeye niyetlenen karşı devrimcilerin ekmeğine yağ sürenler, demokratik ahlakın yumuşak karnı olan kadınları kullanarak yıkımın yollarını açtılar. Ve bunu alenen yaptılar. Olanları görmemek için gerçekten ya kör ya da akılsız olmak gerekirdi.

Bu ülke hem kör hem de akılsız olmayı seçti.

Şu anda da bu seçimlerinin sonuçlarıyla baş etmeye çalışıyor. Ve sanki yakın geçmişinden hiç ders almamışçasına hala körlüğüne ve akılsızlığına sahip çıkarak iktidarın türlü tuzaklarına düşmeye devam ediyor.

                                                        /././

Bütçe giderlerinin ne kadarı tasarruf ediliyor?-Binhan Elif Yılmaz-

Kamuda tasarruf ile şeffaflık ve hesap verilebilirliğin de hedeflenmesi gerekir; tasarruf, şeffaflıkla anlam kazanır...

Sıklıkla bu köşede “kamuda tasarruf”u yazıyorum. Geçmiş yılların farklı periyotlarını karşılaştırarak, bütçe giderlerinden ne kadar tasarruf edilebileceğini hesaplıyorum. Mali disiplini sağlamada kısa vadede sonuç alınabilmesi ve enflasyonla mücadeleye maliye politikasının destek vermesi açısından kamuda tasarrufu gündemde tutmak gerek. Bu yazıda 2025 ve 2024’ün temmuz aylarında Tasarruf Genelgesi kapsamında yapılan bütçe giderlerini karşılaştırdım.

Yürürlükteki Tasarruf Genelgesine göre deprem harcamaları hariç, resmî taşıtların ve taşınmazların edinilmesi-kiralanması, haberleşme giderleri, basın-yayın-kırtasiye, demirbaş alımları, temsil-tören-tanıtım, enerji alımları gibi giderlerde tasarruf yapılması bekleniyor.

Acaba bu genelgeye uyulursa bütçe giderlerinden ne kadar tasarruf sağlanacak? Son bütçe verisi olan 2025 temmuz bütçe giderleriyle 2024 temmuz bütçe giderlerini karşılaştırdığım tablo aşağıda: 

Uygulamadaki tasarruf genelgesine göre tasarruf edilmesi gereken taşıt alımı-onarımı-kiralaması, enerji, haberleşme, kırtasiye-baskı, temsil-ağırlama ve lojman-sosyal tesis giderlerine 2024 temmuz ayında 14 milyar TL harcandı. 2025 temmuz ayında ise toplamda enflasyonun altında yaklaşık yüzde 30’luk artışla 18,1 milyar TL harcandığı anlaşılıyor.

Ancak tasarruf edilmesi gereken haberleşme giderlerinde bir yıl içinde yüzde 66, lojman-sosyal tesis giderinde yüzde 120 ve taşıt giderlerinde yaklaşık yüzde 280’lik artış ortaya çıkmış.

Kamuda tasarrufun simgesi haline gelen resmî taşıtlara ayrılan bütçe 2024 temmuz ayında 1,7 milyar TL idi. Bir yıl sonra taşıt giderleri 3,7 milyar TL’ye çıktı. Taşıt giderlerindeki dikkat çekici artışta 1.680 milyon TL’lik hava taşıtı alım gideri var. Bu taşıtlar orman yangınlarına müdahale amacıyla alınmış olabilir. Ancak orman yangınları son yıllarda

giderek artıyor, müdahale giderek zorlaşıyor ve uzun zaman alıyorken, geçmiş yılların bütçelerinde yaz döneminde böyle bir taşıt alımı görünmüyor. Bu yıl alındıysa, geçmiş yıllarda yangınlara müdahale bu hava taşıtları olmadan nasıl yapıldı?

Bu sorunun birden fazla cevabı varsa da, bütçede büyük ölçekli harcamaların birden fazla gerekçesi olsa da sade vatandaşa bu bilgiler ulaşmıyor. Tüm bütçe giderlerinde şeffaflık önemli, hatta tasarruf genelgesindeki bu giderlerde özellikle önemli.

Zaten Tasarruf Genelgesiyle ulaşılacak hedef, kamu kaynaklarının daha verimli, ekonomik ve etkili bir şekilde kullanılmasını sağlamak. Bunun için de bütçe giderleri kısılacak, israf önlenecek.

Ama bir türlü “kamu tasarruf etti” denecek veri ve rakamlar ortaya çıkmıyor. Nedenleri çok. Öncelikle genelgenin kapsamı dar. Ayrıca günümüzde tasarruf tedbirlerinin yüzeysel kaldığı açıkça ortada. Kamunun büyük ölçekli harcamaları yerine tabloda da gördüğünüz gibi küçük ölçekli giderlere bakıyoruz.

Neden küçük ölçekli? Çünkü 2024 temmuz ayında tasarruf tedbirleri kapsamındaki tüm kalemlere harcanan tutar, o ayki bütçe giderlerinin yüzde 1,69’uydu. 2025 temmuz ayında da yüzde 1,61’i oldu. Kamunun tasarrufa başlamadığı kabul edilen 2023 yılının tamamında tasarruf edilmesi gereken kalemlere yapılan harcama, bütçe giderlerinin yaklaşık yüzde 2’siydi.

Sonuçta hiç harcama yapılmadığı varsayılsa -ki mümkün değil enerji, haberleşme gideri mutlaka olacak- bütçe giderlerini ve bütçe açığını azaltıcı etkisi olmadığı ortada.

Kamunun büyük ölçekli harcamaları ise çok fazlaBunların başında borç faiz giderleri bulunuyorBorç faiz giderleri ocak-temmuz döneminde 1.246 milyar TL ile geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 87 artış gösterdi. Sadece temmuz ayında 134,6 milyar TL tek bir kaleme yani borç faiz giderline gitti ki bu tutar temmuz bütçe giderlerinin yüzde 12’si. Yukarıda bahsettiğim gibi tasarruf genelgesindeki giderlerin bütçe giderleri içindeki payı ise yüzde 1,61. Demek ki etkin bir kamu borç yönetimi ile bu büyük ölçekli bütçe giderinin azaltılması mümkün. Ama onun için de başta fiyat istikrarı olmak üzere ekonomik şartların düzelmesi gerekiyor.

Bütçeden her ay ortalama 350 milyon TL “hizmet binası kiralama gideri”ne ayrılıyor. Kamu binası sayısı giderek artarken, ayrıca özel sektörden yapılan bina kiralamaları için böyle bir bütçe ayrıldığını hatırlatalım.

Bütçeden temmuz ayında 188 milyon TL’lik “sınıflandırmaya girmeyen eğitim amaçlı transfer” yapılmış. Devlet tabiki eğitime destek verecek ama bu sınıflandırma içerisinde ne olduğunu herkes merak ediyordur eminin.

Bütçeden çeşitli kamu kurumlarına hazine yardımları yapılır. Ancak 823 milyon TL’lik hazine yardımı da yine “sınıflandırmaya girmeyen” başlığı altında görünüyor.

Bu örnekler çoğaltılabilir ama bu köşeye sığmaz. Kamuda tasarruf ile şeffaflık ve hesap verilebilirliğin de hedeflenmesi gerekir; tasarruf, şeffaflıkla anlam kazanır.

                                                             /././

İşte tam liste: 31 Mart 2024'ten bu yana 62 belediyede yönetim değişti, 15 belediye başkanı tutuklandı, 13 belediyeye kayyım atandı

belediyelere kayyım ve belediye başkanlarının tutuklanması

Gazeteci-yazar Murat Yetkin, Toplum Çalışmaları Enstitüsü'nün (TÇE) 2024 yerel seçimlerinden bu yana belediye yönetimlerindeki değişiklikleri derlediği raporunun detaylarını aktardı. Buna göre; 31 Mart 2024 yerel seçimlerinden bugüne toplam 62 belediyede yönetim değişti, 15 belediye başkanı tutuklandı, İkisi büyükşehir olmak üzere toplam 13 belediyeye kayyım atandı.


(Kaynak: Toplum Çalışmaları Enstitüsü)

Yetkin, şunları yazdı:

"Yönetim değişikliklerinin en büyük sebebiyse belediye başkanlarının partilerinden istifa edip AK Partiye geçmesi.

Kendi seçildiği partiyi bırakıp AK Partiye katılımlarda ilk üç sırada Yeniden Refah, CHP ve İYİ Parti bulunuyor. Son yerel seçimden bu yana YRP’li 20, CHP’li 7, İYİ’den de 5 belediye başkanı AK Partiye geçmiş. (*)

Bunlardan ne kadarı acaba seçmeni kazanmaya çalıştıklarında yaptıkları gibi seçmenin görüşlerini almışlardır? Bir kısmının gerekçesi, başka türlü hükümetten belediye hizmetlerini görmek için ödenek alamamak. Ama tamamının seçmeni oy vermeye ikna etmek için, şimdi methiyeler dizdikleri Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 'tek adam rejiminden kurtulma' söylemini kullandıkları da bir gerçek.


(*)Belediyelerde yönetim değişikliği  (Kaynak: Toplum Çalışmaları Enstitüsü)

Tutuklama ve kayyım

Seçmeni kazanamayan AK Parti, seçileni kazanma yolunu seçmiş görünüyor. Bu yolla başka belediye başkanlarına da partinin kapılarının açık olduğu işaretini veriyor.

Seçmen iradesine el koymanın en açık ifadesi sayılabilecek kayyım atama siyasetinin 2024 seçimlerine kadar hedefinin daha önceki dönemde Kürt seçmenin yoğunlukta olduğu doğu ve güneydoğu belediyeleri olduğu görülüyordu. Bir yandan MHP lideri Devlet Bahçeli’nin önayak olduğu “Terörsüz Türkiye” süreciyle PKK’ya silah bıraktırma girişimleri, diğer yandan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve CHP’li belediyelere yönelik İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca açılan soruşturmalarda, tutuklama yoluyla görevden uzaklaştırma uygulamalarında CHP öne geçmeye başladı.

İkisi büyükşehir, DEM Parti tarafından kazanılan Van ve Mardin olmak üzere 13 belediyeye İçişleri Bakanlığı kayyım atadı. Üçü büyükşehir; İstanbul’da İmamoğlu, Adana’da Zeydan Karalar ve Antalya’da Muhittin Böcek olmak üzere 15 belediye başkanı da tutuklu."


Tutuklanan belediye başkanları listesi (Kaynak: Toplum Çalışmaları Enstitüsü)

Yetkinreport.com adresinde yayımlanan yazının tamamını okumak için tıklayın 

                                                     ***

Gazze'de resmen kıtlık ilan edildi!

Gazze'de resmen kıtlık ilan edildi!

Dünyada açlığı izlemekle görevli Birleşmiş Milletler destekli uluslararası kuruluş, Gazze şehrinde ilk kez kıtlık ilan etti. 

Gıda güvensizliği ve yetersiz beslenmenin ciddiyetini sınıflandırmak için uluslararası olarak tanınan bir sistem olan BM destekli Entegre Gıda Güvenliği Aşaması Sınıflandırması (IPC), Gazze Şehri'nde kıtlık yaşandığını ilk kez resmen doğruladı. IPC'nin kıtlık ilanı Gazze'nin son kalan büyük yerleşim bölgesi ve yaklaşık 500 bin kişinin yaşadığı Gazze Şehri'ni kapsıyor. 

IPC, sınıflandırmasını akut gıda güvensizliği ölçeğinin en yüksek ve en kötü seviyesi olan 5. aşamaya yükseltti.

Kıtlık ilanı için hangi şartlar gerekiyor?

IPC'nin resmen kıtlık ilan edebilmesi için hanelerin en az yüzde 20'sinin aşırı gıda kıtlığı yaşaması, çocukların en yaz yüzde 30'unun akut yetersiz beslenme sorunu yaşaması ve her 10 bin kişiden ikisinin açlıktan dolayı her gün hayatını kaybetmesi şartları aranıyor. 

IPC raporunda ne deniyor?

IPC, Gazze Şehri'nde resmen ilan edilen kıtlığın önümüzdeki haftalarda Deir al Balah ve Han Yunus'a da genişleyebileceğini öngörüyor. 

IPC raporunda, "Bu kıtlık tamamen insan yapımı olduğundan, durdurulabilir ve tersine çevrilebilir. Tartışma ve tereddüt zamanı geçti, açlık var ve hızla yayılıyor. Herkesin aklında, acil ve kapsamlı bir müdahalenin gerekli olduğu konusunda hiçbir şüphe olmamalıdır. Herhangi bir gecikme, birkaç gün bile olsa, kıtlıkla ilgili ölüm oranlarında kabul edilemez bir artışa neden olacaktır," denildi. 

BM destekli uluslararası kuruluş, Gazze Şeridi'nde insanî yardım ulaştırılması için acil ateşkes çağrısında bulundu. Ateşkes ilan edilmediği takdirde açlık kaynaklı önlenebilir ölümlerin katlanarak artabileceği uyarısında bulunuldu. 

Dünyada 4, Orta Doğu'da ilk resmî kıtlık ilanı

IPC raporunda bölgenin tarihsel olarak açlık krizleri yaşamış olmasına rağmen, “Orta Doğu bölgesinde ilk kez resmi olarak kıtlık ilan edildiği” belirtildi. 

IPC, 2004 yılında kurulduğundan bu yana sadece 4 kez kıtlık ilanında kullanıldı, en sonuncusu geçen yıl Sudan'da oldu. 

Gazze'de açlık nedeniyle ölümler artıyor

İsrail'in saldırıları ve insani yardım girişini kısıtlayan sıkı kuşatması altındaki Gazze Şeridi, açlığın yayıldığı, su, ilaç, tıbbi gereçler ve hijyen malzemesinin bulunamadığı insanî felaketi yaşıyor. Başta çocuklar olmak üzere, Gazze Şeridi'nde açlık nedeniyle ölümler artıyor.

Gazze Şeridi'nde bugüne kadar 96'sı çocuk 197 kişi açlıktan hayatını kaybetti.

Sivil altyapıyı da tahrip ederek Gazze'nin yüzde 88'ini yıkan İsrail ordusu, sürgün emirleriyle yerinden ettiği Filistinlileri sık sık barındıkları bölgelerde hedef alıyor.

Nüfusu yaklaşık 2,3 milyon olan Gazze'de İsrail saldırıları ve sürgün emirleriyle yerinden edilenlerin sayısının 2 milyona ulaştığı, çok sayıda kişinin defalarca yerinden edildiği belirtiliyor.

İsrail, Gazze’deki kıtlığı ortaya koyan IPC raporunu inkar etti

İsrail Dışişleri Bakanlığı  yaptığı açıklamada, BM’nin desteklediği gözlem kuruluşu Entegre Gıda Güvenliği Aşama Sınıflandırmasının (IPC) İsrail’in işgale hazırlandığı Gazze kentini kıtlığa sürüklediğini resmî olarak ortaya koyan raporunu inkar etti.

Gazze kentinde neden oldukları kıtlığı inkar eden İsrail Dışişleri Bakanlığı, “Gazze’de kıtlık yok.” ifadelerini kullanarak IPC’yi Tel Aviv’e karşı “asılsız suçlamalar yöneltmekle” suçladı.

İsrail'in saldırıları ve uyguladığı insani abluka nedeniyle Gazze kentinde yaşanan kıtlık, 2004 yılında kuruluşundan bu yana IPC tarafından Orta Doğu’da yaşanan ilk resmi kıtlık olarak kayıtlara geçirildi.

                                                         ***

Boykot çağrıları hız kesmiyor; Hindistan'da ihale kazanan bir Türk şirketin daha projesi feshedildi!

Boykot çağrıları hız kesmiyor; Hindistan'da ihale kazanan bir Türk şirketin daha projesi feshedildi!

Hindistan’daki yeni metro ağlarına otomatik biletleme ihalesini kazanan Türk şirketin projesi yerel yönetim tarafından feshedildi. Fesih sonrası elle biletleme uygulamasına geçildi.

Hindistan ve Pakistan arasında yaşanan çatışmanın ardından, Hindistan'da Türkiye'ye yönelik boykot çağrıları hız kesmiyor. Türkiye’nin diplomatik olarak yanıt vermediği bu boykot, ülkede iş yapan Türk firmalarını milyonlarca dolara varan zarara uğratmış durumda.

Patronlar Dünyası'ndan Kerim Ülker'in haberine göre, THY, Çelebi, TRT, Koton, Mavi gibi firmalara yönelik ambargo, yaptırım kararlarına bu kez Türk teknoloji şirketi AsisGuard eklendi.

25 milyon dolarlık ihale sessiz sedasız feshedildi

Türk şirketinin aldığı ülkenin en yeni metro istasyonları Bhopal ve Indore’daki Otomatik Ücret Toplama (AFC) sistemi sözleşmesi de son olarak feshedildi.

2 aydır inceleme altında olan Türk şirketin projesi hayata geçmeyince, Hint makamları arayışa girdi, alternatif için çalışma başlattı.

Ancak ihale süreci yapılamayınca, iki istasyonda biletleme elle yapılmaya başlandı.

Türk şirketi ihaleyi 25 milyon dolara almıştı.

İkinci olan şirketin teklifi ise 30 milyon doların üzerindeydi. AsisGuard, Bhopal'da 199, Indore Metro istasyonlarında ise 227 kapı kurmakla görevlendirilmişti.

                                                               ***

T-24



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...