Biz “Uşi” diyoruz. İtalyanlar “Lozan” diyorlar. Uşi, İsviçre’nin Lozan kentinin bir mahallesi oluyor. Antlaşma burada imza altına alınıyor. Lozan Antlaşması ile karışmaması için biz buna Uşi Antlaşması diyoruz.
Antlaşmaların genellikle savaş sonrasında yapıldığı biliniyor ve Uşi, Trablusgarp topraklarında Osmanlı-İtalyan çatışması sonrasında imzalanan bir antlaşma (1912). Küçük bir özet geçmeye yeltenirsek şunları söyleyebiliriz: çok sayıda sorun ile boğuşan Babıali Trablusgarp’ı gözden çıkarmış ancak Enver, Mustafa Kemal, Kuşçubaşı Eşref, Çerkes Reşit gibi genç subaylar kolayına vazgeçici değil. Gizliden ve müstear adlarla çöle geçip gerilla savaşına tutuşuyorlar İtalyanlarla. Ne ki savaşın ortasında Balkanlar karışıp İstanbul bile tehlikeye girince Trablus’u terk etmek durumunda kalan gerillacılar Balkanlara geçiyorlar. Babıali antlaşma imzalıyor İtalyanlarla. Antlaşma denilmesine bakmayın esasında işgalin yolunu açıyorlar. Antlaşmaya göre Trablusgarp’a özerklik tanınırken Osmanlı, Rodos ve çevresindeki adalar ile Oniki Ada’yı Yunan işgalinden korumak için “geçici” olarak İtalyanlara terk ediyor. Güya “hülle” yapıyor Osmanlı. Gidiş o gidiş…
Aha İttihatçılar!
Değil… İttihatçıların çok toprak yitirdikleri doğru olmakla birlikte adaları ve Trablus’u kaptıran hükümet Mehmed Said Paşa hükümeti oluyor… Sonrasında imzalanan Londra Antlaşması var (1913). Bu antlaşma ile “Hülle” hülle olmaktan çıkıyor ve sahi oluyor. Adalarla birlikte Edirne ve Selanik elden çıkıyor. Antlaşmaya yeltenen ve tarihimizde “Büyük Kabine” olarak bilinen Kamil Paşa Hükümeti’ni Talat, Enver, Yakup Cemil üçlüsü Babıali’yi dalgündüz basarak deviriyor. Londra Antlaşması Mahmut Şevket kabinesi tarafından imzalanıyor. Özeti budur. 1912’de İtalya’ya “emaneten” verilen adaların kaderi Londra Antlaşması ile büyük devletlere teslim ediliyor. Bu gitti gider demektir ve gidiyor. Oniki Ada İtlaya’ya diğer Ege adaları Yunanistan’a terk ediliyor. Adaların kısa hikayesi bundan ibarettir.
Sonrasında Balkan ve Birinci Dünya Savaşı, devamında yenilgi ve Mondros (1918) var. Küçük bir hatırlatma ile devam etmek istiyorum, adalarla ilgilidir. Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin (12 Ocak-18 Mart 1920) İngilizler tarafından basılıp dağıtıldığı biliniyor. Öncesi var; öncesinde Osmanlı Mebusan Meclisi’nin Erzurum ve Sivas Kongrelerinde kabul edilen Misak-ı Milli var, bu bir. Misak-ı Milli’nin, Kuvvacıların meclis grubu olan Felah-ı Vatan Grubu’nun baskısıyla kabul edilmesi var, bu da iki. Bir de Osmanlı Mebusan Meclisi’nin yaptığı en hayırlı işin bu olduğuna ilişkin benim notum var bu da üç. Misak-ı Milli’nin esası şudur: Mondros Ateşkes’i imzalandığında Türk askerinin bulunduğu her yer Misak-ı Millidir. Bu noktada maalesef adaların sözü dahi edilemez. Çünkü adalar 1913’den bu yana Yunanistan ve İtalya’nın işgali altındadır. Yani adalarda, bırakın Türk askerini, ara ki Türk ahali bulasın!
Uzayacak… Lozan’a gelelim. Musul ve Kerkük… İsmet Paşa’nın en çok boğuştuğu, bazen “sağıra yattığı" başlıklardan biri bu olmuştur. Sadece Lozan’da değil Meclis’te de büyük kavgalar patlamıştır Musul ve Kerkük için. Türk tarafı bu iki petrol yatağını bırakmak zorunda kalmıştır. Zira İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı’na girme nedenlerinden biridir bu petrol sahaları ve buraları terk etmeleri için “zor” kullanılması kaçınılmazdır. Anadolu Savaşı’ndan zaferle ancak takatsiz çıkan Türkiye, ikinci bir savaşı göze alacak durumda değildir. Gayet gerçekçidir. Mustafa Kemal’den İsmet Paşa’ya, Ali Fuat’tan Fevzi Paşa ve Kazım Karabekir Paşa’ya bütün asker hatıratçıların o günkü savaş gücüne dair yazıp aktardıkları ve askeri kaynakların tespitleri; tarihçiler, Kadir Mısıroğlugiller ve reisicumhur hariç bu doğrultudadır. Buna rağmen günümüzde tartışılıyor olmasının bir sakıncası yoktur… Sonsuza kadar tartışılabilir. Tartışılsın… Sunduğunuz bütün verilere rağmen tartışma devam eder ve şuranıza kadar gelir bana soracağınız tutarsa vereceğiniz yanıt Süleyman Demirel’den ödünç, “verdiler de almadık mı?” olmalıdır.
Adalar başka… Hazır İzmir’i kurtarmışken adalara kadar uzansak denebilir miydi? Yüzerek gidilmeyecekse denemezdi. Ayrıca İstanbul, Trakya hala işgal altındayken orduyu yüzerek sayısı otuza varan adaya çıkarmanın pek akıl kârı olmadığına dair askeri erkanın almış olduğu karar, hadi bunu da sorun, madem sordunuz, söyleyelim, gayet isabetli olmuştur. Şaka bir yana, yahu bırakın gemiyi vapuru bizim kayığımız bile yoktu İzmir limanında.
Sonuna geldik sayılır… Lozan’da adalar uzun boylu tartışılmadı. İmzalanan antlaşmanın 12’inci ve 15’inci maddeleri ile adaların statüsü belirlenirken 1912 yılı esas alındı. Bu arada Türkiye Lozan masasından 1912’de kaybetmiş olduğu adalardan İmroz, Bozcaada ve Tavşan adalarını alarak kalktı.
İki ay önce, 24 Temmuz, Lozan’ın 93’üncü yıl dönümü idi. Lozan’ı selamladı reisicumhur, pek zarifti:
“Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslar arası hukuk alanına taşınarak tescil edilmiştir. Bu anlaşma, yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir.”
Güzel… Güzel de muhtarları ne yapmalı?
Reisicumhur kadınların “altın günü” gibi belirli aralıklarla biraraya geliyor muhtarlarla. Bir not düşebilir miyim; ve ben özüme eziyet etmek istediğimde bazen, muhtar oluyorum. Bu kadar. Devam ediyorum; bir hesaba göre otuz yedi bini köylerde olmak üzere elli üç bin muhtar varmış ülkemizde. Hesaba vursak ve kolaylık olsun diye de muhtarları aşağıya doğru yuvarlasak elli bin eder. Salon beş yüz kişilik olduğuna göre bu yüz seans demektir. Vur haftaya, yılda elli ikiden, hadi onu da yuvarlayalım, iki yıl eder. Aya vursak çok yıl eder. Yani muhtarlar şöyle ya da böyle yakayı kaptırmış vaziyetteler ve dinleyecekler beş yüzlük desteler halinde siyasi analizleri olmadı tarih derslerini. Tamam şimdiye kadar toplantıya katılan grupların neler çektiklerini kendi özümden tahmin edebildiğim gibi, katılacak olanların da neler çekeceklerini düşünüp, pek vicdani olmasa da elimde değil, kıs kıs gülüyorum! Bunu geçtim. Muhtarlar hangi günahlarının kefaretini ödüyorlardır kim bilir! Tamam da muhtarlar buluşmasından sonra söylediklerine bakar mısınız. Samimiyetle vah ki vah benim reisicumhurumu bu “altın günleri” ne hale getirmiş, gülsem mi yansam mı:
“… Tarihte bize ne yaptılar? 1920’de bize Sevr’i gösterdiler. 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı. İşte şu an Ege’yi görüyorsunuz değil mi…” Muhtarlar görmüyor tabi ama alkış tufanı kopuyor. Televizyondan izliyorum… Devam ediyor: “…Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik…”
Sizce bu söylenenler normal mi?
Sondan önceki muhtarlar buluşmasında da böyleydi. Alkışlara dayanamıyor. Ben buna “muhtar büyüsü” adını verdim… Kendinde değil gibi, bir dediği bir dediğini tutmuyor… “kafada bir tuhaflık!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder