- Olay Almanya’da geçecek.Yurtdışına kaçan bir gazeteci, kaçtığı ülkeye ziyarete gelecek olan kendi ülkesinin cumhurbaşkanına tutuklu gazetecilerle ilgili soru soracak.
Kaçtığı yerden.
Güvenli olduğu bir bölgeden.
O yabancı ülkedeki demokrasiye güvenerek ve soru sorduğu için ipe gitmeyeceğini bilerek...
Dolayısıyla soruyu sorarken dik duracak ve Cumhurbaşkan’ın gözlerinin içine bakacak.
O gözlerde belki meslektaşlarının artık bu ülkede sorgulamaktan çekindiği şeyi kurcalayacak;
Belki bir yandan da kişisel bir hesaplaşmanın hazzını yaşayacak.
Terk ettiği ülkesindeki gazetecilerden biri bu duruma laf atıyor. “Alman korumasında, Alman kucağında, Alman himayesinde, Alman mandasında istediğin kadar okkalı sorular sor. Asla kahraman olamazsın! Asla yiğit olamazsın” diyor.
Diğeri hemen cevap veriyor:
“Tahir Elçi’ye aslan, iktidara kedi olanlar, ‘yiğitlik’ mevzuuna hiç girmemeli.”
Ve biz bir tenis maçı izler gibi bu atışmayı izliyoruz.
Kaçanın cesaretini sorguluyoruz ve kalanın samimiyetini.
Asıl meselenin, neden bir devlet adamına soru sormanın cesaret ya da himaye gerektirmesi olduğu noktasına varamadan...
Magazin bir tartışmanın içinde bir kez daha aklımızı ve vicdanımızı yitiriyoruz.
Sorularının gölgesinde kalan korkunç gerçek yine es geçiliyor.
Gazetecilik nedir, ne değildir?
Himaye ne işe yarar, ne işe yaramaz?
Bir gazeteci bir başbakanın yüzüne hangi koşullarda bakabilir, hangi koşullarda bakamaz?
Bir başbakan gazetecilere nasıl olur da yüzüne baktırmaz?
Cesaret hangi koşullarda işe yarar, hangi koşullarda sayılmaz?
Tüm bunlar umurumuzda değil.
Aklımızda başka şeyler...
Kâbus gibi bir çağ.
Bu kâbus gibi çağda gazetecilik yapmak da, soru sormak da, köşe yazmak da kirli bir uğraş.
Bu utanç verici tartışmalar üzerinden gazeteciliği masaya yatıramayan;
Böyle bir cumhurbaşkanına sahip olmanın ülke için ne anlam taşıdığını hiç sorgulamayan aklımızın, kaçanlar ve kalanlar üzerinden kuracağı her cümle lekelidir.
Yaşadığımız coğrafyada demokrasinin yoksunluğu ve hukukun güvensizliği artık baştan sona tescilli.
O yüzden ülkeden “kaçmış” bir gazeteci ülkesinin başkanının yüzüne, gözlerinin içine bakarak soru sorabileceği güvenli bir bölgede cesaret taslıyor diye ona çıkışan “kaçmamış” gazetecinin aklıyla...
O “kaçmamış” gazeteciyi koşullara göre davranma beceresinden vuran “kaçak” gazetecinin intikamcı enerjisi arasına sıkışmış bir algı üzerinden kurduğumuz dil hiçbir işe yaramaz.
Burada asıl mesele;
Her iki gazetecinin de Cumhurbaşkanı’nın gözlerinin içine bakarak soru sormanın tehlikeli olduğu konusunda hemfikir olmasıdır.
Bu ülkede insan hakları, basın özgürlüğü, adalet gibi kavramlar var mı, yok mu, hâlâ tam anlamayanlar...
Ve gerçek gazetecilerin de hiç hesap yapmadan, tıpkı kediler gibi her koşulda, sürgünde de hapiste de kralın gözlerinin içine bakabileceğini bilmeyenler..
Bu tartışmaya bakıp kolayca bir Z raporu alabilirler.
Mine Söğüt / CUMHURİYET
Kaçtığı yerden.
Güvenli olduğu bir bölgeden.
O yabancı ülkedeki demokrasiye güvenerek ve soru sorduğu için ipe gitmeyeceğini bilerek...
Dolayısıyla soruyu sorarken dik duracak ve Cumhurbaşkan’ın gözlerinin içine bakacak.
O gözlerde belki meslektaşlarının artık bu ülkede sorgulamaktan çekindiği şeyi kurcalayacak;
Belki bir yandan da kişisel bir hesaplaşmanın hazzını yaşayacak.
Terk ettiği ülkesindeki gazetecilerden biri bu duruma laf atıyor. “Alman korumasında, Alman kucağında, Alman himayesinde, Alman mandasında istediğin kadar okkalı sorular sor. Asla kahraman olamazsın! Asla yiğit olamazsın” diyor.
Diğeri hemen cevap veriyor:
“Tahir Elçi’ye aslan, iktidara kedi olanlar, ‘yiğitlik’ mevzuuna hiç girmemeli.”
Ve biz bir tenis maçı izler gibi bu atışmayı izliyoruz.
Kaçanın cesaretini sorguluyoruz ve kalanın samimiyetini.
Asıl meselenin, neden bir devlet adamına soru sormanın cesaret ya da himaye gerektirmesi olduğu noktasına varamadan...
Magazin bir tartışmanın içinde bir kez daha aklımızı ve vicdanımızı yitiriyoruz.
Sorularının gölgesinde kalan korkunç gerçek yine es geçiliyor.
Gazetecilik nedir, ne değildir?
Himaye ne işe yarar, ne işe yaramaz?
Bir gazeteci bir başbakanın yüzüne hangi koşullarda bakabilir, hangi koşullarda bakamaz?
Bir başbakan gazetecilere nasıl olur da yüzüne baktırmaz?
Cesaret hangi koşullarda işe yarar, hangi koşullarda sayılmaz?
Tüm bunlar umurumuzda değil.
Aklımızda başka şeyler...
Kâbus gibi bir çağ.
Bu kâbus gibi çağda gazetecilik yapmak da, soru sormak da, köşe yazmak da kirli bir uğraş.
Bu utanç verici tartışmalar üzerinden gazeteciliği masaya yatıramayan;
Böyle bir cumhurbaşkanına sahip olmanın ülke için ne anlam taşıdığını hiç sorgulamayan aklımızın, kaçanlar ve kalanlar üzerinden kuracağı her cümle lekelidir.
Yaşadığımız coğrafyada demokrasinin yoksunluğu ve hukukun güvensizliği artık baştan sona tescilli.
O yüzden ülkeden “kaçmış” bir gazeteci ülkesinin başkanının yüzüne, gözlerinin içine bakarak soru sorabileceği güvenli bir bölgede cesaret taslıyor diye ona çıkışan “kaçmamış” gazetecinin aklıyla...
O “kaçmamış” gazeteciyi koşullara göre davranma beceresinden vuran “kaçak” gazetecinin intikamcı enerjisi arasına sıkışmış bir algı üzerinden kurduğumuz dil hiçbir işe yaramaz.
Burada asıl mesele;
Her iki gazetecinin de Cumhurbaşkanı’nın gözlerinin içine bakarak soru sormanın tehlikeli olduğu konusunda hemfikir olmasıdır.
Bu ülkede insan hakları, basın özgürlüğü, adalet gibi kavramlar var mı, yok mu, hâlâ tam anlamayanlar...
Ve gerçek gazetecilerin de hiç hesap yapmadan, tıpkı kediler gibi her koşulda, sürgünde de hapiste de kralın gözlerinin içine bakabileceğini bilmeyenler..
Bu tartışmaya bakıp kolayca bir Z raporu alabilirler.
Mine Söğüt / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder