Öğrenciler ayakta, polis dayakta (Hayri Kozanoğlu)
Gazze’deki İsrail vahşeti sürerken, katledilen Filistinlilerin sayısı 35 bini aştı. Batı medyasında bu insanlık dışı eylemler yansıtılırken “soykırım” bir yana “etnik temizlik”, “işgal edilmiş topraklar” gibi ifadelerin bile kullanılmaması için aşırı çaba gösteriliyor. Savaş ve şiddet karşıtı tavır alanlar da demokrasi yanlıları, insan hakları savunucuları, savaş karşıtları olarak değil de “Filistin yanlıları” diye etiketlenerek baştan bir önyargı yaratılmaya çalışılıyor.
Tüm bunlara rağmen ABD üniversitelerinde başlayan kampüs protestoları İngiltere, Kanada, Avustralya gibi farklı ülkelere yayılıyor. Bugün, 68’lerde yükselen isyan hareketi gibi ya da 2003 Irak İşgali döneminde yükselen savaş karşıtı eylemler benzeri kitleselleşme potansiyeli taşıyan direnişler söz konusu.
HEM VİETNAM HEM GÜNEY AFRİKA İZLERİ
Son kampüs eylemleri bir yanıyla Vietnam savaşı karşıtı gösterileri hatırlatıyor. Çünkü o dönem ABD’nin masum bir halka yönelik acımasız bir savaş ve işgal sürdürmesi üniversite öğrencilerinin vicdanını yaralamış, savaşta Amerikalıların büyük can kaybı vermelerinin getirdiği tepki yanında, bu eylemler emperyalizmin teşhirine katkıda bulunmuştu. ABD’nin büyük bir yenilgi yaşamasında öğrencilerin kamuoyu oluşturmasıyla devletin kendi halkı nezdinde de moral üstünlüğünü kaybetmesi önemli rol oynamıştı.
Bir yönüyle de üniversitelerden yükselen bugünkü isyan dalgası 80’lerde Güney Afrika’daki ırkçı yönetime karşı gelişen boykot çağrılarıyla benzeşiyor. O dönemde, başta İngiliz şirketleri ve bankaları, Batılı kuruluşlar hiçbir şey olmamış gibi apartheid rejimiyle ticari ilişkilerini sürdürüyorlardı. Üniversite öğrencilerinin Barclays Bankası’na ve Güney Afrika malları satan marketlere yönelik boykot çağrıları, esas dinamik Afrika Ulusal Kongresi önderliğinde halkın kendi mücadelesi olsa da, ırkçı rejimin devrilmesi sürecini hızlandırmıştı.
ABD’DE ÜNİVERSİTE FİNANSMANI
ABD’deki üniversitelerin finansal yönetiminde bağış fonları (endowment fund) büyük rol oynuyor. Bu fonların varlıkları, 50 milyar doları bulan Harvard Üniversitesi örneği gibi astronomik rakamlara ulaşabiliyor. Bu mali güç sayesinde gelişkin laboratuvarlar, zengin kütüphaneler kurabildikleri gibi, cömert burslarla en parlak öğrencileri de bünyelerine katabiliyorlar. Öğrenciler, işte bu fonları hisse senedi ve tahvil piyasalarında değerlendirilirken, İsrail şirketlerinden ve savaştan nemalanan Amerikalı silah devlerinden “Askeri Sanayi Kompleksi” denilen savaş aygıtından uzak durulmasını talep ediyorlar.
İSLAMOFOBİ VE ANTİSEMİTİZM İKİZDİR
Tabii asıl talepleri, İsrail’e silah satan, vahşeti görmezden gelen, özellikle bölgede konuşlandırdığı savaş gemileri aracılığıyla Netanyahu rejimine lojistik destek sağlayan Biden yönetiminin savaşın ve işgalin durması için devreye girmesi. Üniversite yönetimlerinin de ABD devletinin bu tutumunu kınaması.
Filistin’e en ufak bir destek ve sempati gösterisi hemen sizin “anti-semitik” olarak suçlanmanıza yol açabiliyor. Hatırlayalım, yaşamını emperyalizm ve savaş karşıtlığı ile ırkçılıkla mücadeleye adamış İngiliz İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn bile antisemitik diye yaftalandı, şimdi lider Keir Starmer marifetiyle kendi partisince dahi cezalandırılarak üyeliği askıya alındı.
Aslında biraz düşününce, “antisemitizm” ve “İslamofobi” yakıştırmalarının bir madalyonun iki yüzünde yer alan saldırı silahları olduğunu görüyoruz. Gerçekten de Yahudileri dünyadaki tüm musibetlerin sorumlusu gören, her olumsuzluğun arkasında bir Yahudi parmağı arayan, bir ırk olarak onlardan nefret eden komplocu bir zihniyet var. Aynı şekilde, tüm Müslümanları terörist, kadın düşmanı; inançları asla demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerle bağdaşmaz, fıtratından Cihatçı diye damgalayan İslamofobik bir yaklaşım da eksik değil. Ancak bu gerçekler İsrail devletinin cürümlerini eleştiren herkesi antisemitik, siyasal islam’ın demokrasiye ve özgürlüklere kapalı doğasını teşhir eden herkesi İslamofobik yapmaz.
Kaldı ki, ABD’de gerçek anti-semitikler, yani “Büyük Yer Değiştirme Teorisini” benimseyip Yahudiler öncülüğünde Siyahlar ve Latinlerin ülkeyi ele geçirip ülkenin “gerçek sahibi” beyazları tasfiye edeceğini söyleyenler, Donald Trump’ın saflarında yer alıyor. “Woke” dedikleri insan haklarına, kadın haklarına ve LGBTQ haklarına duyarlı insanların aslında Yahudi propagandasına alet oldukları yolunda abes görüşler aşırı sağcılarca yayılıyor. Ayrıca önüne gelen herkesi Yahudi düşmanı ilan edenlerin Ukrayna’dak Nazi işbirlikçisi Stephan Bandera takipçilerine yardım eli uzatmakta tereddüt etmedikleri de görülüyor.
ELİT ÜNİVERSİTELERDE PROTESTOLAR YÜKSELİYOR
ABD’de tartışmaların merkezinde yer alan kurumlardan biri de Columbia Üniversitesi. Türkiye’de 70’lerdeki öğrenci hareketlerine nasıl ODTÜ-İTÜ-Mülkiye ilham verdiyse, 68 eylemlerine nasıl Paris Sorbonne Üniversitesi öncülük ettiyse, ABD’de de “elit” üniversiteler kamuoyu üzerinde daha etkilidir. ABD New England bölgesindeki iddialı eski 7 üniversite, binalarından yükselen sarmaşıklar nedeniyle Sarmaşık Birliği (Ivy League) diye adlandırılırlar. Bunlardan üçü Columbia, Yale, Princeton, bugün de tartışmaların odağında yer alıyorlar. Özellikle New York’taki Columbia Üniversitesi 68 olaylarında da; Vietnam protestosu sırasındaki bina işgalleri, kararlı bir direniş hikayesiyle hafızalarda yer etmişti.
1991’deki Birinci Körfez Savaşı öncesinde, ben de Columbia’da işgale karşı protestolara katılma olanağı buldum. O zaman benzer konumdaki, okulda kaydı bulunmayanların da rahatlıkla üniversite bahçesindeki eylemlerde yer alabildikleri, Oyun Yazarı Kurt Vonnegut, Aktris Susan Sarandon gibi ünlülerin destek konuşması yapabildikleri görece özgür bir iklim vardı.
Bugün ise Rektör Nimet Şefik’in davetiyle, üniversitede çadır kuran, barışçı bir çizgi izleyen öğrencilere polis saldırabiliyor, yüzlercesini gözaltına alabiliyor. Bu öğrencilerin kimlikleri iptal ediliyor, yurtlardan atılıyorlar. Rektör Şefik, Amerikan Kongresi’ne ifade vermeye çağırılıyor. Burada akademik özgürlüklere, ifade ve toplanma özgürlüğüne sahip çıkamayan, gayet pısırık bir tavır sergiliyor. Bununla da yetinilmiyor, Temsilciler Meclisi Başkanı Mike Johnson İsrail’e 26 milyar dolarlık bir yardım paketini geçirdikten sonra, adeta üniversiteyi basıyor, yuh çeken öğrencileri tehdit ediyor, tavrını yetersiz bulduğu rektörü istifaya davet ediyor.
Daha evvel mesnetsiz karalamalarla görevden alınan, yine Sarmaşık Birliği üyesi iki üniversitenin Harvard ve Pensilvanya’nın kadın rektörlerinin akıbetine şimdilik uğramıyor. Ama koltuğu sallanmaya devam ediyor.
Üniversitelerin böyle tahakküm altına alınması çabalarının ardında otoriter eğilimlerin yanında piyasacı toplum tasarımının da etkisi var. Çünkü üniversitelere kamu destekleri kısılınca, geçmişten devreden bağış fonlarının yanı sıra, dolar milyarderlerinin “hayırseverlik” jestlerine de gereksinim duyuluyor. Onlar da kendi dar dünya görüşleri çerçevesinde üniversiteyi hizaya getirmek için kendilerinde hak görüyorlar. “Desteğimi keserim!” sopasını sallamaktan çekinmiyorlar. Nimet Şefik gibilerini de ellerine mahkum hale getiriyorlar.
ÖĞRETİM ÜYELERİ ÖĞRENCİLERİN YANINDA
Tüm bu yıldırma operasyonlarına karşın eylemler dalga dalga yayılıyor. Akademisyenlerin öğrencilerine sahip çıkma gayretleri Emory Üniversitesi’nde tanık olduğu gibi, onların da tutuklanmasına yol açabiliyor. Öğretim üyelerinin arkadan kelepçelendiği, yerlerde sürüklendiği utanç verici görüntüler dünya kamuoyunca ibretle izleniyor. Güney Kaliforniya Üniversitesi’ni birincilikle bitiren Asna Tebessüm’ün mezuniyet konuşması Filistin mevzuuna girer endişesiyle iptal ediliyor.
Üniversitelerin bugün kendi fildişi kulelerinin dışına çıkmaması, toplumsal sorunlara haksızlıklara, adaletsizliklere, eşitsizliklere ses çıkarmaması isteniyor. Halbuki üniversite tanımı gereği evrenseldir; doğanın ve toplumun bilgisini üretme, düşünce özgürlüğünü, insan haklarını savunma sorumluluğunun öznesidir. Üniversite öğrencileri de yaşları ve konumları gereği, toplumda egemen olan güç ve egemenlik ilişkilerinin dışında kalabilen, bu özellikleriyle tarafsızca vicdanlarının sesini dinleyebilen, tüm dünyadaki ve ülkelerindeki baskı ve adaletsizliklere karşı seslerini yükseltebilen dinamik bir kesimdir.
Zaman zaman suskunluk dönemleri yaşansa da, Türkiye’de ve başka ülkelerde hep bu tarihsel sorumluluklarını yerine getirmişlerdir. Toplumsal uyanışlar gençlik hareketleriyle başlamıştır. Bugün de bir benzeri yaşanmaktadır. ABD’de iki başkan adayının da İsrail’in insanlık dışı eylemlerinin destekçisi olması, geniş halk kesimlerinin artan tepkisi, bugün üniversitelere özel bir misyon yüklemiştir.
TÜRKİYE’NİN TUTARSIZ REKTÖRLERİ
Gelelim Türkiye’ye, ABD’de tutuklanan öğretim üyelerine başta ODTÜ ve Boğaziçi üniversitesi olmak üzere birçok üniversiteden eş zamanlı, harfiyen aynı söyleme dayalı “haklı” tepkiler geldi. Bazen sosyal medyada bir kişi haksız gördüğü, kınamak zorunda hissettiği bir olay karşısında bir paylaşım yapmaya görsün; “Şu olayda neredeydin?”, “Filanca tarihte niye sustun?” tarzı yersiz sorularla yargılanabiliyor. Bir birey, yanlış, çelişkili bir tutum almadığı takdirde, her olay karşısında tepki göstermek, her mağduriyete aynı duyarlılığı sergilemek zorunda değildir. Ancak kamu görevlilerine gelince bu iş değişir.
Kayyum rektörlerin, Boğaziçi kurucu rektörünü kapıdan almayan kişinin veya ODTÜ Devrim stadyumunu öğrenci şenliğine kapatan şahsın Atlantik ötesindeki olaylar karşısındaki tepkilerini, pekala “çifte standart” niteleyerek mahkum etmek hakkımız vardır. Tabii bu arada, İsrail devletinin saldırganlığına kılını kıpırdatmayan Joe Biden ile görüşmek için can atan Tayyip Erdoğan’ın sözde Filistin destekçiliğiyle ne ölçüde samimidir sorusun sormamız da gereklidir.
İsterseniz şimdi gelin şimdi bir turnusol testi yapalım. Sözünü ettiğimiz muhterem rektörler, madem düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda bu kadar duyarlısınız, bunu kanıtlamak için önünüzde bir fırsat var. Bir bildiri de 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması için yayımlayın, yetkililere çağrıda bulunun. Biz de samimiyetinize inanalım.
Bu vesileyle, İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs hepimize kutlu olsun!
/././
Bina yan yattı, boya yapacaklar (Yaşar Aydın)
Anayasa tartışmasıyla yatıp kalkmamız isteniyor. Serbest düşüş süreci yere çakılmayla noktalanmak üzere olan iktidar tüm partileri bir araya getirip yeni anayasa yapacağına dair oluşturulan yapay gündemin arkasına takılmamız isteniyor. Daha da kötüsü Erdoğan’ın demokratik bir anayasa için adım atabilecek bir lider olduğuna inanmamız bekleniyor.
DEĞİŞMEZ MADDELER VAR
Anayasa tartışmalarında sürekli ilk dört madde gündeme gelir ve asla aşılamaz bir tartışma olarak orta yerde durur. Ama yeni anayasa diyenler konuyu Erdoğan’ın değişmez maddelerine asla getirmez. Erdoğan’ın anayasa değişikliği ile eline geçirdiği gücü ifade eden maddelerden bahsedilmez.
Yandaş gazeteciler Erdoğan’ın önerisiyle bazı demokratik adımların atılabileceğini hatta partili cumhurbaşkanlığının dahi tartışılabileceğini yazıp durdu. Ne büyük lütuf. Ne büyük yalan. Yeni anayasa tartışmalarında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin karakterini belirleyen hiçbir madde gündeme dahi gelmiyor. Örneğin seçim yasası ve 50+1 asla gündemde değil. Onlara dokunulmaz. Cumhurbaşkanını olağanüstü yetkilerle donatan Anayasa’nın 8, 101, 103, 104, 105 ve 106 maddelerinden bahseden yok. Kararname yetkisinden bahseden de… Yetkili ama asla sorumluluğu olmaması da değişecekler arasında olan maddelerde kendine yer bulamadı.
Bu maddelere dokunulmayacaksa yeni anayasada ne değişecek? Herkes biliyor ki aslında hiçbir şey.
TARTIŞILMASI YETİYOR!
Erdoğan anayasayı kendi istediği gibi değiştirmeyeceğinin farkında. Anayasa değişikliği için TBMM’de 400 vekile ihtiyaç var. Bu rakama asla ulaşamaz. Hadi 360 sayısına ulaştı diyelim. Kendisi için bir kez daha iktidar yolunu açacak değişikliğe seçmen onay veriri mi? Bu sorunun açık ara cevabı ‘Hayır’. Dolayısıyla Erdoğan referanduma da gidemez. Böyle bir etki alanı ve gücü kalmadı. Aynı anda hem milliyetçileri hem Kürtleri ve liberalleri ikna ettiği dönem çoktan bitti.
Peki nedir bu anayasa meselesi? Çok açık ki Erdoğan bu başlığın tartışılmasını seviyor. Buna çok ama çok fazla ihtiyacı var.
Neden ihtiyacı olduğunu birkaç başlık altında toparlayalım.
Yenilgiyi unutturalım: AKP ve Erdoğan siyasi tarihinin en büyük yenilgisini aldı. Toparlanması neredeyse imkansız. Öyle bir yenilgi ki aynı anda hem parti içinde hem Cumhur İttifakı’nda çatlağı büyüttü. Buna bir de yenilginin en somut sonucu olan ülkenin yüzde 75’inin muhalefetin yönetimine geçmesi eklenince yıkımın çapı daha da büyüdü.
Erdoğan tahribatı gizlemek için hiçbir şey olmamış gibi anayasa yapabilecek bir güçte olduğunu kendi kadrolarına göstermek istiyor. AKP’yi ikinci parti haline getiren seçimi “yol kazası” olarak sunmak istiyor. Yenilgiyi unutup, sonuçlarını tartışmayan ‘nerede kalmıştık’ diyerek yeni anayasa başlığıyla liderini takip eden AKP örgütü Erdoğan’a ciddi anlamda nefes aldırır.
Özel’le mesaj verelim: Erdoğan, Yeni anayasa tartışmasını MHP lideri Bahçeli ile “çelişkili ittifak” dönemi için de fırsat olarak görüyor. Özellikle CHP lideri Özgür Özel’le yapılacağı belirtilen görüşmenin yandaş medya tarafından ısrarla anayasa başlığıyla yapılacağının duyurulmasının arkasında yatan gerçek neden budur. Erdoğan bir kez daha gücünden bir şey kaybetmediğini ve CHP dahil herkesle masaya oturabilecek özgüvene sahip olduğunu göstermek istiyor. Bahçeli bunu yemez gibi ama olsun.
Tartışma can suyu olacak: Ülke uzun süredir kriz ortamı içinde ve iktidar çözüm bulamıyor. Her hamlesi elinde patladı. Ne içeride ne de uluslararası ilişkilerde kudretli lider görüntüsüne sahip. Tam anlamıyla topal ördek görüntüsünde. Bir sonraki seçimi kaybedeceğine dair genel bir kanı oluşmuş durumda.
Erdoğan yeni anayasa tartışmasını bu havayı değiştirecek can suyu olarak görüyor. Hele bir de belirli başlıklara geçebilirse değme keyfine.
BAHÇELİ İLE UZLAŞMA
Dün yapılan Bahçeli-Erdoğan görüşmesini ayrıntılarına sahip değiliz. Ama şurası kesin ki çelişkilerini çözmeden yürüyüşe devam edip sahte bir uzlaşı görüntüsü verecekler. Bu uzlaşının en önemli başlığı da yeni anayasa tartışması olacak. Bahçeli 100 madde hazır, Erdoğan demokratik anayasa deyip tren sallayıp duracaklar. Dedik ya içeriğinin hiçbir önemi yok.
Peki muhalefet ne yapacak? Perşembe günü Özgür Özel-Erdoğan görüşmesine kadar anayasa tartışması kapanacak gibi görünmüyor. Ama en azından 2 Mayıs itibariyle bu bahis kapanmalı.
İktidarın geleceğe dair tek cümle kuramadığı, ikna gücünü yitirdiği, en geniş ittifak blokunda çatlakların arttığı bir ortamda bu kadar konuşmak bile fazla.
Bu iktidarın memlekete bir kötülük daha yapmasına izin vermeden büyük bir dirayet ve inançla artık sallanan iktidarı bitirme zamanı.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder