Siyaset alanında gelişmeler (Oğuz Oyan)
Sermayenin programına karşı tek alternatifin, emeğin programını savunan sosyalist bir seçenek olduğu giderek daha fazla billurlaşacaktır.
31 Mart Yerel Seçimlerinde irtifa kaybeden iktidar bloğunun normal olarak anayasayı değiştirme gündeminin zayıflaması gerekirdi. Ancak iki nedenle bunun tam tersi olmak üzere.
Birincisi, ekonominin ağır bir fiyat istikrarsızlığı ve kamu maliyesi krizine sürüklenmesindeki sorumluluğunu tartışılmaz kılmak isteyen, sonra bunun bedelini üç-dört yıl daha tüm emekçi kitleler üzerine yıkacak bir ekonomik programı dayatan, şimdi de bu programa oluşabilecek siyasal/toplumsal tepkileri asgaride tutmak isteyen bir çapaçul iktidar anlayışının, anayasa (ve belki bir dış politika ortaklığı) üzerinden hem kendini temize çekme hem de gündemi istediği gibi bükme fırsatı yaratmakta başarılı olma yolunda ilerlemesidir. Peki buna fırsat verilirse kim kazanır?
İkincisi, iktidarın anayasayı değiştirme gündemine muhalefetten ciddi bir karşı çıkış beklenmiyor olmasıdır. Ciddi dediğim karşı çıkış, “Anayasayı paspas, yasamayı ‘bypass’ eden, yargıyı yürütmenin sopasına dönüştüren bir anlayışla ne masaya oturulur ne de müzakere edilir” diyebilmekten geçiyordu. Meclis’teki sağ siyasetlerin (ki milletvekili sayıları dışında hiçbir seçmen karşılığı olmayan bu siyasetlerin bir bölümü zaten AKP türevidir) böyle bir duruşları olması zaten beklenemez. Kürt siyasi hareketi ise, Anayasayı da kapsayan müzakere masalarında yer kapmak için çok hevesli olduğunu zaten her vesileyle belli ediyor. Anamuhalefet partisi de “müzakere-mücadele” çerçevesi içine yerleştirerek masaya yanaşıyor.
'Makama saygı' nereye kadar?
Anamuhalefet partisi liderinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile diyalog kanalını açık tutmanın bir dayanağını da “makama saygı” üzerinden formüle etmesi ise doğrusu oldukça sorunludur. Bir kere idari “makamların” onu işgal eden kişilerden bağımsız bir siyasi varlığı ve saygınlığı olamaz. O makamda şu an oturmadığı halde saygınlığını her daim koruyan 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bunun tersten kanıtıdır.
Ettiği tarafsızlık yemininin tam tersi bir siyasi konuma yerleşerek iktidardaki siyasi partinin genel başkanlığını yürüten, Anayasayı ve YSK’yi zorlayarak hakkı olmadan üçüncü kez Cumhurbaşkanı adayı olarak o koltuğu kapan bir zihniyetin temsilcisine makama bağlı bir saygınlık atfetmek ne etik ne de politik değerlere sığar. O koltuğu işgal eden kişi Cumhurbaşkanlığı makamına saygı duysaydı, Anayasa m.103 ve m.104/2’ye aykırı olarak (ve Anayasal yargının zaaflarına sığınarak) bir siyasi partinin genel başkanlığını üstlenmezdi. Kendi makamına (yani o makamın gerektirdiği siyasi tarafsızlığa ve etiğe) saygı duymayan birine, sırf işgal ettiği makam gereğince saygı duyulmasını telkin etmek, absürt bir çelişkidir.
Kaldı ki, iktidara talip olan ve potansiyel iktidar adayı olan bir anamuhalefet partisinin yöneticilerinin duracağı yer her zaman bir “siyasi meydan okuma” konumu olmalıdır. İlla Süleyman Demirel’in 1970’lerde Başbakan Ecevit’e, 1980’lerde başbakan Özal’a “başbakan” demek yerine “hükümetin başı” şeklindeki hitap biçimlerini benimsemek gerekmez, ama Demirel’in o hitap biçimlerinde makamı politikacının kimliğinden ayıran üslubu ve bunun ona politik getirisi de görmezden gelinemez. Dolayısıyla burada “yürütmenin başı” türü bir formül öneriyor değiliz, ama içi boş bir “makama saygı” yaklaşımının da fazla zorlanmaması gereğinin altını çiziyoruz.
Tuzağın içine çekilmemek gerekir
Anayasa gündemini dayatırken iktidarın avadanlığında iki kullanışlı alet olacaktır. Birincisi sivil ve özgürlükçü anayasa aldatmacasıdır. Her iki bakımdan da aldatıcıdır. Bir kere, 12 Eylül Anayasası 19 kez değiştirildi ve bunun 12’si AKP döneminde yapıldı. Dolayısıyla 12 Eylül Anayasası önemli ölçüde sivil siyasi yönetimlerin ve özellikle AKP’nin etkisini taşır. Üstelik, 2007, 2010 ve 2017 anayasa değişiklikleri, tek adam rejimine doğru yürüyüşün ve yargının siyasal İslamcı iktidarın emrine sokulmasının önemli basamaklarıydı. Hatta bunlardan Nisan 2017 Anayasası, güçler ayrılığı ilkesine fiilen son veren bir “başkancı sistem” oluşturarak sadece 1982 Anayasasından değil, hem 1961 Anayasasından hem de Türkiye’nin parlamenter sisteme dayalı tüm anayasal gelişim sürecinden bir kopuş anlamına gelmekteydi. Bu bakımdan da bir “ikinci cumhuriyet anayasası” olarak nitelendirilecek ölçüde bir makas değişimidir. Şimdi AKP bu Anayasayı kendi bedenine göre biraz daha kesip biçmek istiyor.
Öte yandan, “özgürlükçü” aldatmacası her zaman kullanışlı bir alettir. Cumhuriyet iktidarlarının en despotik dönemini temsil eden bir tiranlık rejiminin, her kapıyı açan bir “özgürlükçülük” maymuncuğuna ihtiyaç duymasından daha ideolojik ne olabilirdi?
İkincisi CHP’nin önüne konulacak ilk dosyalardan biri, 24. Yasama döneminde bir Anayasa değişikliği geçici komisyonu vasıtasıyla belirli bir noktaya kadar ilerletilen müzakerelerde üzerinde anlaşma sağlanan maddeler listesi olacaktır. CHP müzakerelere girsin girmesin bu dosya üzerinden iktidar siyasetçileri ve gazetecileri tezvirata başlamaya hazırdır. Bilindiği gibi o anayasa komisyonu, komisyonun benimsediği ilkelere aykırı olarak AKP’nin bir “başkancı sistem” önermesi üzerine dağılmıştı. (2016 darbe girişimi sonrası tam tersi pozisyonu benimsemesine rağmen o zaman muhalefette olan MHP de “başkancı sistem” önerisini kabul etmemişti). Şimdiki CHP yönetiminin “o dönemin komisyonunda benimsenmiş maddelerden devam edilmesi” şeklinde formüle edilebilecek bir tuzağa da düşmemesi gerekir. Zaten o komisyonun dağılmasından sonra AKP’nin Fethullahçı iktidar ortağının darbeye teşebbüs etmesi ve bunun verdiği istimle despotik bir 2017 Anayasası yapılmış olması gibi gelişmeler bile “AKP ile Anayasa yapılmaz” duruşunu sonuna kadar haklı çıkarmıştır.
Merkez-sağ bir siyaset oluşturma sevdası
İyi Parti’deki yönetim değişikliği etrafında yeniden tartışmalara açılan bir konu da genellikle İYİP’ten kopmuş olanların dillendirdiği bir “merkez-sağ parti oluşturma” meselesidir. İYİP Genel Kurulunun MHP kökenli başkan adayları yarışına sahne olmasının da gösterdiği gibi, artık İYİP’in bu arayışa karşılık gelmesi zordur. Peki buradan kopanlar ve kopacak olanlar yeni bir siyasi kutup oluşturabilirler mi? Pek güç.
Burada açıkça belirtmekten kaçınmayalım: Türkiye’de “merkez-sağ” denilen ama dinciliğe ve milliyetçiliğe her zaman kapıları açık olan siyasi hareketlerin son kullanım vadesi dolmuştur. Esasında, 1990’larda dinci ve milliyetçi sağın yükselişiyle birlikte “merkez-sağ’da aşınma süreci hızlanmaya başlamış ve 2002’de kemale ermişti. 2002 seçimlerinin sonuçları, aslında üç yıldır uygulanmakta olan IMF/DB programına da bir tepkiydi. Ama emperyalizmin mali kurumları bu tepkilerin dinci bir siyaset üzerinden saptırılmasını ve mevcut sermaye düzeninin iç ve dış sermayenin talepleri doğrultusunda kurtarılmasını başarmışlardı. Sonrasında 22 yıla yaklaşan bir AKP dönemi yaşanmış ve dinci siyaset “merkez-sağ” partileri ve seçmenleri büyük ölçüde kendi bünyesinde eritmiştir. Dolayısıyla şimdi İYİP’in bölünmesi üzerinden bir “merkez-sağ” hareket doğması olasılığı bulunmamaktadır.
“Merkez-sağ” denilen bir hareketin siyaseten doğması ancak AKP’nin parçalanması üzerinden gerçekleşebilir. Ama bu da “düşük yapan” bir doğum olur. Başka deyişle, siyaseten kurulur ama sistemin ekonomik taleplerini karşılayamaz ve kısa vadede sönümlenir. Çünkü sermayenin sert bir sınıf saldırısını içeren ekonomik programının uygulanması, bugün 12 Eylül askeri rejimi gündemde olmadığına göre, gene şiddete dayalı kolluk/yargı baskılarını örgütleme kapasitesine sahip bir despotik iktidar eliyle olabilecektir. Bunun karşısına uzlaşmacı “merkez-sağ veya merkez-sol” hareketlerin çıkarılması, havanda su dövmekten farksızdır. Sermayenin programına karşı tek alternatifin, emeğin programını savunan sosyalist bir seçenek olduğu giderek daha fazla billurlaşacaktır. Bunun gerçekleştirilmesi ise ayrı bir mücadele başlığıdır.
1 Mayıs
CHP’nin 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına sahip çıkması, eğer buna gerçekten ciddi bir kitlesel katılımı örgütleyerek girişecekse, sonuç alınmasa da sonuç alınacak bir eylem olur. Çünkü CHP yönetimi ve tabanı, sermaye iktidarı ve sermaye sınıfının çıkarlarıyla karşı karşıya gelmenin sonuçlarıyla yüzleşmiş olur.
Bu da az kazanç sayılmaz. Her iki karşıt sınıfı birden idare etme döneminin geçmiş olduğu daha iyi anlaşılabilir. CHP’nin son kanun teklifinde olduğu gibi yılda 4 asgari ücret ayarlaması istemek doğru bir tutumdur. Ama hem bunu talep etmek hem de sermaye ile uyumlu iş götürmek imkanı yoktur. Bir yerden ters teper ve sistemin ideolojik ağları sizi kuşatmakta gecikmez. Emek yanlısı politikalar, sermayeye de hoş görünmekle bir arada yürütülemez. Kendi partinizde bile -her kesimi temsil etme iddiasındaki bir kitle partisinde- iç tartışmalara yol açar. Bunu kaldırabilecek bir parti yapısının olduğu kuşkuludur.
Her durumda 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı’nın 2024 yılında sermaye saldırısına karşı yeni mücadelelerin dönüm noktası olmasını dileyelim ve alanlarda emekçilerle buluşalım.
/././
Ankara'dan Kübalı çocuklar geçti: La Colmenita'nın bıraktığı iz (Özkan Öztaş)
23 Nisan vesilesiyle Küba'dan Türkiye'ye gelen La Colmenita Çocuk Tiyatrosu, Mamaklı çocukları tiyatroyla tanıştırdı. Çocuklar Mustafa Kemal Atatürk ve José Marti heykellerine birlikte çiçek bıraktı.2008 yılında Devlet Tiyatroları’nın, 2010’da José Marti Küba Dostluk Derneği’nin davetlisi olarak Türkiye'ye gelen dünyaca ünlü Küba Çocuk Tiyatrosu Kumpanyası La Colmenita (Küçük Arı Kovanı) bir kez daha 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vesilesiyle Türkiye'deydi. Kumpanya, İstanbul ve Ankara'da bir dizi gösterim ve etkinlikte yer aldı.
Hayatında ilk kez tiyatroya giden yüzlerce çocuğun sevincine ortak olan La Colmenita ekibi Ankara'da Küba Büyükelçiliği'nin ev sahipliğini yaptı buluşmanın ardından Küba'ya dönmek üzere yola çıktı.
Mamaklı çocuklar ilk defa tiyatro izledi
Devlet Tiyatroları'nın 23 Nisan kapsamında düzenlediği 19. Küçük Hanımlar Küçük Beyler Tiyatro Festivali kapsamında sahne alan La Colmenita'nın gösterimlerine Semt Evleri'nden de katılımlar oldu. Mamak'taki Doğukent Semt Evi'nin organizasyonu ile tiyatroya giden çocukların bir kısmı daha önce hiç böylesi bir etkinliğe gitmemişti. Hayatlarındaki ilk tiyatro gösterimine La Colmenita ile katılma şansı bulan çocukların gözlerindeki heyecan ise görülmeye değerdi.
En çok gösterim yapan ekiplerden biri
La Colmenita aynı zamanda neredeyse her gün sahneye çıkarak, Türkiye'ye gelen ekipler arasında en çok sahne alan grup oldu. The Beatles ve Külkedisi Müzikali ile sahne alan La Colmenita yedi ayrı gösterim ve iki farklı içerik ile her gün sahneye çıkarak binlerce çocukla buluştu. Tüm çocukların Tin diye seslendiği ve Ankaralı çocukların da kalbini fetheden La Colmenita'nın kurucusu ve direktörü Carlos Alberto Cremata, daha önce soL'a verdiği mülakatta uluslararası alanda bilinen tiyatro eleştirmenlerinin La Colmenita için “çocuk oyuncular” değil “oynayan, eğlenen çocuklar” ifadesini kullandıklarını söylemişti. Bu heyecan hızlıca sahneden seyirciye ulaşarak, izleyen çocukların da dahil oldukları bir programı var etti tüm etkinliklerde.
Büyükelçiliğin ev sahipliğinde çocuklarla buluşma
Programın son aşamasında hem La Colmenita, hem Türkiye'den programa katılan çocuklar hem de Kübalı misafirleri ağırlayan aileler Ankara Küba Büyükelçiliği'nin davetlisi olarak bir araya geldi.
Programda konuşan Küba Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği Birinci Sekreteri Oscar Redondo Ramos, şu ifadeleri kullandı:
"Bugün burada ne söylesem gördüklerimin ve duyduklarının ötesine geçemeyecek. Burada Küba'dan gelen çocuklarla ilgilenen ailelere çok teşekkür ederek başlamak istiyorum. La Colmenita'nın en büyük başarısı bizler için bu kurulan bağlar ve dostluklar. La Colmenita hakkında söylenecek çok şey var ama iki şeye değinmek istiyorum. İlk söylemek istediğim şey çocukların ortaya koyduğu sanatın kalitesi ve derinliğidir. Türkiye'de izlecilerin karşısına çıkıp, Küba'da verilen duyguyu yansıtmak gerçekten çok zor bir şey. Ama bu çocuklar bu başardı. Yani Küba'da izlediğiniz gösterimlerde de Türkiye'deki gösterimlerde de aynı hissiyatı alabiliyor olmak çok güzel bir şey. Çünkü zaten bizim vermek istediğimiz duygular bu çocukların yansıttığı duygulardı.
İkincisi La Colmenita'nın vermek istediği mesajdır. Çünkü La Colmenita'nın yıllar önce kuruluşu bizlerin ülkemize olan sevgimizin bir ifadesiydi. Fidel'e olan sevgimizin ve José Marti gibi uluslararası alanda bilinen kahramanlarımıza olan sevgimizin ifadesidir. José Marti'ye bakınca uluslararası alanda bilinen bir lideri görüyoruz. Tıpkı Türkiye'ye baktığımızda Mustafa Kemal Atatürk'ü gördüğümüz gibi. Her ikisi de aynı şeyleri hissettiriyor. Bu vesile ile Tin'e yani La Colmenita'nın kurucusu ve direktörü Carlos Alberto Cremata'ya ve bizlere yardımcı olan dostlarımıza çok teşekkür ederiz."
Ankara'daki José Marti heykeline çiçek bırakıldı
Küba'dan ve Türkiye'den çocukların bir araya geldiği buluşmaların biri de Ankara gezisiydi. José Marti Küba Dostluk Derneği ve Küba Büyükelçiliği tarafından yapılan programlarda Anıtkabir ve Ankara Anadolu Medeniyetler Müzesi gezildi; miniklerin hazırladığı çiçekler Mustafa Kemal Atatürk ve José Marti heykellerine bırakıldı. José Marti Küba Dostluk Derneği'nin ev sahipliği yaptığı bir dizi etkinlikte Kübalı çocuklar Türkiye'deki arkadaşlarıyla beraber gün boyu devam eden etkinliklerde bir araya geldi.
Seremoni sırasında José Marti'nin şiirlerini seslendiren çocuklar etkinliğin ardından tekrar buluşmak dileğiyle Türkiye'deki dostlarıyla vedalaştı.
/././
Önünde sonunda (Salih Bostancı)
"Hakları için, inandıkları için omuz omuza mücadele edecek örgütlü binlerce Defneli var, bu kazanımdır."
Son dönemlerde "Kazanım siyaseti" çok telaffuz edildi, ilk bakıldığında pek iddialı gibi görünüyor. Ama daha dikkatli bakıldığında aslında sosyalizm, devrim hedefini silikleştirmeyi, düzen partileri ile girilen pazarlıkları, ilkesiz ittifakları, tam boy düzen içileşmeyi örten sihirli bir örtü olduğunu, ciddi bir iddia yitimi olduğunu görüyoruz.
Bu yanlış kimi değerlendirmeler ya da dünyayı ve ülkeyi yanlış okumayla ilgili değil. Oldukça bilinçli bir yönelim, dünyada ve Türkiye'de taşlar yerinden oynuyor, devrim ve sosyalizm iddiasını, inancını büyük oranda yitiren sol yeni kurulacak için, içinde olacak şekilde kendini konumlandırıyor, oynanacak oyunda rol arıyor.
Devrimci mücadelede kazanmak da vardır kaybetmek de, başarı da vardır başarısızlık da, hatta bazen ağır yenilgiler. Ama son yerel seçim süreci de gösterdi ki; Türkiye'de sol devrimci bir mücadelenin, bir kavganın parçası olmak istemiyor. Bunun yerine "başarının" bir parçası olmak istiyor. Üstelik "başarının" ne olduğunun çok da bir önemi yok.
Bu Syriza'nın seçim sonucu da olabilir, Piro'nun bir iki puan önde olması ya da bir yalancı bahar da olabilir. Oysa bir devrimci, komünist yapının, Parti'nin başarısı esasında devrim ve işçi sınıfı iktidarı hedefini gerçekleştirmesi ile ve buna kadar da bu doğrultudaki bu hedefi silikleştirmeyen, bu hedefi merkeze koyan çalışma ve kararlı duruşuyla ve işçi sınıfının örgütlülüğünü artırmak ile sınanır. Bunun için belli planlamalar yaparsınız, bazı hedefler belirlersiniz. Bu bir sektörde yaygınlaşma, derinleşme de olabilir, bir bölgede hegemonik güç olmak da olabilir. Ya da seçimde bazı belediyeleri kazanmak olabilir. Bu hedeflere ulaşılabilir veya ulaşılamaz ama önemli ve kalıcı mevziler edilir, kazanım denilecek kalıcı bir örgütlenme sağlanabilir.
***
Bu yerel seçim sürecinde de Defne tartışmalarında kazanım, başarı, başarısızlık üstünden 10 yıl öncesine kadar gidildi. Belli ki bir moral bozukluğu, karamsarlık, bir umutsuzluk oluşturmak ve yaymak için 10 yıl önce TKP'nin Defne'de aldığı seçim sonucu yazıldı, çizildi, dillendirildi. Hatta "ben o dönem bağış yapmıştım ama parti Defne'yi kazanamadı" diyen bile çıktı. Oysa biz o süreçte umut görüyoruz, çünkü o süreçte de tıpkı bugün Defne'de olduğu gibi gerçek bir kavga ve mücadele vardı. Çünkü devrimciler, komünistler İmamoğlu'nun, CHP'nin aldığı oyda, düzen partileri ile kurulan ittifaklarda değil, gerçek bir kavgada gerçek bir mücadele umut görürler.
İlk olarak; TKP 2014 seçimlerinde Defne'de ilkesiz ittifaklarla, kimsenin kanatları altına girmeden, "Olanağımız çoktur, verin vekillik başkanlık" diyen güçlere yaslanmadan, CHP'nin lütfu ile değil kendi öz gücü ve çalışmasıyla, oldukça kısıtlı imkanlarla %7,63 oy almıştır, değerlidir.
Ama asıl değerli olan başkadır, bugüne tekrar dönmek üzere, biz de 10 yıl öncesine hatta daha öncesine gidelim.
***
Emperyalizm cihatçı barbarlar eliyle Suriye'de büyük bir kıyım yapıyordu, kadınlar kafeslere koyulup pazarlarda satılıyordu, Suriye kan gölüne dönmüştü, bir benzetme değil gerçekten nehirler kırmızı akıyordu. AKP Hatay'ı adeta, bu vahşi cihatçı çetelerin üssü haline getirmişti. Hatay'da her tarafta batılı ülkelerin ajanları ve cihatçı barbarlar dolaşıyordu.
Tüm bunlar yaşanırken; kadın deyince mangalda kül bırakmayanlar, barış denince hemen bir güvercine dönüşenler, sorsan solculuğu bin okka gelenler AKP ile bir koro, bir ittifak olmuş, bu katliama Arap Baharı, hatta devrim diyordu. İlerleyen zamanlarda pek barış "minnoşu" bulunacak biri "Lazkiye alınırsa, denize ulaşılabilir" bile demişti.
TKP ise "Ne baharı, ne devrimi Suriye'de emperyalizmin, cihatçı barbarların katliamı var" diyerek, mücadele bayrağını çekmişti. İttifak ve koro hemen atıldı "ulusalcı TKP, sekter TKP, Esad'çı TKP" diye. Ne derseler desinlerdi. Hatay'da Uluslararası Barış Konferansları düzenlendi, on binlerce Hataylının katıldığı mitingler, yürüyüşler düzenlendi. Cihatçı yapılar Hatay'daki TKP'lileri hedef gösteriyordu, AKP ve cihatçılar Hatay halkına meydan okuyordu, Armutlu Mahallesi'ne bile cihatçıların propagandası yapan afişler, pankartlar asılıyordu, buna cevap verilmesi gerekiyordu.
TKP Şam'da Suriye Haber Ajansının sunucusunu Defne belediye başkan adayı yaptı. Bu AKP ve cihatçıların meydan okumasına karşı büyük bir devrimci meydan okumaydı, Sevra onlarca cihatçı çetenin tehdidine karşın büyük bir özveri ve yüreklilikle bu meydan okumanın parçası ve taşıyıcısı oldu. Ayrıca bu dönemde TKP Armutlu direnişinin en etkin unsurlarındandı. Tüm bu süreçte halk ayağa kalktı, birlikte büyük bir dayanışma gösterildi, ciddi bir örgütlülük oluşturuldu. Ve AKP'nin birçok hedefi, provokasyonu halkın duvarına çarpıp darmadağın oldu. Cihatçılar Hatay'dan gitti, geride ayağa kalkmış Hatay halkı kaldı.
Bu kazanım mıdır? Kazanımdır!
Başarı mıdır? Başarıdır!
Başarıyı, önlerine atılan birkaç vekillik koltuğunu kapmak, CHP'li belediyelerin şirketlerinde 3-5 kadro ayarlamak, bayramlıklarını giyip düzen siyasetçilerinin şatafatlı odalarında ağırlanmak olarak görenlerin ne dediğinin önemi yoktur.
***
Gelelim bugüne.
Deprem öncesinde tanışılmıştı Hizam Hasırcı'yla. Depremden sonra arabasına doldurduğu dayanışma malzemeleriyle mahalleden mahalleye, çadırdan çadıra, insandan insana yetişmeye çalıştığı sırada epeyce kesişti yollarımız. Sonrasında epeyce konuşuldu, "Madem, Defne için, halkımız için bir görev tamam, kabul" dedi.
Çalışmaya başlandı hep birlikte, ilk önce önemsenmedi, küçümsendi. "3-5 puan oy alırlar" dendi.
Bir süre sonra bakıldı ki iş ciddi, bir araya gelmeyenler bir araya geldi. Kaçakçısı, rantçısı, mafyasıyla TKP ve Hizam Hasırcı kazanmasın diye harami ittifakı kuruldu. Ne söylerse söylesinler SOL Parti ve TİP adayları da objektif olarak bu ittifakın parçası oldu.
Mesele aday olmak ya da olmamak, destek vermek ya da vermemek değil.
Mesele Hizam'a karşı "Sanki 10 yıldır Defne'yi biz yönetiyoruz" dedirtecek kadar, bahsi geçen parti ve adaylarının, seçimin son gününe kadar Hizam'ı ve TKP'yi hedef almalarıydı. Aylar boyunca TKP'nin kullandığı sloganın nerdeyse aynısının kullanılmasıydı. Genel başkanı bir önceki seçimde CHP'den belediye başkan adayı olan adayın, "bunların içinde CHP'liler var" diye kapı kapı dolaşmasıydı. Çıktıkları TV programında, CHP adayını övüp Hizam'ı hedef almalarıydı. Yalanlar ve iftiralardı. Seçim gününe kadar, genel başkanın dâhi katılımıyla süren, olmayan ya da sahte anketler üzerinde yürütülen organize manipülasyondu.
Alacaklarını aldılar, vereceklerini verdiler ne diyelim aynılar aynı yere.
Harami ittifakı ise AKP güçlü olduğu yerlerde ne yapıyorsa onu yaptı. Depremzede insanları işiyle ekmeği ile tehdit etti. Tehditler, takipler, göz dağı girişimleri, destekçilerin evlerinin önünde silah ateşlemeler, mezhepsel istismarlar, yalanlar, iftiralar... Belki de en ahlaksızcası olanı da muhtemelen binlerce insana verilmiş işe alma sözleri, depremzedeliğin, yokluğun, yoksulluğun, çaresizliğin yalanla istismar edilmesiydi.
Tüm bunlara rağmen Defne halkının önemli bir bölümü boyun eğmedi bunlara! Umudu örgütlendi, sokak sokak, ev ev.
Yapılabileceği, olabileceği görüldü. Kendine inandı halk ve o harami ittifakına karşı kendisi bir ittifak oldu. Eğilmeden, bükülmeden, birilerinin kanadı altına girmeden, pazarlıksız, ilkelerden taviz vermeden de yapılabilir olanı gösterdi. Hatay'ın kodamanlarının eteğinde solculuk oynayıp, "burası bizden sorulur, biz ne dersek o olur" diyen siyaset sosyetesinin niyetlerini ifşa, kendilerini darma duman etti. İhalecesini, tefecisini, rantçısını, mafyasını tir tir titretti bu çalışma.
Başarı mıdır? Başarıdır!
Kazanım mıdır? Elbette bundan sonraki mücadelenin de konusu bu ama hakları için, inandıkları için omuz omuza mücadele edecek örgütlü binlerce Defneli var. Bu bir kazanımdır.
Pazarlıklarla alınmış olan her şeyden değerlidir, çünkü birilerinin lütfu ile değil halkın umudu, emeği ile alınmıştır.
Bu süreçte de, bu yazıda da başarı ne, kazanım ne çok yazıldı.
Ama aslolan sözümüz ve hedefimizdir. İşte o zaman için söz verdik: "Rantın çocukları değil, halkın çocukları yönetecek"
Önünde sonunda!
/././
Emekçilerin baharı için kemer sıkmıyoruz (Selahattin Kural)
1 Mayıs'ta sömürüye karşı olmadan, özelleştirmelere, eğitimin ve sağlığın paralı hale gelmesine, holdinglerin egemenliğine, tarikat ve cemaatlere karşı olmadan 1 Mayıs kutlanamaz.
1 Mayıs işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki mücadelenin keskinleştiği, safların belirginleştiği bir gün.
150 yıldan fazladır, tüm dünyada işçiler haklarını patronlardan almak, refah bir toplumda yaşamak için mücadele ediyor. 1 Mayısların en temel gündemleri, emeklilik hakkı, işsizliğe, düşük ücretlere, iş cinayetlerine karşı mücadele oldu. Ama hiçbir zaman bu taleplerle sınırlı kalmadı.
Sovyet yurttaşları emperyalist dünyaya karşı ülkeleri Sovyetler Birliğini korumak, sosyalizmi güçlendirmek ve komünizmi kurmak için 1 Mayıslarda meydanları doldurdu. Küba halkı Amerika Birleşik Devletleri'nin ülkelerine karşı uyguladığı ablukaya karşı 1 Mayıs’ta caddeleri taşırdı. Bir bütün olarak Latin Amerika'da işçiler darbelere, diktatörlüklere karşı savaştı. Ülkemizde emperyalizme, sömürüye, her türlü dinci gericiliğe karşı işçilerin mücadele ettiği gün oldu.
Özetle 1 Mayıs, sömürücülere, kapitalist düzene, savaşlara, iş cinayetlerine, gerici ideoloji ve siyasete karşı işçilerin mücadeleyi büyüttüğü bir anlam taşıdı.
Ancak aradan geçen onlarca yıl sonra işçi sınıfı haklarında kayıplar yaşandı. Bu durumun oluşmasında işçi sınıfının siyaseten savunmasız bırakılması etkili oldu. Partili olmak, örgütlü olmak kötüymüş gibi gösterildi. Siyaset kişilere indirgendi, kahramanlar arayışına girildi. Emperyalizme, tarikatlara, patronlara karşı mücadele önemsizleştirildi.
Yerel seçimlerin ardından düzen siyaseti, işçileri sömürü düzenine bağlamak, eşitsizliklerin üzerini örtmek, kemer sıkma politikalarını halka dayatmak için bir “yalancı bahar” yarattı.
Tüm bu süreçte işçilerin gerçek gündemleri önemsizleştirildi.
Geçtiğimiz yıl en az 1932 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Bu her gün en az 5 işçinin patronların kârları için öldüğü anlamına geliyor. Kredi kartı borcu olmayan işçi neredeyse yok. İşçiler borcunu ödeyemediği için yaşam umudunu kaybediyor, yalnızlaşıyor. Geniş tanımlı işsizlik verilerine göre her 4 kişiden biri işsiz. Emekliler verilen sadaka ücretlerle yaşamak zorunda bırakılıyor. İşçiler 14-15 saati bulan mesai saatleri altında baskıyla çalıştırılıyor. İşyerlerinde hakları için mücadele eden işçiler, işten atılıyor.
Emekçiler açısından bu durumun fazlası var aşağısı yok. Ya patronların!
Onların sadece yıldan yıla kârlarını nasıl birkaç katına katladıklarını, özelleştirmelerle nasıl zenginleştiklerini, halkın gereksinimlerini nasıl paraya çevirdiklerini söyleyelim.
Tüm bu eşitsizliklerin, hak kayıplarının temelinde işçilerin örgütsüzlüğü yatıyor.
İşçilerin örgütsüzlüğünü fırsat bilip, "hepimiz aynı gemideyiz" yalanına ikna etmeye çalışan düzen siyasetinde yatıyor. AKP iktidarının sermaye sınıfı için açtığı sömürü yolunun istikrarlı bir şekilde devam etmesi arayışı yatıyor.
Evet ağır bir kemer sıkma politikası ile karşı karşıyayız.
Hayat pahalılığının iyice arttığı, işsizliğin, geleceksizliğin katlanarak devam ettiği bir dönem. Patronlar kâr elde etmeye devam etsin diye bütün yükünü işçilere taşıttığı bir dönem. Üstelik bu iktidar partisiyle, düzen muhalefetiyle birlikte yapılacak. Buna izin vermek veya vermemek işçilerin mücadelesi ile belli olacak.
Yarın 1 Mayıs. 1 Mayıs'ta sömürüye karşı olmadan, özelleştirmelere, eğitimin ve sağlığın paralı hale gelmesine, holdinglerin egemenliğine, tarikat ve cemaatlere karşı olmadan 1 Mayıs kutlanamaz.
Bu sesin güçlenmesi için her yerde sömürüye, sermaye sınıfının egemenliğine karşı alanlarda olacağız. İşçi sınıfının sömürü düzenine karşı mücadelesini güçlendireceğiz. Kemer sıkma politikalarını yırtıp atacak gücün safını kuvvetlendireceğiz.
Yaşasın 1 Mayıs.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder