18 Ağustos 2018 Cumartesi

Bozuk düzende sağlam çark olmaz - ERK ACARER

Krizin henüz ‘Ayfon’ asmaca gibi hamasi ve ‘eğlenceli’ tarafı yaşanıyor. Oysa rakamlar pik yaptıkça, toplumsal yansımaları da derinleşiyor. Şimdiden yıkıcı etkiler görünmeye başladı bile.

Bir günde 5 binin üstünde icra
Dün itibarıyla, UYAP Sistemi verilerine göre; İcra dairelerindeki, “İcra (Esas) ve İflaslara ait” toplam dosya sayısının 19 milyon 682 bin 548 olduğu görülüyor. Sadece “aynı gün” gelen dosya sayısı 4 bin 821.

2018 ağustos ayı itibarıyla, 5 milyon 486 bin 145 dosya işlem görmüş. Toplamda ise 19 milyon 680 bin 534 dosya var. Sayı, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılına göre 2 kat artmış durumda.

Türkiye’de davalık olmayan yok
Kabataslak bir hesapla, alacaklı sayısı ile birlikte davası olan kişi sayısı 40 milyonu buluyor. Bu kısaca şu demek: Türkiye’nin yetişkin nüfusunda davalık olmayan kişi bulmak zor! Öte yandan “alacak-verecek” meselelerinin bazıları resmi rakamlar içinde yer almıyor; böylece bir kişinin birden çok yere borçlu olduğu görünmüyor. Oysa banka kredisini ödeyemeyen tefeciye koşuyor. Kriz derinleşirken; kamuoyuna yansıyan haberler de endişe veriyor.

Önce kadınlar etkileniyor
“Denizli’de tefeciden aldığı borcu ödeyemeyen A. A. eşi ve 13 yaşındaki kızını boğarak öldürdükten sonra yaşamına son verdi…”
Kadın Meclisleri olayı her yönüyle irdeleyince, krizin önce kimi etkilediği ve etkileyebileceği de görülüyor.

Gençler işsiz
DİSK-AR verileri, iktidarın propaganda araçları ile gerçeği çarpıttığını bir kez daha ortaya koyuyor. Mevsim etkilerinden arındırılmış rakamlar işsizliğin arttığını, istihdamın düştüğünü gösteriyor. DİSK-AR’ın Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) ve İş Kurumu (İşkur) verileriyle hazırladığı rapora göre Türkiye’deki gerçek işsiz sayısı 5,7 milyon kişi. Bu oran nüfusun 16.6’sına denk düşüyor. İşkur’un istihdam edebilme kapasitesi de her geçen gün düşüyor. DİSK-AR’ın tablosunda; kayıtlı işsiz sayısı 130 bin artmış durumda. Genç nüfusta işsizlik yüzde 18,4 oranında. Genç kadın işsizliğinde ise bu oran yüzde 23,2’ye dayanıyor.

Suçun tanımı değişti buzdolabı soyan var
“Bırak Sokaklar Anlatsın Bizi” isimli kitabın yazarı, araştırmacı Önder Abay; İstanbul’da mahalle mahalle gezerek gençler üzerinde çalışıyor. Bağcılar gibi fakir semtlerin yanı sıra, kentin Nişantaşı, Beşiktaş gibi kalburüstü yerlerinde de araştırmalar yapıyor. Çarpıcı tanıklıklarını aktarıyor: “Zengin muhitlerdeki gençler eve çekildi. Evde içki yapan çok. Dışarıda, yaşam tarzına yönelik risk var. Sadece akşam yemeğini değil artık kahvaltıyı bile internetten sipariş edenlerin sayısı hayli yüksek. Esenler, Bağcılar gibi yoksul mahalleler ise daha farklı. Onlar, kahvaltıyı dışarda ediyor! Kimi zaman öğle yemeği ve akşam yemeğini de evde sokakta yiyor.”

Şaşırtıcı mı? Değil aslında! Yoksul semtlerde dükkanlar dönüşüyor. Börekçi, çiğ köfte dürümcüsü ve tavuk dönerciler revaçta. “3 dükkandan biri bunlardan oluşuyor” diyor.

Suçun tanımının değişmesi çarpıcı gözlemlerden. Eskiden oto-teyp hırsızlığı ya da kapkaç yapılırdı. Şimdi market ve bakkal soyan var! Abay; “Bu bir şey mi eve girip buzdolabı soyan oluyor. Adamın canı salam istiyor, ne yapsın” diyor.
Her katmandan genç arasında umutsuzluk ve yabancılaşma artıyor. Bu ise uyuşturucuyu tetikliyor.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “Avrupa’da ayık gezen yok” derken, devletin resmi rakamları ise aslında Türkiye’deki tablonun çok karamsar olduğunu gösteriyor. Resmi rakamlara göre son 10 yılda uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle ceza infaz kurumlarında bulunanların sayısında yüzde 410 artış var. 

Bağımlılık için ayakta tedavi görmek isteyenlerin sayısı ise yüzde 674 oranında çoğalmış. Uyuşturucu 10 yaşına kadar inmiş durumda. Yine devlete ait 2015 rakamları, 580 kişinin sentetik uyuşturucu nedeniyle yaşama veda ettiğini ortaya koyuyor. Bu, Türkiye’yi sentetik uyuşturucuda Avrupa şampiyona yapıyor. Herkes için Acil Sağlık Derneği Başkanı Doktor Ülkümen Rodoplu, paylaştığı istatistikleri toplumsal perspektifle de değerlendiriyor: “Genç işsizliği arttıkça sorun büyüyor.”

Örnekler, ekonomik krizlerin bir bütün olarak hayatı ve toplumu olumsuz etkilediğini gösteriyor.

Neymiş bu gemi
Krizin faturasıyla mağdur iki kere mağdur olacak. Gerçekleri örtüp, emperyalizmi, yurtseverliği, değerleri, üretimi yeni baştan tanımlayarak toplumu uyutuyorlar. Öte yandan, “ulusal kıyılardan, hala İncirlik’e paralel yüzen gemiyi alkışlayanlar da oluyor. Neymiş bu gemi meselesi böyle? 

Bir bütünün değil, kaptan köşkünün karaya çıkmasıdır mühim olan. Kaptanın, dümenle uğraşmak yerine çarka çomak sokması eskiye dayanıyor. Bunları ifade eden, dokuz köyden kovulup, hain sayılıyor. Oysa Pir Sultan Abdal 16. yüzyıldan bildiriyor: “Bozuk düzende sağlam çark olmaz.”

Katar sermayesiyle çarkın tamir edilebileceğini düşünmeye, “Ayfon” asmaya, yerli milli duruşa devam. Varsın demokrasi, insan hakları, hakça paylaşım, emek, toplumsal barış eksik olsun!

Arkalar boş… Mutabık olalım!

Erk Acarer / BİRGÜN

Büyük adamın ölümü - MUSTAFA K. ERDEMOL

Kaybı, Hindistan politikasıyla ilgilenmeyenler için belki fazla dokunaklı gelmeyebilir ama dünyanın en büyük demokrasisi olarak bilinen Hindistan’ın büyük eyaletlerinden Tamil Nadu’nun Başbakanı Muthuvel Karunanidhi’nin ölüm haberi benim için pek yürek sızlatıcı oldu.


Öldüğünde 94 yaşındaydı. Yani, uzun yaşadığı, doğanın ona bir hayli cömert davrandığı, dolayısıyla çoklu organ yetmezliğinden kaynaklanan ölümünün de son derece normal olduğu düşünülebilir. Kuşkusuz doğrudur. Ama Karunanidhi’nin ölümü kolay kabul edilebilecek ölüm değil yine de benim açımdan. Siyasi kariyeri Tamil Nadu’da yoğunlaşmış olmasına rağmen, nüfuzu Hindistan çapında hissedilmiş bir biriydi Karunanidhi.

Bir adam düşünün, 14 yaşında politikaya atılmış, ama hep tutkunu olduğu tiyatro oyunları ile senaryo yazarlığından yaşamı boyunca hiç vazgeçmemiş, yazdığı oyun ya da senaryolarında hayal ettiği ne varsa, hemen hemen hepsini yıllarca Başbakanlık yaptığı Tamil Nadu eyaletinde hayata geçirmiş. Başbakanlığı sırasında uyguladığı politikalar senaryolarının yansımasıydı diyenler yanılmıyorlar. Bunlar öyle politikalardı ki eyaletin yoksul yurttaşlarının siyasal olarak bilinçlenmelerine, canlanmalarına yol açmıştır. Karunanidhi’nin sinemaya girmesiyle beraber Tamil sinemasının tamamen değiştiğini söylerler. Tamil sineması onun sayesinde fakirleri keşfetmiştir çünkü.

Senaryosunu 23 yaşındayken yazdığı ilk filmi olan Rajakumari’de, ülkenin son derece aşağılık kast sistemine eleştiriler getirmiştir. Filmde, gerçek yaşamda olması mümkün olmayan bir hikaye vardır. Bir prensesle fakir bir gencin aşkı anlatılır. Tüm filmlerinde Hindistan’ın zengin yöneticilerini “fakirleştirmiş”, filmlerinin kahramanlarını hep laik figürler olarak yansıtmıştır.

Politikalarında da yaptığı bu olmuştur hep. Kast sistemine karşıydı ama bu aşağılık sistemi kaldırmasına olanak yoktu. Yapılması en zor olanı yaptı yine de. Devlet işine girişlerde ve devlet okullarına öğrenci alımında uygulanan kast bazlı kota sisteminin kapsamını genişletti, yani düşük kast mensupları için de devlette iş bulma ve iyi devlet okullarında okuma olanağı yarattı. Yoksullar için devlet sübvansiyonlarını artırdı. Kısa bir süre sonra bu uygulamaları başka eyaletlerce de örnek alındı.

Kendisi de alt kasta mensup bir birey olarak doğdu aslında. Ailesi tapınaklarda, sosyal etkinliklerde müzik yapan bir aileydi. Sanatçılığı belki de onlardan gelme. Ondan da aynı aile geleneğini sürdürmesi beklendi. İlk isyanı ailesinedir. Reddetti.

Hindistan 1947’de bağımsızlığına kavuştuğunda, Hindularla Müslümanlar birlikte yaşamanın yollarını arıyordu. Karunanidhi daha farklı bir çizgideydi o zaman bile. Hindistan’ın çoklu etnik, dilsel/dini nüfusunu birleştirmek, nihayet korumak için en iyi yolun Federalizm olduğunu savunuyordu. Bu çizgisi daha da gelişti, son yıllarına kadar ülkenin hakimi olan kurucu parti Kongre’nin seçkinliğine, tekelciliğine meydan okudu. Genç bir öğrenciyken, merkezi devlet Hintçeyi ulusal dil olarak kabul ettiğinde Tamil Nadu’da bir öğrenci gösterisi düzenlemiş, gösterilerin yayılması üzerine merkezi hükümet Tamilce’yi anayasaya tanınan dillerden biri olarak eklemiştir.

1969’da Tamil Nadu’nun Hindistan’dan ayrılmasını hedefleyen Dravida Munnetra Kazhagam partisinin liderliğine geldiğinde partiyi ayrılıkçı çizgisinden uzaklaştırıp hep savunduğu Federalizm çizgisine getirmiştir. Hindistan, birliğini biraz da ona borçludur.

Alt kast mensuplarının ilahıydı adeta. Ezilen sınıfları siyasal alana getirmeyi başarmış, onlara haklarını aramayı öğretmiş müthiş bir yol göstericiydi. Bir ateist olduğunu da ekleyeyim.

Hindistan yoksulları, ezilmişleri büyük önderlerini yitirdi. Yitirilen, hayal perdesinin oyun yazarı, siyaset dünyasının “gerçek” aktörüydü. İkinci sınıf ama son derece tehlikeli “figüranların” yönettiği bir dünyada gerçekten ciddi bir kayıptır Muthuvel Karunanidhi.

İki kızı, dört oğlu var. Sosyalist miydi bilemem ama siyasi mirasçısı olduğu söylenen ve Sovyetler Birliği Lideri Stalin’in ölümünden dört gün sonra dünyaya gelen oğluna verdiği isim şudur: M.K Stalin.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Yatıp kalkıp laik Cumhuriyet, Atatürk devrimlerine şükret.. - Şükran Soner

1977 seçim başarısının üzerine Ecevit’in sıcağı sıcağına ilk yurtdışı gezisi, Yugoslavya’ya oldu. Tito ile Sarayevo’nun dağlarında saatler süren özel görüşmesinde, dönemin Ankara Büyükelçisi Kosova Priştine’li dayımın Belgrad üniversitesinden yurt arkadaşı Ramadan da vardı. Çok etkilendiği görüşmeyi özetleyerek benle paylaşmış, bir özetini de Cumhuriyet gazetesinin sayfalarına yansıtmayı başarmıştım. 

Tito’nun liderliğini yaptığı üçüncü dünyanın dağılması, Balkanlar’ın parçalanması yolunda, ölümünün beklendiği, kaygılarının yaşadığı yıllardı.. Ecevit’in ideolojisini yarattığı özyönetimin de hayranı olarak, kalıcı barıştan yana dünya çapında felsefeyi de özümsemiş, Gandi hayranı sanatçı kimliği, laik Cumhuriyet, Atatürk devrimleri, değerlerinden yana bir lider olarak kazandığı seçim zaferiyle umutlanmıştı.. 

Başta Nasır, özünde İslamcı diktatörlükler kimlikleriyle İslam dünyasının, Tito’nun şahsında Yugoslavya’nın 3. dünya öncülüğü, liderliğine gösterdikleri saygı, bağlılığın sonucu elde ettikleri başarıların anılarından pek çok anlamlı tarihi yaşanmışlıklardan örneklerle paylaşmış, dünyanın gidişine ilişkin, kendi pencerelerinden yaşanmışlıkların değerlendirmelerini paylaşmıştı. Zaten Yugoslavya’da bu ziyaretin özü, Tito’nun oğlu ile buluşması olarak aktarılmıştı. Tito iki kutuplu dünya çekişmelerinde gelinen kritik, kanlı dönemeçteki kaygılarına geçiş yaparken, “3. dünya oluşumunda, İslam dünyasının tek laik Cumhuriyet’i Türkiye katılabilmiş olsaydı, 3. dünyanın gücüne güç katılacak, iki kutuplu dünyanın vahşi gerilimleri bu boyutlarda can yakıcı olmayacaktı”yorumunu katmıştı. Devamla, Balkanlar’da kaygısını yaşadığı emperyal kanlı parçalanma tuzağına karşı, Ecevit’in liderliğinde işbirliği umudunun doğduğu formülüne, beklentileri, barış umutlarına geçiş yapmıştı. Birlikte, sırt sırta verilirse, kan akıtılmasının durdurulabilmesi umudunu anlatırken, “Sizinle çatışmacı ülkelerin önüne biz çıkarız. Bizimle çatışmacılık isteyenlere karşı da siz fren yapabilirsiniz. Sırt sırta durabilirsek, tuzağı bozabiliriz..” sonucu çıkan bir işbirliği, güçlü dayanışmanın yolunu açmak istemişti..

***

Ne onun yaşı, Yugoslavya’yı birlikte tutma gücüyle, savaş tamtamları ile Amerika, AB’de içinde alınmış yol, kurulmuş emperyal çıkar tuzaklarının önüne geçilebildi. Ne de günlük döviz kriziyle rehin alınan Ecevit’in İktidarda kalıcı olabilme, gönlündeki bölge, ülke siyasetlerini geliştirebilme koşulları yetti. Balkanlar’da din odaklı, ırklar soslu kanlı çatışmacılıklar, katliamların tuzaklarında, Tito Yugoslavya’sından, hepsi de hâlâ vitrinde AB üyesi olmuş ya da aday adayı ülkeler konumunda olsalar da, arka bahçeye dizilmiş, hepsi de bağımlı yapay, aralarında kanlı bıçaklı 9 devletçik ile; Çekler, Slovaklar, Macarlar, Bulgarlar.. Sovyetler’den çok sayıda kopmuşlar olarak.. Yunanistan içlerinde, ekonomik, sosyal, siyasal sorunlar, iç cepheleşmeler çatışmalarında, daha insancıl bir gelecek için bekleşip duruyorlar.


İki binli yıllarda Atatürk devrimleri, laik Cumhuriyet’in kurtuluş, kuruluş savaşları destanları ile, hiç değilse Anadolu toprakları üzerinde göreceli yaratılabilmiş Anadolu uygarlığı, aydınlanmacılığı, değerleri ile buluşmanın, emperyal güç odaklarının hedef tahtasına alınmasını bir türlü anlayamıyordum. Tıpkı, doğduğum, çocukluğumun geçtiği Tito Yugoslavya’sının aynı ilkokul binasına farklı ırklar, dinler, mezhepler üzerinden çocuklarının toplanması, istedikleri diller, sanatlar üzerinden eğitim alabilmelerindeki mutluluklarına duyulan öfkeyi anlayamadığım gibi. AB gerçek çok kültürlülük, Amerika gerçek demokrasi kriterleri ile yönetilebiliyor olsalardı, kirli emperyal çıkarlar adına oyunlar, tuzaklar kurulmasaydı, daha yaşanası bir dünya, sadece insanlık adına değil, tüm canlılar ile çevre adına da kurulamaz mıydı? 

Ortadoğu, İslam dünyası, Afrika, Güney Amerika tuzakları çok daha vahşi, kirli çıkar hesapları, oyunlarında insanlık için günümüzdeki çok daha acımasız dünya düzenini getirdi.. Metroda tanıştığım Tahran’da yaşayan, aydınlanmacı bir kadınla birkaç dakikada gelişen dostluğumla bu yazıya nokta koymak istiyorum. İlk feminist anayasanın yazıldığı Afgan kadın hakları savaşımının üzerine, Taliban, El Kaide türevleri ile üretilen burkalılar mezalimini sorgulayarak söze girdik. İranlı feminist hareketinden gelmiş yolculuk arkadaşım, sonuç olarak ülkesindeki şeriatçı diktatörlüğü hedef almış Amerika’nın ambargosuna karşı kaygılı, öfkeliydi. Bir yanı ile Mustafa Kemal’i ziyaret ederek destek veren İran Şahının yönetimini daha çağdaş olarak değerlendiriyor, siyasal İslamcı tuzakların, ülkesini nasıl da ağır yüzyıllar gerisine çektiğinin gerçeğini atlamadan, kadınlar kuşkusuz içinde, tüm ezilenlerin işbirliğinin tek çıkış yolu olduğu gerçeğinde, barışçı çözümlerde buluşmaların yollarını sorguluyordu. En azından 8 yıl sürecek bir Irak-İran savaşı tuzağına düşülmemesi dileğinde buluşup kucaklaşarak ayrıldık.

Şükran Soner / CUMHURİYET

17 Ağustos 2018 Cuma

Samir Amin - KORKUT BORATAV

Samir Amin’i 12 Ağustos 2018, saat 16.18’de kaybettiğimizi Fikret Başkaya’dan öğrendim.

20’nci yüzyıl Marksizminin önde gelen isimlerinden biridir. Katkılarını yüzyılımıza da taşımıştır. Her anlamda enternasyonalist bir aydındı. Bu özelliğini yakından bilen dostu Fikret, biraz da Türkiyeli olduğunu doğrulayacaktır.


Samir Amin benden dört yaş büyüktü. Yıllar boyunca yollarımız birkaç kez kesişti. 
İlk karşılaşmamız 1983’te gerçekleşti. 12 Eylül rejimi, bizleri üniversitelerimizden uzaklaştırmıştı. Samir Amin, o tarihlerde hem Paris VIII (Vincennes) Üniversitesi’nde  profesör, hem de Dakar’daki Üçüncü Dünya Forumu’nda direktördü. Türkiye’den meslektaşlarına dayanışma gösterdi. İki kurumun ortaklaşa düzenlediği (“Akdeniz ülkelerinde gelişme sorunları” konulu) bir araştırmaya ve raporların tartışıldığı Napoli’deki sempozyuma Türkiye üniversitelerinden uzaklaşan dört iktisatçı davet edildi. Bu sayede Amin ve çevresiyle tanıştım. Orada oluşan bağlantılarım, bir yıl sonra Zimbabwe’de (Harare Üniversitesi’nde) iş bulmamı mümkün kılacaktı.  

Samir Amin, ilk toplantısı 2001’de Porto Alegre’de yapılan Dünya Sosyal Forumu’nun kurucularındandır. Bu Forum’un 2004’teki Mumbai toplantısında Amin’le tekrar karşılaştım, aynı panelde yer aldık. Belki o yıl Mumbai’de, belki de bir yıl sonra Manila’da bir kongre sonrasında eşi Isabelle’in de katıldığı uzun bir sohbetimiz oldu; Fikret Başkaya’nın kulaklarını çınlattık. 

Son olarak da Ağustos 2014’te (ölümünden tam dört yıl önce) Orta Doğu sorunlarının tartışıldığı ODTÜ’deki bir kongrenin açılış bildirisini Samir Amin sunmuştu. Benim bildirimin yer aldığı oturumun başkanı da Amin’di. Oturum sonrasında birlikte kahve içtik; günden güne bozulan “dünyanın hali” üzerinde uzun uzun konuştuk. 

                                                                 ***

Samir Amin’in yapıtlarını, katkılarını değerlendirmek bu yazının sınırlarını aşacaktır. “Kimdir?” sorusu ile başlayan birkaç tespit ile yetineceğim.

Marksist bir sosyal bilimci, komünist bir aydın, enternasyonalist bir militan, Türkiye’deki yayıncısı Yordam’ın yakıştırmasıyla, “Üçüncü Dünya halklarının Marksist sesi”… Samir Amin, bunlardan hangisidir? Hepsi birden, belki daha da fazlası… 

“Ne ekleyebiliriz?” diye düşündüm. Bendeki kitaplarını çıkardım; birkaç kayıp olduğunu fark ettim; yine de 1970’le 2008 arasında yayımlanmış dokuz kitap çıktı. Başlıkları bir yana, sadece konularını sıralayarak Amin’in katkılarının geniş yelpazesi, tekrar dikkatimi çekti: “Dünya ölçeğinde birikim”, “köylü sorunu ve kapitalizm", “değer yasası ve tarihsel maddecilik”, “eşitsiz değişim ve dönüşüm sorunu”, “çürümüş kapitalizm”, “emperyalizm ve küreselleşme”, “modernite, din ve İslam”, “sosyalizmin geçmişi, geleceği”, “liberalizmin eleştirisi”…  

Wikipedia’dan yayın listesine baktım; altmışa yakın kitabı var. Fark ettim ki, konulardaki çeşitlilik belli bir bütünlük taşımaktadır: Bütünüyle dünyanın hali eleştirilmektedir. 
“Bütünüyle dünya…” ifadesi, galiba belirleyicidir. Amin, ömrü boyunca çok sayıda “ülke araştırması” yapmış; bunları kitaplaştırmıştır. Adlarını vererek incelediği ülke sayısı 10’dur. Aynı zamanda ısrarla ülke sınırlarının da dışına geçmek; “bütünüyle dünyaya ulaşmak” çabası içindedir: Batı Afrika, Arap dünyası, Magrib, ABD hegemonyası, dünyanın Amerikanlılaşması, Avromerkezcilik, küresel tarihe Güney’den bakış, çağdaş kapitalizm, kapitalizmden sosyalizme uzun geçiş…

Okuduğum, tanıdığım Samir Amin, Arap’tır, Fransız’dır, Mısır’lıdır, Afrika’lıdır; ama hepsinden öte dünyalıdır… 

“Bütünüyle dünyaya ulaşmak” için de coğrafî genişlemeyi, betimleyici genellemeleri aşan kuramsal bir pusula ve/veya uzmanlaşma gerekecektir. Kuramsal pusula, Marksizm olmuştur. Amin, "bir uzmanlık alanına yerleştirilmeyi” reddedecektir; ama, bana kalırsa, en çok “politik iktisat” yakışır. Tarihsel maddeciliği de Marksist politika iktisatla birleştirmek şartıyla… Bu “birleştirme” önerimi kabul etmeyeceğini de biliyorum. 
Peki, bu kapsamda bir araştırma gündemi olabilir mi? Amin, imkânsız görünen böyle bir gündemi üstlenmiştir. Nasıl? Ülkelerden dünyaya uzanan coğrafî genişlemeyi, yazının başında değindiğim, “değer yasası”, “köylü sorunu”, “tarihsel maddecilik” gibi Marksist kuramın sorunsallarıyla bütünleştirerek…

“Bütünüyle dünyanın halini eleştirmek”, ancak böyle yapılabilirdi.  

                                                                 *** 

Bu türden, adeta “sınır tanımayan” araştırma gündemine Samir Amin nasıl, hangi sorularla başladı?  

Bir ipucu 1957 tarihli doktora tezinde var. Tezin tam başlığına göz atalım: Pre-kapitalist ekonomilerde uluslararası entegrasyonun yapısal etkileri: Ekonomilerin azgelişmişliğine yol açan mekanizmalar üzerinde teorik bir inceleme… Bu uzun başlıktaki “teorik” sözcüğü önem taşıyor ve Marksist kuramın rehberliği akla geliyor. Bu türden bir konu, Anglo-Sakson üniversitelerinde bir doktora tez çalışması olarak kabul edilemezdi. Fransa’da ise böyle bir tezin yönetimini, olsa olsa François Perroux özelliklerinde bir iktisatçı üstlenebilirdi. Öyle de olmuştur. 

Samir Amin, “teorik bir inceleme” olarak başlattığı bu konuyu, 1970’te ilk önemli yapıtına dönüştürdü: Dünya Ölçeğinde Birikim.

İki ciltlik, toplamı 948 sayfalık bu yapıtın özelliği, bölümlerinin sıralanmasıyla ortaya çıkıyor: 
  • Giriş
  • Eşitsiz uluslararası uzmanlaşma ve uluslararası sermaye akımları
  • Çevresel kapitalizm biçimleri
  • Çevre kapitalizmine geçiş; üretim biçimleri ve pre-kapitalist formasyonlar
  • Çevre kapitalizminin gelişimi: Azgelişmişliğin gelişimi
  • Çevrede sosyal formasyonlar
  • Çevrede parasal mekanizmalar ve dünya para sistemi
  • Çevrede ödemeler dengesinin uyumu
  • Sonsözler
Bu kapsamlı, ihtiraslı gündem, Samir Amin’i üç büyük akımın kesişme noktasına yerleştirecektir: Marksist emperyalizm kuramının Monthly Review çevresi tarafından güncelleştirilmiş uzantısı, Prebisch ve A.G. Frank’ın temsil ettiği Latin Amerika bağımlılık yaklaşımıve Wallerstein ile Arrighi’nin damgasını taşıyan dünya sistemi okulu

Sonraki yapıtlarının, katkılarının büyük bölümü, bu başlangıç çerçevesinin türevleridir. 
Bütünüyle dünyanın hali” bu türevlerle eleştirildi. Ne derecede tamamlandı? Ne kadar başarıldı? Elbette tartışılacaktır.

                                                                 *** 

Samir Amin, tarihsel ve güncel kapitalizmin incelenmesini, eleştirilmesini, eylemci olarak da sürdürdü. Üniversite öğrenciliği yıllarında Fransız Komünist Partisi üyesi oldu; başka devrimci çevrelerde de yer aldı. Merkez /çevre ikilemine ve bağımlılık sorunlarına açılımı yukarıda değindiğim doktora teziyle başladı. Sonuç, “Üçüncü Dünya”ya” dönük bir siyasî ve iktisadî çağrı da içerir: “Merkez”den (emperyalizmden) kopma… 

Aynı yıllarda Asyalı öğrencilerden bir başka Marksist militanla olası tanışıklığı, yıllar sonra Samir Amin’den “hesap sorulması” ile sonuçlanacaktı. Kamboçyalı Khieu Samphan, Amin’den iki yıl sonra 1959’da Paris’te doktorasını sunacak; tezinde Samir Amin’in iki yıl önce bitirdiği doktora tezine referans verecek; ülkesine dönecek; on altı yıl sonra kurulacak olan Demokratik Kampuchea devletinin (Kızıl Khmer’ler rejiminin) cumhurbaşkanı olacaktır.

Rejimin fiili lideri Pol Pot’un “emperyalizmden kopma” amacıyla yürüttüğü kıyımdan Kızıl Khmer’ler yıkıldıktan sonra Samphan da sorumlu tutulacak; yargılanacaktı. Amin’le beş  yıl önce ODTÜ Kongresi sonrasındaki sohbetimizde, “Samphan’ın 1959 tezinde bağımlılık sorununa yaklaşımı, Kamboçya’daki kıyımın nedeni olarak gösterilecek; bu çapraşık bağlantılar, benim de Kızıl Khmerler kıyımının fikir babası olarak suçlanmama yol açacaktı” diye yakınmıştı.

1960’lı yılların ikinci yarısında Çin ve SSCB komünist partileri ve sosyalist düşünürler arasındaki ayrışmada, Amin, Monthly Review çevresi ile birlikte Mao’cu tezlere yakın durdu. Sovyet sosyalizminin çöküşünden sonra da, ÇKP ile gönül bağlarını, hatta iletişimini korudu. Ancak, ÇKP’nin resmî söyleminde “Çin’e özgü sosyalizm” olarak nitelendirilen sistem, ona göre “devlet kapitalizmi”dir ve “sosyalizmin kuruluşu çok uzun bir yol olacaktır.” 

Üçüncü Dünya’nın sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadelesini temsil eden 1955 Bandung Konferansı’na, Bağlantısızlar Hareketi’ne büyük önem verdi. 1990’lı yılların sonunda yeşeren küreselleşme karşıtı akımın sözcülerinden biri oldu. Anti-emperyalist mücadeleyi daima anti-kapitalizmle birlikte ele aldı; reel sosyalizmin çöküşünü izleyen anti-komünist dalgaya direndi; “yeni sol” akımlara mesafeli kaldı. 

                                                                 *** 

Geçen yıl kaleme aldığı metinlerden biri bir çağrıdır: “İşçi sınıfının ve dünya halklarının Enternasyonali’ni yeniden inşa etmek zorundayız”  başlığını taşır. 
Çağrının ana mesajını özetleyeyim: Çağdaş emperyalist kapitalizm, sürdürülemeyecek özellikler kazanmıştır. Bugünkü sistem-karşıtı muhalefet yetersizdir. Kapitalizme karşı önce direnmek; sonra da ona son vermek için örgütlü, kolektif bir müdahale gerekmektedir. Bu örgütlenme İşçilerin ve Dünya Halklarının Enternasyonali biçiminde oluşmalıdır

Amin, bu mücadele örgütünü iki tarihsel akımın bileşkesi olarak öneriyor: Birincisi, kapitalizme karşı 19’uncu yüzyılın uluslararası mücadelesini simgeleyen ve nihaî ürünü Ekim Devrimi olan İşçi Sınıfı Enternasyonali’dir. İkincisi ise 20’nci yüzyıl emperyalizmine karşı kurtuluş hareketleri. Bu ikinci akımın en parlak ürünü, anti-emperyalist mücadeleyi sosyalizmle birleştiren Çin devrimidir: İşçi Sınıfının ve Dünya Halklarının Yeni Enternasyonali ise sentez olarak önerilmektedir.

Ölümünden üç ay önce yayımladığı bir başka “çağrı” da var: “Finansal Küreselleşme: Çin Katılmalı mı?

Sermaye hareketlerini ve finansal sistemi serbestleştirme adımlarının, Çin ekonomisinde yaratacağı olumsuz sonuçları ayrı ayrı inceleyen bu metin, ÇKP’ye yönelik bir “çağrı” ile son bulmaktadır: “Finansal küreselleşmenin dışında kalmak, sizin önemli bir silahınızdır; bu silahı düşmana vermeyiniz!” 

Marksizmin çağdaş bilgeleri katına çıkmış olması, Samir Amin’e bu tür çağrıları yapma hakkı vermekteydi. O da son yıllarında gereğini yapmıştır.  

Samir Amin’i sevgiyle, saygıyla, teşekkürlerle anıyorum. 

Korkut Boratav / SOL

Serbest uydurma tekniğiyle roman analizi yapmak - TAYLAN KARA

“...insan isterse, her zaman, her yerde, her şeyle her şey arasında bağlantılar bulur; dünya ansızın, her şeyin her şeye yollama yaptığı, her şeyin her şeyi açıkladığı bir akrabalıklar ağına dönüşür.”
U. Eco



“Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.”
Kafka’nın Dönüşüm kitabının çok bilinen bu ilk cümlesini şöyle yorumlasaydım ne düşünürdünüz:
Burada Kemalizm'in şapka ve harf devrimleri gibi tepeden inme devrimlerinin bireyde yarattığı gerilim anlatılmaktadır. Kemalist vesayetin Gregor Samsa’nın ruh halinde yarattığı kaos, romanda böcekleşme olarak vuku bulmuştur.
Böyle bir yorum için tek bir sözcük söylenebilir:  
UYDURMA!

Bu yorumun hiçbir kanıtı yoktur; bir kahve fincanının içindeki şekillere bakılarak yapılan yorumlar ne kadar doğru ise bu yorum da ancak o kadar doğrudur. Bu bir şakaysa anlamı olabilir ancak bu mantıkla roman analizleri yapılırsa, bu tür “analiz”ler ciddi ciddi yazılırsa, hele de bunlar kitap ya da teze dönüşürse, üzerinde durulması gereken çok önemli bir sorun var demektir. 
                                                                   *
Fredric Jameson’a ait bir saptama vardır: “Üçüncü dünya romanları birer ulusal politik alegori olarak okunabilir.
Bu aşırı genellemeci görüş zamanında çok tartışılmıştır.  Ama ele alacağımız konu, bu görüşle doğrudan bağlantılı değildir. 
Murat Belge ve öğrencileri, F. Jameson’un bu görüşünü temel alarak Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli romanını incelemiş ve bunu Zebercet’ten Cumhuriyet’e “Anayurt Oteli” adıyla kitaplaştırmıştır.
Bir romanı incelemenin birçok farklı şekli olabilir. Aynı roman, tarihin farklı dönemlerinde farklı şekillerde, farklı yöntemlerle yorumlanabilir. Ancak nasıl yorumlarsanız yorumlayın, yaptığınız yorumların dayanağı incelediğiniz roman olmalıdır. 
Hangi pencereden bakarsanız bakın, görüşlerinizin romandaki verilerle desteklenmesi gerekir. Kafanızda zaten ulaşmış olduğunuz sonuçları romana giydiremezsiniz. Romanda geçen olayları, kendi saplantılarınızı kanıtlamak için ilgili ilgisiz kullanamazsınız. 
Murat Belge ve öğrencilerinin Anayurt Oteli’ni inceledikleri bu kitapta yaptıkları tam da budur. Son derece keyfi yorumlar, akıl almaz bir şekilde okurun kafasına boca edilmektedir. 
Bu kitapta öyle yorumlar vardır ki kahve falına bakan bir falcının yorumları bile bu yorumlardan çok daha kanıtlı, çok daha makuldür. 

                                                                   *
Kitaptan bazı örnekler verelim. 
Romanın kahramanı Zebercet, kedileri sevmez ve romanda bir kediye tekme atar. Bu durum şöyle yorumlanır:
…uyarılmış olarak yatmaya giderken otelin kedisi bacağına sürtünür: … bir tekme salladı ama tutturamadı." 
"Neden? Ne var kediye tekme atacak? O da bir sıcaklık istiyor, alt tarafı. Ama Türklerin hayvanlara karşı oldukça yaygın sevgisizliğini, hoyratlığını görüyoruz. Kedilere tekme atma adeti var Zebercet'in. (1)” 
Zebercet, kedi sevmiyor olabilir mi? Zebercet, hayvan sevmeyen bir karakter olabilir mi? Bu kitapta ”Türkler’in hayvan sevmez olduğu” yargısına varmak için başka hiçbir veri, kanıt ya da akıl yürütme yoktur. Karakterin diğer özellikleri bütünüyle kişiselken neden hayvan sevgisizliği birden bire "Türkler hayvan sevmez" diye genellenir?
Bu bakış açısıyla;
Suç ve Ceza’nın kahramanı Raskolnikov’un işlediği cinayet “Rus vahşeti” midir?
Emma Bovary’nin kocasını aldatması “Fransız sadakatsizliği” midir?
Moby Dick’in kahramanı Ahab’ın inatçılığı “Amerikan manyaklığı” mıdır?
A.C. Doyle’un Sherlock Holmes’unun pipoyu sevmesi “İngilizlerin madde bağımlılığı”nın göstergesi midir?
Belirli bir romandaki bir karakterin herhangi bir özelliği, başka hiçbir veriyle desteklenmeden nasıl bütün bir toplumun genel özelliği gibi kabul edilebilir?

                                                                  *
Uysa da Uymasa da…
Kitaptan devam edelim:
“Kitabın başında bir başka önemli simgeyle karşılaşıyoruz: Zebercet'in ilk tanıtıldığı bölümde yaşının otuz üç olduğu belirtiliyor. İsa da otuz üç yaşında çarmıha gerildiği için bu yaş akla hemen onu getiriyor. Ama özdeşleşme bununla sınırlı kalmıyor: "O gece otelde ilçelerin birinde bir yakınlarının Ağırcezadaki duruşmasına gelmiş dört adam kalıyormuş; akşam yemeğinden dönünce sırayla Ahmet Efendi'nin elini sıkıp 'Ömrü uzun olsun' demişler." (s. 13)
"Yeni doğan İsa'yı üç kişi ziyarete gelir. Bunlar, Matta'da üç müneccim ("Magi"), Luka'da üç çobandır. Atılgan "üç otel müşterisi" fazla mekanik olabileceği için "dört kişi"yi daha uygun bulmuş olmalı. Ama yazarın aklında İsa simgesinin olduğu konusunda bir şüphe bırakmıyor. (2)”
Yorumcunun aklında, Zebercet ile İsa arasında paralellik kurmak var ama ziyaretçi sayısı buna uymuyor. İsa’ya gelen ziyaretçi sayısı üç, otele gelen ziyaretçi sayısı ise dörttür. Bu uyumsuzluk onlar için hiç sorun değil ama; yorumcu kafasındaki şablonu olguya giydirmekte hiçbir sakınca görmüyor. Siz illa ki kahramanı İsa ile özdeşleştirmek istiyorsanız, dert etmeyin, olguların buna uymamasının hiçbir önemi yok. Açıklama sadece şu:
Atılgan 'üç otel müşterisi' fazla mekanik olabileceği için 'dört kişi'yi daha uygun bulmuş olmalı.” 
Üç otel müşterisi “mekanik” de dört otel müşterisi niye “mekanik” değil? Bu mantıkla dört yerine altı veya dokuz ziyaretçi gelseydi yine bu açıklama yapılabilirdi:
Atılgan 'üç otel müşterisi' fazla mekanik olabileceği için 'ALTI kişi'yi daha uygun bulmuş olmalı.
Atılgan 'üç otel müşterisi' fazla mekanik olabileceği için 'DOKUZ kişi'yi daha uygun bulmuş olmalı.
Bu bir “yorumlama” değil tam tamına “kafadan uydurma”dır. Murat Belge ve öğrencileri yazar ve yazılan gerçek olur. Yapılan yorumun da hiçbir kanıtı yoktur. Hiçbir kanıt olması gerekmez, kanıtlama dertleri de yoktur. 
Kitap baştan sona böyle “uydurmalar”la doludur. 

                                                                    *

Kitabın kahramanı Zebercet ortalıkçı kadını öldürür. Bu cinayet Murat Belge ve öğrencileri tarafından şöyle yorumlanır:
Evet, Zebercet'in bir babası var, ama bu kişi "baba" işlevini görmeye yeterli değil. Zebercet'in babası Ahmet Efendi, daha çok, ilgisiz bir anneye, dolayısıyla da "Ortalıkçı Kadın"a benzemektedir. Önceki bölümün dipnotunda belirttiğimiz gibi, Ortalıkçı Kadın'ı boğan Zebercet, ilgisiz bir anne olan babasından intikamını almaktadır. (3)” 
Yorumcu, bu cinayeti meşhur “baba katli” klişesine benzetmek istemektedir. Ama Zebercet bir erkeği değil, bir kadını öldürmüştür. Olsun! Olgu klişeye uymuyorsa, klişeyi olguya uydurursunuz! Uysa da uymasa da!

                                                                     *
Yine kitaptan bir bölüm:
Kendini sımsıkı saran ipleri koparmak için Zebercet kaslarını gerdiği anda, havadan bir eşekarısı vınlamasıyla yüzüne saldırı[r] kedi." (s. 93) "Kedi/Vicdan"ın bu saldırışı, ister istemez İstiklal Marşı'nın şu dizelerini akıllara getirir:
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı,
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı,
Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı, (4)” 
Şaka değil, ciddi ciddi yazılmıştır bu yorum. Kedinin Zebercet’e saldırmasıyla İstiklal Marşı’nınbu dizelerinin ne ilgisi vardır? Kahve falındaki at ya da kuş şeklinin hayatımızla ne kadar ilgisi varsa bunların da o kadar ilgisi vardır. İlgisi olup olmamasıyla yorumcu ilgilenmiyor zaten, onun yorumlama biçiminde her şey, her şeyle, her biçimde ilişkilendirilebilir çünkü.  
Atış serbesttir.
B. Sadık Albayrak, Kir Teorisi kitabındaki bir yazısında bu türden keyfi yorumlamaları “rüya tabirciliği” olarak tanımlar (5).

                                                                  *

Her zaman tu kaka Cumhuriyet!
Kitap boyunca saplantılı bir Cumhuriyet düşmanlığı ile romandaki olaylar, son derece zorlama yorumlarla Cumhuriyet’i aşağılamak için kullanılır.
Kitapta şöyle bir yorum vardır:          
Diğer yandan, her şeye rağmen Anayurt işgalcilerden kurtarılmıştır fakat gelip geçiciliğiyle giren çıkanı çok da belli olmayan, Genelev çağrışımı da yapan Otelle birlikte anılması ülkenin kendi vatandaşlarına vatanlık - yurtluk yapamadığı anlamına da imkân sağlar. (6)“ 
Burada Anayurt-Genelev benzeşimi hakkında fazla yoruma gerek yok. Cumhuriyete karşı saplantı derecesindeki düşmanlık, bu ve benzeri birçok öznel yorum, kitap boyunca çok kez tekrarlanır. 
Bu derece keyfi, bu derece kanıtsız incelenen, kafada en baştan oluşturulmuş bir yargının ilgili ilgisiz giydirildiği başka bir “inceleme” daha var mıdır?
Evet vardır! Vardır ve orada da Murat Belge’nin imzası bulunmaktadır!

Murat Belge’nin yorumlarıyla yine sadece Murat Belge’nin yorumları yarışmaktadır!
Murat Belge’nin danışmanı olduğu “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın "Abdullah Efendi’nin Rüyaları’ Hikâyesinde ‘Ulusal Alegori’” başlıklı tezde de benzeri bir keyfilik görülmektedir. 
Tanpınar’ın öyküsünde bir lokantada fiziksel olarak güzel olmakla birlikte davranışları uyumsuz sarışın bir kadın vardır. Bu kadının durumuna şöyle bir yorum getirilmiştir:
Lokantadaki sarışın kadın ilk bakışta fiziksel güzelliği ve hareketlerinin zarif uyumuyla dikkat çeker. Fakat daha dikkatli bir bakış, uyum içinde görünendeki bozukluğu, eksikliği ve (her zaman biçimsizliği olmasa da) biçimlenmemişliği yahut biçim ile kaos arasındaki kararsız geçişi Abdullah Efendi’nin gözü önüne serer… Cumhuriyetin hâkim ideolojik söyleminde cisimleşen ve bir birlik, bütünlük, düzen biçimi olarak dayatılan etnik merkezli ulus gerçekte bu biçime bir türlü sokulamayan, dikiş tutmaz etnik unsurların ―bozucu tehdidi altındadır. (7)”
Tezden bir başka alıntı:
Abdullah Efendi hikâye boyunca bir dizi açık ve kapalı mekânda bulunur. Bu mekânların hepsini ortaklaştıran nokta, duyduğu sıkışmışlık ve kapatılmışlık hissidir. Tanpınar‘ın kurmaca eserlerinin çoğunda mükerrer biçimde karşımıza çıkan kapatılmışlık, hapsolma, sıkışmışlık izleği genel olarak Türkiye‘nin iç politikaya gömülmüş halini, dışarıya karşı teyakkuz durumunun ―içeridekilere hissettirdiği ―mahpusluk duygusunu alegorikleştirme işlevi görür. (8)” 
Açık ve kapalı mekânlar ve onların oluşturduğu sıkışmışlık hissi neden “Türkiye’nin içerdekilere hissettirdiği mahpusluk duygusu”nu çağrıştırır? 
Bu yorum neye dayanır? Hiçbir açıklaması yoktur. Tamamen keyfi bir yorumdur.
Murat Belge ve tez öğrencisi bu parçayı “stadyumlardaki açık ve kapalı tribün ve passolig alegorisi” diye de yorumlayabilirdi. 
Belki de Abdullah Efendi’nin bu sıkışmışlık hissi, “Beylükdüzü metrobüsüne binmek isteyen bir yolcunun, metrobüse bindikten sonra hissettiği duyguların alegorisi”dir!
Belki de Abdullah Efendi’nin bu sıkışmışlık hissi, “Vestel marka LCD televizyonun kumandasının açma-kapama düğmesinin” ya da “ABD ile Meksika arasında zaman zaman kapanan sınır kapısının politik alegorisi”dir!
Abdullah Efendi’nin bu sıkışmışlık hissi “bizim mahallede gece 12’de kapanan ve sabah 7’de tekrar açılan bakkalın,” 
“her haziranda kapanıp eylülde tekrar açılan okulların,” 
“yoğun bakımda bilinci zaman zaman kapanıp tekrar açılan 85 yaşındaki dedemin,” alegorisi bile olabilir!
Murat Belge ve öğrencisinin bu yorumu ile yukarıdaki fantastik cümlelerin mantık değeri ya da kanıt gücü birbirinden farksızdır. 

                                                                   *

Öyküde masada bir sürahi su vardır, bir çocuk Abdullah Efendi’nin bu suyu içmesini istememektedir. Bu sahne, metinde  “Türk modernleşmesinin olumsuz hâli”, “erken Cumhuriyet döneminin tasfiyeci siyasal tutumu” olarak şöyle yorumlanır: 
Abdullah Efendi‘nin içmek için yanıp tutuştuğu suya estetik bir nesne, bir oyuncak muamelesi yapan bu hasta çocuk, zamansal akıştan kopmuş maziyi hayati bir işlev için hatırlamak, oluşa katarak hayatı onunla beslemek yerine, onu donmuş bir imgeye hapseden Türkiye modernleşmesinin bir alegorisi gibi görünmektedir. Bir başka ifadeyle, Abdullah Efendi ile su arasında engel oluşturan çocuğu, şimdi ile mazinin buluşmasını engelleyen erken Cumhuriyet döneminin tasfiyeci siyasi tutumuyla yan yana düşünmek mümkündür. (9)”
Kanıt?
Ne kanıtı!
Bu yorumu destekleyen bir gram kanıt, herhangi bir akıl yürütme, en küçük bir argüman vs. hiçbir şey yoktur. Bu ifadeleri inandırıcı bulmayanlar isterlerse bağlantısı verilen tezi de okuyabilir. 

Bu yorumun TEK KANITI KENDİSİDİR!

Bu metindeki “Türk modernleşmesi” ifadesini çıkarıp yerine 
“Alman modernleşmesi,”  
“Japon gericileşmesi,” 
“Anadolu Selçuklu yayılmacılığı” ya da 
“Sümer çağdaşlaşmacılığı” yazsanız da bu metinde hiçbir şey değişmezdi. 
  
                                                                   *

Bir başka alıntı:
Bütün bu kalabalık, değişmiş, hüviyetini kaybetmiş vücutların doymak bilmez iştahlarıyla birbirleriyle birleşiyor, kenetleniyor, halkalanıyor, birbiri içinde kayboluyor, birbirinden doğuyor, elle tutulacak kadar kesif bir homurtu içinde ölüp diriliyorlardı […]Korkunç ferdi hazların iştahıyla yanıp tutuşan garip mahluklarıyla rastgele bir araya toplanmış olan bu nizamsız kalabalık, Tanzimat ve bilhassa Cumhuriyet sonrasının cemaatlik bilincini yitirmiş, ortaklaştırıcı değerlerden yoksun toplumunun bir alegorisi gibidir. (10)”
Bu nizamsız kalabalık niçin “Tanzimat” ve “BİLHASSA CUMHURİYET SONRASI cemaatlik bilincini yitirmiş, ortaklaştırıcı değerlerden yoksun toplumun” alegorisidir?
Zincirlikuyu Metrobüs Durağı’ndaki kalabalığın alegorisi de olabilir!
De Gaulle’ün cenazesindeki kalabalığın alegorisi de olabilir!
Fenerbahçe-Çaykur Rizespor maçındaki seyircinin alegorisi de olabilir!
İspanya’da boğa güreşi izleyicilerinin alegorisi?!
Hacı Kamil Dursun İlköğretim Okulu’nda son ders zili çaldıktan 45 saniye sonraki öğrenci kalabalığının alegorisi olmasın sakın?!
Bu cümlelerle, metindeki cümleler keyfilik bakımından birbirinden farklı mıdır?

                                                                   *

Tanpınar metinlerinde alegori hem Cumhuriyet projesinin toplumsal varlığın şimdisinde yarattığı tahribatı tarihsel bir hattan eleştirmek gibi negatif, hem de söz konusu projenin reddettiği geçmişi makbul yanlarıyla bugüne taşımak gibi pozitif bir işlev görmektedir. (11)” 
Konu ne olursa olsun ve ne kadar alakasız olursa olsun sözü Cumhuriyet’e getirip mutlaka bir laf sokmak, Murat Belge metinlerinin alametifarikasıdır.Bu olmadan o metin eksik kalır. 
                                                                    *

Bu mantıkla herhangi bir metni keyfinize göre istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz. Her kitabı ilgili ilgisiz Cumhuriyet'e ve Kemalizme bağlayabilirsiniz.
Örneğin: 
Raskolnikov çatırdayan merdivenden ağır ağır çıktı.” Yorumumuz:
Burada çatırdayan merdiven, Kemalist ilerleme düşüncesinin toplumda yarattığı tahribatı simgelemektedir!
Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” romanında, romanın kahramanı bir madleni çaya batırdı. Yorumumuz:
Burada çay dünyayı, madlen ise Kemalist Cumhuriyeti temsil eder. Madlenin çayın içinde erimesi, diğer bir deyişle parçalanması, modernleşme paradigmasıyla dünyaya açılan Kemalizmin başarısızlığını ve ideolojisinin parçalandığını gösterir!”  
Kim tutar sizi?
Anna Karenina, romanın sonunda trenin önüne atlayarak intihar etti.Yorumumuz: 
Raylar Kemalist devlet ile vatandaş arasındaki mesafeyi temsil eder. Kilometrelerce paralel seyretmelerine rağmen arada hep bir mesafe vardır ve bir türlü kesişmez. Kemalist bürokrasi ile halk arasında daima bir metal soğukluğu vardır.
Kanıt? 
Ne kanıtı? Kanıt benim sözlerim!

                                                                    *

Serbest Uydurma Tekniği
“Kahve falında at görmek, murattır.”
“Kahve falında kuş görmek, hayırlı bir haber alacaksın demektir.”
Bu yorumlar ne kadar “temellendirilmiş”, ne kadar “kanıtlı”, ne kadar “nesnel” ise Anayurt Oteli için yukarıda yapılan yorumlar ve Abdullah Efendi’nin Rüyası üzerine yazılmış bu tezdeki iddialar da o kadar “temellendirilmiş”, “kanıtlı” ve “nesnel”dir. 
Bir kahve fincanı içindeki telvenin şekli ne kadar at, ne kadar antilop, ne kadar köpek, ne kadar keçiyse yukarıdaki alıntıların söyledikleri de o kadar geçerlidir. 

Ortada bir kanıt, bir kanıtlama derdi, bir akıl yürütme, yorumları destekleyecek herhangi bir malzeme yoksa söylediklerinizin yazdıklarınızın kahve falından zerrece farkı yoktur. 

Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi bu yorumlar metin incelemesi, roman değerlendirmesi değil “serbest uydurma tekniği” ile yazılmış kahve falcılığıdır. 
Bu mantıkla herhangi bir metin hakkında aklınıza gelebilecek her yorumu yapabilirsiniz. 
Serbest uydurma tekniği, bir roman inceleme yöntemi değil ancak bir “ahmaklaştırma yöntemi” olabilir.

Taylan Kara / SOL


Kaynaklar
1. Zebercet’ten Cumhuriyet’e “Anayurt Oteli” , Nergis Öztürk, Necdet Berk Özler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015, İstanbul, sf12.
2. Age sf 53.
3. Age sf 90
4. Age sf 87.
5. Yalçın Küçük, B. Sadık Albayrak, Taylan Kara, Kir Teorisi, sf 324, Doğu Kitabevi, 2018, İstanbul.
6. Age sf 114.
7. Emine Ayhan, Tez Danışmanı: Prof. Dr. Murat Belge, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” Hikâyesinde “Ulusal Alegori”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Karşılaştırmalı Edebiyat Yüksek Lisans Programı, 2011, İstanbul. sf. 67
8. Age sf. 68.
9. Age sf. 86.
10. Age sf. 83.
1. Age sf. 89.