İÇERİK: Damlaya damlaya evi su bastı (Kaan Sezyum), AKP ve MHP’nin yarattığı kirlilik ülkeyi boğuyor (Nurcan Gökdemir),“Yarı feodal” (Şükrü Aslan)
Damlaya damlaya evi su bastı (Kaan Sezyum)
Güzel tasarruf yaptık. Ama çok güzel oldu. Bir anda geçiş garantili otoyollara, hasta garantili hastanelere, uçak garantili havaalanlarına ve bunların bütçeden vantuzladığı milyarlara ket çekildi. Bir anda oldu her şey, her şey bir anda. Bir anda kaç tane bile olduğunu bilmediğimiz makam uçakları satıldı, dev şirketlere sağlanan vergi afları iptal edildi, vergilendirmeye yeni bir boyut getirildi, kaçağın önüne geçildi. Yıllardır gördüğümüz, tanık olduğumuz israfın birden musluğu kapandı. Ülkenin her yanına yapılan, koylara, dağlara, tepelere inşa edilen saraylardan geri dönüldü. Oldu mu oldu, oldu, yeterince inanırsanız bir gün siz de şirinleri görebilirsiniz. Şirinbaba sabahtan akşama bütün paraları çılgınlar gibi ezerken, aniden tasarruf freni babayı bile şaşırttı. Gargamel desen perişan durumda. Kedisinin ıslak mama bütçesi kuru mamaya çevrildi. Kedi kumunda ise büyük gelişmeler var. Artık kendi kedi kumumuzu çıkartıyoruz. Ülkenin her yerinde kedi kumu rezervleri bulundu artık dışarıya bağımlı değiliz…
∗∗∗
Zaten şu geçtiğimiz yirmi yılda tam belimizi doğrultuyorduk ki, aniden yüzyılın felaketi maalesef bizi vurdu. Japonları ya da tedbirlerini alan ülkeleri filan hiç vurmuyor bu felaketler ama dış güçler yine felaketleri üzerimize saldılar. Memleket üç tarafı denizler, altı tarafı çetelerle çevrili bir zar gibi atılmaya başladı. Gıda enflasyonu deseniz o da zaten full dış güç. Dünyada bizden sonra gelen en yüksek gıda enflasyonun 9-10 katıyız. Grafiklere sığmıyoruz, taşıyoruz. Zaten bir grafikte bizim ülkeyi bulmanın en kolay yolu çok uzun süredir ya grafiğin en tepesine ya da en dibine bakmak… Olan yine garibana oluyor, değişen isimler dışında mekanizmanın zerre değişmemesi bizi yordukça yoruyor. Ekmekle bile beslenmenin lüks olduğu günler önümüzdeyken, hep beraber deliği kalmamış kemerlerimize yeni delikler açacak gücümüz bile kalmadı artık neredeyse. Beslenmenin ve doymanın lüks olduğu muhteşem bir çağa hoş geldiniz.
Bir yandan neredeyse artık fosilleşmiş, mumyalaşmış zihniyetlerin yönetmeye çalıştığı ama batırdıkça batırdığı bir gerçeklik… Bitmeyen şatafat ve limitsiz itibarın tatsız ve çakarlı ışıltısı ülkenin pek bir yerini de aydınlatamıyor. Mum dibini aydınlatmaz tabii ama dibimiz zaten karanlıktaydı, kimsenin de aydınlatmaya niyeti yoktu. Giderayak, ülkeyi dünyadan ve gerçeklikten kopartmak adına, beğenmediğimiz ve onaylamadığımız her şeyi ve her davranışı ısrarla yasaklamaya, anayasaya ve evrensel kurallara uymadığımız kaliteli bir yaşamın içindeyiz. Yapmadığınız belgeselden ötürü bile tutuklanabiliyorsunuz. Çünkü ülkemizi sevmiyorsunuz.
∗∗∗
Bir vatandaşı sevmekle başlayacak oysaki ülkeyi sevmek. Oysa nedense babamız bizi hiç sevmedi. Çirkiniz diye sanırım. Babamız bizi sokağa çıkarmıyor mesela, arkadaşlarımızla buluşamıyoruz, buluşsak bile dağıtılıyoruz, çünkü ülkenin evrensel kuralı yasak olmuş. Yıllarca yasaklarla, yanlışlıkları değiştirmeye, düzeltmeye çalışmanın hiçbir faydası olmadı… Tüm bunlar olurken, gençlik artık iyice gerçeklikten uzaklaştı. Tüm dünyada neler oluyor neler bitiyor, elindeki telefonun parlak ekranından, kıskanarak, imrenerek kaydırıyor, kaydırdıkça da mutsuzluklarına gömülüp kalıyoruz… Eğitim sistemi öyle fantastik bir hale geldi ki, iki sayıyı çarpamayan, adresteki rakamları okuyamayan tertemiz cahil bir nesil yetişiyor, bilgisizliğimize kat çıkmaya devam ediyoruz.
∗∗∗
Bir de üzerlerine Diyanet gibi muhteşem bir kurum, bu yıl 100 milyar liralık bütçesiyle, maneviyatımızı kuvvetlendirmeye çalışırken, ısıtmalı koltuk dışında hiçbir faydası olmayan bomboş yaklaşımlarla bilimden ve gerçekliğimizden uzaklaşıp, dev bir simülasyonun içinde yaşamaya mahkûm kalıyoruz. Emniyet kemerini takmadığımız, bakımını yapmadığımız, ön takımda sıkıntılar olan bu araçla gazladığımız gelecekte başımıza neler neler gelecek, hep birlikte göreceğiz.
/././
AKP ve MHP’nin yarattığı kirlilik ülkeyi boğuyor (Nurcan Gökdemir)
28 Mayıs akşamı Devlet Bahçeli bir açıklama yaptı: “ Önümüzdeki günlerde çok şey değişecektir, her şey değişecektir. Öyle gözüküyor. İnşallah Türkiye değişmez.” 14-28 Mayıs seçim sürecinden oy erimesine karşın zaferle çıkan Cumhur İttifakı’nın ortaklarından Bahçeli’nin bu sözlerini anlamlandırmak çok mümkün olmadı, Bahçeli’nin bir takım korkuları, kaygıları vardı belli ki ancak bu anlaşılamadı, kendisi de açıklık getirmedi.
31 Mart yerel seçimlerinde yaşadıkları yenilgi sonrası bu sözler kullanılsaydı anlamak çok kolaydı ancak çok zorlansalar da 14-28 Mayıs’ta iktidarlarını korumuşlardı. Ancak deneyimli bir politikacı olan Bahçeli’nin halk desteğinin azalması ile varılacak menzili gördüğü yorumlarını dillendirenler çoğunluktaydı.
2023 Mayıs ile 2024 Mart arası bu korkunun, kaygının izlerine çok fazla tanıklık edilmedi. İktidar ortakları arasında çok hassas olduğu bilinen bağ, “birbirlerine mecbur olma gerçeği “ile korundu ve 31 Mart’a gelindi.
YEREL SEÇİM TOKADI
31 Mart’tan ilk kez ikinci parti olarak çıkan ve halk desteği azalan AKP, ciddi bir hasar kontrolü yapmak zorunda olduğunu gördü. Burada önünde iki yol vardı ya ortağı ile alıştıkları gerginlik, baskı ortamını sürdürecek ya da halkın “Artık yeter” dediği alışılmış uygulamalarından görünürde de olsa bir süreliğine vazgeçecekti. Ancak iktidar ortağı MHP’nin, buna tahammülü olmadığı en yetkili ağızlardan dillendirildi, bu yeni politikada yeni partnerler belirlenmesinin, politika değişikliğinin zaten azalan güçlerini daha da azaltacağını gördükleri anlaşıldı.
AKP, halkın tepkisine yol açan sorunları makyajlamak, bunun için güç toplayana kadar yeni bir rota tutturmak istiyor, MHP de kendini tanımlamakta zorluk çekeceği bu yeni duruma razı olmak istemiyordu. Tüm bu gelişmeler AKP’nin kurumsallaştırdığı, MHP’nin de desteklediği siyaset anlayışı çerçevesinde salt siyasi dinamiklerle şekillenmeyeceği kısa sürede anlaşıldı.
Devlet içinde önce FETÖ örgütlenmesinde görülen, daha sonra da başka isimlerle devlette yuvalandırılan karanlık güçler harekete geçirildi.
ATEŞ İDDİANAMESİ, KAPLAN OPERASYONU
Ülkü Ocakları eski Başkanı Sinan Ateş’in bir suikast sonucu öldürülmesi ile ilgili iddianame doğal sürece aykırı olarak bir hayli geciktikten sonra açıklandı. Bu iddianame ile Cumhur İttifakı içinde yaşananları okumak isteyenlerin ilk gördüğü, bahar havasının sürdüğü idi. Ancak bu izlenimin gerçek olmadığı çok kısa bir süre içinde ortaya çıktı. Medyaya bazı fotoğraflar sızdı, Ülkü Ocakları’na ait bazı arabaların Ateş suikastında da kullanıldığı görüntüleri yayımlandı. Bunların basına sızdırılmasının hemen ardından Ankara yeni bir haberle heyecanlandı, çok sık görüşmeyen iki iktidar ortağı Erdoğan ve Bahçeli 11 gün aradan sonra yeniden bir araya gelecekti. Bunun amacı konusundaki tahminler neredeyse tekti: Bu olağanüstü görüşmenin nedeni kamuoyuna sızdırılan ve Ateş suikastında Ülkü Ocakları’nı adres gösteren fotoğraflardı. Bir saat süren ve “gergin olduğu” söylenilen görüşmeden sonra bir açıklama yapılmadı, siyasi kulislere görüşmenin içeriğine ilişkin bir bilgi yansımadı.
ORTAKLARIN MÜCADELE ALANI
Ankara’da Sinan Ateş suikastına ilişkin araç fotoğraflarının yayımlanma nedeni yorumlarken dillendirilen “AKP, MHP’yi sıkıştırıyor, yeni politikaya ikna etmeye çalışıyor” yorumlarına yol açan gelişmeler bir başka olayla sürdü. Aslında siyasetle devlet yönetimiyle yan yana gelmemesi gereken bir başka olay siyasetin ana teması oluverdi. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün yürüttüğü bir mafya operasyonu, Cumhur İttifakı ortakları arasındaki güç savaşının mücadele alanı oluverdi. Suç örgütü lideri Ayhan Bora Kaplan isimli bir kişi ve ekibine yönelik başlatılan operasyonlar çerçevesinde gözaltına alınan Serdar Sertçelik’in sosyal medyadan yayımladığı ifadeler ortaklar arasındaki gerginliğin ötesine geçen kavgayı görünür kıldı.
Aslında “gizli tanık” olan Sertçelik’in iddiaları yeni bir tartışmaya yol açtı. Sertçelik, emniyetten bazı isimlerin Recep Taypip Erdoğan’ın yakın ekibinde yer alan isimler ve eski Bakan Bekir Bozdağ hakkında ifade vermesi için yönlendirdiğini de iddia etti. Bu arada dikkati çeken bir gelişme daha yaşandı, Kaplan soruşturmasını yürüten Murat Çelik’in Antalya Emniyet Müdürü olarak atanacağı haberi Devlet Bahçeli’nin Başdanışmanı Eyyüp Yıldız’la birlikte göründüğü bir fotoğrafla servis edildi. Emniyetçiler gözaltına alındı, panik halinde Saray’a “imdat” sesini duyurmaya çalışanlar oldu, tehditler, gözdağı vermeler havalarda uçuştu. Ankara’da siyasi dinamiklerle şekillenmesi beklenen bir gerginlik, mafyatik yöntemlerle hesap görme savaşına dönüştü. Yaşananların şifresi çözülmeye çalışılırken Bahçeli, TBMM’de yapılan partisinin grup toplantısının kürsüsünden “MHP’ye operasyon çekiliyor” deyiverdi.
ÖNCE FETÖ SONRA DİĞERLERİ
AKP iktidarları döneminde devletin en küçük birimine kadar hakim olan ve liyakat yerine, siyasi görüş, cemaat, tarikat mensubiyeti dikkate alınarak inşa edilen yapılar artık birbirini deşifre ederek güç devşirmeye çalışıyor.
Milli Görüşçüler, Menzilciler, Nurcular, mafya, çıkar çeteleri aslında siyasi zeminde sürdürülmesi gereken bir mücadelenin tam ortasında yer alıyor. Önce FETÖ ile görünür olan devletin kimlere teslim edildiği her olayda bir kez daha ortaya çıkıyor. AKP ve ortağı MHP’in yarattığı bu kirli yapı şu an en çok onları zorluyor gibi görünüyor, yarattıkları kirlilik yukarıdan aşağıya tüm devlete hakim oldu. Güç savaşlarının kazananı olacak gibi görünmüyor ama esas tehlike bu çürümenin tüm ülkeyi çürüttüğü gerçeği…
/././
“Yarı feodal” (Şükrü Aslan)
Feodalizm, modern zaman literatürü içinde üretilmiş bir sözcüktü. Daha çok batı ülkelerindeki deneyimler referans alındığı için, ilgili literatürde derebeylik ve senyörlük gibi kavramlara da işaret ediyor ve/veya doğrudan onların yerine kullanılıyordu. Marksist tarih-toplum şemasına göre de kapitalizmden bir önceki üretim biçimi ve iktisadi aşamayı ifade ediyordu.
Feodalizmin karşısında ise emeği özgürleştiren bir sistem olarak kapitalizm ve onun mekânsal alanı ve karşılığı olarak kentler vardı. Kentlerin, ekonomik ilerleme-gelişme merkezleri ve eğitim-refah mekânları olarak görülmesi de yine modernizmle başlamıştı. 18. yüzyıldan bu yana kentler ve uygarlık arasındaki bağa vurgu yapmak ve dolayısıyla kırsal alana ilişkin olanı küçümsemek ve aşağılamak adeta bir geleneğe dönüşmüştü. Medeniyet dışılık, aptallık, gerilik gibi kırsal alanla ilgili bu yeni kültürel kavramlaştırma ve dolayısıyla feodalizm, aslında kırsalın sömürülmesi ve modern siyasal sistemlerin meşrulaştırılmasıyla da ilgiliydi.
∗∗∗
Türkiye’de de Cumhuriyet rejimi en azından söylemsel düzeyde ‘feodalizm’ olgusuna özel bir mesai ayırmış; modernleşmeye yönelik adımları genellikle ‘feodalizme karşı mücadele’ gibi bir iddiayla meşrulaştırmaya çalışmıştı. Mesela aşiretlerin ve ‘öteki’ inanç mekânlarının yasa ile kapatılması; kanaat önderleri başta olmak üzere geniş kesimlerin sürgüne gönderilmesi, hapsedilmesi ve hatta idam edilmesi gibi sert politik karar ve uygulamalar bütün bu politik tercihlerin birer neticesiydi.
Bu eğilim benzer biçimde sosyalist dünyayı da etkilemişti. Bu kesimlerde feodalizm, toprak ağalığına dayalı iktisadi-sosyal sistemi vurgulamak ve kapitalizme göre daha geri bir formu ifade etmek için kullanılmıştı. Bununla birlikte ülkenin iktisadi yapısı ve üretim ilişkileri klasik toprak ağalığı ile ilişkilenemediği için sol/ sosyalist literatürde ‘Asya Tipi Üretim Tarzı’ gibi kendine özgü yeni kavramsal analizler de üretilmişti. Yine de feodalizmin temelde tasfiye edilmesi gerektiği yönünde sosyalist kesim içinde de bir mutabakat vardı. Hatta ‘demokratik halk devrim’ söylemi doğrudan feodalizmin tasfiyesiyle ilgiliydi.
1960’lı ve devam eden yıllarda Türkiye’de devrimci mücadelenin temel eksenini belli etmek, ülkenin iktisadi ve sosyal yapısının analizine bağlandığı için, feodalizm söylemi ve vurgusu çok daha önemli hale gelmişti. Türkiye’nin kapitalist mi yoksa feodal mi olduğu yönündeki tespitler neredeyse siyasal olarak var olmanın temel kriterlerinden birisiydi. İşte bu ikisinin ortasında duran ve aslında ülkenin tam olarak kapitalist veya feodal olmadığını söyleyen bir tespit olarak “yarı feodal” vurgusu 1960’lı yıllarda sosyalist literatüre girmişti.
∗∗∗
Türkiye’nin ‘yarı-feodal’ bir ülke olduğu yönündeki tespit, kendine uygun bir mücadele ve devrim stratejisinin inşa edilmesine yol açmıştı. 1970’li yılların kitlesel eylemlerinde sıklıkla kullanılan “patron-ağa devleti” vurgusu tam olarak bu analizin bir neticesiydi. Aynı yaklaşım nedeniyle sol/sosyalist geleneklerin inançlar dünyasıyla kurdukları ilişki de bu yaklaşımdan etkilenmiş; inanç gelenekleri, topyekûn ‘feodal’ sayılan bir torbanın içine atılmış ve tasfiye olacağı/ edileceği zamana bırakılmıştı.
Bununla birlikte ve bunların ötesinde yarı feodal sözcüğü adeta sihirli bir politik temsile de denk geliyordu. Ülkenin yarı-sömürge olduğu konusunda neredeyse bütün sosyalist gruplar arasında mutabakat oluşmuştu. Fakat ‘yarı feodal’ olduğu noktasında bu mutabakat yoktu. Böyle olunca ‘yarı feodal’ ifadesi, politik tartışmalarda sayıları daha az olan gruplara yakınlık anlamına geliyordu. Bu tür tartışmalarda Türkiye’nin yarı feodal bir ülke olduğunu söylemek, bilhassa bazı politik gruplarda derin bir sempati oluşturmak için yeterliydi.
Türkiye’nin iktisadi-toplumsal gerçekliğini açıklamada oldukça kifayetsiz kalan ‘yarı feodal’ sözcüğü, bu özelliği nedeniyle bir tür birleştirici politik güce işaret ediyordu. Ne var ki hâkim politik sistemin ‘feodalizm karşıtı’ söylemiyle sosyalist hareketin karşılaşma-kesişme halleri yıllarca ciddi bir tartışmaya konu olamamış; sistemin, kitlesel kıyımlarla yarattığı çok ağır toplumsal tahribat bile görülememişti.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder