“Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekiyordu.” Türkiye’nin son on sekiz yılını “Di Lampedusa İlkesi” olarak adlandırılan bu yöntemle açıklamak mümkün görünüyor.
2000’lerin başına gelindiğinde, yoluna devam edebilmesi için, Türkiye kapitalizminin içerisine girmiş olduğu meşruiyet krizini çözmesi, bunun için de toplumu bir arada tutacak yeni bir ideolojiyi, yeni bir kolektif kimliği ve yeni birtakım siyasal aktörleri sahneye sürmesi gerekiyordu.
Mevcut resmi ideolojinin ve söylemin tükendiği, mevcut siyasi partilerin toplumdaki karşılıklarını yitirmeye başladığı, ekonomik krizin alt sınıflardaki hoşnutsuzlukları ve bu sınıfların radikalleşme potansiyelini artırdığı, toplumu bir arada tutacak bir ideolojinin yokluğunda toplumsal çözülmeye dair alametlerin çıplak gözle görülür hale geldiği bir konjonktürde, Türkiye sermaye sınıfının bulduğu çözüm dinselleşme ve AKP oldu.
AKP, bir yandan neoliberal ekonomi politikalarını uygularken, öte yandan dinselleşme aracılığıyla düzenin meşruiyetini yeniden tesis etmeye, kurduğu sadaka mekanizmaları ve patronaj ilişkileriyle alt sınıfları düzen içerisinde tutmaya, ucuz kredi aracılığıyla bir “tüketim toplumu” inşa etmeye ve sınıfsal çelişkilerin keskinleşerek politikleşmesini engellemeye soyundu ve bunda uzunca bir süre de başarılı oldu.
Tüm bunları yaparken, “demokratikleşme, “vesayet rejimiyle mücadele”, “milli iradeyi tesis etme” gibi söylemlerle Cumhuriyet’in yerine fiili bir monarşiyi yerleştirdi, ulus yerine ümmeti, yurttaşlık yerine tebaayı koydu, laikliğin son kırıntılarını ortadan kaldırdı, siyasal, toplumsal ve kamusal alanı dinselleştirdi, kurucu ilkesi İslam olan yeni bir rejim inşasına girişti.
Velhasıl AKP, Türkiye’nin düzenin derdinin devası, hastalığının ilacıydı ve sahiden de düzene iyi geldi. Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekiyordu ve iktidar partisi mevcut sömürü ve tahakküm ilişkilerinin değişmemesi için her şeyi değiştirdi.
Düzen ve rejim
Di Lampedusa ilkesi son on sekiz yılı anlamak için gerekli ama yeterli değil; bu yüzden ilkeyi bir de tersine çevirmemiz ve olan bitene bir de öyle bakmamız gerekiyor: “Her şeyin değişmesi için hiçbir şeyin değişmemesi gerekiyordu.”
AKP rejim inşa eden bir parti olduğu halde, yeni bir rejim inşa ettiğini hiçbir zaman kabul etmedi. İdeolojisi Atatürk’le ve Cumhuriyet’le hesaplaşma hedefi üzerine kurulu olduğu halde böyle bir hesaplaşmaya doğrudan hiçbir zaman girişmedi. İnşa ettiği rejime yeni bir anayasa yazmadı ya da mevcut anayasanın değiştirilemez ilkelerini değiştirmeyi hiç gündeme getirmedi, milli gün ve bayramlara dokunmadı, devlet ritüellerini topyekûn bir şekilde değiştirmedi vs.
Dolayısıyla Türkiye, rejim değişikliği sürecini, parlamenter sistemin yerini cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine bırakmasını saymazsak, “de facto”, yani fiili olarak yaşadı. Bir devlet politikası olduğu ve rejimin ideolojisinin temelini teşkil ettiği halde, dinselleşme hiçbir zaman resmileşmedi, hukuki bir statüye kavuşmadı.
Velhasıl AKP, düzenin bekası adına, hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyi değiştirirken, inşa ettiği rejimin bekası adına da, her şeyin değişmesi için hiçbir şeyi değiştirmedi!
Bugün gelinen noktada, iktidar partisinin düzen açısından eski işlevselliğini taşıyıp taşımadığının tartışmalı bir mesele haline geldiği biliniyor. İktidar Türkiye kapitalizminin içerisine girdiği krize yeni ve etkili yanıtlar üretmekte giderek zorlandığı gibi, aynı zamanda kendi bekası adına içeride ve dışarıda attığı mecburen attığı kimi adımlarla krizin daha da derinleşmesine sebep oluyor.
Buna rağmen, Türkiye’de düzen açısından AKP’ye gerçek anlamda alternatif olabilecek siyasi bir aktör ve siyasi bir proje, kimi adaylar söz konusu olsa da, hala gerçek anlamıyla bulunabilmiş değil ve AKP’yi her şeye rağmen güçlü kılan şey de tam olarak bu alternatifsizlik.
Ancak bu yazı bağlamında bizim için önemli olan ve esas olacak tartışacağımız mesele, iktidarın düzenin bekası adına değil, inşa ettiği rejim adına attığı adımlar ve “her şeyi değiştirirken hiçbir şeyi değiştirmeme” tutumundan vazgeçip geçmediği.
Yeni bir dönem ve muhalefet
Kanımca Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesiyle birlikte, iktidarın dinselleşme politikalarında yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Önce Erdoğan’ın sonra da Diyanet İşleri Başkanı’nın, varlığı tartışmalı “Fatih’in bedduası”nı Atatürk’ü kastederek okumaları, açılış günü İstanbul sokaklarında sergilenen irtica performansı, Bilal Erdoğan’ın harf devrimine ilişkin sözleri ve Damat Berat’ın ailesine ait yayın grubunun dergilerinden birinin “şimdi değilse ne zaman” diyerek hilafeti kapağına taşıması, bu yeni dönemin ilk işaretleri gibi görünüyor.
Öte yandan, “biraz hızlı gidildiğinin” farkındalığı, kontrolü yitirme endişesi ve muhalif toplum kesimlerinde kıpırdanmaya yol açabileceği öngörüsüyle, önce Mehmet Metiner’in, ardından da Ömer Çelik’in İslamcı cenaha “balans ayarı” anlamına gelebilecek açıklamalar yapmalarına bakarak, İslamcı tabandaki “Ayasofya coşkusu”nun beraberinde getirdiği yeni taleplerin dizginlenmek istendiğini ve sürecin planlı programlı bir şekilde yürütülmesinin hedeflendiğini de söyleyebiliyoruz.
Peki Mustafa Kemal’e en yüksek makamlardan “hain” denildiği ve beddualar okunduğu, Cumhuriyet’in kurucu değer ve ilkelerinin gericiliğin doğrudan saldırısına maruz kaldığı, alenen hilafet tartışmalarının yapıldığı, iktidarın dinselleşme politikalarında el yükseltmeye başladığı, bunu da “seçimle gitmeme konsepti”nin içerisine yerleştirmeyi hedeflediği bir konjonktürde Cumhuriyet’i kuran parti ne yapıyor?
Ne yaptığını son kurultaydan biliyoruz: CHP’nin Türkiye’nin dinselleşmesiyle ve gericilikle en ufak bir derdinin dahi bulunmadığını, laiklik sözcüğünü telaffuz etmeye dahi korktuğunu, ANAP’laşmayı bir iktidar stratejisi olarak gördüğünü, ülkücülüğün bir fraksiyonu olan İYİP’le ve Milli Görüş’ün fraksiyonları olan Saadet Partisi, Deva Partisi ve Gelecek Partisiyle, yani “dostları”yla iktidar olacağına inandığını bu son kurultay bir kez daha göstermiş durumda.
Sadece bu değil; iktidarın “seçimle gitmeme konsepti” doğrultusunda arka arkaya adımlar attığı, bekçi yasasını, baro yasasını, sosyal medya yasasını ardı ardına çıkarttığı, seçim yasasını değiştirmeye hazırlandığı, Ayasofya ile birlikte dinselleşme siyasetinde yeni bir dönemi açtığı, Libya, Suriye, Ege ve Akdeniz’de yeni birtakım askeri maceralar üzerinden “beka siyaseti”ni derinleştirmeye hazırlandığı bir konjonktürde, CHP toplumu Türkiye’de “serbest seçimler”in yapılacağına ve o seçimler neticesinde de iktidarın el değiştirebileceğine ikna etmeye uğraşıyor. Bu ise toplumu hem daha çok pasifize ediyor, hem de umutsuzlaştırıyor, karamsarlaştırıyor.
Dolayısıyla CHP, Bu köşede defalarca dile getirdiğimiz üzere, bir yandan sağcılığı normalleştirir ve meşrulaştırırken, öte yandan sokağı öcüleştiren, en temel anayasal hakların kriminalize edilmesine çanak tutan ve sadece sandığa endekslenmiş bir tutum sergiliyor; tüm bunlar ise ister kısa ister uzun vadede olsun Türkiye sağcılığının ve İslamcılığının elini güçlendiriyor, bu ikisine hizmet ediyor.
Ne yapmalı?
Dinselleşmede yeni bir döneme girilirken ve CHP de dâhil düzen muhalefetinin buna dair en ufak bir itirazı bulunmazken, laikliği bir kez daha Türkiye toplumunun önüne getirmek, cesurca, açıktan ve dolaysız bir şekilde savunmak gerekiyor.
Din sömürüsünün sınıf sömürüsünün üzerine örtülen devasa bir örtü olduğu günümüz Türkiye’sinde, gericiliğin karanlığı daha da koyulaşır ve halka minberden kılıç gösterilirken, siyasal İslam’a karşı, tarihsel bir figür olarak Mustafa Kemal’i de, laikliği de, Cumhuriyet’i de, Cumhuriyet’in kazanımlarını da savunmak bize düşüyor.
“O güzel günlere dönüş” nostaljisiyle ya da apolitik, romantik, sınıfsal perspektiften uzak bir bakış açısıyla değil elbette; sınıf sömürüsüyle din sömürüsü arasındaki bağlantıyı ifşa edecek, emeğiyle geçinen, ezilen, sömürülen insanlar açısından laikliğintaşıdığı o büyük önemi gösterecek, yeni bir cumhuriyeti hedef olarak önüne koyacak, aklı, bilimi ve aydınlanmayı eşitlikçi bir düzen idealiyle birleştirecek bir şekilde.
Fatih Yaşlı / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder