23 Temmuz 2024 Salı

T24 "KÖŞEBAŞI" + Türkiye Futbol Federasyonu seçimi üzerine... -23 Temmuz 2024-

 

Hakkari’de genç intiharları: TÜİK ne diyor, İHD raporu neye dikkati çekiyor? -Candan Yıldız-

TÜİK 2023 verilerine göre intihar hızının en yüksek olduğu il sıralamasında Hakkari ikinci sırada

Belediye eş başkanları Hakkari ve ilçelerinde genç kadın ve erkek intiharlarına ya da şüpheli ölümlere dikkati çekmişti ki ben de üstün körü yazmıştım

Türkiye İstatistik Kurumu’nun 14 Haziran’da açıkladığı “İntihar istatistikleri”ne göre de Hakkari, 2009-2023 yılları arasında intihar hızının en yüksek olduğu ikinci il… Birinci sırada Ardahan var…

Hakkari İnsan Hakları Derneği’nin 2023 raporu gözden kaçmasın istedim. Bu rapora göre Hakkari’de 2023 yılında 25 kişinin intihar ettiği not ediliyor. TÜİK de bu rakamı 24 olarakİHD’nin raporuna göre intihar vakalarının çoğunluğu Hakkari merkez, Şemdinli, Çukurca ve Yüksekova’da… İntihar edenler ortalama 17-30 yaş aralığında genç kadın ve erkekler…

İntihar vakalarını bireysel bir sorun olarak görmek kolaycılık olur. TÜİK’in istatistiklerin de de bunu görebiliyoruz. 2023’te 4061 intihar vakası arasında “Hastalık, Aile Geçimsizliği, Geçim Zorluğu, Ticari Başarısızlık, Hissi İlişki ve İstediği ile Evlenememe, Öğrenim Başarısızlığı” gibi nedenlerin yanı sıra “Diğer ve Bilinmeyen” nedenler yüzde 59,2 ile en yüksek oranı oluşturuyor.

Kaldı ki geçim zorluğu da bireysel değil toplumsal bir sorun. Vergi politikaları, emeklilere dönük kararlar ya da asgari ücrete mahkûm edilen milyonlar politik bir mesele… açıkladı. 24 kişiden 17’si erkek, 7’si ise kadın… Kayıtlara geçmeyen vakalar da var tabii…

İHD’nin raporuna göre intihar vakalarının çoğunluğu Hakkari merkez, Şemdinli, Çukurca ve Yüksekova’da… İntihar edenler ortalama 17-30 yaş aralığında genç kadın ve erkekler…

İntihar vakalarını bireysel bir sorun olarak görmek kolaycılık olur. TÜİK’in istatistiklerin de de bunu görebiliyoruz. 2023’te 4061 intihar vakası arasında “Hastalık, Aile Geçimsizliği, Geçim Zorluğu, Ticari Başarısızlık, Hissi İlişki ve İstediği ile Evlenememe, Öğrenim Başarısızlığı” gibi nedenlerin yanı sıra “Diğer ve Bilinmeyen” nedenler yüzde 59,2 ile en yüksek oranı oluşturuyor.


Kaldı ki geçim zorluğu da bireysel değil toplumsal bir sorun. Vergi politikaları, emeklilere dönük kararlar ya da asgari ücrete mahkûm edilen milyonlar politik bir mesele…

Hakkari İnsan Hakları Derneği, 2023’teki intihar vakalarıyla ilgili sekiz aileyle görüşmüş.

Hayatına son veren gençlerin aileleriyle yapılan görüşmelerden dikkat çeken noktalar şöyle: Şemdinli’de üç ay arayla intihar eden iki erkek kardeşin ailesi çocuklarının cep telefonundan sürekli dini videolar izlediğini söylüyor. Raporda ailenin çocuklarının ölümünü dini açıdan normalleştirdiği belirtiliyor.

Şemdinli’de 4 Haziran 2023’de intihar eden gencin ailesiyle yapılan görüşmeden çıkan notlar da toplumsal dokuya ilişkin çok şey söylüyor: “Aile, E.E’nin geceleri korkudan uyuyamadığını sürekli kabuslar gördüğünü ve ‘beni yılanlar ısırıyor, beni yemeğe geliyorlar’ dediğini beyan ettiler. Bu durumdan kaynaklı çocuklarını iyileştirmek için hocalara götürdüklerini söylediler. “

Hocalardan medet umulması bir yana, aile devletin ilgili kurumlarının kendilerini ziyaret etmediğini, kurumlardan destek alamadıklarını söylüyor…

Raporda genç kız intiharlarıyla ilgili ise şu gözleme yer verildi:

“Genç kız intiharlarının çoğu basında yer almakla beraber yetkili merciler tarafından nedenleri yeterince araştırılmamıştır. Yapılan gözlemler sonucunda ve araştırmacı gazetecilerinde iddiaları ile birlikte Hakkari’de 2019 yılında patlak veren ve kolluk kuvvetlerinin de dahil olduğu kişilerin kadınları cinsel istismara zorladığı bilinmektedir. Bu kadınların çoğunun da intihar adı altında şüpheli ölümler olduğu gözlemlenmiştir. Son zamanlarda eylül ayının sonu, ekim ayının başı içerisinde özellikle ismi henüz basına verilemeyen iki kadının intihar eyleminin 2019’da iddia edilen cinsel istismar olayı içerisinde yer alan kolluk kuvvetleri tarafından gerçekleştiğine dair iddialar gözlemlenmiştir. Aileler ile temas kurulamazken olay örgüsünün kapatılması da bu durumda dikkat çekmektedir.”

Hakkari’de genç intiharlarıyla ilgili 20 Sivil Toplum Kuruluşu (STK) bir araya gelse de, İHD Hakkari şubesi intiharlara yönelik araştırma komisyonu kursa da her vakaya ilişkin etkin bir soruşturma olmazsa gerçek tabloya ulaşmak, intiharın nedenlerini aydınlatmak mümkün değil. Bu nedenle İHD Hakkari şubenin devlet kurumları ile STK’ların ortak çalışması gerektiği, STK’ların bu konuda saf dışı bırakılmaması gerektiği vurgusu önemli.(https://www.ihd.org.tr/wp-content/uploads/2023/10/I%CC%87ntihar-Go%CC%88zlem-Raporu.pdf)

                                                                /././

Türkiye'de gelir dağılımı, iç ve dış tasarruf: 'Yüksek gelirli grupların daha az tüketim, daha çok tasarruf yapacağı' varsayımı doğrulandı mı? -Ercan Uygur-

İktidar, kaynak sağlamak için zorunlu olarak yabancılara dönmüştür. Ancak yabancılardan gelen kaynak kısa vadelidir, daha uzun vadeli saydığımız yabancı doğrudan yatırımlar yoktur. Bu durum ekonomide bir kırılganlık kaynağı olarak duruyor.

Son günlerde şöyle bir söylem var: İktidar, sabit ve düşük gelirlilerin üzerine ekonomik anlamda öyle çok gidiyor ki, zaten kötü olan yaşam koşullarını bilerek ve isteyerek daha da kötüleştiriyor.

Amacı nedir? “Sabit ve düşük gelirlilerin bir siyasi tepki vermesini bekliyor. Böylece kendisine de siyasi sonuçlar çıkarmaya çalışıyor.” Bu söylem bir komplo teorisini anlatır gibidir.

Doğrudur; nüfusun önemli bir bölümü gerçekten sefalet, hatta açlık koşullarında yaşıyor. Şimdiye kadar böylesi görülmemişti. Ancak, bana bu zor koşullar bir “ekonomik yaklaşımın”, bir “ekonomik modelin” sonucu olarak yaratıldı gibi geliyor.  

Amaç, belli bir “yaklaşımla” bazı grupların tüketimini düşürüp, tasarrufunu yükseltmek olarak özetlenebilir. Burada birkaç soru var.

1) Bu “yaklaşım” nedir?

2) Acaba yaklaşım doğru mudur?

3) Acaba bu yaklaşım Türkiye koşullarında geçerli midir?

Bu yazıda bu sorulara yanıt vermeye çalışıyorum. Şimdiden söyleyebilrim ki, gelir grupları itibariyle tasarruf oranlarına baktığımızda, yaklaşım geçerli görünmüyor. Gelir ve tüketim dağılımı bozulduğuyla kalıyor. Şimdi hikâyeyi baştan alalım.

Bir ekonomi politikası yaklaşımı  

2021’den başlayarak, Türkiye’de uygulanan politikaların sonucu olarak, gelir dağılımında çok belirgin bir bozulma oldu. Gelir dağılımındaki bozulmanın siyasi ve toplumsal etkilerini görüyoruz, görmeye de devam edeceğiz.

Bozulma tüketimin dağılımında daha da fazla vardı. Şöyle ki, zaten toplam tüketimden düşük pay alan grupların bu payları daha da düştü. Bunları daha önce tartıştık. Örneğin, Uygur (28 Haziran 2024; 14 Haziran 2024; 30 Ocak 2024; 18 Ocak 2024.)

Tüketimden hareketle, konuyu bir de tasarruf yönünden ele alalım. İktisatta, tüketimi ve dolayısıyla tasarrufu belirleyen öncelikle gelirdir. Gelirden başka tüketimin belirleyicileri arasında şu unsurlar vardır:

1) Bugünkü ve gelecekte beklelen fiyatlar,

2) Vergiler, özellikle harcanabilir geliri etkileyen vergiler,

3) Faiz oranı,

4) Servet,

5) Gelir dağılımı,

6) Gelecekte beklenen gelir,

7) Belirsizlik, gösteriş veya pintilik gibi psikolojik unsurlar.

Keynes, “Genel Teori”de tüketimi / tasarrufu uzunca boylu açıklarken, gelir dağılımını tüketimi / tasarrufu etkileyen önemli bir unsur olarak vurgulamıştır. Keynes’in şöyle bir saptaması var;

“Düşük gelirli kesimlerin tüketim eğilimi, varlıklı kesimlerin tüketim eğiliminden daha yüksektir. Bu bakımdan daha eşit bir gelir dağılımı toplam tüketimin artmasına neden olur.

Tersi durumda, daha eşitsiz bir gelir dağılımı gelişmesi, toplam tüketimin azalmasına neden olur. Örneğin enflasyon nedeniyle böyle bir gelir dağılımı bozulması olmuşsa, vergi politikası ile düzeltilmelidir. Bakılması gereken dağılım, vergi sonrası harcanabilir gelirin dağılımıdır.” Bu konularda bakınız Keynes (1936, Bölüm 8, 9, 10).

Türkiye’de 2021 ve sonrasında uygulanan politikaların bir temeli bu olabilir: Düşük gelirlilerden yüksek gelirlilere doğru bir gelir ve servet aktarımı yapılsın, böylece geliri daha da yükselen gruplar daha az tüketim, daha çok tasarruf yapsınlar. İnsan ve yaşam maliyeti çok yüksek bir yaklaşım.

Belirtmem gerekir ki, bu yaklaşım bazı istikrar veya enflasyonu düşürme programlarında açıkça belirtilmiştir. Hatta, kaynak olarak Keynes de gösterilmiştir. Halbuki Keynes, gelir dağılımının örneğin enflasyon gibi bir nedenle bozulması ile bu sonucun ortaya çıkabildiğini belirtmiş, vergi politikası ile düzeltilmesini önermiştir.

Bu yaklaşım, ekonomik olarak da sosyal olarak da doğru bir yaklaşım değildir. Birçok çalışmaya göre, gelir dağılımının tüketim / tasarruf üzerindeki etkisi tartışmalıdır. 

Bu yaklaşım Türkiye koşullarında geçerli midir? Bu sorunun yanıtını, gelir grupları itibariyle tasarruf oranlarına bakarak vermeye çalışalım.

Gelir grupları itibariyle Türkiye’de tasarruflar

Yaklaşımın Türkiye’de geçerli olup olmadığını gelir ve tüketim dağılımlarını karşılaştırarak söyleyebiliriz. Ancak daha kolayı ve doğrusu tasarruf oranlarına bakmak olacaktır.

Tablo 1’de yüzde 20’lik hanehalkı gelir grupları için tasarruf oranları yer alıyor.

Tasarruf oranı = “Tasarruf/Harcanabilir Gelir” olarak hesaplanmıştır. Bu şekilde hesaplanan oranlar, “Tasarruf/GSYH” şeklinde hesaplanan oranlardan daha büyüktür.

Tablo 1 yüzde 20’lik Hanehalkı Gelir Gruplarında Tasarruf Oranları, Tasarruf/Harcanabilir Gelir, %

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı Bütçe Anketleri

Hanehalkı bütçe anketleri Covid-19 nedeniyle 2020 ve 2021 yıllarında yapılamamıştır ve bu nedenle bu yıllara ilişkin veriler tabloda yoktur. Tabloyu uzatmamak adına, 2012 –2018 döneminde tabloda çift sayılı yıllar yer almıştır.

Tablo 1’de düşük gelirli grupların eksi tasarruf veya çok düşük tasarruf yaptıkları görülüyor. Asıl tasarrufu yüksek gelirli hanelerin yaptıkları izleniyor. Bu sonuç ile iktisattaki “düşük gelirliler tasarruf yapamaz veya sınırlı yapabilir, yüksek gelirliler daha çok tasarruf yapar” genel önermesi doğrulanmış oluyor.

Eksi tasarruf, gelirden fazla tüketim harcaması yapmakla ortaya çıkar. Peki, finansmanı nasıl sağlanır? Birinci yol borçlanmadır. Hanehalkı borçlanabildiği ölçüde gelirinden fazla harcama yapar. İkinci yol varlık satışıdır. Hanehalkı geçmişteki kendi tasarrufları ile veya miras bırakan başkalarının tasarrufları ile elde edilen varlıkları satar, fazla tüketimini finanse eder.

Tasarruf oranlarının zaman içindeki gelişimine bakalım. Tablodaki dönemin ilk yıllarında düşük gelir gruplarının eksi tasarrufu nedeniyle hanelerin toplam tasarruf oranı görece düşük görünüyor. Sonraki yıllarda ise bu oran yükseliyor.

Toplam tasarrufun sonraki yıllarda yükselmesi, büyük ölçüde en düşük gelirli iki grup hanehalkının tasarruflarını yükseltmesi ile sağlanmıştır.

Bunlara zorunlu tasarruflar diyebiliriz. En düşük gelirli iki grup borçlanma olanaklarının kısıtlanması, geçmişte edinilmiş varlıkların da giderek azalması nedeniyle, bu gruplar zorunlu olarak harcamalarını kısmışlardır. 

En yüksek gelirli beşinci grubun tasarruf oranının 2018 yılından sonra artmadığı, tersine özellikle 2023 yılında düştüğü görülüyor. Halbuki 2018 yılı sonrasında, özellikle 2023’te bu grup toplam gelir içindeki payını en fazla arttıran gruptur.

Öyleyse, Türkiye’de yukarıda sözünü ettiğimiz yaklaşımın veya modelin özellikle son yıllarda geçerli olmadığını söylemeliyiz. Bu modele göre düşük gelirli grupların tasarruf eğilimlerinin düşmesi gerekirdi, tam tersi olmuştur.

Asıl ters gelişme en yüksek gelirli grupta olmuştur. Bu grup, toplam gelirdeki payını arttırmıştır, ancak iktisattaki önermenin tersine tasarruf oranını artırmamış, düşürmüştür.

Bu gerçekleşmeler karşısında iktidar, kaynak sağlamak için zorunlu olarak yabancılara dönmüştür. Ancak yabancılardan gelen kaynak kısa vadelidir, daha uzun vadeli saydığımız yabancı doğrudan yatırımlar yoktur. Bu durum ekonomide bir kırılganlık kaynağı olarak duruyor.

Kısa vadeli dış kaynaklar yerine, doğru politikalarla içerdeki kalıcı kaynaklardan yararlanmak daha sağlıklıdır.

Kaynaklar

Keynes, John Maynard (1936) The General Theory of Emloyment, Interest and Money.

http://keynes-general-theory.com/generaltheory.pdf

Uygur, Ercan (28 Haziran 2024) “Tüketim dağılımı daha da çok bozuldu”, T24,

https://t24.com.tr/yazarlar/ercan-uygur/tuketim-dagilimi-daha-da-cok-bozuldu,45409

Uygur, Ercan (14 Haziran 2024) “Taleppte varlıklı ve yoksul farkı”, T24,

https://t24.com.tr/yazarlar/ercan-uygur/talepte-varlikli-ve-yoksul-farki,45233

Uygur, Ercan (30 Ocak 2024) Gelir dağılımında bozulma ve siyaset, T24,

https://t24.com.tr/yazarlar/ercan-uygur/gelir-dagiliminda-bozulma-ve-siyaset,43322

                                                              /././

Emniyet'i karıştıran emeklilikler ve kuruldan çıkan "korsan karar" iddiası! -Tolga Şardan-

YDK'nın ani toplantısı Emniyet kulislerine adeta bomba gibi düştü. Dosyaların nasıl görüşüldüğü soru işareti. Aynı gece geç saatlerde Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız'ın imzasıyla kamuoyu bilgilendirmesi yapıldı. Ertesi gün ise farklı bir bilgi Emniyet kulislerine yayıldı ve ortalık ayağa kalktı.

Emniyet teşkilatında "kriz yaratan" Yüksek Değerlendirme Kurulu (YDK), nihayet geçen cuma toplandı.

Kurulun gerek terfiler ve gerekse emeklilik kararlarının görüşüldüğü çalışmalarının tamamlandığı, aynı gece Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız'ın adıyla sadece iki cümlelik açıklamayla apar topar duyuruldu.

Hangi rütbede kaç personelin terfi ettiği, hangi rütbede kaç polisin emekli edildiği bilgisi paylaşılmadı nedense!

İpucunu vereyim; toplam 400 dolayında personel emekli edildi. Bu sayının yaklaşık yarısı, teşkilattaki  en üst konum ve asıl kavganın yaşandığı birinci sınıf emniyet müdürü rütbesi.

Geçen yıl emekli edilen birinci sınıf emniyet müdürü sayısı 50'den biraz fazlaydı. Bu yıl, geçen yılın yaklaşık dört katı birinci sınıf emniyet müdürü emekli edildi. Gerçek anlamda tasfiye olarak tanımlamak mümkün bu tabloyu.

Gelelim, kamuoyu bilgilendirmesinin neden dar tutulduğu konusuna.

Ve bu yılki emeklilik işlemlerinin böylesi bir süreçle tamamlanmasının da ayrı bir öyküsü var ki, tam bir kurnazlık örneği!

Yüksek Değerlendirme Kurulu'nda yaşanan, hatta kurulun çalışmalarının askıya alınmasına neden olan ve özellikle Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun, Emniyet'teki sağ kolu olarak bilinen eski Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz'ın üzerinde yoğunlaşan krizi Büyüteç'te gündeme taşıdım.

Kurulun çalışmalarını tamamlayıp resmi açıklamanın yapıldığı 19 Temmuz gününe kadar Emniyet'te Matruşkavari olaylar yaşandı arka arkaya.

Takvimsel olarak yürümek, yaşananların anlaşılması için sanırım daha kolay olacak. Kulislere yansıyan bilgiler ışığında şöyle başlayım:

Bilindiği üzere, Emniyet Genel Müdürlüğü YDK çalışmaları ile Ankara Emniyeti'nde patlak veren gizli tanık skandalının aynı günlerde yaşandı.

Bir yandan YDK çalışmalarında emekli edilmesi planlanan isimler üzerinde çalışmalar yapılırken, diğer yandan da gizli tanık skandalıyla bağlantılı olarak kimi isimlerin görevden alınması gündeme geldi.

Görevden alınacak isimler arasında aynı zamanda bazı YDK üyesi üst düzey polis müdürlerinin de bulunduğu  bilgisi Emniyet kulislerine yansıdı.

Gizli tanık skandalından sonra başgösteren krizin etkisinin azaltılmasını sağlamak amacıyla hazırlanan 50 dolayında birinci sınıf emniyet müdürünün isminin yer aldığı taslak liste ön görüş için Cumhurbaşkanlığı'na gönderildi.

Bir ekleme yapayım: Kararnamenin ön hazırlığı aşamasında Cumhurbaşkanlığı'ndan "görevden alınacak ve göreve getirilecek isimlerin MİT'le İçişleri Bakanlığı'nın koordinesiyle hazırlanması" yönünde talimatının verildiği sürecin içindeki isimlerce de biliniyor.

Ayrıca, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın emniyet müdürleri kararnamesi çıkmadan YDK'nın toplanmaması yönünde talimatının olduğu yine kulislere yansıyan bilgilerden.

Bunun anlamı; mevcut YDK yapısı kararnameyle değişecek ve yeni YDK üyeleriyle daha tutarlı emeklilik kararlarının alınması sağlanacak.

Kaldığım yerden devam ediyorum. Yeni atama listesi Cumhurbaşkanlığı'nda beklemeye alınırken, Emniyet içinde yetki sahibi bir grup bürokrat diğer yandan YDK için hazırlık yaptı.

Bu tabloya karşın, birden bire YDK'nın Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız başkanlığında toplanması ve terfi ile emeklilik dosyalarının görüşülmesi organize ediliverdi.

Hatta öyle ki, yıllık izinde olan YDK üyeleri, Ankara'ya acilen çağrıldı ve toplantıya alındı.

Bir başka kurul üyesi, daha önce birlikte Umre'ye gittiği polis müdürünün emeklilik dosyasına imza koymamak için yurt dışı göreve gitti!

Cuma öğleden sonra 16.00'da bir araya toplanan YDK, önceden hazırlanmış listeleri bir kalemde onayladı.

Birinci sınıf rütbesine terfisinde 10 yılı doldurmuş, çoğunluğu pasif görevde olan ve aralarında halen aktif görevde olan bazı polis müdürleri de emekli edildi.

YDK'nın ani toplantısı Emniyet kulislerine adeta bomba gibi düştü. Dosyaların nasıl görüşüldüğü soru işareti. Aynı gece geç saatlerde Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız'ın imzasıyla kamuoyu bilgilendirmesi yapıldı.

Ertesi gün ise farklı bir bilgi Emniyet kulislerine yayıldı: "Cumhurbaşkanlığı'nda bekleyen kararnamede olan kimi polis müdürleri, YDK kararıyla emekli edildi."

Ve ortalık ayağa kalktı. Görev bekleyen kimi polis müdürleri, kendilerine yönelik emeklilik girişimi sonrasında karşı atağa kalkmakta gecikmediler.

İki ayrı karar mı var?

Bu arada madalyonun diğer yönü de ilginç.

Elimde iki ayrı belge var. İkisi de Emniyet Genel Müdürlüğü Personel Başkanlığı'na ait.

Her ikisini de altında son dönemin tartışılan isimlerinden Personel Başkanı Ahmet Acar'ın imzası mevcut. Gizlilik derecesi olmayan yazılar bunlar.

Her ikisi de "kadrosuzluktan emekliye sevk işlemleri" konusunda ve Emniyet Belge Yönetim Sistemi üzerinden birimlere ulaştırıldı.

Yazılardan ilki 19 Temmuz 2024 tarihini taşıyor ve 20 Temmuz 2024 günü saat 20.44'de ilgili birimlere gönderildi.

İkincisi ise; yine 19 Temmuz 2024 tarihli ve 20 Temmuz 2024 günü saat 22.21'de iç dağıtım yapıldı.

Her iki yazının içeriğine bakıldığında, iki ayrı YDK kararı var görünüyor.

Mevcut yasaya göre; YDK, her yıl mayısta toplanıyor. Ancak, İçişleri Bakanı'nın onayı ile bir yıl içinde birden fazla toplanabiliyor.

Buraya kadar iki toplantı yapılması yasaya uygun. Fakat aynı mevzuatta şöyle bir hüküm var:

"Yıl içinde birden fazla toplanabilir ve terfi değerlendirmesine karar verebilir."

Dolayısıyla, Personel Başkanlığı'nın iki ayrı yazısına bakıldığında, iki ayrı kurul kararıyla iki ayrı emeklilik kararları alındığı anlamı çıkıyor.

Aksi durum varsa, Emniyet Genel Müdürlüğü muhataplarını bildirse iyi olur. Zira yakın zamanda idari davalar arka arkaya gelecek.

Şimdi buraya kadar okuduğunuz tabloya bakıldığında; YDK kararları çerçevesinde operasyon içinde operasyon gerçekleştirildiği izlenimi doğuyor doğal olarak.

Cumhurbaşkanlığı'na, İçişleri Bakanlığı'na, MİT Başkanlığı'na yönelik hem de.

Kimler emekli edildi?

YDK kararları sonrasında Emniyet yönetimi, emekliler ya da terfilerle ilgili isim üzerinde bilgilendirme yapmaktan kaçındı bir kez daha.

Ancak personelin kendi içindeki iletişimi sayesinde bazı tespitler var.

Örneğin, Edirne'de yardımcısı uyuşturucu ticaretine karıştığı iddiasıyla yargılanan ve merkeze çekilen Mustafa Alçalar bu isimlerden birisi.

Örneğin, Mersin'de kardeşi hakkında uyuşturucu ticareti soruşturması başlatılan Mehmet Aslan diğer isimlerden.

Örneğin, Adana'dan alınan Doğan İnci. Bodrum ve Marmaris'te ortaya atılan kimi iddialar sonrasında Muğla'dan merkeze çekilen Suvat Dilberoğlu.

Emekli edilenler arasında mahkeme kararıyla göreve dönenlerin bulunduğu bilgisi mevcut.

Özellikle Eski Bakan Soylu döneminde mahkeme kararı almalarına rağmen göreve başlatılmayan, Yerlikaya'nın göreve gelmesiyle bir kez daha göreve dönen polis müdürlerinden emekli edilenler var!

Yaş haddinden emekli olmasına bir ay kalmış olan polis müdürü, devlete hizmeti göz önüne alınmaksızın emekli edildi.

Bir başka örnek; 27 Haziran'da mahkeme kararı alıp göreve dönen polis müdürü, evrakları henüz tamamlanmadan emekli edildi kurul tarafından!

Yılmaz'a ödül gibi atama!

Bu hengamenin içinde ilginç bir atama yapıldı Emniyet'te.

Soylu'nun Emniyet'teki en gözde ismi, Eski Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz, Azerbaycan'ın başkenti Bakü'ye ataşe olarak atandı.

Çok fazla bir şey söylemek istemiyorum. Yılmaz'la ilgili hemen pek çok şey şimdiye kadar yazıldı, söylendi.

                                             

Müfettişler ifadesini aldı. Birlikte görev yaptığı yardımcıları hakkında Ankara Adliyesi'nde rüşvet iddiasıyla dava açıldı.

Türkiye'yi sarsan Sinan Ateş cinayeti sırasında ve sonrasında tartışılan adli soruşturma döneminde Yılmaz, Ankara Emniyet Müdürü'ydü.

Siyaset, yargı, emniyet ve bürokrasideki bağlantıları ortaya çıkarılan, organize suç örgütü lideri olduğu iddiasıyla yargılanan Ayhan Bora Kaplan'ın başkenti kasıp kavurduğu dönemde Yılmaz, Ankara Emniyet Müdürü'ydü.

Daha önce görev yaptığı Kahramanmaraş Emniyet Müdürlüğü döneminde kentte kaç tane FETÖ soruşturması gerçekleşti acaba?

Soylu'nun prensi, gördüğünüz bu Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Bakü'ye göreve atandı.

Kararnamenin tarihi dikkat çekici: 17 Temmuz 2024. Soylu'nun, Erdoğan ile görüşme yaptığı gün.

Emniyet'te devlet için çalışmaları nedeniyle ödülü hak eden başka isim kalmamış gibi Yılmaz, döviz maaşlı göreve atandı. Hem de üç yıllık.

Yeri gelmişken, bu atama konusunda birkaç cümleyi de Bakan Ali Yerlikaya, Yardımcısı Münir Karaloğlu ve Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız için söylemek şart oldu.

Yerlikaya hakkında, hukuk dışında olması nedeniyle adliyenin kabul etmediği delillerin bulunduğu FETÖ dosyasını hazırlayan isimdi Yılmaz. Soylu, Yerlikaya hakkındaki bu dosyayı kabine oluşturulması öncesinde Erdoğan'a sundu. Ancak Erdoğan, Soylu'yu dikkate almadı. Yerlikaya, bakan oldu.

Yerlikaya, bakanlıkça hazırlanan kararnamede yer alan bu isim için imza koydu. Şerh düşmedi.

Tıpkı imza koymaktan geri kalmayan diğer iki isim gibi!

                                                         /././

Türkiye Futbol Federasyonu seçimi üzerine...-Ahmet Talimciler-

Yeni yönetimi ve bu yönetimin etrafındaki tartışmaları izlemeye devam edin. Görün bakın orada neler olup bitecek! Aslında aynı tas ve aynı hamam şeklindeki filmin yeni versiyonunu izlemenin ötesine ne yazık ki geçemeyeceğiz.

Geçtiğimiz perşembe günü yapılan seçimle Türkiye Futbol Federasyonu yeni başkanını seçti. Aslında seçimi ve sonucunu konuşmadan önce seçim sürecine doğru nasıl bir gidişat sergilendiğini ve ardından bu süreç içerisinde nelerin yaşandığını tartışmalıyız. Ancak Türkiye'de futbolu biraz bile olsun takip edenlerin gayet iyi bileceği gibi bu süreci konuşmanın aynı zamanda ülkenin siyasetine dair konuşmak olduğunu da akıldan çıkartmamak durumundayız. Diğer spor dallarının aksine Türkiye'de ilk kez özerkliğine kavuşan ve seçim sürecini başlatan alan futboldur ancak bu durumun futbolun siyaset ile kurduğu ilişkinin hafiflemesine değil tam aksine daha da ağırlaşmasına yol açtığını da eklemeliyiz. Bir başka ifadeyle Türkiye'de futbol ile siyasetin ilişkisi son yirmi yılda başlamış değil buna karşın son yirmi yıl içerisinde bambaşka bir hâl aldığı da göz ardı edilemeyecek bir gerçek. Çünkü bu süreç ile futbolun ülkenin siyasetinde ve ekonomisinde yaşanan gelişmeler ile at başı giden bir yapısı oluştu ve ülkeye giren para miktarı arttıkça futbol denilen kara deliğin kullanım olanakları da daha da genişledi. İşte bu noktada iktidar şike sürecinin hemen ardından beri çok daha doğrudan bu yapıyı da kontrol altına almak suretiyle bütün alanları istediği gibi tahkim etmeyi sürdürüyor. Futbol federasyonu başkanlarının nasıl ortaya çıktığını ve iktidar ile olan ilişkilerine yakından bakıldığında karşınıza çıkan tablonun ne olduğunu bir tarafa not edin ve ardından bu kişilerin gündelik hayatlarındaki işleri ile söz konusu tablo arasındaki ilişkiyi analiz edin, bakalım neler göreceksiniz!

Son dört futbol federasyonu başkanı da daha önce kulüp başkanlığı ve yöneticiliği yapmış isimlerden oluştu (Yeni seçilen başkanı da listeye ekledim. Yıldırım Demirören Beşiktaş, Nihat Özdemir Fenerbahçe, Mehmet Büyükekşi Gaziantep Futbol Kulübü ve İbrahim Hacıosmanoğlu Trabzonspor). Son iki sezon boyunca yaşanan tartışmaları göz önünde bulundurduğumuzda seçimi beş oy farkla kaybeden Mehmet Büyükekşi'nin durumunun kendisinden önceki iki başkanla kıyaslandığında çok daha fazla eleştirildiğini gördük. Burada diğer iki başkan gibi milyonlarca taraftar kitlesine sahip olan bir kulüpten gelmemiş olmasının yanı sıra kamuoyunda ve özellikle de futbol medyasında destekçilerinin olmamasının da etkili olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bunun da ötesinde başta hakemler olmak üzere alınan bütün kararların sürekli olarak tartışıldığı ve başta süper kupa rezaleti olmak üzere pek çok konuda futbolun adeta bir kaos ortamına dönüşmesinin etkisi olduğunu belirtmeliyiz. Aslında Büyükekşi federasyonu son iki yılda Fenerbahçe ile Galatasaray arasındaki giderek düzeyi aşağılara doğru düşen rekabetin altında kaldı. Fenerbahçe ile arayı düzeltmek isterken Galatasaray'ın federasyondaki adayını devre dışı bıraktı ve Galatasaray'ın oyları ile seçimi kaybetti. Ali Koç son iki yıl içerisinde futbol federasyonu başkanını açıktan hedefe koydu ve sonunda muradına ermiş gibi gözükse de eski Trabzonspor kulübü başkanının seçim kazanması sonrasında kalesinde hiç beklemediği bir gol yemiş oldu. Buna karşın son iki yıldır federasyon başkanı ile arası çok daha iyi durumda olan Galatasaray, sonuç olarak yine seçimin kaybedeni olmadı.

Seçim sonuçlarına geçmeden önce son birkaç gün içerisinde yaşanan gelişmelere daha yakından bakmak gerekiyor. Çünkü bu gelişmeler aynı zamanda hem futbolumuzu hem de ülkenin siyasetinin futbol ile kurmuş olduğu ilişkiyi net bir biçimde gözler önüne sermekte. Mehmet Büyükekşi federasyonu, seçim tarihini ligin bitmesinin hemen ardına almak yerine 18 Temmuz tarihini Avrupa Şampiyonasında elde edilecek sonuçları da göz önünde bulundurarak seçti. Aslında işler turnuvanın başında hiç de beklenildiği gibi gitmedi halde Çekya maçı galibiyetiyle birlikte hava bambaşka bir şekle bürünüverdi. 613 kişinin davetli olarak götürüldüğü turnuva daha en başından eleştiri oklarının federasyon yönetimine çevrilmesine yol açtı. Bu arada federasyon başkanı ile Gençlik ve Spor bakanının sürekli olarak birlikte kameralar önünde görülmeleri ve her fırsatta futbolculardan rol çalma girişimleri de sosyal medya üzerinden eleştiri konusu oldu. İşte tam bu noktada Merih Demiral'ın bozkurt işareti ile iki maç cezaya çarptırılması sonrasında futbol federasyonu seçimleri ve seçime katılacak olan iki güçlü aday Mehmet Büyükekşi ve Servet Yardımcı'nın isimleri yeniden tartışılmaya başlandı. Ülkenin yeni futbol federasyonu başkanını seçerken bile kulüp taraftarlığı üzerinden PR (piar) yapma gayretindeki futbol yorumcuları bir kez daha sahneye çıktılar ve adayların ne yapacağını değil neye hizmet edeceğine ilişkin niyet okumaları yaptılar.

Seçime bir hafta kala aday olma şartı için gereken imzayı toplamayı başarabilen üç adayın en güçlüsü olarak görülen Servet Yardımcı, şaşkınlık veren bir kararla adaylıktan çekildiğini şu basın açıklaması ile kamuoyuna duyurdu:

"En büyük hedefim ve hayalim, Türk futbolunda ve UEFA'da elde ettiğim birikimi ülkemize kazandırmak ve Türk futbolunun hak ettiği marka değerini elde etmesini sağlamak olduğu halde; sahip olduğum karakter ve terbiye ile tamamen ters, yaptıklarımla ve tecrübelerimle asla örtüşmeyecek iftiralarla dolu kirli bir operasyona maruz kaldım. TFF başkanlığına adaylığımı açıklamamın ardından, malum kirli yapı tarafından mevcut sistemin devam edebilmesi adına başlatılan kumpas, Rizeli Yardımcı ailesinin ve benimle birlikte yola çıkan insanların geçmişiyle ve ahlakıyla asla bağdaşmayacak şekilde, yalanlarla, iftiralarla, kumpaslarla, şahsımı, ailemi, onurumu, haysiyetimi, itibarımı, hedef almaktadır. Sahip olduğum aile terbiyem, edebim, yetiştirilme şeklim, böyle kirli bir düzenin karşısında durmama, bana inanan, benimle birlikte yola çıkan insanların da kumpaslarla karşı karşıya kalmasına asla izin vermez.

Türkiye'nin her kesimi tarafından değişmesi talep edilen bir futbol yapısının devam edebilmesi adına böyle bir operasyonla karşı karşıya kalmak, tüm futbol ailemiz adına büyük bir sorundur. Halen, seçimi kazanabilmek için yeterli imza sayısı ve destek elimizde olmasına rağmen, TFF başkan adaylığımdan, yedi yıldır devam eden UEFA İcra Kurulu Üyeliği ve UEFA Avrupa Ulusal Federasyonlar Komitesi Başkanlığı görevlerimden çekildiğimi saygılarımla yüce milletimize arz ederim. Bugüne dek bana güvenen, destek olan, yanımda olan herkese teşekkür ediyor, başta kulüp başkanlarımız olmak üzere herkesin haklarını helal etmelerini rica ediyorum."

Bu ifadelerin futbol medyasında yeterince dikkate alındığı ve sorgulandığı kanaatinde değilim. Seçilirse kirli sistemi değiştirip temiz ve şeffaf bir yapı vaat eden sayın Yardımcı'ya hiç kimse bu sistemin neresi kirli ve neresini, nasıl düzelteceksiniz sorularını sormadı! Belki de soramadı! İşin daha ilginç kısmı ise ülkenin yedi yıldır UEFA nezdindeki temsilcisinin zehir zemberek açıklamasına ilişkin hiçbir yaprak dahi kımıldamadı ve spordan sorumlu bakanlık bu açıklamaların arkasında ne var şeklinde bir soruyu hem Servet Yardımcı'ya hem de Mehmet Büyükekşi'ye yöneltmedi! Sayın Cumhurbaşkanı ile birlikte son Hollanda maçı sonrasında futbolcuları tebrik etmek için soyunma odalarına inen Servet Yardımcı -ki bu durumdan sonradan haberdar olan Mehmet Büyükekşi'nin de apar topar soyunma odasına koştuğu yazıldı- gibi birisinin tehdit edilmesi ve ailesine yönelik birtakım ithamlarda bulunulması pek de akıl alır gibi bir durum değildir! Bir diğer akıl almayacak olan durum bakanın açıkça taraf olması ve federasyon yönetimini destekleyici ifadeler kullanmasıdır ki bu durumun da geçmişte olduğu gibi yine ters teptiğine şahitlik etmiş olduk. (1983 seçimlerinde dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Milliyetçi Demokrasi Partisi lideri Turgut Sunalp'i seçimden bir gece önceki konuşmasında işaret etmişti ancak seçimi Anavatan Partisi lideri Turgut Özal  kazanmıştı.)

Seçime bir hafta kala en güçlü aday çekilirken herkes federasyon başkanının seçimi rahatlıkla kazanabileceğini düşünüyordu ve bu halde kendisine hiç şans tanınmayan eski Trabzonspor kulübü başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu, seçimi beş oy farkla kazandı. Son anda nasıl kulisler döndü ve neler vaat edildi, umarım bir gün bunları öğrenebiliriz ancak kendisini yeniden başkan olarak düşünen Mehmet Büyekekşi'nin tam bir hayal kırıklığına uğradığını buna karşın yeni başkanın daha ilk andan itibaren farklı bir profil çizmek için açıklamalar yaptığını görmüş olduk. Öncelikle eski federasyonun tıpkı diğer bütün kulüp yapılarında olduğu gibi bütün eleştirilere rağmen idari ve mali açılardan ibra edilmesi meselesini göz ardı etmememiz gerektiği kanaatindeyim. Gerçekten demokratik bir hayat ve bu hayata bağlı bir yaşantı hayal ediyorsak ellerimizin otomatik talimatla kaldırılıp indirilmesi yerine eleştirinin ve sorgulamanın hâkim olduğu bir yapıyı hayata geçirmemiz gerektiğini unutmamalıyız.

Son olarak yeni başkan ile ilgili de bir şeyler söylemek durumundayım çünkü bundan sonra ülke futboluna yön verecek olan kişinin geçmişte çok eleştirilen başkanların çok ötesinde şiddet ile hemhal olmuş bir geçmişi var. Trabzon'da oynanan karşılaşmada hakemin performansına sinirlenip, hakemi kendisi kente gelinceye kadar kilitli tutulması talimatı veren ve hatırını kıramadığı kişinin telefonu sonrasında bu davranışından vazgeçtiğinin kayıtları da orta yerde duruyor. Sadece son ifadeler üzerinden bile giderek aslında seçimi kazananın yine iktidarın ta kendisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İktidarın içerisinde farklı grupların ve bu gruplara bağlı adayların yer alıyor olması, seçimlerin sonucunu değiştirmiyor! Öte yandan başta Servet Yardımcı'nın açıklamaları ve sonrasındaki gelişmelerin FİFA ve UEFA tarafından da masaya yatırılması gerekiyor ancak onların bize bakışının da bu noktada bizi kaale almama temeline doğru kaydığını üzülerek söylemek durumundayım. Futbol kamuoyuna mesajım ise çok açık ve net: Yeni yönetimi ve bu yönetimin etrafındaki tartışmaları izlemeye devam edin. Görün bakın orada neler olup bitecek! Aslında aynı tas ve aynı hamam şeklindeki filmin yeni versiyonunu izlemenin ötesine ne yazık ki geçemeyeceğiz. Vasatlık her alanı olduğu gibi burayı da tahkim etmeyi sürdürdükçe futboldaki bel altı tartışmaların düzeyi de daha da aşağılara doğru inecek.

(T24)


Sahaflar Çarşısı(XV) - Yakın tarihimizin gri noktaları: Ankara 1920-Özkan Öztaş/soL

 Sahaflar Çarşısı'nda bu hafta Yusuf Şaylan'la birlikte Celâl Hafifbilek'in Ankara 1920 romanını konuşuyoruz: İşgal yıllarında umut, direniş ve işçi sınıfından manzaralar.

Nâzım'ın kritik zamanları anlatan dizesidir. 

"Anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık, anlamak gideni ve gelmekte olanı" der Usta şair. 

Yusuf Şaylan'la bu hafta böylesi bir kritik zamanı konuşmak için bir araya geliyoruz. Sabah erkenciyiz bu sefer. Dikmen yokuşundan aşağı inince Şaylan, Cemal Süreya parkında buluştuk. 1920'li yılların Ankara'sını konuşacağız. Varlık ile yokluk arasında bir halkın hayatta kalma mücadelesinin iz düşümüne bakacağız yakından. Birlikte Zafer Parkı'na geçtik. Hem sakin olur sabah erken saatlerde hem de serin olur bu mevsimde diye. Biz gittiğimizde sadece güvercinler ve çimleri sulayan görevliler karşılıyordu gelenleri. 

Yazılanlar ve yazılmayanlar arasında kıyıda köşede kalan hikayeler bazen tarihin en önemli ayrıntılarını çekip çıkarıveriyor. Celâl Hafifbilek'in kaleme aldığı Ankara 1920 romanı da onlardan biri. Henüz tarihin yazılması için kürsülerin kurulmadığı bir zamanı anlatmak belli açılardan zorluklar taşısa da satır aralarını anlamak için verimli olabiliyor. 

Demli bir çay ve Ankara simidi ile kahvaltımızı yapıp başlıyoruz söyleşimize. 

Konguru paşa ve Ankara'da akıp giden hayat

Yakın tarihimize farklı bir gözle bakmamızı sağlıyor Celâl Hafifbilek'in Ankara 1920 romanı. Farklı bir gözle anlatan ve gri noktalarını daha görünür kılmaya çalışan bir metin.

Roman özellikle de işgalin boyutlarını ve Anadolu'da meydana getirdiği yıkımı anlamak için önemli veriler sunuyor okuyucuya. Kitapta, çetecilerin meydanda ağaçlara bağlanmış çırılçıplak kadınları ve yerde kıvrılmış çocukları bulduğu sahneler, o dönem yaşanan trajediyi anlamamızı sağlayan detaylara sahip. 

Yusuf Şaylan burada küçük bir detaydan yola çıkarak anlatmaya başlıyor romanı:

"İmparatorluk merkezi işgal edilmiş. Mustafa Kemal Paşa Anadolu'ya geçmiş ve Anadolu'da değişik merkezlerde kongreler toplanıyor. Mustafa Kemal Paşa bu dönem Osmanlı'nın diğer paşalarından ayrılıyor. Zira artık o kongreler üzerine kongreler yapan ve memleketi kurtuluşa erdirmek için mücadele edenlerin arasında. 

Namı diğer Kongre Paşası artık. Tabi halkın dili dönmüyor buna. Romanda geçtiği haliyle 'Kanguru ya da Konguru Paşa" diyorlar Mustafa Kemal'e. Yoksul Anadolu köylüsünün umudu ve mücadelesinin öncüsü. Dili döndüğünce de konguru paşası. 

Ama her şey bir yana yazarımız da derin bir insan. Mesela 38. sayfada roman kahramanımız Bekir'in sesinden dinliyoruz savaşı ve barışı.

'Silahını yeni dünyanın kurulmasına karşı gelenlere, halkları ezenlere çevirmişti. Savaşı onlarlaydı. Osmanlı bitmişti. Silahları bıraktırılmıştı. Anadolu işgal ediliyor­du. Devlet yoksa, halk vardı. Halkın savaşı başlıyordu, yer yer direniş güçleri toplanıyordu. Cepheden dönmüş, kara gözlü Fatma'sını doya doya öpemeden, koklaya­madan Yahya Kaptan'ın milis kuvvetlerine katılmıştı. Sa­bire Büyükanasının, 'Oğlum paşaların asker istemesi bitmez' öğüdünü dinlemeden, yüzlerce genç gibi.
 

'Paşalar degil büyükanam, bu bizim savaşımız, halkımızın; halk çağırıyor.'

'O gün Hüseyingazi Dağının ardından güneş puslu doğmuştu'

Ankara'da Altındağ'dan bir bakışta uzağa, görünür Hüseyingazi Dağı. Adını tepesindeki Bektaşi türbesinden alır. Altındağ'ın yoksul ve bir zamanlar gecekondu şimdilerde kentsel dönüşüm mekanlarından bir mahallenin de adıdır Hüseyingazi. 

İşte biz Hüseyingazi Dağı'nın ardından doğan puslu güneşin hikayesini Sabire Hanım'ın sesinden dinliyoruz çoğu zaman. Romanda önemli bir yer kaplıyor Sabire Hanım. Kedisi Gümüş ile sohbetinden bir Ankara panoraması çıkıyor ortaya. Kedi uyuklayınca da elindeki kahve fincanından bir telve çalıveriyor kedinin ağzına. Miskin kediyi zorla uyanık tutarak hikayesini anlatmaya devam ediyor Sabire Hanım. Biz de kediyle birlikte dinliyoruz yaşananları. 

Romanda iki detay okuyucular için önemli veriler sunuyor.

İlki Ankara'nın kuvveti.

Ankara pek de öyle bir zamanların kuş uçmaz kervan geçmez memleketi değil. Konaklarıyla ve ticaretiyle, Rumları, Ermenileri ve Türkleriyle koca bir memleket. Ancak savaşlar ve yangınlardan geriye çok az şey kalıyor. Hatta Osmanlı'nın son zamanlarında o kadar fazla asker gidiyor ki cepheye, Ankara'ya bir dönem "Dullar şehri" bile deniyor. 

İkinci detay ise işgalin Ankara'ya pek uğramadığı ve görece rahat bir mücadele alanı olması mevzusu. Romandan anlaşılıyor ki İngilizler, Fransızlar ve etek giydikleri için roman kahramanının "Cani kikirik" dediği İskoç askerlerinin çizmeleriyle çiğnenmiş bir zamanlar Ankara sokakları. 

Ve burada mücadeleye girişen Mustafa Kemal Paşa'nın esasında Osmanlı'dan kalan üniforması dışında çok az şeyi var. Dikmen sırtlarından Ankara'ya doğru gelen Benz marka arabanın patlak lastikleri kumaşlarla doldurulmuş. Paşayı karşılayanların önünde duran arabadan inen beş kişiden biri Mustafa Kemal. Seymenleri selamlarken yanına gelen Cafer Ağa, iki adım öne çıkıyor ve "Kırk atlımla emrinizdeyim Paşam" diyor. Paşa, Cafer Ağaya bakıyor, arkasındaki atlılara bakı­yor. Askersiz, silahsız Paşa, Anadolu'ya çıktıktan sekiz ay sonra ilk birliğini buluyor.

Öte yanda da Osmanlı'nın emir eri olan Ankara Valisi... Bir yandan gizli gizli çıkarılan gazetelerde direniş ve mücadele çağrıları diğer yandan İngilizleri kızdırmamak üzerine kurulu Osmanlı dış politikasının işgal yıllarındaki Ankara Valisi. 

İşte o gün Ankara sokaklarını tepeleyen düşman askerlerini şu sözlerle anlatıyor roman. Bizler de Sabire Hanım'ın ağzı telveli kedisi Gümüş'le birlikte dinliyoruz olup biteni:

"O gün Hüseyingazi Dağının ardından güneş puslu doğmuştu Gümüş'üm. Evvel bahar sayılırdı, evvel bahar­ da, Ankara'da güneş hiç puslu olur mu? Hayırdır inşal­lah dedim, deprem mi olacak? Biz de gidiyoruz, dedi Ali. Görelim gelenleri. Herkes eline bir sopa alsın. Kavga yok, yalnız omuzumu­za dayayıp duracağız. ilk direnişimiz olacak bu. Koskoca Hüseyingazi Dağı'nın doruğundan kopan kara şaşkın bir duman çöreklenmişti Ankara'nın üzeri­ne. İşgal ediliyordu. Ne demek olurdu ki işgal?"

'Şu Ankara'nın mezarlığı bir türlü genişlemez'

1920'li yılların Ankara'sı sadece Ankara açısından değil. Aynı zamanda bu kaderin benzerini yaşayan toplumlarda da birbirine yakın sancılara ve doğumlara sahne olmuş. Üretim araçları biraz da kaderimizi belirliyor. Benzer süreçlere sahip olanların kaderleri birbirine daha çok benziyor. 

Bir yanda Çarlık Rusya'nın karanlığını söküp atan Bolşevikler, diğer yanda İran'da hürriyeti arayan aydınlar ve gençler... Ankara'da işgale karşı direnişin olmazsa olmazı Osmanlıyı karşısında alan, saltanat ve hilafete kafa tutan gerçeklik, Kuvayi Milliye... 

Yusuf Şaylan kitabın bu bölümlerini şu sözlerle anlatıyor:

"Kitap cumhuriyetin kurucu kadrolarına yakından bakma şansı veriyor. Bu dönem özel bir dönem. Aynı zamanda Cumhuriyet öncesi Ankara'sının da fotoğrafını çeken bir roman. Rumlar ve Ermeniler ile birlikte bir kasaba yaşantısı içinde bağları ve bahçeleriyle, tiftik keçisi ve armut çeşitleri ve illaki romanda da geçen Ankara kedisiyle bezenmiş bir anlatı. Tarih var, mücadele var, bir kısmı kurgu bir kısmı gerçek ama yakın tarihimize bir de buradan bakmak bence harika. Padişahın savaş fermanlarıyla iflahı kesilmiş bir halk. Hep cephede ve gurbette ölen askerlerin memleketi Ankara. Az önce de değindik ya hani, dullar şehri deniyor o zamanlar Ankara'ya. Yatağında ölmek nasip olmayan gençlerin memleketi. Millet bu duruma bakıp o zamanlar için 'Ankara'nın mezarlığı bir türlü genişlemez' diyor. 

Ancak bunca felaketin ve yokluğun ortasında biten bir mücadele var diğer yandan. 

Mesela 118. sayfaya bakalım. Ali Fuat Paşa'nın Etlik'e gelip karargâhını kurduğu bir anlatım var. Düşman askerlerinin arasından geçerek gelen Ali Fuat Paşa, birlikleri kalabalık görünsün diye askerler arasında mesafeyi açıp çift sıra kurmuş düzenini. Etlik'in tepesine gelince de fazladan çadır ve kamp ateşi kurdurmuş. Uzaktan bakan İngilizler kalabalık sansın direnişçileri diye. İşte bu gerçekler dönüştürüyor insanı. Müftü var mesela romanda. Şimdinin yobazlarıyla mücadelenin müftüsü arasında fark var. İşte o zaman anlıyorsun. Mücadele dönüştürüyor insanı. Bu tür romanlar mevzunun o kadar da kolay olmadığının güzel göstergeleri. İnsan hikayelerine bakınca daha çok kavrıyor insan" 

Siz şu Çerkes'in adamları mısınız?'

Celâl Hafifbilek'in Ankara 1920 romanı bir yandan da resmi tarih yazımının dışındaki olayları aktarması açısından önem taşıyor. Bunlardan biri de Çerkes Ethem'in kahramanlıklarıyla ilgili bölümleri oluşturuyor. Direnişin nasıl örüldüğü, Bolşeviklerin Anadolu'da nasıl anıldığı ve konuşulduğu, komünizmin dilden dile geçen anlatısı romandaki ayrıntılarla anlatılıyor. Ve çoğu kişi Çerkes Ethem'in direnişine özenerek Kuvayi Milliye'ye katılıyor. Zira düşman sadece askeri temsilci olarak İngiliz ve Fransız zabitleriyle Ankara'da değil. Evet bir yanda emperyalistlerden aldıkları kuvvetle Anadolu'yu işgal eden Yunan ordusu ama diğer yandan da Ankara'da Ayaş'a, Güdül'e, Beypazarı'na kadar gelen cumhuriyet düşmanı gerici ayaklanmaların çeteleri... Çapanoğlu ve Anzavur isyanları... 

Yusuf Şaylan bu dönemi şu sözlerle anlatıyor:

"O kaotik günlerde atılan her adım çok önemli. Çünkü ince bir çizgide yürünüyor. Her çizgi aynı zamanda dışına düşme riskini de barındırıyor. Evet, herkesin herkese güvenmesi gereken yıllar ama bir yandan da çizginin dışına düşünce sizin hain ilan edilmenize gerekçe sayılabileceği kritik zamanlar. Örneği Çerkes Ethem Bey'in yaşadıkları"

Söz buraya geldiğinde Yusuf Şaylan önce derin bir iç çekiyor ve sözcükleri özenle seçmeye gayret ediyor. 

"Çerkes ısrarla Ankara'ya davet ediliyor. Yozgat'ta Çapanoğlu ayaklanmasını bastırıyor. Düzce'de Konya'da benzer şekilde irili ufaklı bir sürü ayaklanmayı bastırıyor. Çapanoğlu Çorum'da ve Kayseri'de ve Konya'da ciddi kuvvetleri olan bir isyancı. Çerkes Ethem buradaki ayaklanmaları bastırıyor ve cumhuriyet karşıtlarını dize getiriyor aslında. Ama tarih sonrasında başka yazılıyor" diyor.

"Kuvayi Seyyare" diyor Yusuf Şaylan. Gözleri uzaklara dalıyor ve bu kelimeyi yeniden tekrarlıyor Çerkes Ethem kuvvetlerini anlatırken. Sonra kitabın son bölümlerine doğru Çerkes'in Yozgat zaferinden sonra Ankara'da nasıl çoşkuyla karşılandığını anlatıyor. İnsanların zafer sarhoşluğuyla Yunan ordularının Balıkesir'i aldıklarını dahi unutacak denli yaşadığı çoşkuyu hatırlatıyor. 

"Bu sürecin ulusal ve uluslararası bir sürü dinamiği harekete geçiren bir özelliği var. Bu vesile ile okurun bu romana eşlik eden kitapları da okuması gerekir" diyor Şaylan.

Hangi kitaplar diye sorunca heybesinden bir sürü kitap çıkarıp masaya seriyor. 

"Doğrudan bağlantısı yok. Ama dönem romanı ve bir sürü anekdot barındırdığı için Ayla Kutlu'nun Emir Bey'in Kızları ve Bir Göçmen Kuştu O romanlarını önce diyeyim. Buraya teorik okumalar da eklemek lazım gelir. Yalçın Küçük'ün Sırlar kitabı ve Rasih Nuri İleri'nin Atatürk ve Komünizm kitabı yine mutlaka okunması gerekir. 

Sonra Yazılama'dan çıkan geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz tarihçimiz, bizim Çerkesimiz Mehmet Bozkurt'un Tarih Sohbetleri adıyla derlenen yazıları. Bir de Kemal Okuyan'ın Devrimin Gölgesinde: Berlin, Varşova, Ankara 1920 kitabı. Bunlarla birlikte bu kısmı tamam sayabiliriz belli açılardan. Yine bu dönemi anlatan benzer romanlar da var tabi Yakup Kadri'den falan. Bu kitaplar başlangıç için önemli. Gerisini okur kendisi bulacaktır zaten" diyor.

Çaylarımızın son bardaklarını da yudumluyor toparlanıyoruz yavaştan. Yusuf Şaylan "Bugünlük benden bu kadar" diyor. Sohbetimizi bir sonraki haftanın kitabını karar vermeye çalışarak tamamlıyoruz. Masaya serdiği kitapları yavaş yavaş topluyor. Zafer Parkı'nın yeşil çimlerinden kaldırımlara uzanarak yürüyoruz aşağı doğru. Yusuf Şaylan Ruhi Su'dan Kaman Ağıdı'nı mırıldanıyor. "Bak" diyor. "Bak bu da mesela o günleri anlatıyor adeta değil mi?" diye soruyor. 

"Kaman'da uşak kalmadı
Redif gitti sürüyünen
Yatamıyom gece gündüz
Gelinlerin zarıyınan
Şimdi aslanlar güleşir
Yiğitler kana bulaşır"

"Haftaya görüşürüz" diyor elini havaya kaldırarak. Kitaplarla dolu heybesi omuzunda vedalaşıyoruz.

Özkan Öztaş/soL