Kadınlar dönüşüm değil devrim istiyor - İbrahim Varlı / BİRGÜN

 Bastırılmış, kuşatılmış, siyasal ve ekonomik krizlerin girdabındaki İran’da toplum artık baskı ve buhrandan yılmış durumda. Ülkedeki bu baskı ve bunalımı en şiddetli yaşayan kesim ise kadınlar. Bu isyanın geçmişteki ayaklanmalardan farkı, özünde reform değil köklü bir dönüşüm, bir devrim talebinin yatmasıdır. Artık kavga her iki taraf için de varoluşsal bir hale dönüştü. Buradan dönüş zor.

Altın Portakal’da gösterilen "Narperi'nin Bileziği" film ekibi, kadınların mücadelesine destek için saçlarını kesti. (Foto: AA)

İran’da ahlak polisleri tarafından şeriat kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle öldürülen Mahsa Amini’nin hesabını sormak için meydanlara çıkan kadınların eylemleri üçüncü haftasını devirmek üzere. Kadınların teokratik rejime karşı başlattığı isyan tüm baskı ve şiddete rağmen devam ederken, yaşanılanlar dinci gericiliğin tahakkümü altındaki bölgede laikliğin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi. Doktorasını London School of Economics’te (LSE) İran ve Türkiye’nin siyasi ve kurumsal dönüşümünü karşılaştırmalı olarak incelenmesi üzerine yapan Londra SOAS Üniversitesi’nde görev yapan Dr. Karabekir Akkoyunlu ayaklanmanın nedenlerini ve etkilerini değerlendirdi.

Tarihte belki de ilk kez bu çapta bir kadın isyanına, kadınların öncülük ettiği bir ayaklanmaya tanık oluyoruz? Neden?

Birkaç sebebi var. Birincisi, İran toplumu kendine giydirilen ideolojik ve siyasi gömleğe kesinlikle sığmıyor. Aslında bu gömlek topluma başından beri dar geliyordu ama sistemin bazı “havalandırma” kanalları vardı, bu şekilde nefes almak ve düzeni idame ettirmek mümkündü. Son on küsür yıl içinde İran devleti, daha doğrusu devlet içinde egemen konuma gelen gelenekselci fraksiyon, tedrici değişim taleplerini tek tek bastırdı ve bu kanalların hepsi tıkandı. Toplum artık siyasi baskı ve ekonomik buhrandan yılmış durumda ve bu yılgınlık zaman zaman bugün şahit olduğumuz toplumsal patlamalara yol açıyor. Eskiden İran’da on yılda bir büyük bir halk hareketi ortaya çıkarken (1999’daki öğrenci olayları, 2009’daki Yeşil Devrim gibi) artık neredeyse her yıl böyle bir patlama yaşanıyor.

İkinci ve buna bağlantılı olarak, toplum içinde bu baskı ve bunalımı en şiddetli hisseden, yaşayan kesim kadınlar oldu. Kadınlar 1979 İran devriminin de ön saflarında yer aldı. Fakat devrim sonrası kurulan düzende en çok hak kaybeden de onlar oldu. Kanun önünde eşit vatandaşlıktan ikinci sınıf vatandaşlığa gerilediler. İslam Cumhuriyeti’nin ahlak düzeni kadınların giyinişi, davranışı ve toplumsal konumunu üzerinden şekillendi. Erkekler ise bu baskıyı çok daha hafif hissettiler.

Dolayısıyla, İran’da kadın mücadelesi devrimden sonra da aralıksız devam etti. Zorunlu örtünme yasasına karşı ilk büyük protesto, 8 Mart 1979’da gerçekleşti. Kadınlar eşit olmayan şartlarda ayakta kalmak, haklarını aramak için erkeklere göre çok daha güçlü, cesur, yaratıcı ve dirençli olmak zorunda bırakıldılar ve böyle de oldular. Bunu özellikle İran’ın büyük şehirlerinde gündelik hayatta gözlemlemek mümkündür. Son yıllarda sistemin iyice tıkanması ve baskının artmasıyla, bu mücadele bireyselden tekrar kitlesel bir hale dönüştü.

VAROLUŞSAL BİR KAVGA VERİLİYOR

Bu isyanın geçmişteki ayaklanmalardan, 2009’daki Yeşil Devrim’den farkı var mı? Kadınlar molla rejiminde ne tür bir gedik açacaklar?

Bu isyanın geçmişteki ayaklanmalardan en büyük farkı, özünde reform değil köklü bir dönüşüm, bir devrim talebinin yatmasıdır. 2009 yılındaki protestoları ateşleyen sistematik hile ve usulsüzlük ile seçmenin demokratik iradesinin gasp edilmesiydi. Ana talep şeffaf ve adil bir oy sayımıydı. Hareketin liderleri Mir Hüseyin Musavi ve Mehdi Kerrubi gibi reform yanlısı ama son tahlilde sistemin içinde hareket eden aktörlerdi. Rejim, protestoları şiddet yoluyla bastırmaya girişince tabii talepler de sertleşti. Rejim 2009 ve ondan sonraki ayaklanmaları bastırarak kendi sınırlı demokratik meşruiyetini yok etti ve bugüne gelen taşları döşemiş oldu. Bugün ne sokakta ne siyasette ciddi ciddi reform talep eden kimse yok.

O yüzden artık kavga her iki taraf için de varoluşsal bir hale dönüştü. Buradan dönüş zor. Devrim talep edenlerin en büyük handikabı örgütsüzlük ve lidersizlik. İlk anda bu bir avantaj gibi gözükse de uzun vadede direnişi bu şekilde sürdürmek ve başarıya ulaştırmak çok zor. Ayrıca örgütlü de olsa, bunu bir kesimin -kadınların kendi başına- başarması zor. Daha deniş kesimleri içine alacak bir örgütlülük lazım. Bu noktada, işçilerin ve işçi hareketinin olası desteği hayati önem taşıyor. Genel grev sözü ediliyordu fakat sanırım olmayacak. Rejim baskıyı artıracaktır, zaten başka bildiği yol yok bilenleri çoktan dışladılar veya susturdular. 2019’daki ayaklanma ve sonrasında en az 1500 kişi öldürülmüştü. Çok paydaşlı, sistematik bir direniş örgütlenemediği ve protestoların zaman içinde direncini yitirdiği noktada benzer bir kıyımın yaşanmasından korkarım.

İran’daki isyanın toplumsal-sınıfsal dinamikleri neler? Kimler ayaklanmayı destekliyor, kimler karşı?

İran içlerinden sağlıklı haber almak zor. Kadın hareketinin şehirli ve orta sınıf temelleri olduğunu ve bu süreçte de üniversitelerin ön plana çıktığını söylemek mümkün ama isyanı yalnız bu kesime mal etmek doğru olmaz. Birincisi ayaklanmalar sadece Tahran’ın kuzeyinden ibaret değil, Meşhed’den Reşt’e, Şiraz’dan Kirman’a ülkenin dört yanında protestolar var. İslam Cumhuriyeti, kadınlara geniş eğitim hakkı vererek, ama sonra toplumsal hayatta onları yeterli yer açmayarak kendi paradoksunu kendi yarattı. Taşralı, muhafazakar ailelerden gelip içinden çıktığı düzene isyan eden birçok kadın var.

İkincisi, dış basında belki yeterince yer almıyor ama, bu isyanı bir Kürt ayaklanması olarak da okunabilir. Öldürülen Mahsa (diğer adıyla Jina) Amini İranlı bir Kürttü. Protestolarda sıklıkla kullanılan “zan, zendegi, azadi” (kadın, yaşam, özgürlük) sloganı Kürtçe “jin, jiyan, azadî”nin Farsçalaşmış hali.

İran’da rejim içi fraksiyonların farklı toplumsal-sınıfsal tabanı vardır. 90’lar ve 2000’lerde İslami sol reformculuğa evrildikçe daha çok orta sınıfa hitap etmeye başladı. Ruhani lider Ali Hameney’in temsil ettiği gelenekselci sağ ise, 90’ların sonlarından itibaren lümpen proleter bir tabana evrildi. Rejimin en tepesinde gittikçe zenginleşen mollalar, kamu kaynaklarının ve petrol rantının dağıtımıyla sadık bir kitle desteği sağladı. Örneğin besic milisleri böyle bir tabandan gelmektedir. Gelenekselciler 2000’lerden itibaren devlet aygıtına yavaş yavaş hakim oldu ve diğer fraksiyonları dışladı. Şu anda isyanın hedefinde olan kendileri.

Bununla birlikte, dışlanmış olmakla birlikte hala rejimle bağlantısı olan Hatemi, Ruhani gibi “ılımlılar”ın gelinen noktada pek sesi çıkmadığını görüyoruz. Bunun da iki sebebi olabilir. Birincisi artık ne halk ne rejim nezdinde sözlerinin bir ağırlığı kalmadı. İkincisi, düzen yıkılırsa kendileri de enkazın altında kalmaktan korkuyorlar.

Kadın isyanı bize ve Ortadoğu’ya ne söylüyor?

Dünyanın dört bir yanında süregelen, farklı koşullarda olmakla birlikte, birbirinden beslenen, ilham veren ve destek alan küresel bir kadın hareketleri ağından bahsedebiliriz. Örneğin, Brezilya’da Bolsonaro’ya karşı direnişin de en ön safında kadınlar var. Keza ABD’de Yüksek Mahkeme’nin kadın hakları konusunda verilmiş hakları hızla geriye almasına karşı yükselen bir direniş ve örgütlenme söz konusu. Bu açıdan İran’daki isyanı ne sadece İran’a ne de Ortadoğu’ya özgü görmek doğru olmaz. Öte yandan, Ortadoğu’da kadın hareketlerinin, kadınların yer yer çok çetin şartlarda, fiziksel şiddet hatta öldürülme riskini göze alarak yola çıktığını da teslim etmeliyiz. İranlı, Türk, Kürt, Arap kadınların cesareti başka toplumların ve kesimlerin hak mücadelelerine örnek oluyor, cesaret veriyor.

İbrahim Varlı / BİRGÜN


Liberal ideologların motivasyonları ve günümüzde başlıca temaları - ERHAN NALÇACI / Dayanışma Formu

 


Prof. Dr. Erhan Nalçacı Dayanışma Forumu'nun son sayısında liberal ideologluğun nasıl bir toplumsal iş bölümüne denk geldiğini incelediği bir makale kaleme aldı.

Bu yazı Eylül 2022 tarihli Dayanışma Forumu’nun yeni sayısında (6. sayı) yer almaktadır.

Tarihsel bir giriş:

Liberal ideologların işlevlerini tarih içinde incelemek çok yararlı olurdu, ancak Dayanışma Forumu bu kadar kapsamlı bir yazı için uygun değil. Yine de liberal ideologluğun nasıl bir toplumsal iş bölümüne denk geldiğini anlamak için tarih içinde gerilere gitmeyi deneyelim.

Antik çağlarda Tunç Devri olarak anılan dönem, soylu toprak sahiplerinin egemenliğine ve köylünün sömürüsüne işaret eder. Köylünün artı ürününe el koymaya dayanan bir düzenin sürdürülebilmesi için askeri önlemlerin yanı sıra dinsel ideoloji binlerce yıla yayılan bu dönem boyunca başat bir rol oynamıştır. Her şeyin dinle açıklandığı, son derece muhafazakâr bu dönemde rahipler ve onların hegemonyasını dinden alan buyrukları, işi sadece ideologluk olan bir kadroya gerek bırakmamıştır.

Buna karşılık Demir Devrine geçişle birlikte, M.Ö. 700 gibi Akdeniz kıyılarında meta üretiminin, köle emeği kullanımının ve tüccarların ortaya çıkması, sınıfsal dengeleri altüst etmiş, soylu olmayan ama giderek güçlenen, yeni bir sınıf aristokrasiye karşı siyasal ve toplumsal iktidarını aramaya başlamıştır. En azından iktidarı soylularla paylaşmak istemektedirler ki “demokrasi” sınıflı toplumlar içinde böyle doğmuştur.

Yükselen sınıfın ideologları olayları tanrı ile değil madde ile açıklamaya başlamışlardı. Egemen sınıf için ise artık söz konusu materyalist düşünürlerin karşısına, sadece bazı ezberleri tekrarlayan ama düşüncesi olmayan rahipleri çıkarmak çok yetersiz kalacaktı. Bunun üzerine yeni bir toplumsal iş bölümü icat edildi: Filozoflar.

Gerçekten Pitagoras, Sokrat ve Platon soylu sınıfın iktidarını savunan, soylu olmayan sınıfların siyasetten uzak kalmasını öğütleyen ve materyalist filozoflara karşı kurnazlıkla sivriltilmiş düşüncelerle mücadele eden yeni bir toplumsal iş bölümüne işaret ediyordu.

Gerçi üçü de liberal değil, muhafazakâr düşünürlerdi; antik çağın liberalleri Stoacılar olacaktı. Ancak egemen sınıf tarafından çağın çaplı ve yetenekli kişilerinin sınıf mücadelesinde düşünsel kurnazlıklarıyla ideolojik cephede kullanılmaya başlanması yeniydi.

Şimdi günümüze dönebiliriz.

1.0. Tanımlar: Liberal ve liberal ideolog

Günümüz tek tanrılı dinleri, dünyaya gelen herkesin kendi dininden olduğunu ama sonra çevresel etkilerle din değiştirdiğini iddia eder.

Liberallik de öyle; günümüzde emekçi sınıfların çeşitli katmanlarında bulunan kişilere eğer işçi sınıfı partisi elini değdirmediyse hemen hepsi liberaldir.

Sınıfın diğer üyeleri ile rekabet ederek yaşam seviyelerini koruyabilecek ve yükseltebileceklerini düşünürler; kapitalist düzenin de ğişmeden sonsuza kadar uzayacağından şüpheleri bulunmaz; örgütlülüğün özgürlüklerini kısıtlayacağı kanısındadırlar; sermaye sınıfına nefret beslemek yerine onları dizi filmlerde izlemekte ve öykünmektedirler; onları düzene bağlamak için icat edilen çeşitli araçların fanatik tutkunudurlar vb.

Söz konusu liberal kafa, kişiye çok özgün ve bireysel bir tercihmiş gibi gelir ama aslında sermaye sınıfı tarafından ana akım medyası, film, müzik ve spor sanayisi, şişirilmiş düzen siyasetleri, okulların açık-gizli müfredatlarıyla ve karşıt olarak solun baskılanmasıyla şekillendirilir.

Böyle olunca emekçi sınıfların bireylerini liberal diye suçlamanın hiç anlamı kalmaz, aksine işçi sınıfının siyasi öncüsü her seferinde kendini suçlamalıdır, “bu kişilere neden ulaşamadım, neden onları dönüştürecek yeterli araç geliştirmedim, neden onları sosyalist geleceğe ilişkin umutlandıramadım” diye.

Liberal ideologluk ise liberalleştirilmiş kitleden bambaşka bir konu olarak ele alınmalıdır.

Liberal ideolog, şu veya bu şekilde sermaye sınıfının gereksinimi olan güncel ideolojik cephaneyi sağlar, düzenin bir kadrosu olarak yaptığı işte oldukça bilinçli davranır, akıl oyunları ile her durumda sermayeye bir yaşam öpücüğü kondurmaya çalışır.

Bu haliyle açık bir sınıf düşmanımızdır. Sınıf düşmanı olmaları her gün büyütülen bir kinle hesaplaşacağımız günü beklemek anlamına hiç gelmez; aksine gündelik olarak ürettikleri ideolojinin anında ve etkili bir şekilde karşılanması gerekir.

Bu kısa deneme yazısı da liberal ideologların günümüz sınıf mücadeleleri içindeki konumlarını anlamaya dönük kaleme alınmıştır.

2.0. Liberal ideologların motivasyonları

2.1 Sermaye sınıfının üyesi olmak

Liberal ideologlar çoğu kez sermaye sınıfının dışından devşirilirler ama bazı nadir durumlarda sazı ellerine alanlar olur. Tarihsel girişte ele aldığımız Platon örneğin, soylu sınıfların üyesiydi.

Güncel örnek olarak Celal Şengör verilebilir. Sermaye sınıfının üyesi olarak ideolojik girdi yaptığı çok belli olur ve sınıf çıkarlarından başka bir motivasyon aramanın anlamı bulunmaz. Belki zamanında Sakıp Sabancı çok medyatik ve çok konuşan biri olarak bu kategoride kabul edilebilirdi. Yoksa sermaye sınıfı üyeleri doğudan yazarlığa, siyasetçiliğe ve TV şovlarına katılmayı pek sevmezler; göz önünde olmamak işlerine gelir, çünkü toplumsal asalaklıkları çabuk deşifre olur.

2.2. Sosyalizmden umutsuzluk

Bir aydın adayının, hatta zamanında solda konumlanarak düşünce üretmiş bir kişinin liberal ideoloğa dönüşmesindeki en önemli etkenin sosyalizmden güncel olarak umudunu kesmesi olduğu söylenebilir. Mücadelenin zor zamanları olabilir, yenilgiler yaşanabilir ama her durumda sosyalist devrimin güncelliğinden umut kesme, sermaye tarafından düşürülme ve teslim alınma anlamına gelir.

Umudunu kesenlerin önemli bir kesimi liberal kitleye dönerler. Bazıları ise liberal ideoloğa dönüşür, bundan sonraki yaşamlarını yazılarında, konuşmalarında sermaye sınıfını ölümsüz kılacak manevralar yapmaya adarlar.

Bir kısmı zaten oldukça entelektüeldir ve yazma çizme işi bir yaşam biçimi haline gelmiştir. Bu yetenek ve birikim, renkli ve kimsenin beceremeyeceği şekilde sermaye sınıfının hizmetine sunulur. Örnek olarak Birikim dergisinin izlediği çizgi verilebilir. Muhakkak bir sonraki başlıkta inceleyeceğimiz maddi ödüller bu koşullarda devreye girer.

Sovyetler Birliği’nin ideolojik alanda etkisizleşmeye başlaması ve sonra 1989-91 aralığında tamamen çözülmesi, büyük bir inançsızlık furyasına dönüşmüş, liberalleşmenin eşlik ettiği bir gericilik dönemi yaratmıştır. Bu vasat dönekleşmiş solculardan liberal ideolog devşirmek için sermayeye olağanüstü bir fırsat vermiştir.

2.3 Liberal ideologluk ve dünyalıklar

Sermayenin vaz geçilmez bir kadrosu olarak liberal ideologların önemli bir bölümü hizmetlerinden dolayı bir dünyalık edinirler. Bu bazen ana akım medyada köşe yazarlığıdır, bazen televizyonlarda program yapmaktır, bazen kitapların basılmasıdır, bazen Başkan’ın uçağına binmektir, bazen fonlanmaktır, bazen üniversitede iyi bir pozisyondur, bazen yurt dışında ağırlanmaktır vb.

Sadece maddi özendiriciler akla gelmemeli; tanınmış olmak, toplumu etkileyebilmek, hayranları olmak vb. de önemli kazanımlardır. Dolayısıyla liberalleştirilmiş ve işçi sınıfı siyasetinin olanaklarının kısıtlandığı bir toplumda liberal ideologluk oldukça gözde bir meslektir.

2.4 Kronik aşamacılar

Bir de bu yazıda ayrıntısına girmeyeceğimiz ama yazılmazsa eksik kalacak bir motivasyon kaynağına değinmemiz gerekecek. Sol düşünce 250 yıldır sadece modern işçi sınıfından üremez, köylülükten ve küçük burjuvaziden de türer. Bu tip siyasetlerde muğlak bir sosyalizm söylemi bulunur ama sıra bir türlü sosyalizme gelmez, çünkü henüz tamamlanması gereken eksik bir burjuva devrimi vardır!

Bu “demokrasi” mücadelesidir, daha iyi bir kapitalizm için ara hedeflerdir, sosyalizm kafada canlansa bile bu burjuvazisiz olmaz, “özgürlük” için burjuvazinin soluk alıp vermesi elzemdir vb.

Bu sol siyasetler bazen radikal gözükseler de liberal bir ton taşırlar ve bir türlü sermayeden çok uzağa düşemezler. Sermayeye yanaşmak için mazeretler üretmek bu siyasetlerde bir çeşit liberal ideologluğa yol açar.


3.0. Liberal ideologların güncel temaları

3.1. Yağmaya dayalı bir sermaye birikim rejimini meşrulaştırmak

Burada en güncel örnek AKP’nin iktidar yıllarında ona eşlik eden liberal salgıdır. Batı emperyalizminin ve sermaye sınıfının talana dayalı bir sermaye birikim dönemini yürütmek üzere AKP’yi tasarladığını biliyoruz. Türkiye’deki bütün özelleştirmelerin %90 kadarının AKP tarafından yapılması Türkiye’nin gördüğü en büyük mülk devri dönemine işaret eder. Kamuya ait olan mülk, bu operasyonla yerli yabancı demeden sermaye sınıfına aktarılmış, ayrıca emekçilerin kuralsızca sömürülebildiği bir rejim yaratılmıştır.

Liberal ideologların bu dönemi meşrulaştırmak için yaptıkları en önemli girdi, Türkiye tarihinden sınıfsal olanı el çabukluğu ile yok etmektir. Buna göre AKP güya bir vesayet rejimi ile uğraşmış ve ileri demokrasiyi temsil etmiştir. 1908 ve 1923 bir burjuva devrimi değil, sınıflar üstü bürokrat ve askerlerin halkın iradesine karşı gerçekleştirdikleri darbelerdir. Bu vesayet, askeri darbeler ve askerlerin demokrasi üzerindeki hegemonyasıyla sürmüştür. Liberal ideologlar AKP’ye böylesi bir “kurtarıcı” rolü sağlamıştır.

1908 ve 1923’ün sınıfsal karakterine konuyu uzatmamak için burada girilmeyecektir, ancak Türkiye’deki bütün askeri darbeler sermaye sınıfının gereksinimlerini karşılamak için yapılmıştır.

Zaten emekçi sınıfları sınıfsal olandan ve sınıf mücadelelerinden uzak tutarsanız onları içinde debelendikleri liberalizm batağından çıkaracak hiçbir merdiven bırakmazsınız.

Bir yağma düzenini meşrulaştırmak, önündeki engelleri temizlemek için yapılan bu operasyon, liberal ideologlardan adeta bir cephe oluşturmuştur. 1996’da kurulan Radikal ve 2007’de kurulan Taraf gazeteleri liberal ideologların üst üste yığıldığı, nemalandığı ve işçi sınıfına karşı büyük bir ideolojik cephe oluşturdukları iki özel sermaye kuruluşudur.

Bilmiyoruz yazarlarını hatırlamaya gerek var mı?

Bazılarını hatırlayalım yine de: Ahmet İnsel, Cengiz Çandar, Cüneyt Özdemir, Murat Yetkin, Oral Çalışlar, Murat Belge, Oya Baydar, Orhan Pamuk, Mithat Sancar, Emre Uslu, Ahmet Altan, Yasemin Çongar…

Bu iki gazetenin işlevlerinin analizi liberal ideologların nasıl sermaye için araçsallaştırıldığını anlamak için çok yararlı olacaktır.

3.2. Emperyalizm kuramını ortadan kaldırmayı denemek

Liberal ideologlar nasıl sınıfı siyasi analizden kaldırıp yerine farklı etnik, seküler-muhafazakâr, kadın-erkek, hakları ihlal edilenler gibi kategoriler koymayı deniyorlarsa emperyalizm kuramını yok saymak da benzer bir marifettir. Burada üniversite kürsülerinde, özelikle uluslararası ilişkiler bölümlerinde liberal ideologların nasıl istihdam edildiği ve kadro yetiştirdiğini kavrama fırsatı da buluruz.

Bir kez emperyalizm kuramını yok sayarsanız, emperyalist ülkelerle bütün kirli ve kabul edilemez ilişkileri “reel politika” saymaya başlarsınız.

Ayrıca günümüzde özellikle 2008’den sonra belirginleşen Türkiye sermayesinin diğer halklar aleyhine yayılmacı eğilimlerinin de “reel politika” malzemesi olarak sunulmasında liberal ideologların büyük katkısı olmaktadır.

3.3. Reel sosyalizmi karalamak

Özellikle geçen yüzyılın sosyalizmli günlerinde liberal ideologların başlıca istihdam alanı reel sosyalizmi karalama işiydi ve bu iş adeta bir sektör haline gelmişti. Geçen yüzyılın bilim felsefecileri, tarihçileri, edebiyatçıları, gazetecilerinin bir kısmı dünyalığını buradan elde ediyordu. CIA’nın bu işe başlıca bir bütçe ayırdığı artık iyi biliniyor.

Yirminci yüzyılda reel sosyalizm tarihi insanlığın toplumsal eşitliğin sağlanması yolunda en cüretkâr, en kapsamlı ileri atılışıydı. Doğal olarak hatalar da yapıldı. Şimdi bunları gelecek atılım için anlamaya çalışıyoruz. Bu süreci anlamanın temel aracı ise 20. yüzyıldaki sınıf mücadelelerinin şiddetini kavramaktan geçiyor.

Oysa liberal ideologlar daha önceki başlıklarda gördüğümüz gibi bu konuda da sınıf mücadelelerinin yerine insan hakları, demokrasi gibi kavramları geçirmeye çalışırlar.

Şimdi ilgi başka alanlara kaydı, ancak geçerken ve satır aralarında sosyalizme vurmayı ihmal etmiyorlar doğal olarak.

3.4. Faşizm icat etmek

Hiçbir siyaset sermaye sınıfı için kalıcı değildir; gereksinimler farklılaşmakta, yıpranan siyasi tasarımların yeri gelince yeni siyasi oluşumlarla değiştirilmesi gerekmektedir. Türkiye tam da böyle bir zamandan geçiyor. Sermaye sınıfı ve uluslararası emperyalist güçler; son 20 yılda yeni tarzda sermaye birikiminin sağlanmasında çok büyük işlev görmüş ve çok büyük bir gücü kullanmasına izin verilmiş AKP’yi yeni bir sermaye siyasetiyle ikame edip edemeyeceklerine bakıyorlar.

Yeni sermaye siyaseti tasarımının sermayenin elde ettiği kazanımları sürdürmesinin yanı sıra ayaklanma potansiyelinden hep korkulan emekçi sınıfları kapsama yeteneği de olmalıdır. Bu hedef ise ancak şöyle ya böyle solu bir miktar içeri alarak hayata geçirilebilir.

Ama Altılı Masa’da olduğu gibi bu kadar açığa çıkmış bir sağ programa solu kapsama sıkıntısı belirir. İşte burada farklı tip bir liberal ideoloğa gereksinim doğar: Faşizm icatçısı.

Faşizm icat edilir çünkü solun geçen yüzyıldan kalma bir ezberi faşizme karşı işçi sınıfının sermaye partileri ile ittifak yapmasına dayanan birleşik cephedir. Birleşik Cephe siyasetinin geçen yüzyılda ne kadar yararlı olduğuna, ne kadar işçi sınıfı hareketine zarar verdiğine bu yazıda değinmeyeceğiz.

Ancak liberal ideolog tarafından faşizm icadı sınıf işbirlikçiliğinin yolunu döşeyecektir. İcat diyoruz, çünkü emperyalist düzende farklı dengelere ve farklı sermaye birikim yöntemlerine denk gelen Türkiye’de Erdoğan ve AKP iktidarı, Brezilya’da Bolsonaro, Hindistan’da Modi dönemi faşist rejimler değildir. Söz konusu yöneticiler faşizme yatkın karakterler olabilir, ama bu rejimin faşist olması için yeterli koşul değildir.

İnsanlar geçen yüzyılda yaşanan faşist rejimlerin ne olduğunu unutmuşa benziyor. İşçi sınıfı siyaseti güçlüyken, iktidarda olduğu ülkeler varken ve bazı ülkelerde iktidarını güç biriktirerek ararken sermaye sınıfı faşizmi örgütler. Faşizm altında komünistler yaşayabilmek için ya elde silah bir askeri cephe oluşturup savaşıyorlardır, ya derin bir yeraltı çalışmasına geçmişlerdir ya da ülkeden çıkmışlardır. Yoksa daha gözaltına alınırken öldürülmedilerse onları toplama kamplarında işlenen cinayetler bekler.

Oysa örneğin AKP döneminde sermaye işçi sınıfını kesitsel olarak temel tehdit olarak görmemiştir. Bu dönemde yaşanan çatışmaların başlıcaları Cumhuriyet Mitingleri, Ergenekon ve Balyoz Operasyonları, 15 Temmuz Darbe Girişimi gibi burjuva klikleri arasında gerçekleşmiştir. Emekçi sınıfları dinci gericilikle ve uluslararası düzeyde likidite bolluğu olan bir dönemde borç para ile gerçekleştirilen ve sonlu olduğunu herkesin bildiği bir “sahte Lale Devri” ile kontrol etmişlerdir. Tabii ki her sermaye iktidarı gibi baskı uygulamışlardır, ama her baskı uygulanan rejim faşizm anlamına gelmez. Hindistan ve Brezilya’da da, başkanlar ne kadar fanatik sağcı olurlarsa olsunlar, işçi sınıfı partileri bu dönemde yasal etkinliklerini sürdürmüş, hatta yerel yönetimlere gelmişlerdir.

Oysa şimdi Türkiye’de sahte refah dönemi sonlandı ve yağmalanacak pek bir şey kalmadı. Bu koşullarda ister AKP devam etsin ister Millet İttifakı iktidara gelsin, emekçi sınıflar üzerinde giderek artan bir baskı rejimi ile karşılaşacağımız kesin.

Ama liberal ideolog, işçi sınıfı siyasetini, olmayan faşizme karşı düzenin zor aygıtlarını elinde tutan sermayeye yedeklemekte kararlıdır.

3.5. Olmayan bir “ilerici” sermaye sınıfı siyaseti icat etmek

Geçen yüzyılda sömürge ve feodalizm karşıtı mücadeleler ve bu burjuva karakterli siyasetlerin bir süre için sırtlarını Sovyetler Birliği’ne yaslayabilmesi tutarlı olmayan bir ilerici sermaye hareketi yaratabilmişti.

Şimdi artık bunun izine bile rastlanmıyor. Sermaye sınıfı kendi içinde rekabet eden kliklere ayrılsa bile tümü tekelci sermayenin hegemonyasında gerçekleşiyor ve illaki gerici oluyor.

Oysa liberal ideolog işçi sınıfı siyasetini daha iyi bir kapitalizm için sınıf işbirliğine ikna ederken böyle bir özne icat etmek zorundadır. Ama gelin görün ki, bütün burjuva siyasetler, sosyal demokratlar da dâhil olmak üzere, tekelci sermayenin hizmetindedir. Dolayısı ile “ilerici bir burjuvazi” ile işçi sınıfının ittifakının kısmi kamuculuk, sömürünün hafifletilmesi, aydınlanmanın sağlanması vb. sonuçlara ulaşması sosyalist bir devrime göre oldukça ütopiktir, çünkü öznesi bulunmaz.

Syriza, Podemos gibi ara siyasetler de “ilerici” değildir. Syriza örneği, Yunanistan’da derin bir uçuruma yuvarlanmış düzene kurtarma merdiveni uzatmaktan başka bir şeye yaramamıştır.


3.6. "Piyasa sosyalizmi"nden adil bir dünya düzeni yaratmak

Genellikle “ulusalcıların”, Avrasyacıların, Çinci ve Rusçuların liberal ideologlardan farklı bir renk olduğu düşünülür, ne de olsa NATO’ya ve ABD emperyalizmine karşı bir alternatif önermektedirler.

Oysa bu alternatif kapitalizm dışına işaret etmez, sınıf işbirlikçiliğinin başka bir versiyonunu sağlar ve liberal ideologluğun bir türevini bize verir.

Son zamanlarda Mehmet Ali Güller tarafından üzerimize salınan Çin ve Rus ittifakının etrafında şekillenen “yeni ve adil bir dünya düzeni” kavramı bu liberal kavuşmanın en iyi örneği olarak karşımıza çıkıyor.

Çünkü Rusya tekelci bir kapitalizme sahipken Çin’deki tekeller bir piyasa düzeni sunuyorlar. Bunun nihai sonucu sermaye ihracatı, serbest bölgelerde emek gücü sömürüsü, eşitsiz ticari ilişki, ham madde kaynaklarına el konması ve en nihayet bağımlı ülkelerin yönetilmesinden başka bir şey olamaz.

ABD ve İngiltere’nin olağanüstü kirli ve kanlı tarihleri başka bir sermaye düzenini seçmemiz için bir neden oluşturmaz.

Sonuç:

Çağımız sosyalizme geçiş çağıdır ve sosyalizm liberal ideologluk denilen toplumsal iş bölümü kategorisinin zeminini kurutacaktır. Çünkü işçi sınıfının gerçek bir siyasi öncüsü hiçbir zaman sermaye ile birlikte yaşamak istemez, sermayenin yaşam suyunu keserek toplumsal eşitliği sağlamayı amaçlar.

Ancak her seferinde farklı bir kurnazlıkla bu kaçınılmaz sonu engellemeye çalışan liberal ideologlarla keskin ve anlık mücadelemiz sosyalizmin zaferine kadar bütün şiddetiyle sürecek.

ERHAN NALÇACI / Dayanışma Formu


Yüzüncü yılda düşünmek, öğrenmek, öğrenmemek - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

Cumhuriyet, 13 milyonluk köylüler ülkesinde kuruldu. Doğuşundaki moral haklılığı sürekli besleyecek bir ilerleme refleksiyle yol haritasını çizdi. İnsanın zamanın akışında yepyeni bir yolculuğa çıkabilmesi için. Yolculuk “bütünlük” taşımalıydı. Diyalektikle işleyecek bir kurgu diyebiliriz. Bir devlet-toplum diyalektiğinin hareketi yolculuğun merkezinde olacaktı.

BÜTÜNLÜK VE DİYALEKTİK

Önce devleti kurdu. 20. yüzyılın hukuk normlarını, uygarlık ölçütlerini, okuryazarlığını, kurumlarını benimsedi, yerleştirdi. Üretim güçlerini yerinden oynattı. Demiryollarını yaptı. Sanayi getirdi. 1930’ların sonunda bir ‘bütünlük’ içinde devlet ve ekonomi kurma kapasitesine erişti. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz. Büyük atılımdı. Devleti kuran adım toplumda hareket yaratmalıydı ki toplum kendini aşsın ve devleti yeniden düzenleyecek bir “momentum”a erişilsin.

Kapitalizmin sanayi yapılarına oturmuş kentli toplumunda böyle bir devlet-toplum diyalektiği ‘yeni zamanlar’a erişmenin dinamiğini yaratmaktaydı. Ancak, basit köylülüğün yüzlerce yıllık ağırlığını taşıyan ülkede bu dinamik hareketi yaratmak kolay iş değildi.

KIRSALDA DEMOKRATİK DEVRİM

O özel koşullarda kırsalın varlığı ilk ve büyük gerçektir. Kendini aşma hamlesi de kırsalda olacaktır. Kentlerin küçüklüğü topluma kaldıraç olmaya yetecek gücü yaratamaz. Hamle 1940’ın “Enstitü”sü ile başlıyor. Bunu köyde okuma-yazma seferberliği saymak küçümsemektir. “Enstitü” köylü öğretmenin kılavuzluğunda orada üretim ilişkilerini kökten değiştirecektir. Hedef odur. 1945’in toprak yasası ise topraksıza toprak vermekten ibaret değildir. Bizans’tan beri yerleşmiş mülkiyet rejimine son verip orada üretim güçlerinin kılavuzunu, yepyeni bir bağımsız çiftçi mülkiyetini esas kılmaktır. Öğretmen ile çiftçinin tarihi görevi, birlikte kırsalın eskimiş rejimini hallaç pamuğu gibi atmaktı. Zamanı gelmişti.

Olmadı. Kırsalın Bizans/Osmanlı rejimi varisi toprak ağası ile tüccar bir güç bloku idi. Yeni filizlenen sermaye de arkalarında durdu. O ileri hareketi kestiler. Kırsalın insanı tarihi haklarını öğrenemedi. Yeni bir köy ve topraktan devlete doğru başlayacak hareket doğamadan söndü. (Bunları daha önce yazdım.)

Söndü. Çünkü o güç bloku köylülük üzerindeki “mutlak vesayet”inin ağırlığını koydu. Vesayetin aslı sınıfsaldır. 1940’ların hamlesi ve sonucu bunu belgeleyen örnektir. Bu bir. İkincisi, ileri hareketi durduran “blok” artık karşıdevrimin tohumlarını taşır. İstemeksizin mi? Hayır. Çünkü hedefi bellemiştir: Cumhuriyet’i eriştiği noktada dondurmak, ileri hareketini kesmek. Şunu görmeliyiz: İleri hareketin “demokratik devrim” taşıdığını, bunun ne demek olacağını karşıdevrimciler Cumhuriyetçilerin çoğunluğuna göre daha iyi kavramışlardır. Bu kavrayış farkı o günden bugüne kapanmamış görünüyor!

Sivas demiryolunun 1930’taki açılışından bir fotoğraf. Tabelada “İzmir-Lozan-Sivas... ve daima ileri” yazıyor.

TOPLUMDA DEMOKRATİK DEVRİM

1945-60’ı anlatmayalım. Sonra 1961 Anayasası geldi. (İlham kaynağı CHP’nin “İlk Hedefler Beyannamesi”dir: 1959) Anayasa, Prof. Fazıl Sağlam’ın deyişiyle “Çağın ilerisinde bir anlayışı yansıtıyordu”. 1960’ların toplumu artık 1940’larınki değildir. Fabrika çağına ayak basılmıştır. İşçi sınıfı sahneye çıkıyor. Yeni bir dille konuşuyor. Cumhuriyetçiler bu dili anlamaya, işçiler de onları anlamaya başlıyorlar. 

Anayasa, devleti 20. yüzyılın kurumlarına, normlarına yerleştiriyor. Bünyesinde işleklik kazanan denetim ve hesap verme kuralları getiriyor. Devleti, öncelikle toplumun gereksinimlerini karşılamaya hazırlıyor. Toplumun da yaşam, çalışma, düşünce, gelişme haklarını, örgütlenme kapasitesini uygarlık ölçülerine yükseltiyor. Kısaca, topluma devletle ileri doğru bir diyalektik ilişkiyi başlatma, başarma yolu açıyor. Üretim güçlerini ve ilişkilerini birlikte geliştirecek şekilde Cumhuriyetin tarihi akışı canlanıyor.

Ama unutmayalım, Avrupa toplumu haklar mücadelesini son 200 küsur yılda yaşayarak öğrenmişti. Maya zaman içinde tutmuştu. Bize ise tarih (sonradan anlaşılacak!) sadece 20 yıl vermiş oluyor! 1960-80. O 20 yılda görüldü ki 1940’ların “blok”u sınıfsal eksen olarak, sermaye ile haşır neşir olmuştur. Sermaye birikim ve bir iddia kazanmış ve 1961 Anayasası’nı sevmemiştir. Sürpriz miydi? Hayır. 20. yüzyılın giysisi sermayeye bol geldi. Sözcüleri hep onun bedenine ve bakışına uygun, dar bir anayasa arayışını yansıttılar. O zamanki iş bitirici sözcüsü sayılabilecek general, “Subaylar halk içinde yaşadıkça halk gibi düşünüyor. Lojmana almak lazım!” dedikten sonra niyet anlaşıldı. Diyalektik koparılacaktır!

ÖNCE VE SONRA KARŞIDEVRİM

1980 ile sahne artık karşıdevrimin aktif rolü için açılıyor. Yeniden anlatmaya gerek yok. En kuvvetli darbe toplumun kendini aşmasında öncü olan gençlik, işçi sınıfı ve bilim çevrelerine vurulacaktır. Özünde şu var: 1961’den başlayan hareket, mülkiyet sahibi değil emek sahibi olanların örgütlenerek topluma ait kararları etkileme, belirleme gücü kazanmasıyla büyüyordu. Buna son verilmiştir. Devlete el konularak toplum “sessiz”e alınacaktır. Toplumun sesinden yoksun devlet dönemine geçiliyor. 1960-80’in haklar dünyasına geri dönülemez. “Demokratik devrim” bitmiştir. Diyalektik ters çevrilecektir ki bu rol yeni siyasetindir. (Buna elbette “demokrasiye dönüş” denilecektir!)

‘DOLAR YAĞMURU’

1980-2000 siyasette parçalanmış bir dönemdi. Toplum gözünde siyaset anlaşılmaz bir şey oldu. İki nokta dikkat çekicidir: Biri, devlet ve toplum aşamalarla, doğum sancıları sıklaşan kapitalizme teslim edilecektir. İkincisi, bu bir “geçiş dönemi”dir. Kapitalizme teslimle birlikte ve iç içe “karşıdevrim zamanı”na geçiliyor. Karşıdevrim bunu iyi kavramıştır. Sınıfsal vesayetin tarihi ikramına şükran duyuyor! Cumhuriyetçilerin çoğunluğu kavramamıştır.

1980’i yapanların (sınıfsal vesayetin “ikinci türevi” diyebiliriz!) ileriyi görme yeteneği ne kadardı? Yok gibi. Ama toplumu “sessiz”e alarak karşıdevrimin yolunu açtılar. Sonra, onları izleyerek gelenler ise “karşıdevrim zamanı”nı dört gözle bekliyorlardı.

1990’larda dünyada kapitalizmin yeni senaryosu başlıyor. Sermaye “küre”yi dolaşarak kendi mülkiyetine tapulayacaktır. Bununla iç içe, dünya parasının (“dolar”) sahibi ağa devlet de ‘küre’yi yönetebilmenin yeni tasarımlarına, uygulamasına geçiyor. “Küre”de siyaset artık sermayenin pratiğine uyumlu olacak, her yerde yeniden düzenlenecektir. Öyle oldu. Sermayenin akını ile siyasetin uyumu bir büyük “dolar yağmuru” ile “kuvveden fiile” çıkmaya başladı. Daha önce böyle şey olmamıştı. Türkiye, sermaye sınıfı ve karşıdevrime en yakın siyaset ekipleriyle en önde koştu.  Ekonomi dünya sermayesinin yeni müşterisi olacak, gitgide artacak borçlanma ve ithalatla buna göre yeniden kurulacak, yeni siyaset bu esasla serpilip topluma kendini kabul ettirecekti. Dolar artık iş görebilmek için bizim ana paramız sayılacaktı. Siyaset topluluğu “kabul!” dedi. (“Efendim, dünya değişti! Eski kafalılığı artık bırakmak lazım!”) Karşıdevrim de ilk “meşruiyet” adımına kavuştu.

Karşıdevrim sınıfsal ittifaklarla perçinlenip yürümüştür. 1940’larda, merkezde ağa-tüccar ittifakı. 1980’de, yeşil ışık yakan sermaye ile yüksek komuta kademesi ve dış destek ittifakı. 2000’den sonra, eylemli yürüyüş aşamasında ise dolar yağmuru altında dış ve yeni katmanlarla genişleyen iç sermayenin çekincesiz destekli ittifakı. Karşıdevrimin ittifakları Cumhuriyetin “daima ileri” şiarında ifade bulan diyalektiği durdurmayı, geriletmeyi görev bilerek, buna göre kâh geri çekilip kâh ileri giderek varlığını sürdürmüştür. Sonunda, dünya kapitalizmi ona aktif görev zamanının geldiğini de gösteriyor.

VERİLENE RAZI OLMAK

Toplum boş mu bırakılacak? Hiç olur mu? Tüm makinelerin üstadı bir dostum dengesi altüst olan kişiler ve haller için, “Sentre’sinden çıkmış!” der. 1980’in karşıdevrimi toplumu “sessiz”e almıştı. Hep o “sessiz”de tutulabilir mi? Kapitalizmin son 20 küsur yıllık dünya ve Türkiye tablosunda siyaset o bilgiyi veriyor, okuyabiliyoruz: Toplum, makinelerin aksine, “sentre”sinden çıkarılarak yönetilmelidir. Pozitif enerjisi boşaltılmalıdır. 1980’de zorla gelip yerleşen sınıfsal vesayet şimdi ayrı bir beceri istiyor! Toplumsal hak ve sorumluluk bilinci demek olan “sentre”ye bir daha yerleşilmemelidir. Toplum verilene ‘razı’ olmalıdır. Ve öyle oldu.


2023

2023’te nereye geldik? Karşıdevrim aldığı tüm maddi, manevi destekle kendine bir “bütün” oluşturabildi mi? Hayır! Cumhuriyete hasar vererek yarattığı çelişkileri çözemiyor. Bir “bütün”e varamıyor. Çelişkiler sıklaşan krizler üretiyor. Süreklidir. Bir kriz en az bir başkasını doğuruyor. Yapbozlar son 10 yılın tablosunun kaçınılmaz yöntemidir. (Uzun zamandır, aynı yıl içinde kaç adet “reform programı” yapıldığını akılda tutabilir misiniz? Yapanlar bir hafta içinde tümünü unutuyorlar!) Yaşanan, bütünlükten uzak, tanımı yapılamayan, adı konulamayan bir “ara model”dir. Cumhuriyet ile “neyin” arasında? Belirsiz ve çözümsüzdür.

1980’den sonraki 40 yılda nereye vardık? Cumhuriyetin diyalektiğini kesip tersine işletmenin sınırına. Bu sınırda, 100. yılda Cumhuriyet ile karşıdevrim karşı karşıya geliyor. Tam bu sınırda. Sermaye bunu görmüştür. Ve metabolizmasını, yani sınıfsal vesayeti sürdürebilmenin arayışı içine giriyor.

Yineleyelim, karşıdevrim insanın gelişmesini ve içinde yaşadığı, ‘devlet’ denilen yapıyı geliştirmesini durdurmaya ve kabilse saptırmaya çalışır. 1789’dan bu yana bunu öğrenmiş olmak gerekir. Dünyayı öğrenmemişsek, 1923’ten bu yana! Cumhuriyet, tarihin verdiği tüm moral haklılığı ile, 20. yüzyılda toplum olmanın tüm çelişkilerine ve çözümlerine hazır olma zorunluluğu ile kurulmuştu. “O kapasiteye sahibim çünkü bağrımda “demokratik devrim” çekirdeklerini taşıyorum” inancı ile de diyebiliriz. “İnsanın zamanın akışı içinde yolculuğu hep ileri doğru olmalıdır” diyordu da diyebiliriz. Şimdi, 100. yılda yeniden o diyalektiği aramaya, bulmaya ve onunla 21. yüzyıla adım atmaya yakın mıyız, uzak mı? Menkıbeden ve hamasetten uzak durarak düşünmeye çalışalım. Çünkü 2023 başlamıştır ve bu yıl en önemli yıldır.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet


Barbar finans - Timur Soykan / BİRGÜN

 


Antep’te 2018’de açılan bir dava, IŞİD’in para ağını gözler önüne serdi. IŞİD’e para transferlerini yöneten bir sanığın defterinde 100 milyon dolarlık kayıt tespit edildi. Türkiye’yi saran hawala sistemi IŞİD’i besliyordu.

                                  Fotoğraf: AA

Emperyalistlerin Ortadoğu planı ve AKP iktidarının bu plana desteği dünya tarihinin en büyük barbarlıklarından birini doğurdu: IŞİD.

Türkiye sınırının karşısında kara bayrakları ve üniformalarıyla Suriye ve Irak topraklarının büyük kısmını ele geçirdiler. Binlerce insanı katlettiler, kadınlara tecavüz edip köle pazarlarında sattılar, çocukları kaçırdılar. İnsanları kafalarını keserek, yakarak, taşlayarak, çatılardan atarak öldürdüler ve bunların videolarını çekerek sosyal medya hesaplarından dünyaya yaydılar.

Katliamları sınırın ötesinde kalmadı. IŞİD, Ankara, Suruç, Antep, İstanbul, Niğde, Diyarbakır ve pek çok kentte düzenlediği saldırılarda yüzlerce insanı katletti.

Peki…

Bu acılar yaşanırken barbarlığın para trafiği nasıl işliyordu?

IŞİD’in finans çarkları Türkiye üzerinden dönüyordu.

Gaziantep Başsavcılığı’nın 2018’de hazırladığı 21 sanıklı iddianame bu korkunç tabloyu ortaya koyuyor. Sanıkların biri Türk, ikisi Iraklı ve 18’i Suriyeli. Kara para aklamak ve terörün finansmanıyla suçlanıyorlar.

En başından anlatalım.

ABD, İKİ ŞİRKET VE BİR İSİM VERDİ

2018’de ABD, IŞİD’in Antep’ten on milyonlarca dolarlık büyük para transferlerini tespit etmişti. ABD Hazine Bakanlığı, Türkiye’de ofisler açan Suriye merkezli iki şirket ve IŞİD’in finans yöneticisi olduğu iddia edilen bir Suriye vatandaşının ismini verdi.

Şirketler; Al Khalidi Exchange ve Al Hebo Jewelry idi. ABD’liler, IŞİD finans ağını organize eden kişinin isminin Muhamad Ali Al Hebo olduğunu bildiriyor ve bu kişinin iki şirketi yönettiğini iddia ediyordu.

Gaziantep Başsavcılığı bu bilgiler üzerine soruşturma başlattı. ‘Hawala’ denilen yasadışı uluslararası para transfer sisteminde IŞİD’in bağlantısı belirlendi.

Ancak polisin tespitlerine göre: ‘Muhamad Ali Al Hebo’ olarak bildirilen isim Türkiye’de farklıydı: Mohamad Alhobo.

EN AZ 6 ŞEHİRDE OFİS AÇMIŞLAR

İddianameye göre; Al Khalidi Exchange ve Al Hebo Jewelry isimli şirketler, Suriye’de IŞİD’in kontrolü altındaki bölgelerde faaliyet yürütüyor, IŞİD’in para trafiğinde kilit rol oynuyorlardı. Ayrıca örgüte malzeme ve teknoloji desteği sağlıyorlardı. İstanbul, Mersin, Antep, Urfa, İzmir ve Bursa’da yasadışı ofisleri tespit edildi. Döviz ve altın alım satımı, para transferleri yapıyorlardı. Rakka’daki örgüt yöneticileri defalarca bu şirketler üzerinden para transferi yapmıştı. 2016’da IŞİD’in finansörlerinden Fawaz Muhammed Subayr Al Rawi, Al Khalidi Exchange’in Urfa’daki ofisini kullanmıştı.

2017’de Al Hebo Jewelry, Suriye’den Türkiye’ye yüklü miktarda altın geçirerek nakde çevirmiş ve Türkiye’de hawala işi yapan kişiler üzerinden IŞİD’in uyuyan hücrelerine aktarmıştı.

ABD’nin ismini bildirdiği Mohamad Alhobo, Antep’te Alhobo Kuyumculuk isimli bir işyerinde faaliyet yürütüyordu. Bu kuyumcuya sadece 600 bin TL’lik mal stoku yapılmış, daha sonra alım ve satım çok az tutarlarda olmuştu. Operasyonda Arapça el yazısı defter ele geçirildi. Tercüme edildiğinde kara para organizatörü olduğu net olarak anlaşıldı. Türkiye, Suriye ve Irak’ta 100 milyon doları aşan bir para trafiğini yönetiyordu. Transferlerin büyük çoğunluğu IŞİD’in hâkim olduğu Meyadin, Rakka ve Musul’a gönderilmişti. Alhobo Kuyumculuk’a yapılan baskında IŞİD fotoğraf ve videoları da ele geçirildi.

HAWALADAKİ IŞİD PARASI

ABD tarafından tespit edilen iki şirketin para transferleri, Türkiye’yi örümcek ağı gibi sarmış ve Suriyelilerin yönettiği hawala sisteminde dolaşıyordu. Döviz bürosu, kuyumcu görünümünde çok sayıda kara para transfer durağı vardı. Ayrıca hiçbir ticari kaydı olmayan kişiler, Antep’te kiraladıkları küçük odalarda para transferleri yapıyordu. Hawala transfer zincirinde dolaşan paraların bir kısmı nakit kuryelerine ulaşıyor ve onlar tarafından Irak ile Suriye’ye götürülüyordu.

Antep’teki Hacı İbrahim Marketçilik, hawala merkezlerinden biriydi. Marketin vitrininde dolar işareti vardı ve asıl işini gizlemiyordu. Operasyonda ele geçirilen evrakta milyonlarca dolarlık transferlerin kayıtları vardı. Hatta ‘Hacı İbrahim Ofisi Havale’ yazılı makbuzlar basılmıştı.

Adreslere yapılan baskınlarda binlerce kimlik fotoğrafı ele geçirildi. Bu kimlikleri göstererek paralarını alıyorlardı. Suriye ve Iraklıların kişisel para transferlerinin içinde IŞİD’in nakit trafiği gizlenmişti.

IŞİD SORGUCUSUNUN TRANSFERLERİ

Para transfer zincirinde barbarlığın izlerine sık rastlanıyor. Antep Şahinbey’de bir oda kiralayarak kayıtsız para transferleri yapan Suriyeli Hüseyin Lolek’in IŞİD’e para gönderdiği tespit edildi. Hüseyin Lolek’in Suriye’nin Çömlek Köyü’ndeki adliyede IŞİD’in sorgucusu olduğu belirlendi.

Suriyeli Yahya Hanifi, Hanifi Kuyumculuk isimli bir işyeri açmış ve Türkiye, Suriye, Irak arasında para kuryeleriyle işlerini yürütüyordu. Üstelik Yahya Hanifi’nin adı, Antep’te polis memuru Hüseyin Gümüş’ün öldürülmesine karışmıştı. Bu olayda silahı temin eden IŞİD Üyesi Mehmet Fatih Alıcı yakalandığında şunları söyledi“Yahya Hanifi ile Suriye üzerinden teyitleşerek 90 bin dolar aldım.” Operasyonda Yahya Hanifi yakalanamadı.

Suriyeli Ahmet Ziya Çavuş, Türk Vatandaşlığı ile birlikte Türkçe isim almış. Antep’te Sarraflar Çavuş isimli şirketin sahibi. Aynı zamanda uluslararası bir para transfer şirketinin acentesi olarak görünüyor ama yasal transferleri çok azdı. Operasyon sırasında yapılan aramada binlerce kimlik fotoğrafı bulundu. Paravan şirketin arkasında büyük bir hawala sistemi vardı.

YUNUS DURMAZ’IN FİNANS KURYELERİ

Sanıklardan Khaled Alzoabi, gözaltına alınmasından 6 ay önce vatandaşlık almıştı. Hanif Dış Ticaret isimli bir şirket kurmuştu. İstihbarat kayıtlarında 2016 yılının başında IŞİD’in Türkiye emiri Yunus Durmaz’a finans kuryeliği yaptığı yazılmıştı. Yunus Durmaz, 2015’te Ankara Gar ve Suruç katliamlarının emrini vermişti. Diyarbakır’da HDP mitingine bombalı saldırı sırasında olay yerindeydi. Gaziantep Emniyet Müdürlüğü’ne intihar saldırısının talimatını da Yunus Durmaz vermişti. 2016’da Antep’te saklandığı eve yapılan operasyonda üzerindeki bombayı patlatarak ölmüştü. IŞİD’in para ağına yönelik operasyonda gözaltına alınan Khaled Alzoabi, Yunus Durmaz’a finans kuryeliği yaptığı iddialarını reddetti.

Bu operasyonda üç şüpheli yakalanamadı. 18 sanığın tamamı IŞİD’e para aktardıkları iddialarını reddetti. Bazıları hawala sistemiyle ilgili itiraflarda bulundu. Sanıklara terörün finansmanı ve kara para aklama suçlaması yöneltildi, 8 yıldan 18 yıla kadar hapisleri istendi. İlk operasyondan 5 ay sonra yakalanan bir numaralı sanık Mohamad Alhobo bir süre tutuklu kaldı ve daha sonra tahliye edildi. Yargılama sürüyor.

***

AVUKATI MHP MİLLETVEKİLİ OLDU

IŞİD’in para ağına ilişkin iddianamede, Yunus Durmaz’a finans kuryeliği yaptığı iddia edilen ve Türk vatandaşlığı alan Khaled Alzoabi’nin avukatı da dikkat çekiyor: Bugün MHP Gaziantep Milletvekili olan Sermet Atay.

MHP Milletvekili Sermet Atay’ın adı, Antep’te Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın avukatı Mustafa Doğan İnal’ın da bulunduğu konvoyun önünün kesilmesiyle gündeme gelmişti. 20 Haziran 2022’de yaşanan bu olay nedeniyle gözaltına alınan ve suç örgütü lideri olduğu iddia edilen Yılmaz Öztürkmen, ifadesinde Mustafa Doğan İnal ve Gaziantep Başsavcısı İsmail Karataş’ı suçlamıştı. İddiaya göre; birlikte FETÖ Borsası oluşturduklarını söylemişti. Ancak savcı bu sözlerin ifade zaptına geçmesine izin vermemiş ve adliyede olay çıkmıştı. Tutuklama istemiyle sevk edildiği Sulh Ceza Hâkimliği’nde de sözleri zapta geçmedi. Yılmaz Öztürkmen ve avukatları ifadenin zapta geçmediğine dair tutanak yazmıştı. Bu tutanakta Yılmaz Öztürkmen kendisine kumpas kurmakla suçladığı kişilerin ifadesine yazılmadığını belirterek şöyle yazmıştı: “Bu kumpasın arkasında Av. Mustafa Doğan İnal, Özgür Özdağlı, Emrah Özdağlı, Cengiz Şimşek, Mehmet Ali Şimşek, Av. Osman Toprak, Tuncay Yıldırım, Gaziantep Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Karataş ve milletvekili Sermet Atay (MHP Milletvekili) var.”

Timur Soykan / BİRGÜN


AKP’deki Soylu söylentisi + GEYİM NEDEN SERDENGEÇTİ OLDU - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 


AKP’deki Soylu söylentisi

Düşünün, neredeyse her tweet’e her köşe yazısına cevap veriyor.

Arada ağzını da bozuyor.

Lakin artık kaç tane oldu bilemiyorum ama istifa iddialarına sessiz kalıyor.

Onun yerine trolleri konuşuyor.

Son olarak Milli Gazete’de okudunuz. Neymiş, Süleyman Soylu kabinede “affını” istemiş, Erdoğan ise sessiz kalarak cevabını vermişti.

“Herhalde olmamıştır” derken, yakın çevresi de yalanlarken AKP içinde konuşulan bir dedikodu ta bana kadar geldi. 

İddia o ki Bakan Soylu “İstifa ediyorum” demiş; Cumhurbaşkanı Erdoğan cevap bile vermemiş ama iş orada kalmamış. 

Geçen hafta pazartesi gecesi, kabinenin ardından, Soylu özel bir uçakla İstanbul’a inme hazırlığı yapmış. Uçak indiğinde onu karşılayacak taraftarları da hatta bazı gazeteciler de hazırlanmış. Soylu istifasını kamuoyuna duyuracak, bir de manifesto niteliğinde konuşma yapacakmış.

Ancak o gece Bakan Soylu’nun telefonunu kritik bir isim aramış. Elbette kendi adına değil, Erdoğan adına. Güvenlik bürokrasisinin bu önemli ismi, Soylu’ya “Orada dur” demiş. Hem de sert bir şekilde. Hep çok şey bildiğini söyleyen Soylu’ya onun hakkında bildiklerini anlatmış. Bana garip geldi fakat telefondaki ses Çalışma Bakanlığı dönemini işaret etmiş...

Telefonu kapatınca muhasebe yapan Soylu’nun uçağı önce sabaha ertelenmiş. Sonra da iptal olmuş.

Erdoğan, bu yolla, “Sen istifa edemezsin, gerektiği zaman ben seni alırım” demiş.

Evet, AKP’de konuşulan hikâye böyle.

Soylu’nun teşkilat tarafından da üsttekiler tarafından da pek sevilmediği herkesin malumu. Öyle olunca bire beş de katılmış mıdır? Mümkün. 

Hatta konuştuğum AKP’nin ünlü ekran yüzlerinden bir isim “Seçim öncesi Soylu’nun görevden alınacağını düşünmüyorum. Parti içindeki sevmeyenleri böylesi iddialarla onu öfkelendirerek yanlış tepki vermeye itiyor” bile dedi. 

Gel gör ki konuşulanlar öyle böyle değil. Ankara kulislerinin her köşesinde duyduğunuz şu söylentilere kayıtsız kalmak ne mümkün: 

Neymiş, Süleyman Soylu Cumhurbaşkanı Erdoğan ile özel görüşme taleplerine bir süredir yanıt alamıyormuş. 

Neymiş, MHP lideri Devlet Bahçeli bile Soylu’nun kriminal insanlarla bu kadar çok fotoğrafının çıkmasından rahatsızmış. 

Neymiş, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın “Türkler ve Kürtler yüzyıllardır ekmeklerini beraber paylaştı, bu vatanı beraber kurup ihya ettiler. Biriz, beraberiz, tek yumruk, tek yüreğiz. Teröristlerin arazide yapamadıklarını, aramıza fitne sokmak suretiyle birliğimizi beraberliğimizi bozmaya çalışanlar var. Bu konuda dikkatli olmamız gerekir” açıklamasını bile Süleyman Soylu’ya gönderme olarak okumalıymış. 

Demem o ki ateş var ki duman çıkıyor.

                                                             ***

GEYİM NEDEN SERDENGEÇTİ OLDU

Şunu biliyorsunuz: 30 Ağustos resepsiyonunda Tokat Valisi Numan Hatipoğlu’nun elini sıkmayan rütbeli askerler aynı gün görevden alındı. 

Peki, şunu duydunuz mu: FETÖ’nün Trabzon ve Gümüşhane il imamı olduğu gerekçesiyle 6 yıl 3 ay hapisle cezalandırılan Muhammet Köleoğlu“Devletime hizmet etmek için her türlü yardıma hazırım” diyerek itirafçı oldu. FETÖ imamının mahkemeye “siyasi ve bürokrasi referanslarım” diye verdiği 19 kişi arasında bugünkü Tokat Valisi Numan Hatipoğlu da vardı. 

Merak işte, çiçeği burnunda Vali Numan Hatipoğlu’nun resmi biyografisine bakıyorum. Ordu’nun Korgan ilçesinde doğmuş. 

Acaba, diyorum... 

Vali Hatipoğlu ile yine Ordu’nun Korgan ilçesinde doğan İçişleri Bakanlığı Personel Genel Müdürü Mehmet Fatih Serdengeçti yakın akraba mıdır? 

Soru soruyu getiriyor. Ve sahi... 

İçişleri Bakanlığı’nın kritik koltuğunda oturan isim “Geyim” şeklindeki soyadını neden “Serdengeçti” diye değiştirdi? 44 yaşına gelmiş bir kamu yöneticisi soyadını neden değiştirme ihtiyacı hisseder? 

15 Temmuz’dan sonra devletten ihraç edilen yakınları mı vardır da çekinmektedir? 

Yok artık, daha neler! 

Barış Pehlivan / Cumhuriyet

Liberalizmin yükselişi ve düşüşü: Kısa 'yetmez ama evet' tarihi - ORHAN GÖKDEMİR / SOL

 "Bir dönemin sonuna geliyoruz. 12 Eylül ile başlayan 'sol liberal' macera dramatik sonuna yaklaşıyor. Arkasından, yaslandıkları AKP’nin de devrileceğini biliyoruz, hissediyoruz."


Bu yazı Eylül 2022 tarihili Dayanışma Forumu’nun yeni sayısında (6. sayı) yer almaktadır.

Liberalizm ve İslamcılığın ittifakının tarihini 12 Eylül’den başlatamayız ama 12 Eylül bu açıdan da bir dönüşümün başlangıcıdır. 

Türkiye burjuvazisi ta 1940’lı yıllardan bu yana Kemalizm’in “Milliyetçi Batıcılık” politikasından kurtulmaya çalışıyordu. 1940’lı yıllar burjuvazi açısından Kemalizm’i bütünüyle gereksiz kılacak pek çok gelişmeye sahne olmuştu çünkü. 2. Dünya Savaşının ardından ABD’nin önderlik edeceği “yeni bir dünya” kuruluyordu. Türkiye sermaye sınıfı ve onun temsilcileri, DP ve CHP’siyle “yeni dünyada” yerini almak istiyordu. Din artık emperyalistlere ve yerel sermayeye lazımdı. Komünizmi ancak bu yolla durdurabileceklerine inanıyorlardı çünkü. Emperyalizm yeni bir tezgâh kurmuş, “yeşil kuşak” diye adlandırmıştı. Burjuvazi, devrimini cami avlusuna bırakıp kaçmaya hazırlanıyordu. 

Türk liberalizmi işte o yeşil kuşak tezgahında yeniden biçimlendirildi. Doğal olarak devrimci dönemin bütün kazanımlarına düşman oldu, derin antikomünizm çukuruna yuvarlandı. Kemalizm’in içi boşaltılıyor, anti Kemalist bir Atatürkçülük inşa ediliyordu. Düzen İslamcılığa doğru meylediyordu. Köy Enstitülerinin kapatılması, ezanın Türkçe okutulması uygulamasından vazgeçilmesi ve tarikatların yeniden açığa çıkışı bu dönemin politik sonuçlarıdır. 

Bu dönem aynı zamanda devletin tarikatlarla barışma dönemidir. Cumhuriyetin kesintiye uğrattığı Osmanlının tarikatlarla yönetme geleneği yeniden yürürlükteydi. Nakşiler ve Nurcular çıkarılıp atıldıkları yerlere geri dönüyordu. Necip Fazıllar, Sadi-i Nursiler CHP ile DP arasında gidip geliyor, kabul görüyor, ödüllendiriliyordu. Antikomünizm hepsini birleştirmiş, devlet ABD’nin, NATO’nun, kontrgerillanın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirilmişti.

'Kanlı Pazar' düzenin bir organizasyonudur

NATO düzeninde Amerikan filosuna karşı yürümeye yeltenenleri doğrayan İslamcılar artık makbul bir siyasal akımdı. Siyasal tarihlerinin “Kanlı Pazar” ile başlaması rastlantı değildir. Büyük Doğucular, Gülenciler, Ak-genç, bugün AKP dediğimiz şeyi oluşturan bütün bu aktörler, NATO’ya bağlı Komünizmle Mücadele Derneklerinin içinden çıkıp geldi. Orada cumhuriyetin ordusuyla, kurucu partisiyle, polisiyle, yargısıyla yeni ittifaklar kurdular. Sağa yaslanan düzenin en sağdaki militanları oldular. Nüve halinde AKP’dir. 

Bugün iktidar ortağı olan MHP de o dönemin ürünüdür. Dönemin ruhu Turancılığa uygun değildi. İslam yükseliyordu ve Turancılıkta revizyon gerekiyordu. Türk-İslam ülküsü ülkücülüğün temeli oldu. Komünizmle mücadele islamcı ile milliyetçiyi de birbirine yakınlaştırmış, birbirine benzetmişti. 

Düzen Kemalizm yükünü atmaya hazırlanıyordu. 12 Mart bir ilk adımdı. Arada 24 Ocak kararları var. 12 Eylül 1980 sermayenin Batı kapitalizmiyle bütünleşme programının en büyük hamlesiydi. Kapitalizmle bütünleşmenin gereği olarak komünist ve ilerici hareketler ezildi. Grev hakkı yasaklandı, sendikalar etkisizleştirildi. Düzen devrimci bir düzenleyici olarak ekonomik alana el atan devletin artık çekilmesini istiyordu. Özelleştirme bunun biricik yoluydu. Turgut Özal’ın ANAP’ı nüve halinde AKP’ydi; hem islamcı hem acımasız bir piyasacıydı. Özal zengini seviyordu, fakire ise, haliyle, sadece yardım ve sadaka kalıyordu. Özal’ın “serbest piyasa devrimi”nin özetiydi bu. 

Özal hem liberaldi hem Müslümandı. 1940’lı yıllarda devlet kapısı açılan Nakşibendi tarikatının yetiştirmesiydi. Piyasa toplumuna geçiş, tarikatlar düzleminde de mutlak bir liberalleşmeyi gerektirmişti. Özal dönemin ruhu, esas oğlanıydı.

Tabii aynı zamanda ordu eliyle bir toplumu dinselleştirme programı yürürlükteydi. Bunun için elde tarikatlardan daha elverişli bir malzeme yoktu.

Liberal sol sahne alıyor

Dinselleşme, dünya pazarıyla bütünleşme, Cuntanın solu ve işçi sınıfını ezip geçmesi, tabii Sovyetler Birliği’nin çözülüşü bazı kapıları kapatmış ancak yeni kapılar açmıştı. Sınıftan kaçış, mücadelenin genel bir demokrasi mücadelesi olarak tanımlanması, bu mücadelede Avrupa’nın arkalanması, Batı fonlarıyla beslenen sivil toplumculuk 12 Eylül sonrası ortaya çıkan liberalizminin alameti farikalarıydı. Sol olmayan bir sol türemişti. Buna tuhaf bir biçimde “liberal sol” adı verilmişti. Yan yana gelmeyecek iki şey bir siyasal hattın kimliği olmuştu. Soldaki “Birikim-Murat Belge” etkisi, böylece, bir etki olmaktan çıkıyor, ete kemiğe bürünüyordu. 

Sol’un “içinde” peydahlanan bu yeni liberalizm, yaşanan bütün olumsuzlukların baş sorumlusu olarak cumhuriyetin kuruluş paradigmasını işaret ediyordu. Cumhuriyet başından beri Müslümanları, solcuları ve Kürtleri dışlamış, ezmişti. “Özgürlük ve demokrasi” mücadelesi bu çevrelerin hassasiyetleri esas alınarak yürütülmeliydi. Böylece tarihin sınıf temelli okumasının karşısına özgürlük temelli bir yeni okuma dikiliyordu.

Sol liberalizmi Özal sempatizanlığından Tayyip Erdoğan hayranlığına iten dinamikler işte bunlardı. Sonuçta hepsi birden “demokrasi mücadelesi”nin farklı parçalarıydı. 12 Eylül karanlığından, Kemalist vesayetten, ceberut devletten kurtulmanın yolunu arıyorlardı hep birlikte. Kemalizm’in ezdiği islamcılar iktidara yaklaştıkça daha bir umutlanıyorlardı. 

Sonunda islamcı iktidarı kurulunca liberal sol Birikim Dergisi “Muhafazakâr Demokrat İnkılâp” kapağıyla selamladı bu dönüşümü. Başlığın devamına “1946-83 ve Sonunda 3 Kasım” diye tarih düşülmüştü. 1946’da başlayan liberal mücadele islamcılar eliyle zafere ulaşmıştı, dedikleri buydu. Kapak yazısını yazarı Ömer Laçiner, büyük bir coşkuyla dolduruyordu altını. 

Kaldı ki solda da “özgürlükçü” partiler vardı artık. Bu sınıftan kaçmış özgürlükçülük HDP’den başlayarak AKP’de ve CHP’de karşılıklar buluyordu. Ufuk Uras türü solculuk için artık sahne hazırdı. 

Nurcular sivil toplum örgütü

Aslında sadece AKP’ye destek vermediler, Fethullahçıların da önemli bir destekçisi ve meşruiyet sağlama aracı oldular. Abant Toplantılarını hatırlayın. Çoğunun yolu Zaman gazetesi sıralarından geçti. Birçoğu cemaat TV’lerinin değişmez yüzüydü. Bu yüzden hapis yatanlar var aralarında. Kemal Burkay, Süleyman Soylu, Nazlı Ilıcak, İbrahim Kalın, Ufuk Uras, Etyen Mahçupyan, Hayrettin Karaman, Murat Belge, Ömer Laçiner, Altan Tan, Binnaz Toprak, Reha Çamuroğlu, Ali Babacan, Yusuf Kaplan, TÜSİAD ile MÜSİAD temsilcileri bu toplantılarda yan yana oturmuşlar, 1945’te oluşan ittifakın bileşenleri olarak boy göstermişlerdi. Cemaat artık liberalizmin çatı örgütüydü. 

AKP rejimi burjuvazinin 1940’lı yıllarda başlayan politik evriminin güncel bir çıktısıdır. 24 Ocak kararları ve Özalcı uygulamaların mantıki sonucudur AKP. İslam soslu liberalizmin, Milliyetçi Dinci yeni rejimin pratik karşılığıdır. Turgut Özal’dan Tayyip Erdoğan’a geçerken Türk İslam Sentezi dönüşmüş İslam Türk Sentezi olmuştur. 

Yani AKP de liberaller de 12 Eylül ile oluşan ekonomik-siyasal iklimin birer türevidir. 12 Eylül ruhundan kurtuluşun değil o ruhun ete kemiğe bürünüşünün sorumlularıdır. 

Haliyle liberallerin AKP’ye ve tabii 12 Eylül’e yönelttiği bütün eleştiriler dönemseldir, sahtedir. AKP’nin temelinde liberal bir harç vardır. Sol liberalizmin laik cumhuriyete yaklaşımı ile AKP’nin yaklaşımı benzerdir. AKP’nin eleştirisi liberal eleştirinin içinden çıkar, onun öz evladıdır. Püsküllü Kadir kemale ermemiş Murat Belgedir. Ama öte yandan Murat Belge eleştirisinin varacağı yer de Püsküllü Kadir tarihçiliğidir. 

Son durak: Yetmez ama evet

Liberal İslamcı işbirliğinin doruğu 2010 12 Eylül’ünde devleti bütünüyle AKP’ye devreden referandumdur. Referandumun 12 Eylül’e denk getirilmesi bu işbirliğinin bir sembolüydü. Liberaller 12 Eylül defterinin sonunda kapanacağına inanıyordu. AKP 12 Eylül tarihini seçerek liberallerin bu inancını desteklediğini göstermişti. “Yetmez ama Evet” kepazeliği işte böyle ortaya çıktı. Gerçekte yargı o referandumla AKP’ye bağlanıyordu. Bunun anlamı eski rejimin bütünüyle tasfiyesiydi. Abdurrahman Dilipak, Ali Nesin, Aydın Engin, Aydın Menderes, Ayşe Hür, Baskın Oran, Cemil İpekçi, Cengiz Çandar, Emre Belözoğlu, Eser Keskin, Fethullah Gülen, Hasan Cemal, Hilal Kaplan, Hüseyin Gülerce, Oral Çalışlar, Oya Baydar, Mustafa Destici, Yasin Topçu, Nabi Yağcı, Sırrı Sakık, Yasemin Çongar yeniden ayrı potada erimeye razı olmuştu. Taraf gazetesinden, Cemaatten, barış masasından, akil adamlardan, HDP’den, AKP’den beslenen son liberal atılımdı bu. İslamcı, sağcı, solcu, liberal, kimlikçi bir hattı bu. Cemaatte vücut bulmuyorsa AKP çatı rolünü üstlenmeye hazırdı.  

2002’de kurulan bu iğreti ortaklığı 2013 Haziran Ayaklanması dağıttı. Gerici-liberal iktidar bloğu, laik cumhuriyetçi halkın ayağa kalkmasıyla bölündü, parçalandı, dağıldı. Sol liberallerin bocalama devriydi bu. O karışıklıkta Fethullah’ın yanında saf tuttular. AKP de Ergenekon-Balyoz davalarıyla tasfiye etmek istediği ulusalcıları saldı, liberallerin boşalttığı mevzileri onlarla takviye etti. Şimdi bu güçler dağılımıyla bir ölüm kalım savaşı veriyor.

'Muhafazakȃr İnkılȃp' dedikleri gerçekte bir karşıdevrim

Birikim dergisinin “Muhafazakâr Demokrat İnkılȃp” sayısında dönemin ruhunu temsil eden bir yazı daha var. Ahmet İnsel imzalı yazının başlığı “Olağanlaşan Demokrasi ve Modern Muhafazakârlık”… Yazı, “3 Kasım seçimlerinin ortaya çıkardığı tablo, beklenmedik biçimde, 12 Eylül rejiminden çıkış kapısını araladı” diye başlıyor. Yazının amacı, “Bu çıkışın ve dolayısıyla kapsamlı siyasal dönüşüm olanağının ne olduğunu değerlendirmek…” Takip ediyoruz: 1980’den bu yana, otoriter devlet merkezli anlayışta açılan yegâne ciddi gedik, Turgut Özal’ın ustalıkla öncülüğünü yaptığı, iktisadî plânda liberalleşme girişimiydi. Turgut Özal’ın pragmatizminde kendine en uygun ifade zeminini bulan bu muhafazakâr-liberal sentez, salt iktisadî dinamizmle toplumsal ve siyasal istikrarın/durağanlığın pekiştirilebileceğini umut ediyordu. Sonuçta, yegâne hareket alanı olan iktisat, siyaseti kendi içine çekip, onu araçsallaştırdı… Ecevit, Demirel, Baykal ve elbette Derviş, ancak “halkçı” olabilirlerdi. Erdoğan ise “halk”tı. Türkiye Cumhuriyet tarihinde sivrilmiş siyasal önderler arasında en fazla, otantik biçimde “halk” olan kişiydi. Bu açıdan bakınca, AKP’nin “önlenemez iktidar yürüyüşü”, Özal’la başlayan sürecin sahicileşmesi ve mütevazılaşması olarak ele alınabilirdi. 

Dilini ödünç aldım, özür diliyorum. Bir dönemin sonuna geliyoruz. 12 Eylül ile başlayan “sol liberal” macera dramatik sonuna yaklaşıyor. Arkasından, yaslandıkları AKP’nin de devrileceğini biliyoruz, hissediyoruz. Mahşer günü yaklaşıyor!

ORHAN GÖKDEMİR / SOL

Öne Çıkan Yayın

SÖZCÜ GÜNDEM -10 Mayıs 2025 -

Paşa torunu emekli maaşını övdü - Zekeriya ALBAYRAK/Sözcü- Türkiye’de her 4 emekliden birisi 15 bin lira aylıkla geçinmek zorunda kalırken A...