Erdoğan, yeni bir ‘demokratik ve sivil anayasa’ girişimiyle neyi amaçlıyor? (İhsan Çaralan)
Cumhurbaşkanı Erdoğan ne zaman ekonomi ve siyasette sıkışsa, bu sıkılmışlığın nedeni kendisi, kendisinin izlediği politikalar değilmiş de Anayasa’ymış gibi, mevcut Anayasa’nın darbe anayasası oluğunu hatırlamakta, siyasetin dikkat merkezini anayasa tartışmasına çekemeye çalışmaktadır.
Elbette Erdoğan, 27 Mayıs 1960 darbesinin yıl dönümünü “sivil anayasa” girişiminin çağrısını yinelemenin vesilesi olarak kullanmadan geçemezdi. Öyle de yaptı. 27 Mayıs günü İstanbul 2 No’lu Barosunun Yassı Ada’da düzenlediği sempozyumda yaptığı konuşmada, “sivil anayasa” girişimiyle ilgili çağrısını yineledi.
Tabii öyle basitçe bir çağrı da yapmadı. Hazır 27 Mayıs’ın da yıl dönümüyken Cumhurbaşkanı Erdoğan; “Türk siyasi tarihinin en fazla darbe girişimine maruz kalan hükümetiyiz” dedikten sonra “Türkiye tarihinin en büyük demokrasi zaferlerini kazandırmış bir iktidar” olduğunu öne sürerek tarih çarpıtıcılığına katkı yapmaya da devam etti!
BUGÜNKÜ MECLİSİN ANAYASA YAPMA YETKİSİ YOKTUR!
Söz konusu anayasa yapma olunca şunu söylemeliyiz ki olağan yasama meclislerinin, “Madem yasama yapma yetkimiz var hadi bir de anayasa yapalım” diyerek anayasa yapmaları pek olağan bir tutum değildir. Tersine anayasalar genellikle devrimler ya da karşı devrimlerin sonucu olarak devrimi ya da karşı devrimi yapan güçler tarafından o güçlerin damgasını taşıyan metinler olarak yapılmıştır. Çünkü anayasalar sonuçta toplumun çeşitli kesimlerinin üstünde uzlaştıkları metinler olarak bir anayasa yapmak üzere özel olarak seçilmiş temsilcilerin oluşturduğu kurucu meclisler tarafından yapılagelmiştir. Bu temsilciler yasama meclisine milletvekili seçildiği gibi değil, sendikalar, emek ve meslek örgütleri, fabrikalar, hizmet kurumları anayasa yapımına katılacak sınıf ve tabakaların nasıl bir anayasa istedikleri tartışması üstünden temsilciler olarak seçilirler.
Elbette bu genel yaklaşımın her yerde ideal biçimde gerçekleştiği söylenemezse de işçi sınıfı ve halkın mücadeleye katıldığı ölçüde anayasa yapılması da bu ideal biçime yaklaşır.
Elbette ülkemizde ve pek çok Latin Amerika, Afrika ve Asya’da geri kalmış ülkelerde askeri darbeler sonrası darbeciler kendi anayasalarını yapsalar da bu anayasaların meşruiyeti daha yapıldıkları günlerden başlayarak tartışılmıştır. Örneğin cuntanın yaptığı 1982 Anayasası’nın meşruiyeti kabul edildiği günden beri tartışılmaktadır.
Kısacası 14 Mayıs seçiminde seçilmiş vekillerin oluşturdukları meclisin anayasa yapma yetkisi yoktur! Hele de 31 Mart yerel seçimiyle “topal ördek” haline düşen bir meclisin anayasa yapmaya kalkması ayrıca vahim bir sorundur da!
YANDAŞ OLMAYAN PARTİLER VE ÇEVRELER İKTİDARIN ANAYASA GİRİŞİMİNE KARŞI
Erdoğan, Bahçeli ve AKP-MHP İttifakı, tek adam rejimine geçilmesinden beri sadece bu rejimi güçlendirmek ve bu düzene anayasal güvence kazandırmak, dolayısıyla mevcut özgürlükleri bile ortadan kaldıran bir “yeni demokratik ve sivil anayasa” yapmak istemektedir.
“Demokratik ve sivil bir anayasa” yapma iddiasıyla ortaya çıkan iktidarın mevcut Anayasa’yı tanımayan keyfi yönetimini kendisi için başlıca tutum haline getirmiş olması zaten ne gerçekten demokratik ne de gerçekten sivil bir anayasa yapmak gibi niyeti olmadığını göstermektedir.
Nitekim muhalefet partileri ve anayasa tartışmasına katılanlar iktidar yandaşı olmayan her çevre ve kişi; en azından son günlerdeki açıkmalarına baktığımızda iktidarın “yeni anayasa” girişimine, “Önce mevcut Anayasa’ya uy!” demenin yanında;
- AYM ve AİHM karlarını tanımayan, yargı bağımsızlığını umursamayan,
- İfade özgürlüğünü sınırlandırmak için her fırsatı kullanan ve 15 Temmuz darbe girişimini bile “Allah’ın lütfu” olarak görüp, bunu ilerici demokrat güçleri ezmenin fırsatına dönüştüren,
- Ülkeyi Kürt siyasetçiler başta olmak üzere muhalif siyasetçiler ve gazeteciler için bir açık hava cezaevine çeviren,
- Kürt sorununun çözümünü Terörle Mücadele Yasası (TMY) ve askeri operasyonlarla çözmeyi amaçlayan, Kürt partilerini kapatmada imtina etmeyen,
- Medyanın yüzde 90’ını devletin imkanlarını da kullanarak yandaşlaştıran,
- Dezenformasyon yasası çıkarıp medya ve sosyal medyayı zapturapt altına almayı amaçlayan… şimdi de “etki ajanlığı” yasası ve emekli askerlerin medyada görüşlerini ifade etmesini izne bağlamaya çalışan,
- Eğitimi dinileştiren, dindar-kindar nesiller yetiştirmeyi kurumsallaştıran ve okulları ülkü ocaklarının, tarikatların, cemaatlerin, malum vakıfların cirit attığı alanlara dönüştüren,
- Çeyrek yüzyıla dayanan iktidarında her büyük grevi (metal, tekstil, cam, lastik vb. iş kollarında yüz binlerce işçiyi kapsayan 16 grev “Milli güvenliği tehdit ettiği” gerekçesiyle) yasaklayan, işçilerin kazanılmış haklarını yok sayan… tek adam rejimine dönüşmüş 22 yılık AKP iktidarının yapacağı anayasanın farklı dozda da olsa antidemokratik rejimi güçlendiren bir anayasa olabileceğini söylemektedirler.
ERDOĞAN İÇİN ‘YENİ ANAYASA’ NE KADAR ÖNEMLİ?
Burada; Mecliste grubu olan muhalefet partileri, iktidarın “yeni anayasa” girişimine karşı olduklarını söylüyorlar ama “Dün dündür bugün bugün!” aforizmasını siyaset anlayışlarının tacı yapan burjuva siyasi partilerin bugün böyle deseler de yarın “Küçük çıkarlar uğruna görüşlerini değiştirerek iktidarın arkasında yer alması mümkün olmaz mı?” sorusu akla gelebilir.
Belki Erdoğan da bir yanıyla bu ihtimale oynamaktadır. Ama Erdoğan’ın oyunu sadece bu ihtimale de değildir. Hatta Erdoğan, en azından 31 Mart yerel seçimlerinden beri artık asıl olarak bu ihtimale oynamamakta, anayasa tartışmalarıyla siyasi gündemi bloke ederken kendisi özgürlükleri kısıtlama ve Erdoğan-Şimşek programını uygularken halkın dikkatini dağıtmayı, muhalefeti de en azından bölerek etkisizleştirmeyi amaçlamaktadır.
Belki tek adam rejiminin anayasasını yaparak tarihe geçmek, belki rejimini anayasalaştırarak ömrünü uzatmak, tarihe böyle geçmek gibi bir hayali vardır. Ama mevcut Anayasa da Erdoğan’ın tek adam rejiminin önünde engel değildir. Çünkü Erdoğan işine geldiğinde, “Bu anayasa hükmü” diye mevcut Anayasa’ya sarılırken işine gelmediğinde ise “Cunta anayasası” diyerek anayasaya uymamak gibi bir konfora sahiptir! Bu yüzden de “yeni anayasa” Erdoğan için hayati, hatta söylediği kadar önemli bir sorun değildir.
Ama bütün bu nedenlere karşın Erdoğan ve ekibi ülke sorunlarını çözümsüzlüğe sürüklemekte öylesine başarılı olmuştur ki, çeyrek asra yaklaşan iktidar imkanlarına sahip olmasına karşın siyasi gündemi yönlendirmek için ne dikkate alınabilecek ciddi bir vaadi ne de az çok inandırıcı bir hikayesi vardır!
Bu yüzden “yeni anayasa” iddiası sarılabileceği tek imkandır.
“Yeni anayasa” iddiası etrafında bir rüzgar yaratmak, gerektiğinde provokatif girişimlerle rüzgarı fırtınaya dönüştürüp siyasi ortamı alabora etmeyi de göze alabilecektir.
İktidardan gelecek bu girişimleri püskürtmenin gerçekçi yolu ise emek ve demokrasi güçlerinin yığınların siyasete doğrudan müdahalesini sağlayabilmelerinden geçmektedir.
/././
Gölgesini satamadığı ağacı kesmek, pazarlanamayan köpeği öldürmek! (Nuray Sancar)
Gezi direnişinde Marx’a atfedilen ve popülerleşen bir söz var. Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser. Para etmeyen, pazara sürülemeyen, sömürülemeyen her varlık düzenin bir atığıdır, ortadan kaldırılır. Kapitalizmin başlangıcında binlerce köylünün, dokuma manifaktürü için gereken yünü sağlamak amacıyla, meralaştırılıp çitlendirilen topraklarından sürülerek dilencileştirilmesi; kadınların cadılaştırılarak katledilmesi; kedi-köpek katliamları, iş gücü kullanılamayan bedensel özürlülerin, akıl hastalarının kapatılması hafızaya gömülü durumda.
Toplulukların da galeyana getirildiği kıyımlar, üretim ilişkilerinin değişmeye başladığı, ruhban sınıfıyla iç içe hüküm süren krallık sistemlerinin sallanmaya başladığı, ama geleceğin de büyük bir belirsizlik içinde olduğu zamanların olaylarıydı. Mark Neocleous Canavar ve Ölü adlı kitabında şimdiye kadar doğal kabul edilmiş her şeyin sarsıldığı geçiş döneminde yaşayan ama olan biteni anlayamayan insanların zihninde korku nesnesinin nasıl doğa üstü güçlere kaydırıldığını anlatırken bir kavramsallaştırma yapar: Canavarlaştırma.
Sokak hayvanlarıyla ilgili itlaf, uyutma, sahiplendirme, kapatma gibi sözcüklerle tartışılan ‘yasa’nın hazırlık sürecinde, başıboş köpekler bizzat iktidar tarafından canavarlaştırıldı. Her gün kaç çocuğun köpekler tarafından ısırıldığı, kuduz oranlarının arttığı ile ilgili sayılar yasanın gerekçesi yapılıyor. Şuursuz kampanyanın ‘İktidar ne yapsa iyidir’ taraftarları sanki bir gladyatör dövüşünü izliyorlarmış gibi ‘öldür’ nidalarıyla cinnet tablosu sergiliyor. Televizyon kanalları ikinci Hayırsızada semptomunu haberleştirirken yasa tasarısına karşı çıkanları hayvanseverler başlığına hapsedip lobiye indirgiyor.
Halkın 22 yıldır alışık olduğu gibi, sokak hayvanları yasasının tartışıldığı meydanda simgeler dövüşüyor. Bütün ilişkileri piyasalaştıran, arkadaşlık, dostluk başta olmak üzere her türlü duygusal teması tamamen nakte çeviren mevcut düzende yerinden edilen duygulanımlarını, çıkarsız, mülkiyet bağlarından uzak bir ilişkiyi, sahiplendikleri hayvanlarla kuran ve giderek genişleyen nüfus, bu bölünmenin iktidar yanlısı olmayan tarafında kalıyor. Kedisine çocuğum diye seslenen, giydirip kuşatan, bütün duygularını ona boca eden bir profili Nişantaşı-Cihangir-Kadıköy eliti diye siyaseten pazarlayan iktidar ise, ete süte ulaşamayan yoksula ‘başı köpek gövdesi insan’ bir Orta Çağ canavarı olarak sürüme sokuyor. Sokak hayvanları üzerinden değerler kapışıyor.
‘Köpek kafalı insan gövdeli’ terimi muhafazakarlığın ilmini yazan Edmund Burke’ye ait. Fransız Devriminden ve proletaryanın gelişmesinden ürken muhafazakarlığın teorisyeniydi kendisi. Sallantıdaki düzeni savunurken yakın gelecekteki tehlike, insan dışı bir yaratık olarak görünüyordu gözüne. ‘Bu yaratıkların hiçbiri doğada var olamaz. Fakat ahlaki dünya fiziksel dünyanın reddettiği canavarları kabulleniyor’ diye yazıyordu oğluna.
Ancak bugün bu canavarlaştırmanın doğa içi bir nesnesi var: Sokak hayvanları.
Bugün kentlerde sadece sokak hayvanları için değil insanlar için bile nefes alacak bir şehir ortamı bırakmayan, her santim araziyi kâr ve rant kaynağı gören rejimin asalak mimarları, aç ve yoksul emekçilerin dipten gelen, zaman zaman da yüzeye vuran uğultusu yüzünden yerlerinin pek de tekin olmadığının farkındalar. Dünya gibi Türkiye de bir geçiş döneminde. Emekçilerin yaşam alanları ve etkinliklerinin giderek daha da daralacağından öfke ve endişe duymalarının sebepleri birikti. Bu öfkenin yöneleceği nesne iktidar olmasın diye kitlelerin dikkati öteden beri sık sık kaydırılmıştır. Terör, darbe, öteki iç ve dış düşmanlar, savaş tehlikesi gibi motiflere şimdi bir de sokak hayvanlarının eklenmiş olması iktidar pratiklerinin bize öğrettiği kadarıyla anlaşılmaz bir şey değil. Sokak hayvanları şimdi ete kemiğe bürünmüş canavarlar.
İğdiş edilmiş kent doğasında kent sakinleriyle neredeyse aynı açlığı paylaşan köpeklerin saldırganlık vakalarındaki artışın bizzat devleti yönetenlerin sorumluluğu olduğunu görmemek mümkün değil. Yasa taslağına karşı çıkanları, makbul olmayan ‘Cihangirli-Kadıköylü-solcu’ yurttaş hassasiyetine yerleştirerek toplumu kutuplaştırma çabasının alt metnine sizin çocuklarınız açken ‘bunlar’ın tuzu kuru mesajının yerleştirilmesi; sorunun ‘Çocuklar mı ölsün köpekler mi’ ikilemine sıkıştırılması itlafa taraftar kazanmak için yapılabileceklerin sınırına varılmadığını gösteriyor.
Sokak hayvanları kolay gözden çıkarılacak, kurtulunması gereken bir kent atığı değildir; iktidarın kendi korkusunu ikame edebileceği canavarlar da. İnsanlarla aynı doğayı paylaşan, kentin yapılanmış doğasında da yurtlanan hayvanların kitlesel kıyımını gündeme getirebilmek, sadece sokak hayvanlarının değil iktidarı yerel seçimde sarsmış olan halkın da tekinsizleştirildiğini, ‘köpek kafalı insan gövdeli’ olarak canavarlaştırmaya başladığını gösteriyor. İktidar Neocleaus’un tabiriyle ‘Kitle eylemi olarak bilinecek olandan duyulan genelleşmiş bir korkuyu korku nesnesinin değerlerine yansıtmakta’ ısrar ediyor.
Sokak hayvanlarının saldırganlaşmasıyla ilgili alınması gereken palyatif önlemler zaten tartışılıyor. Kısırlaştırma, aşılama, sağlıklı barınaklar…ama asla itlaf değil. Hayvana yönelik şiddet ve tecavüzün cezalandırılması, hayvan haklarının kabulü… Bunlar çoğaltılabilir. Ama palyatif olmayan kalıcı çözüm itlaf yasasına imza atan iktidarın ve onu besleyen sermaye düzeninin; insanların ve sokak hayvanlarının barış içinde birlikte yaşayabileceği doğa ve kent düzenini kurmak üzere değişmesidir elbette.
/././
Ukrayna, Batı'nın verdiği silahlarla Rusya'yı vursun mu? (Yücel Özdemir)
Almanya, 24 yıl aradan sonra bir Fransa Cumhurbaşkanını devlet törenleriyle ağırladı. Jacques Chirac’ın son ziyaretiyle Emmanuel Macron’un 26 Mayıs’ta başlayan üç günlük ziyareti aradaki mesafenin neredeyse çeyrek yüz yılı bulması ilk bakışta bu biraz garip görünüyor. Avrupa Birliği (AB) politikalarına yön veren bu iki ülkenin arasında diplomatik yakınlığın fazla olduğu algısı doğal olarak oluşuyor. Demek ki sınır komşusu olmakla birlikte iki yönetimin arasındaki siyasi mesafe halen çok uzak. Kısa zirveler, toplantılar ve görüş alışverişleri için yapılan ziyaretler bir yana bırakıldığında Macron’un bu son gezisinden kalanlar, Alman ve Fransız medyasında değişik yönleriyle tartışılıyor.
Macron’un Berlin, Dresden ve Münster’de verdiği mesajlarda Avrupa’nın dünya siyasetinde ayrı bir egemen güç olması, bunun için de her iki ülke arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi gerektiğine dair vurgular vardı. Ancak bu ziyaretten Alman-Fransız ilişkilerindeki kader birliğinin derinleştirilmesi gibi bir sonuç çıkmadı. Tersine her lider kendi ülkesinin çıkarlarına dikkat çekti, AB arka planda kaldı.
Macron, diğer Fransız cumhurbaşkanlarından farklı olarak göreve geldiği ilk günden itibaren Avrupa’nın ayrı bir güç merkezi olması için çağrılar yaptı. Sorbonne Üniversitesinde bu temelde yaptığı iki ayrı konuşması var. Bu konuşmaların özünü, AB’nin ABD’den ayrı bir askeri güce kavuşarak emperyalist paylaşım mücadelesine katılması oluşturuyor.
Bu aynı zamanda Fransa’nın askeri olarak AB’nin lideri olmak istediği anlamına da geliyor. Çünkü mali ve ekonomik açıdan liderliği açık arayla ele geçiren Almanya ile, ancak nükleer silahlara sahip olmanın avantajıyla askeri düzlemde yarışabileceğine inanıyor. Fransa’nın bu hamlesinin farkında olan Almanya, bir taraftan AB’nin askeri güce dönüşmesini ağırdan alırken diğer taraftan askeri gücünü büyüterek savaşa hazır hale getirmenin çabası içerisinde. Ukrayna savaşı bu açıdan fırsata çevrildi. Askeri harcamaların sürekli arttırılması, silah tekellerinin yapılandırılması konusunda son iki yılda epey mesafe katedildi.
Öyle görünüyor ki Almanya, askeri güç bakımından Fransa’yı geçmediği sürece Macron’un her fırsatta dile getirdiği ortak askeri güç konusunda ağır davranmaya devam edecek.
Ziyaretin yarattığı en önemli tartışma ise Ukrayna’nın Batılı ülkelerden aldığı silahlarla Rusya’yı vurup vurmayacağı oldu. Münster’de 1618-1648 yılları arasında Kutsal Roma İmparatorluğu ile yerel krallıklar ve ülkeler arasında süren “30 Yıl Savaşları”nın bitmesini sağlayan Vestfalya Barış Anlaşması’nın imzalanması vesilesiyle “Vestfalya Barış Ödülünü” alan Macron, elindeki haritayla Ukrayna’nın neden Rusya’yı bombalaması gerektiğini anlatıyordu.
Haritada, Rusya’nın Ukrayna sınırına yakın bölgelere kurduğu askeri üslerden Ukrayna’yı bombaladığını gösteriyordu. Dolayısıyla Ukrayna’nın Batı’dan aldığı uzun menzilli füzelerle bu üsleri, hatta Rusya’nın diğer stratejik merkezlerinin vurulmasını istiyor. Benzer bir açıklamayı Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy de kısa bir süre önce yaptı.
Macron’un barış ödülü alırken savaş çağrısında bulunması tam bir ikiyüzlülük örneği. Aynı Macron, bir süre önce Ukrayna’ya kara gücü gönderilmesini de gündeme getirmişti. Hatta Almanya Başbakanı Scholz ile ortak basın toplantısında gazetecilerin de ifade ettiği gibi, Fransa’nın Ukrayna’ya asker gönderdiğine dair söylentiler var. Ukrayna da Fransa ile bu ülkeye “askeri eğitmen” göndermesi konusunda anlaştıklarını duyurdu. Macron bunları doğrulamadı, ancak Fransa’nın Ukrayna savaşında daha etkili bir rol oynamak istediğini gizlemedi.
Macron, Almanya’da Scholz’un daha önce ilan ettiği “Ukrayna’ya asker göndermeme”, “Alman silahlarıyla Rusya’nın vurulmaması” şeklinde belirlediği “kırmızı çizgilerle” kelimenin tam anlamıyla oynadı. Bu Almanya’yı daha fazla savaş bataklığına itmek için gösterilen bir çaba olarak da okunabilir. Bakalım, Scholz dışarıdan ve içeriden gelen savaşı bölgeye yayma baskısına dayanabilecek mi...
Macron’un Almanya’da verdiği mesajların merkezinde Rusya ile NATO’nun askeri olarak doğrudan karşı karşıya gelmesi var. Rusya Lideri Putin’in nükleer silah tehdidine nükleer güce sahip Fransa’nın yanıt vereceği alttan alta işleniyor.
Haziran ortasında İsviçre’nin ev sahipliğinde yapılacak Uluslararası Ukrayna Barış Konferansı öncesinde, Macron’un başlattığı Ukrayna’nın Batı’nın verdiği silahlarla Rusya’yı vurması tartışması, konferanstan ciddi anlamda “müzakere ve diyalog”un çıkmayacağını gösteriyor. Zelenskiy, kendisiyle aynı düşünen Macron’u pek yakında ziyaret edecek ve daha fazla destek isteyecek.
Almanya, ABD ve diğer ülkeler Rusya ile NATO arasında doğrudan bir savaşın çıkmaması için sürekli frene basarken, hatta Ukrayna’nın toprak kaybını da göze alarak müzakere masasına oturması yönünde mesajlar verilirken, Macron’un savaşı büyütecek tarzda mesajlar vermesi, savaşın geleceğinin Batılı emperyalist devletler arasındaki çıkar çatışmasına bağlı olduğunu gösteriyor. Çatışma derinleştikçe, çıkarlar farklılaştıkça savaşı müzakere yoluyla bitirmek de zorlaşacak. Çünkü, her emperyalist ülke kendi çıkarlarına bağlı savaşın gidişatını etkilemeye gayret edecektir.
Ancak savaş uzadıkça yıkım da büyüyor. Kaybedilen canlar, savaşa ayrılan devasa bütçeler halkın yaşamını sadece Ukrayna’da değil, Avrupa ülkelerinde daha da zorlaştırıyor, çekilmez hale getiriyor. Bu nedenle, kazananın asıl olarak silah ve enerji tekellerinin olduğu savaşa karşı mücadelenin de büyüme olasılığı artıyor.
(EVRENSEL)