24 Haziran seçimleri öncesi veriler, ekonominin halen büyüdüğünü, toplumun borçlanarak da olsa tüketime devam ettiğini gösteriyordu, enflasyon ve işsizlik ise henüz bugünkü seviyede değildi.
Muharrem İnce rüzgârıyla birlikte muhalif kesimlerde seçime dair çok ciddi bir iyimserlik havası ortaya çıktığında, ekonomik verilere bakıp gerçekçi bir şekilde yorum yapanlar “umutsuzluk yaymak”la suçlanıyordu, oysa 24 Haziran seçimlerine giden Türkiye’de AKP seçmeni açısından oy verme tercihlerini keskin bir şekilde değiştirmesine yol açacak herhangi bir neden yoktu.
Nitekim bir neden olmadığı 24 Haziran akşamında görüldü, muhalif kesimlerdeki hayal kırıklığı ise içi boş bir şekilde pompalanan umutla paraleldi, yani son derece yüksekti.
“Seçim manyağı” yapılmış ve her yıla neredeyse ortalama bir seçimin düştüğü Türkiye’de 24 Haziran’dan sonra yine bir seçime gidiyoruz, ancak bu sefer şartlar 24 Haziran’dan son derece farklı.
Üzeri hiçbir şekilde örtülemeyen bir kriz yaşıyoruz ve “beka”nın yenilen içilen bir şey olmadığı, karın doyurmadığı, hamaset edebiyatının işsizliğe, enflasyona, hayat pahalılığına çare bulmadığı toplumun geniş kesimlerince görülebiliyor.
Bunun sandığa yansımaması mümkün değil, ekonomik krizin halkın yaşamında yarattığı büyük tahribatın oy verme tercihleri üzerinde değişiklik yapması, seçmen davranışının değişmesi kaçınılmaz.
Zaten iktidar partisi de bunun farkında. Miting meydanlarındaki o saldırgan dilin, havada uçuşan tehditlerin, dünyanın öte ucundaki Yeni Zelanda ile kriz çıkarma pahasına edilen cümlelerin, verilen mesajların, yalanın bu kadar pervasızlaşmasının, havuz medyasının haysiyet cellatlığında sınır tanımamasının, istismar edilmemiş hiçbir şey bırakılmamasının nedeni bu.
İktidar partisinin seçimden gerileyerek çıkması, oylarının düşmesi, bazı büyük şehirleri kaybetmesi hayli güçlü bir ihtimal olarak karşımızda duruyor ve elbette ki bunun artçı sarsıntıları da olacaktır.
Şu anki tabloya bakıldığında, yeni bir merkez sağ parti kurulma sürecinin hızlanmasından tutun da, ABD ile Rusya’yı aynı anda idare etmeye dayalı dış politikanın artık sürdürülemez noktaya gelmesine uzanan bir genişlikte, iktidarın ve dolayısıyla Türkiye’nin kaderi üzerinde belirleyici olacak birtakım gelişmelere seçimin hemen sonrasında tanıklık edeceğimiz görülebiliyor.
Öte yandan esas mesele, yani ekonomik kriz, seçimlerden sonra da devam edecek ve ABD’yle yaşanacak S-400 krizi başta olmak üzere, kimi muhtemel siyasi gelişmelere bağlı olarak çok daha derinleşecektir.
Ayrıca teslim bayrağının çekilip IMF’ye gidilmesi olasılığını da gözardı etmemek gerekiyor ki bu durumda da uygulanacak istikrar tedbirleriyle krizin faturası yine halka, emekçilere, çalışanlara kesilecektir.
Velhasıl, seçimden sonra Türkiye’nin uzunca bir süre seçime gitmeyeceği, istikrara kavuşacağı, ekonomik krizin atlatılacağı gibi iddiaların hiçbir gerçekliği yoktur, bilakis seçim sonuçlarına bağlı olarak ekonomik ve siyasi krizin çok daha derinleşeceği anlaşılmaktadır.
Tam da bu nedenle seçim sonrasını ve seçim sonrası ortaya çıkacak tabloyu gözeten, uzun vadeli bir perspektife sahip, ekonomik krizin ve giderek artan hayat pahalılığının, yoksullaşmanın, işsizliğin yaratacağı öfkeyi siyasal alana taşımayı hedefleyen bir sol siyasete duyulan ihtiyaç açıktır.
“Ekmeği neden böyle bölüşüyoruz, aslında nasıl bölüşmeliyiz” sorusunun daha sık sorulacağı bir döneme girilirken, hem sorunun hem de cevabının çoğaltılması, güçlendirilmesi, duyulur hale getirilmesi gerekmektedir, görevimiz budur.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder