Tarih 22 Kasım 2020. Saat 10.30 suları. Yer, Doğu Akdeniz.
Arkas Denizcilik’e ait Türk bandıralı Roseline A yük gemisi, Libya açıklarında Alman donanmasının Hamburg firkateyni tarafından durduruluyor. Askeri helikopterin güverteye sallandırdığı halattan Alman deniz komandoları iniyor. Gösterişli hareketlerle Roseline A’yı teslim alıp saatlerce tutuyorlar.
Bu bir baskın.
Roseline A’nın tüm belgeleri, konşimentoları tamam, sigortası var, yükü yasal. Gökyüzünde ceviz kabuğu kadar küçük balıkçı kayıklarını bile saptayabilen uydular var. Roseline A, İstanbul Limanı’ndan demir aldığından beri izleniyor.
Bu bir baskın, evet. Deniz hukukunu hiçe sayan, ticari gemilerin uluslararası sulardaki dokunulmazlığını alenen çiğneyen, mafyalaşmış devletlerin kaçakçı gemilerine yapılan türden bir baskın.
Irini harekâtı dahilinde, Roseline A’da didik didik kaçak silah arıyor Alman askerleri. Olmadığını bilmiyorlar mı? Tabii ki biliyorlar. Zaten Hamburg firkateynine Türk gemisine baskın emrini veren de salt Almanya değil. BM’nin Libya’ya silah ambargosunu denetlemekle görevlendirdiği AB misyonu Irini harekâtına İtalya, Fransa, Yunanistan, Almanya, Polonya ve Lüksemburg katılıyor.
Herkes üye, bazıları daha üye
Onlar da NATO üyesi, Türkiye de.
Türkiye ile bu ülkelerden bazıları, Libya’daki çıkar çatışmasının tarafları. Ama Roseline A ticari yük gemisine savaşta da geçerli uluslararası deniz hukukuna aykırı olarak yapılan baskın, Libya’daki husumeti aşıyor.
Düşmanın da sayılanı ve sayılmayanı vardır. Türkiye’ye saygın bir düşman bile değil, Somali gibi korsan devlet muamelesi yapılıyor. Daha doğrusu, ülkemizin artık sayılmadığı ilan ediliyor.
Türkiye’yi aşağılamayı amaçlayan bu baskın, ülkemize yönelik daha vahim, daha saygısız müdahalelerin işaret fişeği de olabilir.
Diyelim ki hepsi düşmanımız. Zaten aynı cenah, Çanakkale’de de düşmandı, Kurtuluş Savaşı’nda da. Ölümüne çarpıştılar Türklerle. Ama saymamazlık edemediler! Saygı duymak zorunda kaldılar. Çünkü Türkiye, yoksulluğu, inadı, inancı, sivili, neferi, ülküsü, ordusu ve komutanlarıyla yenilirken de saygındı, yenilgiye başkaldırıp yenerken de...
Nasıl oldu da yitirdi uluslararası saygınlığını?
Korsan devlet muamelesi görmeyi gerçekten hak ediyor mu?
Üfürükten büyükelçiler
Bir devletin saygınlığını, içeride de dışarıda da temsilcileri sağlar. Her iki sorunun da cevabı, aynı kapıya çıkar: Türkiye’de ulusun devlete saygısını bizzat yok eden temsilciler, uluslararası saygınlığını da ortadan kaldırmıştır.
Ulusal saygıdan mahrum Egemen Bağış’ı dış temsilciliğine büyükelçi atayan Türkiye, uluslararası saygı beklentisi içinde olmamalıdır.
Keza Dişli sülalesinden Şaban Bey, Kavakçı sülalesinden Merve, Sayan sülalesinden Ayşe Hanım vb. gibilerinin büyükelçi sıfatıyla temsil ettikleri bir devletin, zaten saygınlık aradığı da söylenemez!
Ülkemiz, 1950’lerden sonra çoğu yolsuz, epeycesi görgüsüz, seçildikleri makamı ailesi ve yakınlarının yemlenmesi için kullanan, zaten makam hırslarından başka hiçbir ülküsü olmayan politikacılar tarafından yönetildi. Ama Dışişleri Bakanlığı, on sekiz yıl öncesine kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin en donanımlı, bilgili, görgülü insanlarının seçilerek alındığı, çok başarılı diplomatların yetiştiği bir kurumdu.
Diplomatlarımız öylesine inançlı ve başarılıydılar ki Atatürk’ten sonraki hiçbir devlet başkanına aynı saygıyı duymayan ve Türkiye’yi küçümsemeye eğilimli yabancı misyonlar, onlardan “üçüncü sınıf ülkenin birinci sınıf diplomatları” diye söz ederdi.
Hepsi sarsılmaz yurtseverlerdi ve Türkiye’yi canlarını dişlerine takarak, akılla, zekâyla, donanımla en başarılı biçimde savundular, pek zor durumdan, tuzaktan kurtardılar. ASALA otuz beş diplomatımızı öldürdü, ama sağ kalanları yıldıramadı.
Umudumuz Kartal İmam Hatip
İktidar sarhoşu ayak takımının, salt onlara baktıklarında kendilerinin asla sahip olamayacağı bilgiyi, donanımı, zarafet ve soyluluğu gördükleri için, kıskançlık ifadesi “monşer” lakabıyla andıkları büyükelçiler, Türkiye’nin uluslararası saygınlığıydı.
Bazılarını şahsen tanımak onuruna eriştim: Şükrü Elekdağ, Onur Öymen, Tanşuğ Bleda, Orhan Güvenen, Uluç Özülker, Sina Baydur, Gürcan Türkoğlu, Sönmez Köksal...
Elbette ki hâlâ görevde olan birkaç saygın diplomatımız, başarılı büyükelçimiz var. Ama çoğu gitti, her gidenle birlikte Türkiye’nin de dünyadaki saygınlığı eksildi.
Şimdi ülkemiz imamlarının Okusford’u sayılan Kartal İmam Hatip’ten büyükelçiler çıkmasını umutla bekliyoruz ki “monşer”lerden boşalan saygınlık kotasını doldursunlar.
Bir umudumuz da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şoförlüğünden AKP milletvekilliğine, oradan da Dışişleri Komisyonu üyeliğine yükselen Ahmet Hamdi Çamlı’nın ya büyükelçi ya da Dışişleri Bakanı atanması. Sizce de çok yakışmaz mı?
Ne demişler?
Bana elçini söyle, sana Roseline A nasıl basıldı, söyleyeyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder