12 Şubat 2021 Cuma

Ekvador’da Seçim ve Latin Amerika Solu - Korkut Boratav / SOL

 Faşizmin, emperyalizmin, sermaye tahakkümünün bunalttığı Türkiye gibi ülkelere, Latin Amerika bir kez daha hatırlatıyor: Başka bir dünya mümkündür…


Ekvador’da 7 Şubat 2021 tarihli başkanlık seçimlerinin ilk turunu sosyalist aday, en yakın rakibinden 12 puan önde bitirdi. 11 Nisan’daki ikinci turu kazanacağı aşağı yukarı bellidir. Bu sonuçla sol, son üç yılda üç Latin Amerika ülkesinde yeniden iktidara dönmüş oluyor.

ABD, Avrupa ve Asya’da yeni-faşizmler yerleşirken, Latin Amerika solu bir canlanma evresine mi girdi?

Benzer soruları zaman zaman bu köşede tartıştım. Ekvador seçimi vesilesiyle, Latin Amerika Solu’nun son çeyrek yüzyıldaki iniş-çıkışlarını hatırlatarak günümüze bakmak istedim.

1998-2015: Neoliberalizme karşı “pembe dalga”

Neoliberalizm dünyada ilk defa Pinochet döneminde Şili’de uygulanmaya başladı. 1980 sonrasında en hızlı yaygınlaştığı “Güney” coğrafyası da Latin Amerika oldu. Askerî rejimler (Türkiye’deki gibi) belirleyici rol üstlendi.

Sermayenin sınırsız tahakkümü söz konusuydu; halk sınıfları direnecek, siyaseti etkileyecekti. Neoliberalizme karşı çıkan ilk iktidar da Latin Amerika’da gerçekleşti: 1998’de Venezuela’da geleneksel partilere sol bir programla karşı çıkan Hugo Chavez başkanlık seçimini kazandı; “Bolivar’cı devrim” diye adlandıracağı dönüşümü başlattı.

Venezuela, Latin Amerika’da sonraları “pembe dalga” diye anılacak olan sol iktidarların başlangıcıdır. 2002’de Brezilya’da İşçi Partisi lideri Lula da Silva’nın başkanlığı kazanması kritik bir aşamadır. 2015’e gelindiğinde Latin Amerika’nın önemli bir bölümü sol iktidarlar tarafından yönetilmekteydi: Venezuela, Brezilya, Arjantin, Bolivya, Ekvador, Nikaragua, Uruguay…

“Pembe” sıfatı, Batılı çevrelere aittir; Fidel Castro’nun simgelediği Küba devrimi kapsam dışındadır. “Kızıl” değil, “pembe yakıştırması haklıdır. Neoliberal programların bazı öğelerine karşıtlıkta birleşirler. Bölüşüm ilişkilerinin piyasaya teslimiyeti sınırlandı; telafi öncelik taşıdı; kısmen başarıldı. Eğitim, sağlık sistemlerinin ticarileşmesi frenlendi. Yoksul, emekçi katmanlara dönük sosyal aktarımlar yaygınlaştı; artırıldı. Yeraltı kaynakları ve enerji alanlarındaki ulusallaştırmalar dışında mülkiyet ilişkilerinde devrimci dönüşümler gerçekleşmedi.

Makro-ekonomik politikalarda çeşitlenme vardır: Ülkeler, neoliberal reçeteleri koruyan (Brezilya) veya büyük ölçüde reddeden (Arjantin) örnekler arasında dağılmıştır.

Pembe dalga ülkeleri (Küba’yı da katarak) ABD’nin Latin Amerika’daki tahakkümünü frenleyecek dayanışma, işbirliği örgütleri oluşturdu.

Karşı-devrim tepkileri: 2002’den 2019’a…

"Pembe dalga”, yerli sermaye, uluslararası finans kapital ve ABD ittifakının karşı-devrim hamleleri ile cebelleşti. Askerî darbeler, zaman içinde geliştirilen “sivil” darbe yöntemleri ile bütünleşti. Finans kapitalin kriz tetikleyici baskısı daima etkili oldu.

Geleneksel-askerî darbe örneklerini sıralayayım: Venezuela’da 2002’de Chavez’e, 2019’da Maduro’ya karşı girişilen başarısız girişimler; 2009’da Honduras’ta Başkan Manuel Zelaya’yı, 2019’da Bolivya’da Başkan Evo Morales’i iktidardan uzaklaştıran başarılı darbeler…

“Sivil darbe” yöntemlerinin ilki, 2012’de Paraguay’da Kongre tarafından görevden alınan solcu Başkan Fernado Lugo’ya uygulandı.

İkinci örnek Brezilya’dadır; iki aşamada gerçekleşti: Önce, iktidarı 2015’te Lula’dan devralan İşçi Partili Dilma Roussef iki yıl sonra parlamento tarafından “seçimlerde usulsüz harcama” iddiasıyla görevden uzaklaştırıldı. Sonra, 2019’da başkanlığı kazanacağı öngörülen Lula, düzmece suçlamalarla yargılandı; hüküm giydi; aday olması önlendi. Faşist Bolsonaro’ya başkanlık yolu böylece açıldı.

Ekvador’da da iki aşamalı bir “sivil darbe” uygulandığı söylenebilir: Önce, 2017’de sol bir programla başkanlığı kazanan Moreno “içten fethedilecek”tir. Sonra, bir önceki sosyalist Başkan Rafael Correa düzmece suçlamalarla hüküm giyecek; 2021 seçimlerinde aday olması önlenecektir.

Solcu yönetimlerin, seçimlerle iktidarı yitirmelerini unutmayalım. Arjantin’de 2015’te neoliberalizmin gözdesi Mauricio Macri’nin başkanlığı kazanması gibi… 2019’a gelindiğinde Latin Amerika’nın “pembe dalgası”ndan geriye iki ülke kalmıştı: Venezuela ve Nikaragua…

“Pembe dalga” ülkelerinin seçim ve “sivil darbe” yenilgilerini etkileyen temel bir soruna değinelim. Latin Amerika’da sınıf ve ırk ayrımları iç içedir: Yerleşik sınıf hiyerarşisini aşındıran bölüşüm politikaları, beyaz yakalı emekçileri ve “orta sınıfları” tedirgin edebilir. Pembe dalga ülkelerinin çoğunda “ulusal” sermaye çevreleri, ekonomik güçlerini, medya hakimiyetini korudu; bu katmanları meydanlara, sandıklara sürükleyebildi.

Sol iktidarların “sivil darbe” ve seçim yenilgilerine, bu muhalif kitle tabanı katkı yaptı.

2019 ve sonrası: Halk muhalefeti siyasete taşınıyor

2019’da tüm Latin Amerika’da, neoliberal, sağcı, baskıcı iktidarlara karşı bir kalkışma dalgası patlak verdi. Kalkışmalar siyasete de taşındı. Siyasete yansıyan örnekleri hatırlatayım.

Ekvador’da IMF programına karşı Ekim 2019’da sert bir kalkışma patlak verdi. Emekçi ve özgün (“yerli”) halk örgütlerinin ayaklanması karşısında hükümet, başkent Quito’dan ayrılmak zorunda kaldı. Ayaklanmanın temsilcileri ile görüşmeler iki haftada sonuçlandı; “kemer sıkma” önlemleri iptal edildi.

IMF programı, bir yıl içinde yenilenecek; ancak Başkan Moreno’nun seçmenler nazarında itibarı yüzde 8’e düşecek; 2021 seçimlerinde sosyalist aday Andres Arauz’a Başkanlık kapısı böylece aralanacaktır.

Neoliberallerin “gözde ülkesi” Şili de milyarder başkan Pinera’ya karşı sert bir kalkışma dalgası 2019’da patlak verdi. Şili halkı, sadece neoliberal uygulamaları değil, bu politikaların dayanağını oluşturan Pinochet Anayasası’nın iptalini de istemekteydi.

İktidar, bu talebi bir referanduma taşımak zorunda kaldı. 23 Ekim 2020 referandumu, yüzde 78’lik bir oyla darbe anayasasının iptalini kesinleştirdi. Nisan 2021’de yeni anayasayı hazırlayacak Kurucu Meclis seçimi yapılacaktır. Kasım’daki başkanlık seçimini sosyalist bir adayın kazanacağı bekleniyor.

Sermaye tahakkümüne karşı halk muhalefetinin siyasete (sandığa) en erken yansıması, “pembe dalga”nın dışında kalmış olan Meksika’da gerçekleşti: Lopez Obrador, Temmuz 2018’de neoliberalizm karşıtı bir programla ve ezici oy farkıyla başkanlığı kazandı.

Sonraki yansıma 2019’da Arjantin’de gerçekleşti: Sol Peronist Alberto Fernandez yüzde 45’lik eşiği geçerek ilk turda başkan seçildi.

Solun üçüncü zaferi, Evo Morales’i iktidardan uzaklaştıran 2019 Bolivya askerî darbesinin bir yıl içinde iflası ile gerçekleşti. Darbe ortamında halk örgütleri dağılmadı. Morales’in partisi MAS’ın adayı Luis Arce Ekim 2020’de yüzde 55’lik oyla ilk turda Başkan seçildi.

Şubat 2021: Sol, Ekvador’da iktidara yaklaşıyor

Ekvador’da Şubat 2021’deki başkanlık seçimini solcu aday Andres Arauz, yüzde 32,2’lik oyla ilk sırada bitirdi. Arauz, 2007-2017 boyunca ülkeyi yöneten (ve seçime girmesi engellenen) sosyalist Rafael Correa’nın desteğiyle aday olmuştu. Seçime çeşitli engellemeleri aşarak, yeni bir partinin adı altında girmek zorunda kalmıştı.

Arauz, seçim kampanyasını Rafael Correa’nın politikalarını sürdürmek, ileri taşımak hedeflerine dayandırdı; IMF programını iptal edeceğini açıkladı.

Correa’nın on yıllık yönetiminin parlak sicili, Arauz’un seçim başarısına katkı yaptı. Ekvador, 2007-2017 yıllarında iktisadî ve sosyal göstergeler bakımından Latin Amerika’nın en başarılı ekonomilerinden biriydi.

Moreno’nun neoliberal politikalarının bilançosu ise zıt doğrultudadır: Korona-öncesi dönemde (2017-2019’da) kişi başına GSYH yüzde 1,5 gerilemiştir. Korona krizi çok kötü yönetilmiş; Ekvador, salgına en ağır kayıp veren Latin Amerika ülkelerinden biri olmuştur.

11 Nisan’da Arauz’la yarışacak olan Yaku Perez ise, 2019’da IMF karşıtı kalkışmalara ön saflarda katılan özgün (“yerli”) halk muhalefetini temsil ediyor. İlk turda oyların yüzde 19,8’ini aldı. Çevreci ilkelere dayalı programında, madencilik yatırımlarının frenlenmesini savunuyor.

Ekvador’da başkanlık yarışı, böylece, neoliberalizme karşı mücadele veren iki akımın temsilcisi arasında sonuçlanacaktır. Seçime katılan on altı adaydan halk muhalefetini temsil eden Arauz ve Perez, toplam oyların yüzde 52’sini kazanmıştır.

Faşizmin, emperyalizmin, sermaye tahakkümünün bunalttığı Türkiye gibi ülkelere, Latin Amerika bir kez daha hatırlatıyor: Başka bir dünya mümkündür…

Korkut Boratav / SOL

11 Şubat 2021 Perşembe

Anadolu'nun ortasında Zerdüştlük izleri: Oluz Höyük - Nuray Pehlivan / duvaR.

 

Oluz Höyük’te ele geçen buluntular Zerdüşt dini ve ateş kültünün erken dönemlerinin anlaşılmasının yanı sıra Kubaba tapınımı hakkında yeni ve çok önemli bilgiler sunuyor. Kazı Başkanı Şevket Dönmez’le Oluz Höyük buluntularını ve yürüttükleri çalışmaları konuştuk.


İZMİR -
 Amasya kent merkezinin 25 km. güneybatısındaki Oluz Höyük’te 2007 yılında başlatılan ve kesintisiz olarak devam eden arkeolojik kazılar, tarihsel öneminin yanı sıra dinsel bir boyut da kazanmaya başladı.

Oluz Höyük kazılarında, 2018 yılında bulunan Pers Sarayı kalıntılarının ardından bu yıl da Frig Dönemi’ne ait 'Kubaba Sunağı' keşfedildi. Daha önce bu döneme ait bir dini yapıya rastlanmadığını söyleyen Oluz Höyük Kazı Başkanı Şevket Dönmez, yerleşimin keşfediliş hikâyesini, Kubaba’nın Anadolu’daki yayılımını ve Kubaba tapınımının Friglerle bağlantılı olduğunu kanıtlayan ne tür verilere ulaştıklarını anlattı.

Arkeoloji hayatına 1989 yılında Prof. Dr. Veli Sevin’in kazı projelerine katılarak başlayan Şevket Dönmez, 1991 yılının sonuna kadar Van Kalesi, Van Kalesi Höyüğü ve Bismil-Üçtepe gibi dönemin önemli kazılarında çalıştı. 1991 yılında İstanbul Üniversitesi Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi’nden mezun olan Dönmez, aynı anabilim dalında araştırma görevlisi olarak akademik hayatını sürdürüyor.

















                                                                  Oluz Höyük Kazı Başkanı Şevket Dönmez


Arkeolojiye Urartu çalışarak başladığınızı biliyoruz. Oluz Höyük’te kazı yapmaya nasıl karar verdiniz?

Van Kalesi’ndeki yani Urartu başkentindeki kazılar bana bu çok önemli Anadolu Demir Çağı krallığını ve kültürünü anlama ve tanıma fırsatı verdi. Sonrasında ise Karadeniz bölgesinde çalışmaya başladım. Samsun, Sinop, Amasya ve Tokat’ta yüzey araştırmaları gerçekleştirdim.

Orta Karadeniz Bölgesi’nin kıyı kesiminde yer alan İkiztepe’de Erken Tunç Çağı mezarlığının açığa çıkarılmış olması, bu yerleşmenin Anadolu arkeolojisindeki önemini bir kat daha artırdı. Ancak İkiztepe’nin sunduğu bulgular, Orta Karadeniz Bölgesi arkeolojisinin sorunlarını çözmeye, bilinmeyenlerini öğrenmeye yeterli olmadı. Ayrıca, buradaki arkeolojik bulgular pek çok yeni soruyu da gündeme getirdi. İkiztepe’de Erken Kalkolitik Çağ’ın sonlarında ilk iskân edenler kimlerdi, nereden gelmişlerdi, Hitit Dönemi’nde İkiztepe neden ıssızlaşmıştı ve niçin İkiztepe uzun Demir Çağı sürecinde yalnızca Geç Demir Çağı’nda yerleşim görmüştü? İkiztepe kazılarında 14 yıl bilfiil kazı heyetinde görev yapmış ve çalışmış bir bilim insanı olarak bu soruların yanıtlarının orta Karadeniz bölgesinin kara kesiminde ya da başka bir deyişle kuzey-orta Anadolu’da bulunduğunu daima hissettim. Böylece 2007 yılında Amasya yakınlarındaki Oluz Höyük kazısına başladım.

‘OLUZ HÖYÜK’Ü 72 YIL SONRA YENİDEN KEŞFETTİK’

Oluz Höyük’ün keşfediliş hikâyesini anlatır mısınız? Bu yerleşimin Karadeniz coğrafyası için önemi nedir?

Alman asıllı Amerikalı Arkeolog H.H. Von Der Osten, orta Anadolu ve orta Karadeniz yüzey araştırmaları sırasında, Zile-Amasya yolu üzerinde, Göynücek ilçesi yakınlarındaki, Alman bir aileden ve onların çiftliğinden bahseder. 1926 yılının Ağustos ayının ortalarında 33 yıldır yörede yaşayan bu aileye misafir olan Osten ve ekibi, çiftlikte bir gece kalırlar. O geceyi hasta bir şekilde geçiren Osten, çiftlik sahiplerinin yakın çevredeki arkeolojik yerleşme ve kalıntılarla ilgili verdikleri ihbarları da kendisini iyi hissetmediği için değerlendiremez ve bu durumdan da üzüntüyle bahseder. Buna karşın Amasya’ya giderken Oluz Köyü yakınlarındaki ovada oldukça büyük bir höyüğü ziyaret eder. Ben de Osten’in ziyaretinden 72 yıl sonra bölgede yaptığım yüzey araştırmaları sırasında Oluz Höyük’ü yeniden keşfettim ve arkeoloji literatürüne kazandırdım.

280 metre çapında ve ovadan yüksekliği yaklaşık 15 metre olan Oluz Höyük’te bugüne değin saptanan 10 yerleşme katmanı, Kalkolitik Çağ’dan, Helenistik Dönem sonuna kadar yaklaşık 4 bin 500 yıllık uzun bir süreci içeriyor. Bunlar içinde Pers, Frig ve Hitit tabakaları dinsel özellikleri ile ön plana çıkmakta. Höyük, bugüne değin açığa çıkan bulguları ile Amasya tarihindeki -mişli geçmiş zaman unsurlarını -dili geçmiş zamana dönüştürmeye başlayan çok önemli bir merkez.

Kubaba heykelciği parçası.

‘KUBABA, FRİG HALKININ DİNSEL YAŞAMININ EN ÖNEMLİ FİGÜRÜ’

Geç Hitit devrinde Kubaba tapınımını özellikle Karkamış ve çevresinde görünüyor. Peki, kökeni konusunda nasıl bir bilgiye sahibiz?

Kubaba’nın kökeni Anadolu’nun tabiatperest inanç sistemine değin uzanır. 'Tabiat Ana', 'Doğa Ana' olarak Neolitik Dönem’de figürinlerle görsel biçimde karşımıza çıkan ana tanrıça, Hitit Dönemi’nde 'Kubaba' ismiyle ve aslında çok da önemli olmayan bir tanrıça olarak görünmektedir. 

Hatta söz konusu bu dönemde herhangi bir betimi yoktur. Frig dini ise çok tanrılı gibi görünse de gerçekte bu durum tartışmalıdır. Bereket, doğa ve toprak tanrıçası Matar/Mater (Ana), gücü ve karizmasıyla panteonu domine eder görünümdedir. Kızılırmak havzası, güney-güneydoğu Anadolu ve kuzey Suriye’de 'Kubaba' olarak anılan Matar, Frig resim sanatında betimlenmiş tek tanrıçadır. Kubaba, Frig halkının dinsel yaşamının en önemli figürüdür. Anadolu kökenli olmayan ve bu coğrafyaya M.Ö. 13. yüzyıldan itibaren girmeye başlayan Friglerin, Midas Dönemi’ne değin Kubaba ile ilgili bir tapınımları olmadığı anlaşılmaktadır.

Kubaba’nın Anadolu’daki yayılımı hakkında arkeolojik veriler bize neler söylüyor?

Neolitik Dönem’in ilkel din anlayışından semavi dinlere uzanan tarihsel süreçte büyük saygı gören ve tapınılan ana tanrıça, her dönemde Anadolu’nun en önemli ve en eski tanrıçası olmuştur.

Friglerin Matar, Mater, Matar Kubileya dedikleri ana tanrıça, Asur Ticaret Kolonileri Çağı, Hitit ve sonrasındaki Geç Hitit coğrafyasında Kubaba, Lykia’da Kybebe olarak adlandırılıyordu. Eski Yunanların Kybele, Romalıların ise Magna Mater (Büyük Ana) olarak isimlendirdikleri ana tanrıça ile ilgili bulgular son yıllarda daha çok Kızılırmak Havzası ve yakın çevresinden geliyor.

‘OLUZ HÖYÜK KUBABA HEYKELCİĞİ FRİG SANATINI YANSITIYOR’

Oluz Höyük kazı çalışmaları sırasında ele geçen Kubaba’nın, Ordu’da Kurul Kalesi’nde 2016 kazı sezonunda bulunan heykel ile benzerlikleri ve farklılıkları neler?

Kurul kalesi, Karadeniz arkeolojisi için askeri ve dinsel açıdan çok değerli bulgular ve bilgiler sağlayan bir yerleşme durumuna geldi. Buraya gerçekleştirilmiş bir saldırı sonucunda yangın enkazı içinde kalmış olmaları Kurul kalesi bulgularının, günümüze ulaşmalarını sağlamış gibi görünüyor. Kurul kalesinde in-situ bulunmuş olan tahtında oturur durumdaki Kybele, gerçekte Kubaba’nın Yunanlaşmasını da yansıtmaktadır. Özellikle Anadolu’nun kıyı bölgelerinde M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren gerçekleşmeye başlayan Yunanlaşma ve sonrasındaki Romalılaşma sonucunda Kybele’nin ortaya çıktığını biliyoruz. Bugün yanlış bir şekilde Kubaba ve Matar, arkeoloji ve tarih yazımında çoğu kez 'Kybele' adıyla tanınıyor.

Oluz Höyük Kubaba heykelciği MÖ 6. yüzyıla ait olup, stilistik açıdan Frig sanatı özellikleri yansıtır. Kurul kalesi Kybele’si ise MÖ 1. yüzyıla tarihleniyor ve Yunan heykel sanatı etkisinde. Kızılırmak havzası Demir Çağı kültüründe Kubaba betimlerinin kent kapıları girişinde yer aldıkları görüyoruz. Boğazköy-Büyükkale, Ovaören ve Kerkenes Dağ’da keşfedilen heykel ve idoller bunun en güzel örnekleri. Kurul kalesi Kybelesi’ni Anadolu kültürüne bağlayan en önemli husus belki de onun da kent kapısına yakın bir yerde, kenti koruyan özelliği ile bulunmuş olması.

Kubaba heykelciğini tamamlama denemeleri

 

‘KUTSAL ALAN, ZERDÜŞTİLİĞİN KÖKLERİNE İNMEMİZİ SAĞLADI’

Kazıda ele geçen tapınımda Friglerle bağlantılı olduğunu kanıtlayan ne tür verilere ulaştınız?

Oluz Höyük Kubaba Sunağı, 2010 döneminde ortaya çıkmaya başladı. Yapı, kareye yakın bir plan veren bölümüyle dikkati çekiyordu. Kazılar ilerledikçe ön kısmında zemini taşlarla döşenmiş bir avlusu bulunan değişik planlı bir yapı açığa çıktı. İçindeki taşların yoğunluğu yapının anlaşılmasını güçleştiriyordu. Bu arada yapıda Kubaba heykelciğinin alt kısmına ait bir parça bulundu. Bu heykelcik parçası açık bir şekilde Boğazköy Büyükkale ve Ankara Bahçelievler Kubaba heykelleri ile stil açısından benzerlikler taşıyordu. Yapıya kimlik kazandırma ve fonksiyon belirleme noktasında heykelciğin çok yardımı oldu. Bu bağlamda yapının bir tapınak olabileceğine dair ön değerlendirme içeren bir yayın yaptım. Sonrasında yapı üzerinde ve yakın çevresinde geliştirdiğimiz detaylı çalışmalarda burasının tapınaktan ziyade bir sunak olabileceğini düşünmeye başladım. Yapı bir kapalı mekana sahip değildi, kare görünümlü kısmı ise taşlarla dolu masif bir görünümdeydi. Bu da Frigya Bölgesi’nde görülen kaya sunaklarının taştan bir örneği ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyordu.

Kubaba Sunağı’nın hemen batısına inşa edilmiş olan bir Ateşgede ve erken Zerdüşt Dini Kutsal Alanı, bugün de yaşayan bir dünya dini olan Zerdüştiliğin köklerine inmemize fırsat veriyor. Ayrıca Kubaba sunağının çevresinde yapılan çalışmalarda ele geçen delinmiş koyun parmak ve aşık kemikleri, söz konusu yapının kutsallığına ve sunak işlevine işaret eden çok önemli arkeolojik bulgular. Romalı yazar Apuleius, hayatının bir büyü sonucu eşeğe dönüştüğü bir sürecini anlattığı 'Metamorphoses' ('Başkalaşımlar') adlı eserinde heykelini bizzat sırtında taşıdığı Romalıların DeaSyria adını verdikleri Atargatis adlı tanrıça ile ilgili törenlerde yaşadıklarını anlatır. Pek çok yönü nedeniyle Kubaba ile özdeşleştirebileceğimiz DeaSyria ile ilgili ayinlerde zikir benzeri gösteriler yaparak kendilerinden geçen rahiplerin bedenlerini, kan gelinceye kadar koyunların parmak kemiklerinin bağlanmış olduğu püsküllü kamçılarla dövdüklerinden bahseder.

DeaSyria ayinlerinin Önasya ana tanrıçalarının gelenekselliğinden temel almış olabileceği düşünüldüğünde, Kubaba tapınağı ve yakın çevresinde ele geçmiş olan delinmiş koyun parmak kemikleri ile aşık kemiklerinin Apuleius’un tanık olduğu ayinlerin benzerinin Oluz Höyük’te, belki de tapınak çevresinde gerçekleşmiş olabileceğine işaret ettikleri kanısındayım. Bu bağlamda, Oluz Höyük Kubaba sunağı ve yakın çevresinde bulunmuş olan delinmiş koyun parmak kemikleri ile aşık kemiklerinin Kubaba ile ilgili olabilecek ayinlerde kamçılara bağlanıp kullanılmış nesneler olabileceği düşünülebilir.

‘HÖYÜKLER TARİHSEL SÜRECİN GERÇEK BELGELERİDİR’

Son olarak, Oluz Höyük’te yaptığınız çalışmalarda gelecekte nasıl bir çalışma programı öngörüyorsunuz?

Oluz Höyük kazıları, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün kazı çalışmalarının 12 aya yayılması projesine dahil edildi. Bu önemli proje ile birlikte kazı çalışmalarının bir ivme kazanacağını düşünüyorum. 2009 yılından itibaren Oluz Höyük kazı çalışmaları Pers ve Frig dönemleri tabakalarında genişleyerek devam etti. Bundan sonraki süreçte Anadolu’da ilk defa bir Pers yerleşmesi çok geniş alanlarda açığa çıkarılacak ve kalıcı arkeolojik değerleri korunarak teşhir tanzim projeleri hazırlanacaktır. Bu süreçte Kubaba Sunağı’nın konservasyon ve restorasyon çalışmaları da gerçekleştirilecektir.

Oluz Höyük, Anadolu’daki binlerce höyükten biridir. Anadolu höyükleri ister kazılmış ister kazılmamış olsun ülkemizin yaşamış olduğu tarihsel sürecin gerçek belgelerini barındıran anıtlardır. Bunların kalıcı arkeolojik değer taşıyan unsurlarını korumak ve gelecek kuşaklara aktarmak zorundayız.

Oluz Höyük A açmazı
Nuray Pehlivan / duvaR.

ABD için ‘geri dönmek’ kolay mı? - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET


ABD Devlet Başkanı, yeni dönemin dış politikasını açıkladığı 4 Şubat konuşmasına “ABD geri döndü”, “Diplomasi geri döndü” sözleriyle başladı. Trump döneminin istikrarsız ve tutarsız dış politika reflekslerinin bir sonucu olarak ABD ile ilişkileri bozulan geleneksel müttefiklerinin siyasi liderleri, Biden’ın konuşmasını adeta bir “normale dönüş” olarak gayet olumlu karşıladı. “Normal” ise ABD liderliğinde, “Batı”nın her zaman, dünyanın ekonomik, siyasi (askeri teknolojik) ve kültürel merkezi olmasıydı. Soğuk Savaş bittikten sonra Francis Fukuyama, artık tarihin sonunda, Batı’nın egemenliğinde, en mükemmel yönetim biçimine ulaşıldığını iddia ettiğinde aklında işte o “normal” vardı.

TARİHİN SONU DEĞİLDİ...

Gerçekteyse Frank Fabra’nın Le Monde’da yayımlanan bir yorumunda işaret ettiği gibi, tarihin 19. yüzyıl sonundaki “gerileyen İngiltere hegemonyası ortamına” benzeyen yeni ve kırılgan bir “güçler dengesi” dönemi başlıyor, tarih hızlanıyordu.

Tarih, I. Körfez Savaşı, Kosova savaşları, Rusya’da Putin restorasyonu, 1997 Asya krizi, 2001-2 borsa krizi, “11 Eylül”, Afganistan ve II. Irak Savaşı, siyasal İslam terörist kanadının şekillenmesi, sonra 2007/8 finansal krizi, “Büyük Durgunluk”, “meydan işgalleri/isyanları” gibi sarsıntılarla, Çin’in hızla ekonomik, teknolojik süper güç kategorisine, ABD dış politikasının en önemli konusu konumuna yükselmesiyle ilerledi. İklim krizi, Covid-19 ile küreselleşen virüs salgınları, “Yeni Faşizm” de bu resmi tamamlıyordu.

Bugün, ne ABD’nin 1945 sonrası hegemonyasına ne de 1989 sonrası “tek süper güç” konumuna olanak veren maddi koşullar var. Salt bu anlamda bile ne “ABD geri döndü” ifadesi ne de “normale dönüş” beklentisi inandırıcıdır. Dahası, ABD iç politikasındaki kutuplaşma, seçimler çalındı iddiaları, faşist hareketin kalkışma denemesi, Covid-19’u yönetme fiyasko da karşımızda 1945 ve 1989-90’dakinden farklı ve diplomatik başarı için gerekli inandırıcılıktan yoksun bir ABD olduğunu söylüyor.

O KADAR ÇOK ŞEY...

ABD’nin “geri dönmesi” için çok sayıda ve çelişkili etkenin, bir yapboz resmin parçaları gibi bir araya gelmesi gerekiyor. Ekonomik ve teknolojik etkenleri bir an bir kenar bırakıp ittifaklara ve jeopolitiğe bakarsak Biden yönetimi, Çin’e karşı, Atlantik bölgesinde Avrupa Birliği liderliğinin desteğini almalıdır. Pasifik bölgesinde de ABD, Avustralya, Hindistan, Japonya arasında Quad adıyla bilinen “Dörtlü Güvenlik Diyaloğu” ülkeleri Çin’e karşı konuşlanmayı kabullenmelidir. ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve İngiltere’den oluşan “Beş Göz İstihbarat Paylaşım Grubu”, Çin’den gelen ekonomik ve siyasi baskılar karşısında bütünlüğünü koruyabilmelidir. ABD, Hindistan ve Japonya’yı bu gruba eklemeyi başarabilmelidir. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg de NATO’nun, bölgesel bir ittifak olmasına karşın Güney Kore, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda ile daha yakın ilişkiler kurmasını istiyor.

Ancak AB, ABD’ye danışmadan Çin ile bir yatırım anlaşmasını imzaladı. Merkel, dünyanın bloklara dönüşmesine karşı olduğunu söylüyor. Asya’nın, Mahbubani gibi saygın diplomat ve analistleri, Japonya’nın Çin ile ekonomik ilişkilerini tehlikeye sokmak ve bir güvenlik sorunu yaratmak istemediğine, Avustralya kapitalizminin son yıllarda Çin pazarına ve sermayesine bağımlılığının arttığına dikkat çekiyor. Hindistan’ın Çin ile ilişkileri, sınır çatışmaları üzerinden giderek bozulurken, yeni dostlara ihtiyacı olmasına karşılık, jeopolitik anlamda bağımsızlığını koruma konusundaki hassasiyeti bilinen bir durum. Hindistan’da The Economic Times gibi, Modi’ye yakın basın, “Demokrasiler koalisyonu” projesine kuşkuyla bakıyor, onun yerine “liberal - illiberal” saflaşması öneriyor. “Demokrasiler koalisyonu”nun, “Yeni Faşist” Narendra Modi yönetimini hazmetmesi de zor! Hindistan’ın Şanghay İşbirliği Örgütü üyesi olması da ayrı bir sorun.

ABD’nin “geri gelmesi” için gerekli tüm bu parçalar yerli yerine otursa, ABD bu oluşumu yaşatacak bir ekonomik güç, siyasi güven ve istikrar resmi sunabilse bile, ortaya çıkacak “koalisyon de facto bir bloklaşma anlamına gelecek, barışa değil, büyük güçler arasındaki karşılıklı korku ve güvensizlik ortamına katkı yapacaktır. 

Buradan ne “normal” ne de “barış” çıkar! 

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Faşistler uzaya uçtu da neden tutunamadı? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 Boğaziçi Psikoloji’ye Türkiye 20.’si olarak girdim. Sinirbilim alanında uzmanlaşarak Alzheimer ve otizm alanında çalışmak istiyorum.

Boğaziçi İktisat’a Türkiye 3.’sü olarak girdim. Türkiye’de kadın istihdamını artırmaya yönelik çalışmalar yapmak hayalimdi.

Boğaziçi Bilgisayar Mühendisliği’ni ilk bine girerek kazandım. Bir kadın mühendis olarak kendimi yetiştirmek istememdeki en temel motivasyonum, doğduğum topraklara yazılım ve teknoloji alanlarında fayda sağlayabilmek.

Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin uzay programını anlatırken, sosyal medyada Boğaziçili öğrencilerin yurtsever hayallerini anlattığı videosu dolaşıyordu. Hepsi kırgındı. Nasıl olmasın? Yıllarca çalışıp derece ile sınavı kazanmışlardı. Ancak üniversitenin tepesine çıkmak için çalışmak değil, “adamı olma”nın yettiğini görmüşlerdi.

Sitem ediyorlardı: “Artık ülkemde dinlenmediğimi ve istenmediğimi hissediyorum.”

Bu basit cümle, aslında çok tehlikeli gidişatı simgeliyor. Birçok ülkenin yaşadığı yıkım hikâyesini içinde taşıyor.

Bir yandan uzay geyiklerinin öte yandan istenmiyorum videolarının paylaşıldığı o gece, elimde üstü pasaport kaplı bir kitap vardı. “Göçmek Ne Garip Şey Anne” adlı kitabı, önce göçen sonra geri dönen bir gazeteci, Filiz Yavuz 

yazmıştı. Son dönem artan şekilde “valizini toplayıp gitme” olayını kendi deneyimleriyle anlatıyordu.

TÜRKİYE’NİN ‘KAFALARI’ GİDİYOR

Bir bina yıkılır, yeniden yaparsınız. Bir kamyon devrilir. Tamir edersiniz. Depremler atlatılır. Seller kurutulur. Ama bir ülkenin yetiştirmek için en az 20 yılını harcadığı birikimi kaybederseniz yerine ancak insan görünümlü karton heykeller koyarsınız.

Göç elbette yeni değil. O fotoğraflar nasıl unutulur! 2. Dünya Savaşı’nın ardından yıkılmış Almanya’nın işgücü açığını, Anadolu’nun cüsseli emekçilerinin kaslı kolları karşılamıştı. Şimdiki ise biraz daha farklı. Önceki Meclis Başkanı’nın övünerek “O kadar elemanımız yetişti ki artık dünyaya beyin ihraç ediyoruz” dediği şeyi yaşıyoruz. Bu kez kafalar gidiyor.

Filiz Yavuz’un kitabındaki rakamlara bakıyorum…

OECD raporuna göre, 2011’de gelişmiş ülkelere göç eden yüksek eğitimli Türklerin sayısı, 10 yıl öncesiyle karşılaştırıldığında yüzde 83 artmıştı.

Sadece iş değil, herkes bir yolunu buluyor. İngiliz İçişleri Bakanlığı’nın 2016 yılı haziran verilerine göre, kısa süreli öğrenci vizelerinde yüzde 28 oranında artış yaşandı. Sürpriz değil, bu artışın yüzde 40’ını Türklerin başvuruları oluşturuyordu. Elbette dil öğrenmek yeni bir hayat kurmanın ilk bahanesiydi.

Türkiye’de bir şeylerin değiştiği her yerden hissediliyordu. 2016’da Türkiye’de 540 kişi beyin göçü kapsamında Hollanda’ya yerleşirken 2017’de sayı 780’e, 2018’de 1000’in üstüne çıktı.

Yabancı uydurması değil. Türkiye’nin “kafaları”nın gidişini Türkiye’nin resmi rakamları da doğruluyor. TÜİK’in göç istatistiklerine göre 2017’de Türkiye’den göç eden kişi sayısı bir önceki yıla göre yüzde 42.5 artarak 253 bin 640’a ulaştı. Aynı verilere göre artış 2018’de de sürdü, 323 bin 918 insan daha ülkesine veda etti.

Almanya İstatistik İdaresi 2018’de Türkiye’den Almanya’ya 40 bin 561 kişinin göç ettiğini raporladı. “Her ülke vardır” demeyin. Aynı yıla ait net göç sayısına bakılınca, Türkiye, AB üyesi olmayan Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada.

GİDEN DÖNMEK İSTEMİYOR

Sadece Türkler için değil. AKP’nin AB ile yaptığı en kirli anlaşmalardan biri olan “mülteci anlaşması”nı nasıl özetlersiniz? Elbette, yetişmiş insan gücünü temsil eden mültecilerin Avrupa’ya verilip “istenmeyenlerin” Türkiye’ye iade edilmesiyle.

Tehlikenin aşağı yukarı devlet de farkında. Ama sorunun sinek değil, bataklık olduğunu haliyle itiraf edemiyor. Türkiye’den Batı’ya doğru akan beyin göçünü tersine çevirmek için “dolgun maaşlı teklifler” içeren resmi çalışmalar yapılıyor. Ama sorun çözülmüyor. IEFT’nin Şubat 2019’da açıkladığı verilere göre, “eğitim” gerekçesiyle yurtdışına giden gençlerin yüzde 72’si, ne olursa olsun bir daha Türkiye’ye dönmek istemiyor.

Neden dönmüyorlar” diye kızabilirsiniz. Ama Boğaziçi’ne bakın durumu anlayın. Hayır, sadece AKP’li politikacının rektör yapılması değil. Hani rektörün akademik tezi intihal çıktı da günlerce konuştuk ya. Çok değil, birkaç yıl önce, Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Politikaları Araştırma ve Uygulama Merkezi (BEPAM), Türk eğitim sistemi için bir rapor hazırladı. Bunun için, 2007-2016 aralığında yazılmış, 470’i yüksek lisans, 130’u doktora olmak üzere 600 tezi inceledi. Tezlerin yüzde 34’ünde “ağır intihal” yani “fikri hırsızlık” tespit etti. Akademideki intihal sorununu çözmeye çalışan üniversitenin başına, intihalli taze profesör tepeden atanarak “sorun çözüldü”!

NAZİLER UZAYA ÇIKTI DA TUTUNAMADI

Aslında bir zamanlar her şey tersi haldeydi. 1930’lu yıllarda, Almanya’da Nazilerin üniversitelerin üzerine çökmesiyle, akademisyenlerinin yüzde 20’si işlerinden oldu. Kimi intihar etti, kimi katledildi. Sağ kalanlar ise ülkelerini terk edip yeni hayatlar kurdu. Bruno Taut, Ernst Reuter, Fritz Neumark, Alexander Rüstow, Gerhard Kessler, Wilhelm Röpke ya da Ernst Praetorius… Faşizmden kaçan nice üniversite hocası, Atatürk’ün ve tabii Reşit Galip’in açtığı yol ile Türkiye’ye geldi. Türkiye’nin ihtiyacı olan üniversite reformunun parçası oldular.

Geride kalanlar elbette “çöp” değildi. Dün, Sovyetler Birliği’nin Sputnik uydusunu dünya yörüngesine oturttuğu 4 Ekim 1957 tarihinde “Uzay Çağı”nın başladığı ne kadar çok söylendi. Oysa pek hatırlanmasa da Nazi idaresindeki Almanya, uzay çalışmalarında herkesten öndeydi. “Güçlü Almanya” diyerek uzaya insan yapımı araç gönderme işini onlar başlattı. Yörüngeye oturmasa da uzaya fırlatılan ilk roketler de Almanya’dan çıktı. Gelgelelim faşist ideolojiyle ülkesini çöle çeviren politika nedeniyle savaş sonrasında Wernher von Braun gibi yüzlerce uzay araştırmacısı, yollarına NASA’da devam etti. Almanya’da yetişip ABD’nin uzay yolculuğuna hizmet ettiler. Naziler, gelirken de giderken de ülkenin birikimini yıkıma götürdüler. Despot ideolojilerinin, bir ülke için “beka sorunu” olduğu uzaydan bile görüldü.

Ahmed Arif, Leyla Erbil’e adadığı “Uy Havar”da ne güzel söylemişti: 

Düşün, uzay çağında bir ayağımız/ 

Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri”. 

Uzayı bir “yolculuk” değil “çağ” yapan belki de bu satırlarda gizliydi.

Millet, ayak sayısından çok kafaların toplamı değil midir? Sahi, uzaydan getirdiğiniz madenleri inceleyecek, orada yaptığınız deneyleri yorumlayacak, hatta insanın göğe yükselişi üzerine şiir yazacak insanlar kalmadıktan sonra uzaya gitmek ne ifade eder ki!

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

İki ekmek bir süt uzayda ilk Türk - Alpaslan Savaş / SOL

 70 yaşında insanları ya günde üç kez merdiven silmeye ya market kapısında “hayırsever” beklemeye mahkûm etmiş bir düzendeyiz.

Başındaki eşarbı çene altından bağlamış, taktığı maskenin üstünden boncuk boncuk gözleri seçiliyordu. Alnındaki kırışıklıklara bakılırsa yaşı 70’in üstündeydi. Marketin giriş kapısının biraz uzağında, elindeki boş pazar çantasıyla öylece bekliyordu.

Birkaç adım ötesinde duran adama yaklaştı. Kısık sesle “içeriye mi gireceksiniz” diye sordu. “Yok” dedi adam, “ben yeni çıktım, birini bekliyorum”.

Bir şey demeden uzaklaştı. Beş on adım ötede durdu. Beklemeye devam etti. Sanki utanmıştı. Ama daha çok biri laf edecek diye tedirgin bir hali vardı.

Adamın içi rahat etmedi. Yanına yürüdü, “içeriden bir şey mi isteyecektiniz” diye sordu.

Kısık sesle yanıtladı:

“İki ekmek ve bir süt alacaktım…”

65 yaş yasağı nedeniyle bindiği belediye otobüsünden indirilmeye çalışılan kadına o kadar çok benziyordu ki...

Onun gibi gündüz üç merdiven birden silmiş miydi bilinmez ama belli ki ekmek ile süt alacak kadar para gün boyunca cebine girmemişti.

Adam bir şey demeden dönüp markete girdi, iki ekmek ile sütü aldı, kadına getirdi. Kadın uzatılanları çantasına dikkatlice yerleştirdi. Yine aynı utangaç ifadeyle teşekkür etti ve uzaklaştı.

***

Memlekette yoksulluğun ulaştığı boyutu görmek için bir belediye otobüsüne binmeniz, marketin kapısında birkaç dakika geçirmeniz, sokakta bir tur atmanız yeterli. Yukarıda anlatılandan daha fazlasına tanık olunuyor artık.

Devletin “başınızın çaresine bakın” dediği ama başının çaresine bakamayan insanların sayısı her geçen gün artıyor.

Sorsan yoksullukla mücadele tam gaz sürüyor.

“Milletin midesine anca kuru ekmek giriyor” diyen muhalefet milletvekiline, oturduğu koltuktan “o zaman aç değiller” diye bağıran iktidar milletvekili…

Avucunun içine “iş aş” yazıp intihar eden Samsunlu yurttaş sorulduğunda, "yoksulluğu sorun olmaktan çıkardıklarını" anlatan Çalışma Bakanı…

“Evimize ekmek götüremiyoruz” diye şikâyet eden esnafı, ertesi gün kameralar karşısına oturtup özür dileten Cumhurbaşkanı…

Araya basının şımarık çocukları da giriyor. “Bizi mahvettiniz” diye yakınan çiftçiye, "cebindeki telefonu kaça aldın" diye soran Erdoğan’ın başkan yardımcısı Mahir Ünal’ı haklı bulan Cüneyt Özdemir gibileri…

Gerçekten tam gaz!

***

"2023 sonunda kendi milli ve özgün hibrit roketimizle Ay'a ulaşarak sert iniş gerçekleştireceğiz" dedi Erdoğan.

Sanayi bakanı Varank, "Cumhurbaşkanımızın gönlünden geçen bir kadın astronotun uzaya gitmesi” diye ekledi.

Bahçeli “adına astronot, kozmonot demeyelim, Cacabey olsun” diye atıldı.

Hepsinin üstüne Rus uzay ajansı Roscosmos yetkilisinin yaptığı “Türk bir astronotun uzaya gönderilmesine nasıl yardım edebileceğimiz hususunda Türkiye’den yakın gelecekte teklif almayı bekliyoruz” açıklaması ise pek bir manidar oldu.

***

Ruslar yüzünden döndük yeniden hikâyenin başına.

70 yaşında insanları ya günde üç kez merdiven silmeye ya market kapısında “hayırsever” beklemeye mahkûm etmiş bir düzendeyiz. Ve bu düzende, yasaları askıya almışken yeni anayasayı, millet açlıkla burun buruna gelmişken uzaya göndereceği insanı gündeme getiren bir iktidar tarafından yönetiliyoruz.

Ne bu düzeni, ne bu iktidarı hiç hak etmiyoruz. Hem de hiç…

Alpaslan Savaş / SOL

Özal’dan Erdoğan’a Türk’ün uzayla imtihanı…- Yusuf Yavuz / SOL

Özal'lı yıllarda uydu ve uzay teması sağ-muhafazakâr seçmene sıklıkla verilen bir narkozdu.


Uzay gazı ekonomik kriz ve yüksek enflasyonla boğuşan topluma öylesine işlenmişti ki, PTT’nin 1986’da yaptığı ‘2000 Yılına Mektup’ kampanyasında Bayram Kaya adlı bir vatandaş “uzaya gidecek ilk Türk Astronota verilmek üzere” notuyla bir mektup yazmıştı. Ancak 2000 yılına gelindiğinde PTT binlerce mektubu sahiplerine ulaştırsa da henüz uzaya giden bir Türk Astronot bulunamayınca mektup ortada kaldı.

Mektup, SSCB’nin son kozmonotu Kazak Abubakirov’a verildi

Ancak bir süre sonra soruna bir çözüm bulundu. Buna göre yıllar önce, “2000 yılında nasıl olsa bir Türk uzaya çıkar” inancıyla vatandaşın yazdığı mektubun Kazakistanlı Kozmonot Toktar Abubakirov’a verilmesi kararlaştırıldı. 2002 yılında mektup Türk yetkililer tarafından Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) 72’inci ve son kozmonotu olarak bilinen Toktar Abubakirov’a Ulaştırma Bakanlığında düzenlenen bir törenle verildi. Söz konusu mektubu yazan Bayram Kaya Türklerin uzaya çıktığını göremeden yaşamını yitirdiği için mektup eşi Esin Kaya tarafından Kazak kozmonota verilecekti.

                                         Toktar Abubakirov, Nazarbayev ile

‘İstanbul uzaydan çok güzel görünüyor’

Toktar Abubakirov, böyle bir mektubun kendisine verileceğinin aklına hiç gelmediğini söylediği törende gazetecilerin “Türkiye uzaydan nasıl görünüyor?” şeklindeki sorularını da “İstanbul uzaydan çok güzel görünüyor, boğazdan geçen gemileri bile sayabiliyorsunuz” şeklinde yanıtlamıştı.

   Kazak kozmonot Toktar Abubakirov,     SSCB'nin son kozmonotuydu

‘Uzaya çıkan ilk Türk uzay adamı, sana sevgi ve selam olsun’

Bayram Kaya adındaki vatandaşın, 2000 yılında uzaya çıkacak ilk Türk’e verilmek üzere 21 Ekim 1987’de yazdığı mektupta şu ifadeler yer alıyordu: 

‘Uzaya çıkan ilk Türk uzay adamı, sana sevgi ve selam olsun. Şu anda, 21 Ekim 1987, saat 22.30. Televizyonda, 'Ben Bilirim' programında, Mehmet Özbek yönetiminde 'Vallahi O Yardır' türküsü söyleniyor. Yılların düşü şahsınızda gerçekleşmiş. Ne mutlu size. 'İstikbal göklerdedir' diyen Büyük Önder Atatürk'ün arzusu gerçekleşmiş, ne güzel. Acaba sağ kalıp da görebilir miyiz? Kader... Kim bilebilir ki Yüce Tanrı'dan başka. Haklı bir gurur, gerçek bir övünç kaynağı sizin olayınız. Ne mutlu size ve ailenize. Gözlerinden öper, sıhhat ve afiyetler dilerim. ‘2000 Yılına Mektup' fantezisini gerçekleştiren PTT'ye de ayrıca başarı dilekleri ve teşekkürler.”

Dini cemaatlerin uzay sevdası ve sızıntı

1980’li yıllarda Türk toplumunda uzay teması o kadar sık işleniyordu ki, bugün “FETÖ” olarak anılan cemaatin çıkardığı Sızıntı Dergisi başta olmak üzere benzer cemaat dergileri, evrim karşıtı yabancı kaynaklarda aşırılan görseller eşliğinde karınca sürüleri gibi topraklarını terk ederek köyden kente taşınan kitlelerin zihinlerini uzayın boşluğu ile afyonluyordu. Türkiye’nin ilk haberleşme uydusunun uzaya gönderilmesinin ardından haberleşme ve telekomünikasyon alanında jetonludan kartlıya, çevirmeliden tuşlu telefonlara geçilmesi halkın uzay açlığını tatmin etmeye yetiyordu.

Sızıntı dergisinin bir kapağı

Ak delik-kara delik uzmanı, Semra Özal’ın baş falcısı

Öyle ki, o yıllarda Semra Özal’ın falcılığını da yapan, danışmanlık, ak delik-kara delik uzmanı, parçacık fiziği ve uzayın zig-zagları hakkında kitaplar yazan; Nazlı Ilıcak’ın Tercüman Gazetesi’nin günlerce ‘Alman bilim adamı’ diye tanıttığı Hans Von Eiberg fırtınası esiyordu. Arzdan Arş’a adıyla yazdığı kitaplarda uzayı, ak delikleri, kara delikleri Türk toplumuna anlatan bu şarlatan, 25 yıl Türkiye’de kendisini profesör diye tanıtmış, devletin en tepesine kadar sokularak ödüllendirilmişti. Bir süre sonra adının Bülent Aybek olduğu, saçlarını oksijenle sarıya çevirdiği ortaya çıktı ama hiçbir şey olmamış gibi herkes yaşamını sürdürdü.

Sızıntı Dergisinden bir uzay görseli

 

Sızıntı'dan bir sayfa

Mektubun Kazak kozmonota verilmesiyle ilgili 14 Şubat 2002 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yer alan haberi buradan okuyabilirsiniz.

Polislerden, ele geçirdikleri uyuşturucularla '2023 uzay' mesajı
AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dün yaptığı "uzay programı" açıklaması sonrası bugün ilginç bir haber gündeme geldi.

Van'da polisin düzenlediği uyuşturucu operasyonların da 246 kilo eroin ele geçirildi, 1 kişi gözaltına alındı.

Polis ekipleri ele geçirdikleri eroin paketleriyle, Erdoğan'ın dünkü konuşmasına atıf yaptı, "2023 Uzay" yazdı. 

(SOL)