Yaklaşık “20 yıl” önce, “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği”nin çalışmalarının ilk sıralarında yer alan, “Atatürk”ün “Söylev”ini (Nutuk) toplumun her kesimine“tanıtma” görevini, dörtlü bir grupla ülkemizin pek çok yöresine giderek yerine getirdik.
Yıllar boyu; kimi zaman öğrencilere, kimileyin bir fabrikanın işçilerine ya da bir askeri birliğe, üniversitelere, belediyelere, harb okullarına, derneklere, meslek odalarına vö’lere ulaştık.
Okuyanlarca bilindiği gibi, “Atatürk”ün halkıyla birlikte “1919” yılından “1927” yılına dek aşama aşama gerçekleştirdiği “Büyük Devrim”i, kalemiyle anlattığı ünlü yapıtı“Söylev”den (Nutuk) yaptığımız alıntılarla oluşturmuştuk bu tanıtımı. “90” dakika süren görüntülü belgeli olan ve “tiyatro sanatçıları”nca dile getirilen anlatım, yurtdışındaki yurttaşlarımız tarafından da istenir olunca, gurbetçilerimizle de buluşup oralarda da sergiledik bu çalışmamızı.
Yurtdışından ilk çağrıyı, “Almanya”nın “Köln” kentinden aldık; koca bir salonu dolduranlarla, yer bulamayıp ayakta kalanların oluşturduğu topluluk “90” dakika sanki hiç soluk almadan izledi.
Salondan çıkarken, orta yaşlı bir erkek izleyici bana yaklaşıp saygıyla teşekkür ettikten sonra: “Neden ‘Atatürk’ün, ‘Sıvas Kongresi’nden sonr a , Ankara’ yagelirken ‘Hacıbektaş’a uğradığını, çalışmalarını onlarla, ‘Çelebi CemalettinEfendi’yle de birlikte sürdürdüğünü söylemediniz” diye sordu.
Öylece kaldım; haklıydı. “Söylev”i, pek de dikkat edilmeyen bir açıdan ele alıp değerlendirmişti; Söylev’le ilgili konuşmalarda, “yazılarda hep” “Mutki Aşireti Başı Hacı Musa”dan söz edilir de, “Çelebi Cemalettin Efendi” ise pek dile getirilmez.
Oysa “Atatürk” Ankara’ya ayak basar basmaz; “Hacıbektaş’ta C. CemalettinEfendi’ye, Mutki’de Hacı Musa Bey’e birer bildirim yaptık!” diyerek her ikisiyle de bağlantı kurduğunu “Söylev”de belirtir (s. 241)*
Bana bu soruyu soran -Alevi olduğu anlaşılan- kişi, işte bunun altını çiziyordu; tutumu duygusal bir “sitem” değildi; üstelik “1990”ın Türkiyesi’nde yaşananlar karşısında da, üzerinde durulması gereken bir durumu ortaya koyan bir soruydu bu.
Çünkü yıllar öncesinin, ülkemizi bir “örümcek ağı” gibi saran “Amerikan BarışGönüllüleri”nin yeniden dirilttiği “mezhep” çatışmalarının adım adım ilerleyip, artık doruk noktasına vardığı bir dönemdi “1980”lerden “1990”lara varış.
Öyleki, bu “ Barış Gönüllüleri”nin; köylerine, kasabalarına, kentlerine gelmeden önce canciğer dost olanlar zamanla kanlı-bıçaklı komşular durumuna gelmişlerdi; daha doğrusu getirilmişlerdi; bunlar -özellikle- başta “Türkiye” olmak üzere,“Ortadoğu” ülkelerinde “mezhepsel yapı”yı, “inanç ayrılıkları”nı yeniden yaşama geçirmek üzere yetiştirilip görevlendirilmiş genç kadın ve erkeklerden oluşturulmuş -bir bakıma- “maşa”lardı; ne ki zamanla bunların yerlerini “yerel maşa”lar alacak, böylece bu “mezhepsel yapı” -dönem dönem olsa da- diri tutulacaktı yeni çatışmalar için...
Bütün bunları “Erdoğan”ın, “TV”lerde “mezhepçiliği” kışkırtan, açıkça “Alevidüşmanlığı”nı içeren konuşmalarını dinlediğimde anımsadım; bu durumda insan,“yepyeni bir ‘Maşa’ olayı ile karşı karşıya mıyız” diye sormaktan kendini alamıyor.
Üstüne üstlük “Erdoğan”, ülkede yarattığı -neredeyse ‘iç savaşa’ götürecek- durumun sahibi başkalarıymış gibi öfkeli ve saldırgan...
Yandaşı olmayan, iktidarını ve kendisini eleştiren gazetelerin yazarlarına inanılmaz kertede kızıyor, öfkeleniyor; “Hürriyet”ten “Yılmaz Özdil”e “SÜRÜNGEN”,“Posta”dan “Yazgülü Aldoğan”a “ALÇAK” diyor rahatlıkla; dahası bunları söylemeyi kendisinin “hakkı” olarak görüyor.
Yıllar boyu; kimi zaman öğrencilere, kimileyin bir fabrikanın işçilerine ya da bir askeri birliğe, üniversitelere, belediyelere, harb okullarına, derneklere, meslek odalarına vö’lere ulaştık.
Okuyanlarca bilindiği gibi, “Atatürk”ün halkıyla birlikte “1919” yılından “1927” yılına dek aşama aşama gerçekleştirdiği “Büyük Devrim”i, kalemiyle anlattığı ünlü yapıtı“Söylev”den (Nutuk) yaptığımız alıntılarla oluşturmuştuk bu tanıtımı. “90” dakika süren görüntülü belgeli olan ve “tiyatro sanatçıları”nca dile getirilen anlatım, yurtdışındaki yurttaşlarımız tarafından da istenir olunca, gurbetçilerimizle de buluşup oralarda da sergiledik bu çalışmamızı.
Yurtdışından ilk çağrıyı, “Almanya”nın “Köln” kentinden aldık; koca bir salonu dolduranlarla, yer bulamayıp ayakta kalanların oluşturduğu topluluk “90” dakika sanki hiç soluk almadan izledi.
Salondan çıkarken, orta yaşlı bir erkek izleyici bana yaklaşıp saygıyla teşekkür ettikten sonra: “Neden ‘Atatürk’ün, ‘Sıvas Kongresi’nden sonr a , Ankara’ yagelirken ‘Hacıbektaş’a uğradığını, çalışmalarını onlarla, ‘Çelebi CemalettinEfendi’yle de birlikte sürdürdüğünü söylemediniz” diye sordu.
Öylece kaldım; haklıydı. “Söylev”i, pek de dikkat edilmeyen bir açıdan ele alıp değerlendirmişti; Söylev’le ilgili konuşmalarda, “yazılarda hep” “Mutki Aşireti Başı Hacı Musa”dan söz edilir de, “Çelebi Cemalettin Efendi” ise pek dile getirilmez.
Oysa “Atatürk” Ankara’ya ayak basar basmaz; “Hacıbektaş’ta C. CemalettinEfendi’ye, Mutki’de Hacı Musa Bey’e birer bildirim yaptık!” diyerek her ikisiyle de bağlantı kurduğunu “Söylev”de belirtir (s. 241)*
Bana bu soruyu soran -Alevi olduğu anlaşılan- kişi, işte bunun altını çiziyordu; tutumu duygusal bir “sitem” değildi; üstelik “1990”ın Türkiyesi’nde yaşananlar karşısında da, üzerinde durulması gereken bir durumu ortaya koyan bir soruydu bu.
Çünkü yıllar öncesinin, ülkemizi bir “örümcek ağı” gibi saran “Amerikan BarışGönüllüleri”nin yeniden dirilttiği “mezhep” çatışmalarının adım adım ilerleyip, artık doruk noktasına vardığı bir dönemdi “1980”lerden “1990”lara varış.
Öyleki, bu “ Barış Gönüllüleri”nin; köylerine, kasabalarına, kentlerine gelmeden önce canciğer dost olanlar zamanla kanlı-bıçaklı komşular durumuna gelmişlerdi; daha doğrusu getirilmişlerdi; bunlar -özellikle- başta “Türkiye” olmak üzere,“Ortadoğu” ülkelerinde “mezhepsel yapı”yı, “inanç ayrılıkları”nı yeniden yaşama geçirmek üzere yetiştirilip görevlendirilmiş genç kadın ve erkeklerden oluşturulmuş -bir bakıma- “maşa”lardı; ne ki zamanla bunların yerlerini “yerel maşa”lar alacak, böylece bu “mezhepsel yapı” -dönem dönem olsa da- diri tutulacaktı yeni çatışmalar için...
Bütün bunları “Erdoğan”ın, “TV”lerde “mezhepçiliği” kışkırtan, açıkça “Alevidüşmanlığı”nı içeren konuşmalarını dinlediğimde anımsadım; bu durumda insan,“yepyeni bir ‘Maşa’ olayı ile karşı karşıya mıyız” diye sormaktan kendini alamıyor.
Üstüne üstlük “Erdoğan”, ülkede yarattığı -neredeyse ‘iç savaşa’ götürecek- durumun sahibi başkalarıymış gibi öfkeli ve saldırgan...
Yandaşı olmayan, iktidarını ve kendisini eleştiren gazetelerin yazarlarına inanılmaz kertede kızıyor, öfkeleniyor; “Hürriyet”ten “Yılmaz Özdil”e “SÜRÜNGEN”,“Posta”dan “Yazgülü Aldoğan”a “ALÇAK” diyor rahatlıkla; dahası bunları söylemeyi kendisinin “hakkı” olarak görüyor.
Hele “Aldoğan”a “KADIN” olduğu için kızmaktan da öte derinden içerliyor; kendinden geçercesine “Şuna bak” diyor, ardından da “güya kadın!” diye ekleyerek vargücüyle haykırıyor; bu da yetmiyor ki, bu kez “kadın dernekleri”ne çatıp, “niye ayağa kalkıp bunların yüzüne tükürmüyorsunuz” diye hiçbir“çekince” duymadan soruyor, sorabiliyor...
İnsan yine; böyle bir “çağrı”nın, “insan onuru”na ve kendi “onur”una da saygılı birine “uygun” düşer mi diye sormaktan kendini alamıyor... Böyle bir “soru”sorulduğunda da, ülkemizi yöneten kimilerince de “insan onuru”nun ne denli çiğnendiği -kendi onursuz tutumlarıyla- ortaya dökülüveriyor; öyle değil mi?
Olur ya, eğer “hayır!” diyenler varsa “Erdoğan”ın son Almanya’ya gidiş olayını şöyle bir düşünsünler derim...
(*) Türk Dil Kurumu’nun “1974”teki baskısı.
Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder