7 Mart 2022 Pazartesi

Hruşçov Stalin’e neden saldırdı? - Kemal Okuyan / SOL-Gelenek

 


TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Stalin’e dair yalan ve çarpıtmalara kanıt olarak gösterilen Hruşçov’un 1956 tarihli konuşmasını International Communist Review için değerlendirdi.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Sovyet lideri Stalin’e dair bugün de dile  getirilen yalan ve çarpıtmalara kanıt olarak gösterilen Hruşçov’un 1956 tarihli ünlü konuşmasını International Communist Review dergisi için değerlendirdi. Nikita Hruşçov Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20. Kongresi’nin gizli oturumunda sansasyonel bir konuşma yaparak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne 1922-1953 yılları arasında liderlik eden ve geçtiğimiz 5 Mart’ta 69. ölüm yıldönümünde anılan Stalin’i karalamış ve hem Sovyetler Birliği’ni hem de dünya komünist hareketini derin bir krize sokmuştu.

Hruşçov’un XX. Kongre konuşması

25 Şubat 1956’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin XX. Kongresi toplandı. Kongreler gerçek komünist partilerin tarihinde her zaman önemli dönemeçler olmuştur, XX. Kongre ise Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin komünist karakterine vurulan tarihsel bir darbe olduğu için önem kazandı. Kuşkusuz Sovyetler Birliği bu kongre ile sosyalist karakterini yitirmedi. Ancak onu çözülüşe (1991) götüren süreç söz konusu olduğunda XX. Kongre’nin özel olarak incelenmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Bunu söylerken, Sovyetler Birliği’nde bütün sorunların 1956’da ya da Stalin’in ölümüyle (1953) başladığını ileri sürecek değiliz. Bu metafizik yaklaşım her şeyden önce parti önderliğinde Yosif Visaryanoviç Stalin’in ölümüyle derhal su üstüne çıkan derin krizi açıklamaya yetmemektedir. Stalin’in sosyalist kuruluş sürecinde, işçi iktidarının güçlendirilmesinde ve faşizme karşı savaştaki eşsiz rolü hiçbir biçimde tartışılamaz. Ancak Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Stalin’in ölümüyle birlikte içine düştüğü acizliğin kaynaklarının 1953 öncesinde aranması gerektiği de açık.

Bu yazı, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin neden bir önderlik krizine girdiği sorusuna yanıt aramak yerine XX. Kongre’de SBKP MK Birinci Sekreteri Nikita Hruşçov’un kapalı oturumda yapmış olduğu konuşmanın dünya komünist hareketi ve Sovyetler Birliği’ne olan etkisine odaklanacak. Hiç tereddüt etmeksizin “yıkıcı” olarak nitelendireceğimiz bu konuşma XX. Kongre’de belirginleşen stratejik doğrultu karşısındaki engelleri ortadan kaldırmak ya da paralize etmek için hazırlanmıştı.

Hruşçov amacına ulaştı. Görevden alındığı 1964 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi XX. Kongre’de olup bitenleri sağlıklı bir biçimde tartışabilme yeteneğini yitiren, en iyimser ifadeyle durgunluğa mahkum olan bir parti haline gelmişti. Resmi Sovyet tarih yazımında konu “kişilik kültü” kavramı ile geçiştirilmeye, ülke ve partiye yıllarca önderlik eden Stalin’in adı sadece bu kavram ile anılmaya başlanmıştı. Garbaçov ve beraberindeki karşı devrimci ekibin yönetimi ele geçirmesi ile birlikte konu daha ayrıntısıyla tartışılmaya başlandı ama bu kez Hruşçov’u mumla aratacak bir anti-komünist histeriyle…

Peki bu konuşma gerçekten bu kadar önemli, bu kadar etkili miydi? Hruşçov bugün emperyalist medyada 1960 yılında BM Genel Kurulu’nda Filipinler temsilcisini ayakkabısını masaya vurarak protesto etmesinin yanında XX. Kongre’deki konuşması ile yer alıyor. Daha ayrıntılı analizlerde, işini yarım bırakan reformist olarak değerlendiriliyor.

Evet Hruşçov Sovyetler Birliği’ni yıkılışa götürmedi, hatta onun döneminde Sovyetler Birliği bazı alanlarda ciddi atılımlar yaptı ancak 1956 yılından itibaren Sovyetler Birliği’nin uluslararası alanda yürümekte olan sınıf mücadelesinde radikal bir biçimde güç yitirdiyse bunda Hruşçov’un o uğursuz konuşmasının önemli bir rolü var.

Oysa rapor niteliğindeki konuşmanın içeriği son derece zayıf. Yalan, çarpıtma ve itfiralarla dolu, eklektik ve tutarsız bu konuşmaya Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Kongre delegelerinin isyan etmemesi, öncesi bir yana, 1953-56 yılları arasında partide nasıl ciddi bir tıkanmanın yaşandığının göstergesi.

Öte yandan, Hruşçov’un konuşmasına itiraz edilmemesinin ve konuşmanın etkili olmasının da tek koşulu yalan üzerine kurulmasıydı! Hruşçov’un ideolojik-siyasal yeteneklerinin Stalin dönemi ile hesaplaşmaya yetmeyeceği ortadaydı, ayrıca kendi meşruiyetini de zedeleyecek bir süreci başlatması saçma olurdu. Tek yapması gereken, zaten kafası karışmış olan delegelerde şok yaratmaktı. Bir mahalle kahvesinde dedikodu yaparcasına, ardı ardına yalanları sıraladı ve o ana kadar birçok sınavdan başarıyla geçen Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin bolşevik gelenekle bağları neredeyse tamamen koptu.

Burada amaç neydi?

Grover Furr başta olmak üzere bazı tarihçiler Hruşçov’un 1936-1938 yılları arasındaki kanlı tasfiyelerdeki kendi rolünü gizlemek için sorumluluğu Stalin ve Beriya’ya yıktığını ve gerçekleri tahrif ettiğini haklı olarak ileri sürmekteler. Son yıllarda ortaya çıkan birçok belge bu iddiayı destekliyor. Ancak XX. Kongre’de olanların merkezinde bu tür bir kişisel kurtuluş çabasının çok ötesine geçen unsurlar var. Nitekim söz konusu tarihçiler de bunu vurguluyor.

Hruşçov’un XX. Kongre’nin kapalı oturumunda okuduğu raporu hazırlarkenki amacını anlamak için konuşmanın sonuçlarını incelemek gerekir:

Emperyalizm açısından

Hruşçov’un konuşması kısa sürede emperyalist dünyada yankı bulmuş ve birçok açıdan olumlanmıştır. Batı, “yıllardır komünizm hakkında söylediklerimiz bizzat SBKP Birinci Sekreteri tarafından doğrulandı” deme fırsatını ele geçirmiştir. Daha açık bir ifadeyle, anti-komünizm kendi olanaklarıyla asla elde edemeyeceği bir başarı elde etmiş ve komünizmi kriminal bir olgu olarak göstermek konusunda bir avantaj yakalamıştır.

Hruşçov raporu, Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş denen emperyalist saldırganlık karşısında geri adım atacağının en önemli kanıtlarından birisi olmuştur. Barış içinde bir arada yaşama politikasının Lenin’in çizdiği çerçevenin tamamen dışında bir bağlama çekilmesi XX. Kongre’de belirginleşen bir sapmadır ve daha sonraki döneme damgasını vurmuştur. Bununla birlikte “Stalin döneminde işlenen suçların” sıralalandığı kapalı oturum konuşması başka açılardan da Sovyet yönetiminin teslimiyetçi bir çizgiye yöneldiğinin kanıtı olarak görülmüştür. Hruşçov tersini iddia etse de, destalinizasyon Sovyetler Birliği’nin sosyalist kuruluş sürecindeki bütün kazanımlarına gölge düşürmüş, bu anlamda Sovyetler Birliği’nin meşruiyetini sarsmıştır. Bugün burjuva Rus iktidarı bile ideolojik ve sınıfsal düşmanı Sovyetler Birliği’nin meşruiyetine bu ölçüde zarar vermeyi göze alamamaktadır.

Hruşçov’un Stalin’i İkinci Dünya Savaşı boyunca beceriksiz, kimseyi dinlemeyen ve SSCB’nin maddi kayıplarının baş sorumlusu olarak göstermesi, yalnızca Sovyetler Birliği’nin itibarını sarsmamış, faşizm ve savaşla ilgili olarak emperyalist kampın suçlarının üzerine bir sis perdesi olarak çökmüştür. Soğuk Savaş’ın Hitler ile Stalin’i ve faşizmle komünizmi bir tutma propagandası Hruşçov’un konuşmasıyla ne yazık ki daha ikna edici hale gelmiştir.

Hruşçov’un kapalı oturumda yaptığı konuşmanın anında emperyalist merkezlere ulaşacağını bildiği açık. Hatta kimilerinin ileri sürdüğü gibi bu konuşmanın Sovyet yönetimince sızdırılmış olması da ihtimal dahilinde. Ancak batılı ülkeler konuşmayla ilgili duydukları sevinci gizlememekle birlikte Soğuk Savaş’ın şiddetini düşürmek için en küçük bir çaba göstermediler. Tersine Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin zayıf bölgelerine dönük saldırganlıklarını artırdılar.

Dünya komünist hareketi açısından

Üçüncü Enternasyonal döneminde uluslararası komünist harekette ve tek tek Komintern üyesi partilerin içinde farklı eğilimler olduğu bir sır değil. Ancak Enternasyonal’in sonlandığı 1943 sonrasında Kominform dönemi dahil olmak üzere 1956 yılına kadar dünya komünist hareketi Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin otoritesinin yardımıyla bütünlüğünü korumayı becerdi. Bu otorite zaman zaman kimi partileri kişiliksizleştirse bile son tahlilde dünya komünist hareketi etkili ve birleşik bir güç olmayı becerdi. Yugoslavya örneği sayılmazsa, komünist partileri aynı ailenin parçası oldukları bilinciyle hareket etti. 1956’da Hruşçov’un konuşması bu aileyi dağıtıcı bir etki yarattı. Çin’in sosyalist kamptan kopuşu temelde Hruşçov’a bağlanamasa bile, SBKP liderliğinin tutarsızlığı bu kopuşu hem kolaylaştırdı hem sertleştirdi. Birçok komünist partisi bölündü.

Avrokomünizmin Hruşçov’un politikalarının sonucu olduğunu söylemek elbette haksızlık olur. Zaten kavramsal olarak daha sonraki yıllarda formüle edilen Avrokomünizmin köklerinin İkinci Enternasyonal’de bulunduğunu, Komintern döneminde de birçok partide benzer eğilimlerin gözlemlenebildiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla Avrupa İşçi Hareketi’nde Avro Komünizm adlandırmadan bağımsız bir biçimde kesintisiz bir olgudur. Öte yandan Komintern dönemi başlangıcından itibaren bu eğilimlerle mücadele dönemidir. Dikkatle bakıldığında Üçüncü Enternasyonal’in kuruluş sürecinde reformist unsurların “komünizm”e sızması konusu defalarca gündeme gelmiş bu nedenle Komünist Enternasyonal’e katılım koşulları alabildiğine sert tutulmuştur. Sonrasında da “tek ülkede sosyalizmin savunulması” politikasının kaçınılmaz risklerini bertaraf etmek için Avrupalı komünist partilerin içindeki reformistlerin ayıklanması için zaman zaman müdahalelerde bulunulmuştur. Kuşkusuz bu müdahalelerin Almanya’da faşizmin iktidara gelmesiyle birlikte etkisi azalmış olsa da 1919-1943 arasında SBKP ve Komintern’in Avrupa’da partilerin sağa kaymasını sınırlandıran bir rolü olduğu ortadadır. Oysa Hruşçov’un konuşması zaten Sovyetler Birliği’nin otoritesinden çok da hoşnut olmayan Avrupalı Marksistleri rahatlatmış, “biz Ruslar gibi yapmayacağız” demeyi yaratıcılık sanan kimi unsurlar komünist partilerin içinde meşruluk kazanmıştır.

Yukarıda anlatılanın ötesinde, Hruşçov’un konuşması bir başka nedenle daha yıkıcı olmuştur. Dünya komünist hareketinin tarihinde çok sert iç mücadeleler, tartışmalar, yol ayrılıkları ve tasfiyeler var. Bununla birlikte, Komintern geleneği bir biçimde devrimci kültürü baskın kılmış, insanlar komünizm idealine bağlı kalmış ve faşizme karşı ölümcül mücadelede siyasi, askeri, ideolojik, kültürel olduğu kadar ahlaki bir davayı da kazanmışlardır. Hruşçov bütün bu mirasın orta yerine kuşku tohumları serpiştirmiştir. Eğer gerçeklerden hareket edilse bunun hiçbir sakıncası olmazdı. Ancak Hruşçov baştan aşağıya yalanlarla doldurulmuş konuşmasıyla, komünistlerin kendilerine olan güvenlerini sarsmış, dünya komünist hareketinde ikiyüzlülüğün, hesapçılığın, ortalamacılığın önünü açmıştır.

Burada “yalan”ın bir başka anlamı daha olduğunu söylemek gerekir. Komünistler hata yapabilir, bazen de gerçeğin tüm unsurlarına dile getirmezler. Ancak komünistler partiye, halka ve insanlığa yalan söylemezler. SBKP Birinci Sekreteri’nin ucuz yalanlara sarılması, bizim geleneğimizde ağır bir kırılma noktasıdır. Nitekim Hruşçov burada durmamış, Küba krizinde dünyanın gözünün içine baka baka yalan söylemiş ve söyletmiş, üstüne Kübalı devrimcilere de deyim yerindeyse kazık atmıştır. Hruşçov zaman zaman uluslararası alanda sosyalizmin çıkarlarını savunan tavırlar sergilese de, bir bütün olarak dünya komünist hareketine büyük zararlar vermiştir.

Birçok partide Hruşçov’un konuşmasını anlamsız, yanlış ve tehlikeli bulan komünist kadroların etkisizleştirilip tasfiye edilmesi dünya komünist hareketinin aldığı bir başka darbedir. Hem sosyalist hem de kapitalist ülkelerde çok sayıda komünistin SSCB’nin ağırlığı kullanılarak siyasi mücadelenin dışına düşmesi, olağan koşullarda herhangi bir komünist partide sorumlu mevkilerde bulunması olanaksız olan Hruşçov’un verdiği bir başka zarardır.

Hruşçov’un konuşması, “Stalin kültü” eleştirisini bahane ederek partiyi, dünya komünist hareketini ve SSCB’yi Stalin’den arındırma çağrısıdır. Ancak burada sözü edilen kişi, tam 30 yıl boyunca sosyalist kuruluş sürecinde birinci dereceden sorumluluk üstlenen bir büyük liderdir. Bu liderin Sovyet tarihinde yok sayılması, dünya komünist hareketinde de bir tabuya dönüşmüş ve ortak tarihimizde Stalin’le ilgili her tür değerlendirme ve tartışma neredeyse yasaklanmıştır. Bu akılsızlığın Sovyetler Birliği ile ilgili kısmını az sonra ele alacağız. Ancak dünya komünist hareketinin  kendi tarihinin belki de en kritik evrelerine karartma uygulamaya kalkmasının ağır sonuçları olmuş, 1924-1953 arasındaki döneme ilişkin anti-komünistlerin, yeni solcuların çarpıtma ve yalanları tamamen yanıtsız bırakılmıştır. Stalin’i yok sayarak Sovyetler Birliği’nin savunulamayacağı, Hruşçov sonrasında da sürdürülen bu akılsızlığın burjuva ideolojisi karşısında etkisiz kaldığı uzun dönem boyunca da gözlenmiştir. Bugünkü burjuva Rusya’nın yöneticileri bile, bu akılsızlığı tekrar etmemekte, bir yandan sosyalizmin etkisini kırmak için her fırsatı değerlendirirken, bir yandan da Stalin döneminin uluslarararsı alanda gayrı-meşru ilan edilmesinin kendileri için de ne anlama geleceğini bildiklerinden bazı başlıklarda daha özenli davranmaktadırlar.

Sovyetler Birliği açısından

Sovyetler Birliği halkı Stalin öldüğünde zorlu badireleri aşmış, özgüven kazanmış durumdaydı. Stalin’in ölümünün toplumda bir kaygı yaratmış olması bu özgüvenin ortadan kalkması anlamına gelmiyordu. 1953’le birlikte SBKP önderliğinin verdiği zayıf görüntünün ardından gelen 1956 konuşması Sovyet halkında ağır bir travma yarattı. Partiye, Sovyet kurumlarına ve en önemlisi kendine inancı sarsılanbir toplumun sosyalizmin kuruluş sürecinde enerjik olmayacağı, atıllaşacağı, en önemlisi mücadeleci karakterini yitireceği ortadaydı. Hruşçov’un tam da buna gereksinimi vardı: Kişiliksizleşen bir toplum.

Hruşçov’un konuşması Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin üst düzey yönetiminin ikiyüzlü insanlarla dolu olduğunun ilanıydı. XX. Kongre konuşmasına itiraz edenler oldu ama başta Hruşçov olmak üzere, birçok kongre delegesi, Stalin hayattayken tamamen farklı düşünceler dile getirmişlerdi. Dahası sonradan eleştirdikleri uygulamaların doğrudan savunucusu ve uygulayıcısı durumundaydılar. Koskoca parti XX. Kongre ile birlikte kendisini saray entrikalarının, dedikoduların egemen olduğu bir dünyanın içine yerleştirdi.

Hruşçov’un konuşması, ideolojik ve siyasal bir dilin yerine sığ ve çirkin bir dilin egemen olduğunu gösteriyordu. Partinin en önemli organı olan Kongre’de sarhoş masasında rastlanabilecek türden bir konuşma yapılması, SBKP Kongrelerinin bütün ağırlığını ortadan kaldırdı. Hruşçov’un görevden alınmasıyla birlikte bu ciddiyetsizliğe son verildi ama bu kez kongreler cansız, ideolojik ve siyasal açıdan donuk sembolik bir platforma dönüştü.

Hruşçov’un konuşması ile “suçlu” ilan edilen Stalin’in Sovyet tarihindeki rolü görmezden geldindiği andan itibaren özellikle yeni yaş kuşakları sosyalist kuruluş sürecine yabancılaştı. Stalinli yıllar Sovyet halkı mücadeleyi öğrenmiş, bu mücadeleler içinde pişen bir işçi sınıfı ortaya çıkmıştı. Hruşçov’un konuşmasının Sovyet halkını tarihsel referanslarından arındırması hiç şaşırtıcı değil. Kuşkusuz Stalin’e dönük saygı ve sevgi toplumun geniş bir kesiminde yaşadı ancak daha çok bir söylence ve duygusal bağ olarak kendini hissetiren bu sahip çıkışın yetmeyeceği, dahası nostaljik bir yan taşıyacağı açıktı.

Hruşçov konuşmasında yer verdiği çarpıtma ve yalanları onaylamaları için çok sayıda sivil ve asker yöneticiye çeşitli yöntemlerle baskı yaptı. Bu dayatmalar sonucunda geçmişte sosyalizm mücadelesine değerli katkılar koyan birçok kişide deformasyon oluştu. Bunların bir bölümü daha sonra yaptıkları hataları kısmen düzeltse de, SBKP’de nabza göre şerbet vermek meşrulaştı. 1991 karşı devriminden sonra hızlı anti-komünist kesilen geçmişin Marksist-Leninist ideologlar örneğinde görülen düşük moral değerlere sahip kadroların önünü açan Hruşçov’un müdahalesiydi.

Hruşçov'un önünü ne açtı?

Bu yazıda Hruşçov döneminde partiyi ve dünya komünist hareketini ciddi şekillerde olumsuz etkileyen siyasi ve ideolojik hatalara hiç girmeden sadece Hruşçov’un XX. Kongre’de yapmış olduğu konuşmanın dolayımsız sonuçlarına değinildi. Amacımız, Hruşçov’un SBKP’nin devrimci değerlerine yapmış olduğu saldırının etkisini bir konuşma ile nasıl artırdığını, bu konuşma ile önündeki engelleri aşmayı nasıl becerdiğini göstermekti. Ancak bu noktada, Hruşçov’un saldırısı karşısında SBKP’yi savunmasız bırakan nedenlere de değinmekte yarar var.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi İkinci Dünya Savaşı sırasında öncü kadrolarının önemli bir bölümünü kaybetti. Mücadeleci ve sosyalizm mücadelesine bağlı milyonlarca kişinin yaşamını yitirmesi, daha sonraki yıllarda telafi edilemeyecek bir boşluk yaratmış oldu. Bu boşluktan statükocu, kariyerist ve örtülü sosyalizm karşıtı unsurların yararlandığını ve parti hiyerarşisinde komünist olmayan birçok üyenin etkisinin arttırdığını biliyoruz.

Ancak parti kadrolarının ideolojik ve siyasal zaafiyeti, yalnızca 1941-45 arasındaki fiziki kırıma bağlanamaz. Parti ve ülke içinde sosyalizm düşmanlarına karşı mücadele zaman zaman kadrolaşma, parti içi tartışma ve eğitimin geri plana düşmesine neden olmuş, parti liderliği bu sorunu çözmeye zaman bulamadan İkinci Dünya Savaşı yılları gelmiştir. Stalin’in savaş sonrasında partideki siyasal, örgütsel ve ideolojik tıkanıklıkları aşmak için çaba harcadığı ancak bunun için gerekli kadro kaynaklarının yaratılamadığı görülmüştür.

Hruşçov’un girişimlerinden rahatsız olan Molotov, Kaganoviç gibi yöneticiler ise bütün devrimciliklerine ve birikimlerine rağmen parti içinde bir direncin ortaya çıkması için gerekli siyasal ve teorik tutarlılıktan yoksun olduklarını gösterdiler. Dahası, devrim öncesinde Bolşevik Parti’nin çok zor şartlarda verdiği mücadelelerden gelen bu ve benzer yöneticiler, Hruşçov’un manevraları karşısında çaresiz kalmış ve toplumda harekete geçebilecek devrimci bir enerjiyi sahipsiz bırakmışlardır.

Burada partinin ve devlet kurumlarının içinde uygun anı bekleyen karşı devrimci unsurları da hesaba katmak gerekir. Sosyalist kuruluş sürecinde mülksüzleştirilen kapitalist sınıfların uzantısı olan ve bir biçimde parti ya da Sovyet iktidarı içinde tutunmayı beceren riyakarların Hruşçov’un arkasında durduğu açıktır. Buna ek olarak sistemin kimi boşluklarından ya da bazı sektörlerde hâlâ varlığını sürdüren meta ekonomisinden nemalanan toplumsal kesimlerin objektif olarak Hruşçov’dan heyecanlandığı ortada. Üretkenliğini yitiren, statükocu ve mücadeleden bıkan yönetici kadroların varlığı da Hruşçov’a elbette yardımcı olmuştur. Partiye özellikle işçi sınıfının zayıf olduğu bölgelerde yerleşen ve sorumlu mevkilere gelen milliyetçi, dinci ve burjuva unsurlardan da Hruşçov akıllıca yararlanmıştır. Yine özellikle Moskova’da burjuva ideolojisinin etkisi altındaki akademisyen, sanatçı, yazar çevrelerinden Stalin’le hesaplaşma adı altında yürütülen kampanyaya büyük bir destek gelmiştir.

Hruşçov'un amacı

Tek bir cümle ile özetleyecek olursak Hruşçov Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ni hem içeride hem dışarıda sosyalizmin zaferi için mücadele eden bir parti olmaktan çıkarmak istemiştir. Bir karşı devrimci değildir ama yıllar sonra gerçekleşen karşı devrimin önünü açmıştır.

Peki Hruşçov neden iç ve dış politikada statükocu bir yola girmiştir?

Hruşçov’un 1930’lu yıllardaki gerçek düşüncelerini bilmiyoruz. Ne var ki, 1953 yılı sonrasına baktığımızda, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşuna inançsız kadroların tipik davranışlarını sergilemektedir. Zorlu mücadelelerden kaçınan, yöneticilik ayrıcalıklarını benimseyen, teorik alanda ortalamacı ve dolayısıyla tembel bir yönetici kuşağın sosyalizmin kazanımlarının ve Sovyet emekçilerinin muazzam fedakarlığının ürünü olan sanayileşmenin yarattığı prestijden yararlanarak sınıf mücadelesi alanından geri çekilldiği bir dönemin en kurnaz örneklerinden biridir Hruşçov.

“Komünist aşamaya geçiyoruz”, “emperyalizmle barış içinde bir rekabet politikasını benimsiyoruz” gibi büyük lafların arkasında sınıf mücadelesinde teslimiyetçi, devrimci iddialardan vazgeçen bir “lider” duruyordu.

Sovyet halklarına, partiye ve uluslararası komünist harekete bu teslimiyetçi tutumu kabul ettirebilmek için Hruşçov’un eşsiz bir travmaya gereksinimi vardı. Furr gibi tarihçilerin işaret ettiği gibi, bu ona aynı zamanda kendi geçmişinden de kurtulmak için bir fırsat sunacaktı. Ancak her durumda savaştan ve mücadeleden yorulan parti kadrolarını tamamen zayıf düşürmek için onların inanç sistemlerine büyük bir darbe vurmak gerekiyordu. Aslında hedefte Stalin değil, partinin özgüveniydi. yaptığı konuşma ile SBKP’yi kendine inanmayan bir partiye dönüştürdü. Bir yandan da emperyalistlere “kötü adamdan kurtulduk” mesajı vererek emperyalizmin kendi yönetimini rahat bırakacağını düşünecek kadar sığ birisiydi. Emperyalizm “beyaz bayrak” sallayan Hruşçov’a aldırmaksızın kendi açısından doğru olanı yaptı ve saldırmaya devam etti. Sovyetler Birliği ise XX. Kongre’nin yarattığı tahribatın etkisinden bir türlü kurtulamadı. 1980-85 arasında gözlenen kıpırdanmalar bir türlü gerekli enerjiyi toplayamadı ve çürüyen sosyalizmin bağrında kendisine giderek daha fazla alan açan burjuva unsurlar 1991 yılında öldürücü darbeyi vurdular.

İşte bu nedenle Hruşçov Sovyet tarihinde leke olarak duran figürlerden biridir. Onu partide en yüksek sorumluluğa getiren nedenlerse bir başka çalışmanın konusudur.

Kemal Okuyan / SOL-Gelenek

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder