21 Ağustos 2024 Çarşamba

Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -21 Ağustos 2024-

 Bir demokrasiye geçiş laboratuvarı -Ergin Yıldızoğlu-

Bangladeş’te öğrencilerin önderlik ettiği bir halk hareketi, 15 yıldır giderek koyulaşan bir “otokrasiyle” yönetmeye çalışan, Nihad Nowsher’in tanımıyla  “giderek faşistleşen” (The Daily Star, Bangladeş) Başbakan Şeyh Hasina’yı ülkeden kaçmaya zorladı. Ancak Hasina döneminde devlette, kurum ve kadrolarında yerleşen alışkanlıklar (“algısal kilitler” ve “patika bağımlılığı” sorunu), ekonomik kriz dinamikleri, liberal entelijensiyanın, Cemaat ül Islami gibi dinci grupların etkileri ve jeopolitik basınçlar altında bir “normal kapitalist demokrasi”  (NKD) kurmak çok zor. 

TARİHSEL ARKA PLAN

Bangladeş’te siyasi istikrarsızlığın kökleri, 1971’de Pakistan’dan bağımsızlığını kazanmasına uzanıyor. Ülkenin ilk lideri, ilk başbakan Şeyh Mucibur Rahman, 1975’te tek parti devleti ilan ederek otokratik bir yönetime geçti. Mucib bir suikastta ölünce, ülke yıllarca sürecek bir askeri diktatörlükler dönemine girdi. Bu dönemde, Ziyaur Rahman liderliğinde kurulan Bangladeş Milliyetçi Partisi (BNP-Islamcı ve Pakistan’a yakın) ve Mucib’in kızı Şeyh Hasina liderliğindeki Avami Birliği (“seküler” ve Hindistan’a yakın), ülkenin siyasi yaşamını belirlemeye başladı. Bu iki aile arasında, siyaseti hanedanlar arası bir mücadeleye indirgeyen rekabet, Bangladeş’te bir NKD’nin gelişmesini baltaladı. Yolsuzluk, “torpil”, nepotizm, yandaş yargı ve basın, halkın devlete, adalete olan güvenini sarstı. 

Şeyh Hasina’nın 15 yıllık yönetimi giderek artan oranda halkın tepkisini çekmeye başladı. Bu yıl, öğrencilerin öfkesi; ekonomik durgunluk, yolsuzluk ve işsizliğin de etkisiyle geniş çaplı protestolara dönüştü. Öğrencilerin, devlet bürokrasisinde, bağımsızlık savaşı gazilerine, onların mirasçılarına ayrılmış istihdam kotalarının kaldırılması talebiyle başlayan eylemleri, kısa sürede rejime karşı bir halk hareketine dönüştü. Güvenlik güçleri 400’den fazla protestocuyu öldürdüler. Ülke çapında sokağa çıkma yasağı ilan edildi, internet kapatıldı. Bu kaos ortamında ordunun desteğini kaybeden (“Yumuşak darbe” diyorlar) Hasina ülkeden kaçmak zorunda kaldı.

‘NKD’YE GEÇİŞ…

Ülkede, bir NKD’nin inşası amacıyla kurulan geçici hükümetin başına öğrencilerin (üniversite entelijensiyası) de onayıyla, Nobel Ödüllü, 2009’da ABD Başkanlık Özgürlük Madalyası sahibi, Washington Post’un deyimiyle, “Kongre Altın Madalyası alan ilk Amerikalı Müslüman,” Muhammed Yunus (84) getirildi. 

Hasina döneminde, güçler ayrılığı yıkıldı, yargı, bürokrasi ve güvenlik güçleri, mevcut siyas/ekonomiki elitlerle iç içe geçti. Bu kurumların bağımsızlığını sağlamak, “güçler ayrılığını” yerleştirmek, 15 yıl boyunca devlet bürokrasisinde, güvenlik güçlerinde, yargıda, medyada yerleşmiş, sadakatleri, “patika bağımlılığını”“algısal kilitleri” kırmak çok zor. Dahası, ordunun ve güvenlik güçlerinin üzerindeki partizan siyasi etkinin de kırılması gerekiyor. 

Bangladeş’in jeopolitik konumu NKD’ye geçiş sürecine aşılması zor engeller getiriyor. ABD, Hindistan ve Çin gibi büyük güçlerin etkileri iç politikayı yakından etkiliyor. Şeyh Hasina’nın Hindistan’la kurduğu yakın ilişkiler, özellikle milliyetçi ve İslamcı gruplar arasında tepkiye neden oluyordu. Hasina’yı kaçmaya zorlayan olaylar sırasında İslamcı grupların, Hindu azınlığa yönelik pogromlar düzenlediklerine ilişkin haberler geliyordu. 

Öte yandan Hasina’nın Çin’le geliştirdiği ekonomik ilişkiler, Çin’in Bangladeş’e verdiği, IMF etkisini azaltan krediler, “Kuşak ve Yol” girişimi kapsamında sunduğu projeler Batılı merkezlerde kaygı yaratıyordu. 

Özetle, jeopolitik bağlamda geçici hükümetin işi çok zor. Batı’nın Bangladeş’i Çin’den koparma çabaları, Hindistan ve Çin gibi büyük güçlerin etkisi, ülkede NKD’ye geçiş sürecini etkiliyor. Sonuç olarak Şeyh Hasina’nın düşüşü, Bangladeş halkı için siyasi bir zafer olarak görülse de çok katmanlı etkileri ve sorunları gündeme getiriyor. Bundan sonra ne olur sorusu akla Mısır gibi deneyleri getiriyor. 

Tüm bunlardan, “Erken seçim olsun, hükümet gitsin, rejim değişsin”  senaryoları üzerinde düşünenler için çıkarılacak kimi dersler olsa gerek. Orduyu ve halkın bir kısmını yanında tutan otokrat kolay kolay gitmiyor; gittiğinde de adeta “Pandora’nın kutusu” açılıyor. Sanırım sorun gitmekle değil, gitme biçimiyle ilgili...                                             /././

Laboratuvar olarak ABD seçimleri -Ergin Yıldızoğlu-

Kasım ayında yapılacak ABD başkanlık seçimleri, “Sosyal demokrasi, ‘süreç olarak faşizm’i sandıkla durdurabilir mi” sorusunu test etmeye uygun bir laboratuvar sunuyor.

EMPERYALİZM, NEOLİBERALİZM, FAŞİZM

ABD, 1990’ların sonunda dış politikasında, uluslararası ilişkilerinde rıza almaya değil daha çok şiddetle dayatmaya dayanan bir “imparatorluk” projesine yöneldiğinde birçok tarihçi, imparatorluk projesinin ABD’de haklar ve özgürlükler olarak demokrasiyi aşındırmasının, egemen ideolojiyi, hatta kültürü  “yozlaştırmasının” kaçınılmaz olduğunu vurguluyorlardı. 

Filozof Rorty, 1998’de neoliberalizmin faşizme açılan dinamiklerine değinerek adeta Trump’ın ve “süreç olarak faşizm”in gelişini haber veriyordu: “İşçi sendikalarının üyeleri ve örgütsüz vasıfsız işçiler, er ya da geç hükümetlerinin ücretlerin düşmesini ya da işlerin ihraç edilmesini engellemeye çalışmadığını fark edeceklerdir... kendileri de statü kaybetmekten korkan banliyö beyaz yakalıları, başkalarına sosyal fayda sağlamak için kendilerinden vergi alınmasına izin vermeyecekler... İşte o noktada bir şeyler çatırdayacak... seçmenler sistemin iflas ettiğine karar verecek ve oy verecekleri güçlü, seçildikten sonra kendini beğenmiş bürokratların, hilekâr avukatların, fazla maaş alan borsacıların, postmodernist profesörlerin artık kararları vermeyeceğini garanti edecek, bir adam aramaya başlayacaklar.”

ABD’de, neoliberalizm, emperyalizmin başarısız savaşlarının, ülke içinde artan güvenlik önlemlerinin, körüklediği paranoya, İslamofobi, yabancı düşmanlığı ve ırk ayrımcılığına, kadın bedeni üzerindeki baskılara son veren sivil haklar hareketi öncesine yönelik nostalji, tam da beklendiği gibi, “süreç olarak faşizm”i doğurdu.  Aimé Césaire’ın daha 1955’te vurguladığı gibi şiddete dayanan emperyalizm (sömürgecilik) de emperyalist ülkede faşizme yol açıyordu.

VE SOSYAL DEMOKRASİ 

ABD’de “Sosyal Demokrasi” yerine, “demokrat”, “liberal” ya da “ilerici” (progressive) kavramları kullanılır. Karşısındaki akım da kendini “Cumhuriyetçi”, “muhafazakâr”  kavramlarıyla tanımlar. Bu iki akım arasındaki fark, 2016 başkanlık seçimlerine kadar, “statükoyu” etkilemeyecek kadar azdı. Her ikisi de emperyalist küreselleşmeyi, neoliberalizmi savunuyorlar, İsrail’i kayıtsız şartsız destekliyorlardı. Donald Trump ve “süreç olarak faşizm” ile birlikte, özellikle bu son seçimlerde, ırkçılık, kadın hakları, işçi hakları, gelir dağılımı, sağlık eğitim sistemleri, sosyal yardımlar, sanayi politikaları hatta İsrail konusunda kimi farklar ortaya çıkmaya başladı. 

Cumhuriyetçi parti Trump’ın etkisi altında geleneksel çizgisinin çok sağına “süreç olarak faşizmin” etki alanına kaydı. Demokratlar, Biden adaylığı Kamala Harris’e bıraktıktan, Harris de yardımcı adayı olarak Tim Walz’ı seçtikten sonra hızla, haklara ve özgürlüklere önem veren, işçi sınıfın sendikalaşma hakkını vurgulayan, sağlık, eğitim alanlarında halkçı reformlar vaat eden, dolayısıyla klasik sosyal demokrasiyi andıran bir siyasi platform inşa etmeye başladılar. Emperyalizm alanında bir değişim olmamakla birlikte Gazze’de acilen ateşkes çağrısı yapmaya başlamaları da yeni bir tutuma işaret ediyordu.

Harris, Walz, “Proje 2025” üzerinden faşizm tehlikesini vurgulayarak, hakları, özgürlükleri kastederek “Geriye gitmeyeceğiz” sloganını benimsediler (2007 ve 2010’da CHP böyle yapsaydı bugün farklı bir yerde olabilirdik). Demokrat Parti, seçmenini heyecanlandırdı. Ülkede hâlâ derin bir kutuplaşma egemen ama seçmen tercihini ölçen istatistiklerde eğilim Harris’ten yana dönmeye başladı.

Bu süreç Trump’ın Biden’a karşı programlanmış kampanyasını adeta bir kaosa itti. Şimdi, Trump, seçmene bir şeyler vaat eden konuşmalar yapmak yerine, biteviye, Harris-Walz ikilisine hakaret ediyor, sahtekâr, hırsız olduklarını, seçimleri çalmaya hazırlandıklarını ileri sürüyor. Cumhuriyetçi partinin seçim güvenliği alanında yaptığı hazırlıklara, Trump’ın, “2025” çevresinin, “Trump kaybederse iç savaş çıkar, kan gövdeyi götürür” tehditlerine bakarak yazının başındaki soruya dönebiliriz: “Sosyal Demokrasi, ‘süreç olarak faşizm’i sandıkta durdurabilir mi?”  Karşımızda, adeta toplumsal bir laboratuvarda yapılmakta olan çok değerli bir deney var.                                        /././

Güler-Flake barikatı -Mehmet Ali Güller-

Ankara ile Şam’ın normalleşmesi geciktikçe fatura ağırlaşıyor. Faturanın büyüklüğünü anlamamız için sormamız gereken soru şu: Ankara ile Şam neden normalleşmeli? 

1) İlk yanıtı Tayyip Erdoğan ve Binali Yıldırım “tersinden” versin: Cumhurbaşkanı  Erdoğan, 2019’da “Avrupa’nın huzurunu, 4 milyon sığınmacıyı Türkiye’de tutmalarına” bağlamıştı. Başbakan Yıldırım da 2016’da “Türkiye olmasa mülteciler Avrupa’yı istila edecek” diyordu. 

O zaman yanıt açık: Sığınmacılar, Türkiye’yi “istila etmesin” ve Türkiye “huzur içinde olsun” diye Ankara ile Şam normalleşmeli. 

Mesele elbette sadece AB’yle yapılan geri kabul anlaşması değil. Daha önemlisi şu: “Yerli ve milli” burjuvazi, devlet teşvikiyle ucuza Suriyeli çalıştırarak, bir taşla birkaç kuş vuruyor. Hem sığınmacıyı ucuza sömürüyor hem karşılığında AKP hükümetinden sigorta vb. katkılar alıyor hem de sığınmacıyı Türk emekçisine karşı “sopa” olarak kullanıp az zam vermeye gerekçe yapıyor. 

HEM KARADA HEM DENİZDE İHTİYAÇ

2) Atlantik koalisyonunun Beşar Esad yönetimini yıkmaya çalışmasından önce, Suriye’nin kuzeyinde bir PKK/ PYD devleti sorunu yoktu. AKP hükümetinin en aktif şekilde yer aldığı o koalisyonun çabaları sonucunda Suriye ordusu geri çekilmek zorunda kaldı, boşluğu ABD destekli PYD doldurdu. Bu durum uzunca bir süre AKP’yi hiç rahatsız etmedi, hatta Ankara’ya davet ettikleri PYD liderine “Özerkliğinize karışmayız, yeter ki Esad’a karşı bizimle hareket edin” denildi. 

ABD ve vekilleri Esad’ı deviremedi ama ABD’nin Suriye’deki varlığı, PYD’nin pozisyonunu korumasını sağlıyor. O zaman baştaki sorumuzun yanıtı açık: Bu tablonun değişmesi için Suriye ordusunun, Suriye topraklarının tümünde egemen olması gerekiyor. Bunun için de Ankara ile Şam’ın normalleşmesi gerekiyor. 

3) Türkiye ABD-AB sponsorlu Doğu Akdeniz enerji-politik güç mücadelesinde yalnızlaştırıldı. Bu yalnızlık, Doğu Akdeniz’in önemli ülkesi Suriye’yle işbirliği yaparak aşılır. 

NORMALLEŞMEYE FREN ŞARTLARI

Özetle Ankara ile Şam’ın normaleşmesi gerekiyor ve gecikme, faturanın maliyetini artırıyor. Ancak AKP hükümeti, özel ajandası nedeniyle normalleşmeyi “stratejik hedef” olarak değil, dışarıda Astana ortağı Rusya’nın talebi, içeride sığınmacı politikasına yükselen itiraz nedeniyle “taktik hedef” olarak görüyor. Böyle olduğu için de süreç bir ileri iki geri, iki ileri bir geri şeklinde yerinde sayıyor. 

Son olarak Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, normalleşmenin önündeki “asker çekme” engeli için 12 Ağustos’ta şu üç şartı açıklayarak frene bastı: 

1) Yeni anayasanın kabulü, 

2) Seçimin yapılması, 

3) Sınırların güvence altına alınması. 

Özellikle ilk iki madde açıkça bir ülkenin içişlerine müdahale anlamına gelir ki  Erdoğan, son normalleşme mesajlarında “Suriye’nin içişlerine karışmak gibi bir derdimiz olamaz” diyordu. 

Peki bu çelişkiyi nasıl açıklayacağız o zaman? 

İKİ ORDU İŞBİRLİĞİ MÜMKÜN

1) ABD Dışişleri Bakanlığı 17 Temmuz’da resmen ilan etti: “Türkiye ile Suriye’nin normalleşmesine karşıyız.” ABD’nin Ankara Büyükelçisi Jeff Flake de diplomasi muhabirlerine yaptığı açıklamada, normalleşmeye kesinlikle karşı olduklarının altını çizdi. (Cumhuriyet, 15.8.2024). 

2) Elbette “Normalleşmeyi Erdoğan istiyor ama Güler-Flake karşı çıkıyor”   durumu yok. Güler-Flake barikatı Erdoğan’a değil, Türkiye’ye kuruyor.   Çünkü Erdoğan da normalleşmeyi “gerçekten” istemiyor. Çünkü ÖSO nüfuz alanı özel ajandası için hâlâ hayal kurmayı sürdürüyor. Çünkü “İçişlerine karışmak gibi bir derdimiz yok” diyorsa da gerçekte Suriye topraklarındaki bir bölgeye kaymakam, jandarma komutanı, fakülte dekanı atayarak, “fiili egemenlik” yürütüyor. 

Halbuki Türk ordusunun Suriye ordusu ile işbirliği içinde hareket ederek hem adım adım çekilmesi hem de önünü açtığı Suriye ordusunun kendi topraklarında egemenlik kurmasını kolaylaştırması mümkün...

                                                    /././

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın işleri -Özdemir İnce-

Deniz Ayhan’ın 19 Temmuz 2024 tarihli Sözcü gazetesinde yayımlanan haberinden aktarıyorum: 
[Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) yayımladığı hutbede, beden mahremiyetine vurgu yapılarak kadınların yabancı erkeklerin yanında ve evlerinin dışında yüz, eller ve ayaklar hariç bedeninin tamamının örtülmesi gerektiği belirtildi.  

Hutbede, “Uzuvları belli eden dar ya da açık elbise giymek, Rabbimizin emaneti olan bedenin saygınlığını ihlal etmektir. Tesettür müminin süsüdür, fıtri gerekliliktir” denilmiş. 
Nişan, nikâh ve düğünlerin de sade yapılması istenen hutbede, “Alkolün tüketildiği, mahremiyet sınırlarının ihlal edildiği düğün eğlencesi dinimizde yoktur” denilmiş. 
“Müslüman takva sahibidir” başlıklı hutbede; giyim kuşam ve nikâh, nişan, düğün gibi törenlere ilişkin uyarılarda bulunularak şöyle denilmiş:- Her insanın beden mahremiyeti vardır. Yüce dinimiz İslam, bu mahremiyetin zarar görmemesi için; bedenimizin örtülmesi gereken yerlerini örtmemizi, başkalarına teşhir etmememizi emretmiştir. Kadınlar için yabancı erkeklerin yanında ve evlerinin dışına çıkarken örtülmesi gereken yerler; yüz, eller ve ayaklar hariç bedenin tamamıdır.
Erkeklerde ise göbek ile diz kapağı arasıdır. Uzuvları belli eden dar ya da açık elbise giymek, Rabbimizin emaneti olan bedenin saygınlığını ihlal etmektir. Tesettür Allah’ın emridir, kişisel bir tercih değildir.]
İçki, içkili-mişkili derken fetva pehlivan tefrikası gibi devam ediyor. Vikipedi’ye baktım aynı minval üzere yüzlerce fetva, yüzlerce hutbe... Sosyal adalet, emek sömürüsü, kadın cinayetleri, yoksulluk ve bunalım, adaletsizce adam kayırma, yolsuzluk, rüşvet, kalpazanlık türünden pespaye (!) konular bizlere ve siyasetçilere bırakılmış gibi...

DİB başkanının “Bütün çocuklar Müslüman doğarlar” iddiası üzerine TELE1’de yaptığım konuşma üzerine bana karşı açıp yitirdiği davada yaptığım savunmayı anımsadım: Orada, DİB başkanının İslami bir devletin yüksek memuru değil, laik bir devletin memuru olduğunu söylemiş ve DİB başkanı dahil bütün çalışanlarının anayasanın başlangıç ilkelerine, 2.maddesi ile 136.maddesine uymak zorunda olduklarını söylemişim. Bu yazıya konu olan “kadın kıyafetleri” üzerine hutbe de yukarıda sözünü ettiğim anayasa maddelerine aykırı. Sözlerimin anlaşılması için anayasamızın 136.maddesini buraya aktaracağım: Madde 136: Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir. DİB başkanının yukarıda bir bölümümü aktardığım cuma hutbesi, anayasanın gene yukarıda belirttiğim maddelerine karşı olduğu için suçtur. Ayrıca becerikli bir savcı, söz konusu hutbeye yönelik Ceza Kanunu’nun “HALKI KİN VE DÜŞMANLIĞA TAHRİK VEYA AŞAĞILAMA SUÇU” ile ilgili 216. maddesinin 3. fıkrasını da uygulayabilir.
Ceza Kanunu’nun 216. maddesini burada ansak da uygulamak cumhuriyet savcılığının yetki alanına girer ki onu anmaktan başka bir şey elimizden gelmez. Ama yukarıda yetki ve sorumluluklarını yazdığımız DİB’ye bazı pratik sorular sorabiliriz: Türkiye kadın nüfusunun büyük bir bölümü söz konusu hutbeye aykırı giyinmektedir; ülkemiz nüfusunun en azından yüzde 25’i söz konusu hutbe aykırı olarak türlü çeşitli içki içmektedir. Allah gecinden versin, bu insanların cenazesini “Müslüman olarak” kaldırmayacak mısınız?

Hamas lideri Haniye’nin cenaze namazını DİB Başkanı Ali Erbaş elde kılıçla kıldırmış (Araplar dalga geçmekte); başkanlık da videoya çektiği töreni sosyal medya hesaplarında paylaşmış. Amma söz konusu video Facebook tarafından yayından kaldırılmış. 
Sayın Ali Erbaş bu hususta ne yapacak acaba?
Gazetelerin yazdığına göre 2024 yılında 91 milyar 824 milyon ve de 805 bin liralık muhteşem bütçesi ile altı bakanlığı geride bırakan DİB, bu parayı Monte Carlo’da kumara basarmış gibi harcadıktan sonra yüzü kızarmadan 4.4 milyar liralık harçlık istemiş.
Gazetelerin yazdığına göre DİB’nin başkan yardımcısı eşini kuraya sokmadan özel vize ile hacca götürmüş ve Mekke’de bir ay keyif çatmışlar ve başkan yardımcısı üstelik harcırah da almış.
Ayrıca müjdeli bir haber: DİB Başkanı Erbaş’ın değerli zevceleri hanımefendi beşinci kez kurasız hacca gitmiş. Gider ama masraflar kimin cebinden?

                                                      /././

AK Parti kara parti -Özdemir İnce-

Artık çok eskimiş bir eski dostum, eskimemiş bir eski dostuma Avrupa Birliği’ne girmeyi kafasına koyduğu için başlangıçta AKP’yi desteklediğini söylemiş. AKP kurulduğu sırada üçümüz de aynı gazetede çalışmaktaydık.

Aynı şeyi bana söylediklerinde ben şöyle derdim: “Lan oğlum, bir dernek düşünün ki o derneğin bütün kadınları denize bikini ile girmekteler, sizinkiler derneğin kapısına çarşaflı kadınlarla dayanıyorlar. Kapıcı ‘N’olamaz!’ deyince de ‘Bizim kadınlarımız namusludur, bikini giymezler!’ diye kasalıyorlar ve kostaklanarak geri dönüyorlar.” 

Biraz önce televizyondan öğrendim: 14 Ağustos 2001 günü kurulan parti 23 yaşına  girecekmiş. Bu cenaze törenine, 16 Eylül 2001 günü Hürriyet Pazar’da yayımlanan  “AK Parti’nin Kollektif Aklı” yazımla kutlamaya katılacağım:

[Franz Kafka’nın “Değişim” adlı romanının kahramanı Gregor Samsa, bir sabah uyandığında kendini hamamböceği olarak bulur. Bizim teokratik devlet mecnunu, şeriat düşkünü, ümmet meftunu, Arapperest siyasal İslamcılarımız da tıpkı Gregor Samsa gibi, bir sabah uyanınca kendilerini “muhafazakâr demokrat” olarak bulmuşlar. 
“Bulmuşlar” diyorum, çünkü bu değişimin herhangi bir tanığı yok. Kendi sözleri. Kendi sözleri olunca da, sabıkaları olduğu için, inanmak biraz zor. Kimse kendilerinden değişmelerini istemedi. Çok önemli bir nedeni olmalı ki, ağır suç işledikleri için yıllarca hapiste kalmış sabıkalılar gibi “Biz değiştik!” diyorlar.  

R.T. Erdoğan&Arkadaşları’nın değişip değişmemelerinin aslında beni ilgilendirmemesi gerekir. Ne var ki, Cumhuriyet ve başta laiklik olmak üzere cumhuriyet ilkelerini içlerine sindirmeleri hem kendilerinin hem de ülkenin yararına. Bu nedenle, değişim bu bağlamda ise, buna kayıtsız kalmam olanaksız. Bu konuda düşünmeyi sürdürelim: 
AK Parti’sinin başkanı R.T. Erdoğan, roman kahramanı Gregor Samsa gibi bir mutasyona uğrayıp değişti diyelim. Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Bülent Arınç  ve öteki zevat nasıl olup da hep birlikte koro ve kitle halinde değiştiler? 
Aynı anda yumurtadan çıkarak kanatlanıp uçan kelebekler gibi. Bunun da cevabı hazır. 
Akılları gibi (akılları kollektifmiş) değişimleri de kollektif bunların. Her şeyleri kollektif: Gözleri, kulakları, ağızları, elleri, ayakları... Her şeyleri kollektif! 
İlk kez partinin kuruluş basın toplantısında “kollektif akıl”dan söz etmişti R.T. Erdoğan. 26 Ağustos 2001 tarihli Akit gazetesinde yayımlanan röportajında da bu kavramı kullanıyor.Gazetenin muhabirleri Serdar Arseven ile Kenan Kıran  ortaklaşa soruyorlar:
“AK Parti, seçime kadar herhangi bir koalisyonun içinde yer alabilir mi? Böyle bir teklif gelse...” 
R.T. Erdoğan yanıtlıyor: “Bu benim tek başına karar verebileceğim bir konu değil. Az önce de söyledim. Biz kollektif aklın temsil edildiği bir parti olacağız. Bu konu gündeme gelirse oturup kendi aramızda konuşuruz. Bu konuda konuşmak için çok erken.” 
R.T. Erdoğan’ın “Daha önce söyledim” dediği cümle de şu: “Bir diğer özelliğimiz, tekelci liderlik anlayışına son vermektir. Kollektif aklın temsil edildiği bir liderlik anlayışını benimsiyoruz.” 
“Kollektif akıl!” kavramı gündemin hayhuyu arasında dikkatlerden kaçtı. Oysa basının, öteki politikacıların, siyaset bilimcilerin, toplumbilimcilerin duydukları zaman tüylerini diken diken etmesi gereken bir kavram bu. R.T. Erdoğan bu kavramı anlamını bilerek mi kullandı, bilimsel konuşma merakını tatmin için mi, yoksa “ilmi malûmat-ı zaruriyye” sahibi olduğunu dosta düşmana kanıtlamak için mi? 
“Kollektif akıl” kavramını kullanma gerekçesi ne olursa olsun, yandık ki nasıl yandık. “Kollektif akıl”ı temsil eden liderlik ebedidir. Kendisini seçen kollektif aklı temsil ederken, kollektif akla dönüşüp bizzat kollektif akıl olacağı için bir daha yerinden kımıldamaz. Kollektif akılla tekelci liderlik anlayışına son vermek bir yana, kollektif akılla tekelci liderliğin daniskası kurulur.  
Peki ama “kollektif akıl” da neyin nesi? 
“Kollektif akıl” nasıl bir akıl?  
“Kollektif”in anlamı “Ortak, ortaklaşa; toplu, topluca.” Yani kollektif akıl, “ortak akıl” anlamına geliyor. “Ortak akıl” diye bir kavram yok felsefe ve sosyolojide. Buna karşılık “ortak bilinç” var. 
Emile Durkheim gibi idealist sosyologlar, bireyüstü ve ayrı bir varlığa sahip olduğu varsayılan üstün bir bilinç olduğunu savunurlar. Bilinç hayatının en yüksek biçimi olan bilinçlerin bilinci. Kollektif akıl da, demek ki, en yüce akıl, akılların aklı anlamına geliyor. 
Mülkiyetin, bilincin, çıkarın, psikolojinin, taşkınlığın “ortak” olabileceğini aklım kesiyor da aklın ortaklaşası pek zor. İlkin akıl akılsa ortaklaşa olmaz. Akıl bireyselleştikçe akıllaşır. Akıllı bir insanın ortak aklın iradesini kabul edebilmesi için aklını yitirmesi gerekir. 
Kendi aklından vazgeçip bir ortak aklın yönetimine girmek ne demek? 
“Aklını yitirmek, mümin olmak, iman etmek” demek. İradesi özgür olmayan, aklı özgür olmayan, bir ortak aklın direktifleriyle karar veren insan topluluğunun demokrasiyi bulması, yaşatması mümkün mü? 
“Ortak (kollektif) akıl”ın vardığı noktayı en iyi Erbakan Hoca belirliyor ve “Lidere itaat farzdır” diyor. Ortak akıl, demokrasilerde değil, teokratik düzende, faşizmde, totaliter rejimlerde geçerlidir. Onlar tarafından yaratılır ve onları yaratır! Ya da onları yaratır ve onlar tarafından yaratılır!]

                                                     /././

                                           Cumhuriyet - GÜNDEM

Diyanet’in projesiyle öğrenciler okul çıkışı Kuran Eğitim Merkezleri’ne gidecek -Eylül Barut-
                                  
Diyanet Eğitim Hizmetleri Genel Müdürü Sedide Akbulut
Konuya ilişkin açıklama yapan Diyanet Eğitim Hizmetleri Genel Müdürü Sedide Akbulut, Kuran Eğitim Merkezleri’nin Milli Egitim Bakanlığı (MEB) tarafından belirlenen liselerle eşleştirileceğini belirterek “Hem liseye gidecekler hem de eğitim merkezlerimizde müfredatımızı da görecekler. Öğrenci günün yarısında okuldaki derslerini aldıktan sonra diğer yarısını Kuran Eğitim Merkezleri’nde geçirecek” dedi.  (https://www.cumhuriyet.com.tr/egitim/diyanetin-projesiyle-ogrenciler-okul-cikisi-kuran-egitim-merkezlerine-2239666) 

                                                                  ***

IŞİD’e yakınlığıyla bilinen Tevhid dergisi başyazarı Bayancuk, anayasal düzeni hedef aldı -Aytunç Ürkmez-
“Türkiye’nin IŞİD emiri” olarak dört kez tutuklanan, en son “kaçma şüphesi bulunmadığı” gerekçesiyle serbest bırakılan Tevhid dergisi başyazarı Halis Bayancuk, anayasal düzeni hedef aldı. Bayancuk önceki gün dergide yaptığı bir sohbette anayasal düzenin “topluma giydirilen bir deli gömleği” olduğunu savundu. (https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/iside-yakinligiyla-bilinen-tevhid-dergisi-basyazari-bayancuk-anayasal-2239679)

                                                                    ***

MEB’den öğretmene yine kıyafet ayarı -Taylan Gülkanat-

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin imzalı genelge 81 ile gönderildi. Genelgede öğretmenlerin giyimine ilişkin 12. madde dikkat çekti. Söz konusu maddede “öğretmen, yönetici ve okul çalışanlarının kıyafetlerinde öğrencilere rol model olmasına, öğretmenlik mesleğinin ve eğitim kurumlarında çalışmanın gerektirdiği tavır ve davranışların önemine hassasiyet gösterilecektir” ifadelerine yer verildi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/egitim/mebden-ogretmene-yine-kiyafet-ayari-2239674)               ***

Bakan “Bin 600 hektar yandı” dedi, 3 bin 50 hektar çıktı -Yusuf Körükmez-

Tarım Bakanı İbrahim Yumaklı, 1680 hektarın yandığını söyledi. Ancak 3 bin 50 hektar ormanın küle döndüğü ortaya çıktı. CHP İzmir İl Başkan Yardımcısı Tevfik Türk, “Yitirdiğimiz alanları yeniden ağaçlandıracağız” diye söz verdi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/bakan-bin-600-hektar-yandi-dedi-3-bin-50-hektar-cikti-2239689)                        ***

Yangınlara havadan müdahale işini alan firmanın yakıt parasını yine ödemediği iddiası -Yusuf Körükmez-
Türkiye aylardır orman yangınlarıyla mücadele ederken yetersiz ve güç müdahale tartışmaları gündemde. Tarım Orman İş Sendikası Genel Başkanı Şükrü Durmuş, İzmir’in Bergama ilçesinde geçen ay çıkan orman yangınında Orman Genel Müdürlüğü’nü işaret ederek ihaleyi alan firmanın yangın söndürme helikopterlerinin yakıt parasını ve pilotların ücretinin ödemediği, bu nedenle helikopterlerin kalkmadığı iddiasını gündeme getirmişti. Genel Müdürlük iddiaları yalanlarken firmanın akaryakıt tedariki yapan şirkete vermesi gereken parayı yine ödemediği öne sürüldü. Durmuş, “Yarın (bugün) akşama kadar bu para şirkete ödenmezse işi durduracaklar. Bu vahim bir olaydır. Genel müdürlük parayı aracı firmaya ödedi ama firma esas işi yapanlara ödemediği için bir kısım helikopterler uçamayacak. Nereden tutsan elinde kalıyor. 185 yıllık Orman Genel Müdürlüğü iflas etmiş durumda. Dolandırıldı” ifadelerini kullandı. (https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/yanginlara-havadan-mudahale-isini-alan-firmanin-yakit-parasini-yine-2239664)

                                                                      ***

Uzman olmadan koltuğu kaptı -Merve Kılıç-

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde iç hastalıkları ana bilim dalı içerisindeki bir yan dala uzman doktor öğretim üyesi alınması zorunluluğuna karşın tıp doktoru dahi olmayan isimlerin bölümde öğretim üyesi olduğu ortaya çıktı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/uzman-olmadan-koltugu-kapti-2239669)

                                                                      ***

İktidar çalışma saati düşürülüyor söylemiyle harekete geçti, kıdem tazminatı sırada -Mustafa Çakır-

Sendikalar yeniden gündeme gelen esnek çalışmaya tepkili. Güvencesizliğin yaygınlaşacağını söyleyen DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün, “Kölelik koşullarına sessiz kalmayız” dedi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/iktidar-calisma-saati-dusuruluyor-soylemiyle-harekete-gecti-kidem-2239686)

CUMHURİYET

Dünyayı dolandırdı, Beykoz’da yakalandı -Timur Soykan / BİRGÜN

Dünyanın en büyük kripto vurgunlarından birini yaptığı iddia edilen Szakacs, İstanbul’da gözaltına alındı. Szakacs, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuş ve ‘Emre Avcı’ adını almış. Avcı’nın gözaltına alınmasından bir gün önce bir Hollanda vatandaşı ise “3 bin kişinin vekaletnamesi bende. 103 milyon dolar dolandırıldık” diye ifade vermiş.

Dünyayı örümcek ağı gibi saran kripto ve Forex vurgunu 2019 yılında başladı. İsveç vatandaşı Andreas Szakacs  (Türk vatandaşı olduktan sonra aldığı isimle Emre Avcı), OmegaPro isimli bir kripto şirketinin CEO’suydu. Şirketin sahipleri ise Alman uyruklu Dilawar Singh, ABD’li Mike Sims gibi kripto, finans dünyasında bilinen isimlerdi.

Saint Vincent ve Grenadinler gibi şeffaf olmayan ülkelerde kurulan OmegaPro şirketinin genel merkezi Dubai’deydi. Latin Amerika, Afrika, Ortadoğu, Uzakdoğu ve Avrupa’da temsilcilikler kurdular.

YÜZDE 300 KÂR VAADİ

Sistem şöyle işliyordu: OmegaPro, internette işlem yapan Forex ve kripto para ticareti şirketi olarak gösterildi. İnsanlara basitçe şunu diyorlardı: “Siz bize paranızı verin. Sizin paranızla ticaret yapalım ve size günlük olarak kâr ödeyelim.” Şirket bunun için yatırım paketleri sunuyordu. Bu paketler 100 dolar ile 50 bin dolar arasında satılıyordu. OmegaPro, uluslararası piyasaları analiz eden bir algoritma geliştirdiğini ve yatırımcılarına çok yüksek oranda kâr sağlayacağını vaat ediyordu. Para birimi ya da emtiaların birbirleri karşısında değer kazanıp kaybedeceğine dair tahminlerle oynanan Forex işlemlerinde de büyük kazanç vaatleri vardı. Kaldıraçlı işlemlerle yatırımcının parasını 10 kat artıracaklarını söylüyorlardı. OmegaPro’nun sattığı pek çok pakette ise 16 ayda yüzde 300 kâr sağlayacağı iddiası vardı. Yeni yatırımcı getirenlere hediyeler ve daha yüksek kâr oranları vaat ediyorlardı.

DOLANDIRICILAR TURNUVASI

Tabii ki ilk hedefleri, yatırımcılara güven vermekti. Szakacs (Emre Avcı) ve ortakları bu konuda çok cömert davranarak ağlarını ördüler. Dubai’de ve Panama’da eski futbolcular Ronaldinho, Kaka, Wesley Sneijder, John Terry, Iker Casillas’ın sahaya çıktığı OmegaPro Efsaneler Kupası adı altında bir futbol turnuvası düzenlediler. Bu futbolcular OmegaPro elçisi oldu. ABD’li ve Hint film yıldızlarını da etkinliklerde sık sık kullandılar.

Dünyanın farklı bölgelerindeki en lüks otellerde iş dünyasının gurusu olarak nitelendirilen isimlerle büyük ve gösterişli kongreler yaptılar. Kalabalık etkinliklerde yeni katılımcılar getiren yüzlerce kişiye lüks saat, pahalı hediyeler dağıttılar.

OmegaPro ismiyle otomobil yarışlarına da sponsor oldular. Bu sayede para kaynaklarını geliştiriyorlardı. Şirketin sahipleri ise özel jetler, ultra lüks otomobiller, yatlar ile zenginliklerinin şovunu yapıyordu.

Forbes gibi dergileri kopyalayarak OmegaPro’nun övüldüğü sahte makaleleri, kapakları yaydılar.

Hatta aslında hiç olmayan ödülleri almış gibi sahte törenler düzenlediler. Dubai şeyhiyle yakın ilişkiler grup fotoğraflarını paylaştılar.

3 MİLYON KİŞİYİ AĞA DÜŞÜRDÜLER

Kolombiya, Meksika, Nikaragua, Arjantin, Şili, Hong Kong, Singapur, İngiltere, Fransa, Belçika, Nijerya, Kongo, Hindistan, Güney Kore’nin arasında olduğu çok sayıda ülkede temsilcileri vardı. İnsanları OmegaPro’ya paralarını yatırmaya ikna ettiler.

CEO Szakacs (Emre Avcı) gösterişli toplantılarında 1,5 milyon yatırımcıya ulaştıklarını anlatarak daha da büyüyeceklerini söylüyordu. Telefonlarına indirdikleri OmegaPro uygulamalarında sürekli ve yüklü miktarda para kazandıklarını görenler, yeni yatırımcıları getirmişti. 2,5 yıl içinde yatırımcı sayısı 3 milyona ulaştı.

VURGUN ZAMANI: 4 MİLYAR DOLAR

İddiaya göre; bu şirket aslında bir Ponzi dolandırıcılığıydı. Yeni yatırımcılardan gelen parayla önceki yatırımcılara ödemeler yapıyorlar ve vurgun için para birikiyordu. Hatta şirketin sermayesinin 2017’de dünyanın en büyük kripto vurgunlarından OneCoin’de elde edilen coinler olduğu iddia edildi. Kripto Kraliçesi diye bilinen Ruja Ignatova 2017’de OneCoin ile 4 milyar dolarlık vurgun yapmıştı. Kasım 2022’de OmegaPro, paralarını çekmek isteyen yatırımcılara ödemelerini durdurdu. Temmuz 2023’te ise şirket tamamen kapandı. İddiaya göre; dünyanın dört bir yanındaki 3 milyon insan dolandırıldıklarını anladı. Szakacs  (Emre Avcı) Dilawar Singh ve Miki Simms ortadan kayboldu. İddiaya göre; 4 milyar dolarlık bir vurgun yaptılar.

                                            Emre Avcı

DÜNYANIN DÖRT BİR YANINI ÇARPMIŞLAR

Dünyanın dört bir yanında yatırımcılar, şikâyetçi oldu. Sadece Fransa’da 1500’den fazla şikâyetçi var ve toplu dava açıldı. Nijerya’da mağdurlar, change.org’da imza kampanyası başlatıp şirketin merkezinin bulunduğu Dubai’den yardım istedi. Toplam 10 bin mağdur olduğunu iddia ettiler. Ayrıca Kolombiya’da on binlerce kişi dolandırıldı. Bu ülkelerin yanı sıra Meksika, Kongo, Portekiz, İngiltere, Myanmar gibi pek çok ülkede şirkete yönelik toplu davalar açıldı.

Çok sayıdaki davaya karşın Emre Avcı ve ortakları bulunamıyordu, Dubai’de oldukları düşünülüyordu. Ancak yine baş aktör Türkiye’den, İstanbul’dan çıktı. Szakacs (Emre Avcı) 1988 İsveç doğumlu. Annesi İsveçli, babası ise Türk asıllı. Andreas Szakacs, Türkçe bilmiyor. OmegaPro vurgunundan sonra sessiz sedası İstanbul’a gelmiş ve Beykoz’daki Acarkent Sitesi’ndeki villalara ailesiyle yerleşmişti.

BİR GARİP İHBAR: HOLLANDALI MAĞDUR

28 Haziran’da isminin gizli kalmasını isteyen bir kişi, İstanbul İl Jandarma Komutanlığı’na ihbarda bulundu. İhbarcı “OmegaPro adı altında sözde bir kripto uygulaması ile çok sayıda vatandaşı kripto para borsalarında kaldıraçlı işlem ile kandıran kişi İstanbul Beykoz’daki Acarkent Sitesi’nde bulunuyor” dedi. (Burada bir not düşmeliyim. Türkiye’de bu tür ihbarlardan her zaman şüphelenmemiz gerekiyor. Aslında Emre Avcı’nın devlet içindeki birileri tarafından takip edildiği ve operasyonun ihbarla başladığı çok sayıda örnekle karşılaştık.) Operasyondan önce OmegaPro mağdurlarını araştıran jandarma, 18 şikâyetçi tespit etti.

3 BİN KİŞİNİN PARASINA KONDULAR: ‘103 MİLYON DOLARIMIZI ALDILAR’

Bu noktada çok ilginç bir bilgi var. İhbardan sadece 10 gün sonra, 8 Temmuz’da Hollanda vatandaşı olan doktor Abdul Ghaffar Mohaghegh jandarmaya gelerek ifade verdi. Ne hikmetse Avcı’ya yapılacak operasyondan önce Türkiye’ye gelmişti. OmegaPro’nun kurucularının isimleri sıraladı ve özetle şu ifadeyi verdi: “OmegaPro’ya 7 milyon dolar yatırım yaptım. 3 bin kişi toplam 103 milyon dolar olan yatırım yaptı. Bu 3 bin kişi bana vekâletname verdi. Bu yatırım karşısında yüksek getiri vaat edildi. Bu vaatler OmegaPro tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen kripto para piyasasında yapılan ticari faaliyetlerle destekleniyordu.” Hollandalı adam, 3 bin mağdurun vekâletnamesiyle İstanbul’a geliyor. Toplam 103 milyon dolar kaybettiklerini söylüyor. Bundan sadece 10 gün önce Avcı’nın Acarkent’te olduğuna dair ihbar gelmiş.

MODERN PONZİ TUZAĞI

Jandarma 16 Türk şikâyetçiyi ise internetteki ‘şikâyet var’ sitesinden belirledi. İstanbul’da yaşayan bu kişiler ‘Omega İnvest’ (OmegaPro’nun bir yan uygulaması olduğu değerlendiriliyor) isimli uygulamayı telefonuna indirdikten sonra dolandırıldıklarını iddia etti. Bu kişiler, yatırım uzmanı olarak kendini tanıtan kişilerin yönlendirmesiyle Omega İnvest uygulamasını telefonlarına indirdiklerini anlattı. Hepsinin hikâyesi benzerdi. Önce küçük paralar yatırmışlar ve kısa sürede 3 kat para kazanmışlar ve paraları çekmişlerdi. 10 bin dolar yatırdıktan sonra ise uygulamada gördükleri para 40 bin dolara kadar çıktı. Bu parayı çekmek istediklerinde yatırım uzmanları daha fazla işlem yapmaları gerektiğini söyledi. Omega Teknoloji ve Danışmanlık ve farklı şirket hesaplarına daha fazla para gönderdiler ve sonunda uygulamadaki tüm bakiyeleri sıfırlandı. Yatırım uzmanlarına bir daha ulaşamadılar.

VİLLADAN SOĞUK CÜZDAN FIŞKIRDI

Jandarma ekipleri, şikâyetçilerin ifadelerini aldıktan bir gün sonra 9 Temmuz’da İstanbul Beykoz Acarkent Sitesi’ndeki iki ayrı villaya operasyon düzenledi ve Avcı’yı gözaltına aldı. Onunla birlikte çalışan İsveç vatandaşı Stefan Andreas adına kiralanan villada ise kimse yoktu. Stefan Andreas yakalanamadı.

Yüksek güvenlikli sitede olmasına karşın Avcı’nın 4 katlı lüks villası güvenlik kameraları ile donatılmıştı. Aramada kripto paraların bulunduğu 32 tane soğuk cüzdan ile şifre saklama aygıtları ele geçirildi. Açılabilen bir bilgisayarda ise OmegaPro’nun çok sayıda evrakı, çok yüksek miktardaki para hareketlerinin kayıtları tespit edildi. Bu klasörde çok sayıda kripto paralara ait cüzdan adresi kayıtları da vardı. Villalardaki çok sayıda beyaz yazı tahtalarında da kripto ile ilgili bilgiler ve cüzdan numaraları olduğu görüldü.

‘İSMİNİ NEDEN DEĞİŞTİRDİN?’

Sorgusunda “Gerçek isminizi ve soy isminizi değiştirerek kaçtığınız ve saklandığınız birileri var mı?” diye soruldu. “Hayır yok. Yasal hakkım olduğu için değiştirdim” dedi. Şirketin çok sayıda kişiyi dolandırdığı suçlamasını kabul etmeyen Avcı, “Dolandırcılık için kurulmadı. 2022 Eylül, Ekim ayı gibi şirket iflas etti. En büyük zararı biz gördük. İflas edene kadar çok sayıda mağdurun zararlarını karşıladık” diye konuştu.

160 MİLYON DOLARLIK HAREKET

Avcı’nın dijitallerinde yapılan ön inceleme sonucu 1 ay içinde 160 milyon dolarlık kripto hesap hareketleri tespit edildi. Avcı, soğuk cüzdanlar ve bilgisayar şifrelerini vermedi. Bu bilgisayarlardan serverların yönetildiği düşünülüyor. Avcı, suçlamaları kabul etmedi. Finans ve pazarlama işi ve aylık gelirinin 100 bin dolar olduğunu söyledi. İnşaat işi nedeniyle yakın zamanda vatandaşlık aldığını anlattı. Ama inşaat yatırımı yaptığı yerleri hatırlamıyordu.

AVUKATLAR: RİSK VARDI, KAYBETTİLER

Avcı’nın avukatları Forex borsasında para kaybetme riskinin olduğunu ve şikâyetçilerin bunu bilerek işlem yaptığını anlattı. “7 milyon dolar dolandırıldığını söyleyen Hollandalı şikâyetçi için ise bir avukat şöyle dedi: “Beyanları asılsızdır. Sunacağız.” Beykoz Sulh Ceza Hakimliği 10 Temmuz’da Avcı’yı, ‘Bilişim sistemleri, banka veya kredi kurumlarının araç olarak kullanılması suretiyle dolandırıcılık’ suçundan tutukladı.

Timur Soykan / BİRGÜN

Arhavi'de madencilik istenmiyor - Çiğdem Toker / T24

Artvin Milletvekili Faruk Çelik'e şu soruyu yönelttim: "Sayın Bakan, ortada yapılıp sonuçlanmış bir ihale var. Resmi Gazete'de yayımlanmış. Arhavililer bu noktadan sonra geri adım atılmayacağı kanısında. Sizce geri adım atılır mı?"

Biyolojik çeşitliliği, ekosistem zenginliğiyle nadir bir coğrafya ve kültürel mirasa sahip olan Artvin; Cerattepe'den yıllar sonra, şimdi de Arhavi'de maden kabusuyla karşı karşıya.

Üstelik aktör de yıllar sonra yine aynı: Cengiz Holding ile onun özelleştirme yoluyla devir ve satın aldığı Eti Bakır.

MAPEG'nün (Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü) geçen ay yaptığı maden arama sahası ihalesinde, Eti Bakır 5 milyon TL bedelle, dokuzu Arhavi, biri Hopa'dan olmak üzere, toplam 10 köyü içine alan 1930,92 hektarlık alanın ihalesini kazandı.

O günden bu yana da Arhavi'de yakın gelecekte yapılması muhtemel madencilik; benzersiz coğrafyasında geri dönülmez bozulmaya yol açacağı, tarım ve hayvancılığa darbe vuracağı için halkın tepki, itiraz ve ses duyurma eylemlerine konu oluyor. Maden ruhsatı ve Cengiz Holding; ilçedeki kahvehane, kafe ve lokantalarda hararetli bir tartışma konusuna dönüşmüş durumda. Yolu, bugünlerde Arhavi'ye düşecek herkes, bu tartışma canlılığına ama aynı zamanda ortak kaygıya, yerinde tanıklık edebilir.

* * *

Geçen hafta sonu bu sıcak tartışmaların sonuncusuna ben de yerine tanıklık ettim. Arhavi'de son yerel seçimlerde, belediyeyi CHP'den devralmış AKP'li Turgay Ataselim ile eski bakan Artvin Milletvekili Faruk Çelik'in birlikte düzenlediği toplantısını izlemek, tam bir denk geliş oldu.

Çünkü 17-18 Ağustos'u içine alan hafta sonu, Fındıklı Belediyesi (Başkanı Ercüment Çervatoğlu), Hopa Belediyesi (Utku Cihan) ve Yay Koop'un düzenlediği yer aldığı kültür sanat festivallerine davetli olduğum söyleşi ve imza etkinlikleri için Fındıklı ve Hopa'da bulunacaktım.

Herkesin maden konuştuğu o sıralarda, Pazar günü Arhavi Belediyesi'nin, 4,5 aylık hizmetlerin anlatılacağı, üstelik soruların da yanıtlanacağı, bir halkla buluşma toplantısı düzenlendiğini orada öğrendim.

Doğu Karadeniz doğasının korunması için yıllardır özverili bir çaba sergileyen (saçını bu yolda ağarttı diyebiliriz rahatlıkla) Yeşil Artvin Derneği Başkanı Nur Neşe Karahan ile KTÜ Orman Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Oğuz Kurdoğlu, o toplantıya gideceklerini söyleyince, hiç tereddüt etmedim. Hopa'daki söyleşinin ardından Arhavi'ye yola çıktık.

* * *

Arhavi Gösteri Merkezi'nde ve yerel TV'de canlı olarak yayınlanan tanıtım programı, belediye başkanı Ataselim'in göreve geldikten sonra yapılanları proje bazında anlatmasıyla başladı.

Ataselim, tamamı kamu hizmeti için gerekli olan projeleri anlattığı bir saat boyunca, sık sık yan yana oturdukları Artvin Milletvekili Faruk Çelik'e dönerek "sayenizde" diye teşekkürünü yansıttı. Eski Bakan Çelik'in girişimleriyle DSİ'den, İller Bankası'ndan çabuklaştırılan işlemler ve kimisi hızlandırılan, kimisi öne çekilen, kiminin tutarı arttırılan mali kaynaklar; muhalefet belediyelerinin aynı olanaklara neden sahip olamadığının negatif filmi gibiydi.

Tanıtım konuşmaları bitince, bir izleyici maden konusunda ne düşünüldüğünü sordu. Ancak Faruk Çelik, toplantı amacının belediye çalışmaları olduğu yanıtı verdi. Arka sıralarda oturan ve madene yönelik itirazları dile getiren Arhavililer, beraberlerinde getirdiği "Arhavi maden istemiyor" dövizlerini kaldırdı.

Çelik sinirlense de belli etmemeye çalıştı. Bir yere gitmeyeceğini, hep orada olduğunu, belediyeyle ilgili sorulardan sonra maden ile ilgili soruları da cevaplayacağını söyledi. Ancak madeni sormakta ısrarlı izleyicileri de tahammülsüz olmakla itham etti. "Duyumlar üzerine kıyamet koparmayalım", "Böyle basının önünde pankartlar kaldırılarak bir yere varılmaz" dedi. Sonra mikrofonu eline alarak tonu Cumhurbaşkanı'nı kızdırmayacak ama orada zihni sorularla, içi kaygıyla dolu hemşerilerini de yatıştırmaya ayarlı bir "orta şeritten" konuşma yaptı. Kalkınmadan, istihdamdan söz etti ve "Duyarlı arkadaşlara teşekkür ediyoruz. Ama sanayi olmasın ticaret olmasın olur mu. Buraya doğalgaz gelmesine seviniyoruz ama o doğalgaz da bir yerden çıkıyor öyle değil mi?" dedi.

* * *

Çelik, bu konuda herkesi dinlediklerini, Tarım Orman Bakanlığı da yapmış bir siyasetçi olarak kendisinin de Artvin'in doğal zenginliklerini çok önemsediğini, bu amaçla MAPEG'den teknik bir heyet geleceğini Perşembe (yani yarın) günü isteyen vatandaşların gelip soru sorabileceğini söyledi. Yani sözün özü, belediye ile ilgili sorular bitince alınacak maden ile ilgili sorular alınmadı.

Yeşil Artvin Derneği Başkanı Nur Neşe Karahan, Çelik'in yanına gitti. MAPEG'in kendilerinin bilmediği yepyeni bir şey söyleyemeyeceğini ifade etti. Dahası, Çelik'in "sizi dinledik" dediği önceki toplantının, davetle değil, kendilerinin istediği randevu sonucu yapıldığını anımsattı.

Bu yer yer gergin ama asgari saygı sınırları içindeki diyalog sürerken, toplantı bitmiş kalabalık dağılıyordu. Ben ise bulunduğumuz halka içinde, Çelik'e yakın olduğu için Neşe Karahan'ın yanında durmaya çalışarak soru sormaya hazırlanıyordum.

Çelik fark edince şaşırdı. "Hoş geldiniz" dedi. Selamlaştık. "Başından bu yana burada mıydınız?" dedi. "Evet" dedim.

Yeşil Artvin Derneği’nden Nur Neşe Karahan Faruk Çelik'e itirazlarını dile getirirken.

Ne evet ne hayır arasındaki o yer

Sonra kendisine şu soruyu yönelttim: "Sayın Bakan, ortada yapılıp sonuçlanmış bir ihale var. Resmi Gazete'de yayımlanmış. Arhavililer bu noktadan sonra geri adım atılmayacağı kanısında. Sizce geri adım atılır mı?"

Çelik biraz duraksadı. Ne evet ne de hayır diyememe arasında bir yerdi duraksadığı yer. Soruyu tekrarlayınca "Gerekirse olabilir" dedi ve kendisinin de çok duyarlı olduğunu, salt Artvin'i korumak amacıyla iki tane HES'e onay vermediklerini söyledi.

Sonra yanındaki partilileriyle birlikte ayrıldı. Onlar dalgalanan kalabalık arasında ilerlerken, Çelik'in yanındaki halkada yer alan bir kadın hışımla Neşe Karahan'a dönerek "Kıymet bilin biraz kıymet!" dedi.

Bu diyaloga tanık olan Arhavililer, sonucun yine değişmeyeceğini Çelik'in tepkileri düşürmeye, etkisini azaltmaya yönelik bir politika ve söylem izlediğini, tecrübeyle sabit olduğunu ifade ettiler. Orada görüştüğüm konuştuğum, tepki gösteren Arhavililerin ısrarla vurguladığı önemli ayrıntı şu:

"Sanki kesinleşmemiş belirsiz bir durum var gibi davranılıyor. Oysa her şey kesin. Resmi Gazete'de ilan edildi. Nasıl ilerleyeceklerini yakın geçmişten İkizdere'den Cerattepe'den gayet iyi biliyoruz. Hatta arama faaliyetine başlamak için köylerin tenhalaşmasının beklendiği bile söyleniyor."

Şimdi sıra, Çelik'in önem atfettiği yarınki MAPEG toplantısı merakla bekleniyor. Bu toplantıdan köyleri yaşam alanlarını ölümden kurtaracak, seyri etkileyecek bir sonuç çıkar mı?

Bu sorunun cevabını düşünürken, Cengiz Holding'in bu projeleri tek başına, tabiri caizse "kafasına göre" üstlenmediğini hatırdan çıkarmamakta yarar var. Hiçbir şirket, hiçbir inşaat ve maden sahasına kimseden yetki, izin almadan girmiyor. İzinler, yetkiler ve kararlar, Ankara'dan. Adres ise belli.

Dolayısıyla, Türkiye'yi yıllardır yöneten AKP iktidarı ile şirketler arasında birbirini besleyip büyüten simbiyotik ilişki gerçeğini unutmamak zorunlu.

Bunu hatırda tutarken şu gerçeğin de altını çizelim: Gerek enerji gerekse maden alanında, doğası yıllardır yıkıcı projelerin saldırısı altında bulunan; Karadeniz başta olmak üzere birçok bölgede, "makus talihin" bir türlü bitmeyişi, sadece yaşam alanlarına tehdit değil, sosyal açıdan da büyük bir huzursuzluk ve kaygı kaynağına dönüşmüş durumda.

Çalışanı, köylüyü yoksulu daha da ezen Şimşek programı dörtnala giderken, aynı toplumu bir de yaşam alanlarını kuşatarak daha da mutsuz, huzursuz edilmesinin yanlışlığını bilmesi gerekenler anlasa çok iyi olur.

Çiğdem Toker / T24