26 Şubat 2017 Pazar

‘Reis’ için biçilmiş Abdülhamid kaftanı - TAYFUN ATAY






TRT 1 dizisi “Payitaht Abdülhamid”, Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne yapılan kundaklama eşliğinde göstere göstere geldi bir bakıma!..

Kundaklamayı gerçekleştiren saldırgan, “Abdülhamid-i sâni”nin fantastik ve spektaküler (göze hoş gelen) torunu Nilhan Hanım hakkında Gezen’in “ileri-geri” konuşmasına duyduğu öfkeyle bir bidon benzini boca edip çakmağı çaktığını söyledi.

Yani gün, Abdülhamid’e dil uzatanın dilini koparma günü. Güncel politik bağlam buna müsait.

Öncesinde, malûm, bir “Ulu Hakan mı, Kızıl Sultan mı” tartışmamız vardı on yıllara yayılan… Ve her iki tezin ateşli savunucuları siyasette de, basında da, akademik-entelektüel çevrelerde de olmuştur. Ancak eski “Statüko”, genelde “Ulu Hakan” tezine mesafeli, “Kızıl Sultan” tezine ise sanki ikrardan gelen bir sükût içinde olmuştur.

Bugün ise Abdülhamid için “Kızıl Sultan” nitelemesi üzerinden temellendirmelerde bulunacakların vay haline!..

Hâlbuki işin esası şu ki karşımızda yapıp ettikleriyle hayli tartışmalı bir figür var ve aslına bakılırsa Abdülhamid ne “Ulu Hakan”dır, ne de “Kızıl Sultan”dır.

Bazılarının gözündeki ürkütücü “Kızıl Sultan”lığı korkularıyla, diğerlerinin gözündeki “Ulu Hakan”lığı da kurnazlığıyla alâkalıdır.

Abdülhamid kurnaz ve o ölçüde de kaygılı, kuruntulu, tedirgin bir padişahtı. Kurduğu hafiye teşkilatından yaygınlaştırdığı jurnalciliğe ve uyguladığı sansüre kadar istibdadı korkularından…

Dışa dönük tüm atraksiyonlarına karşılık daha çok içe-dönük sosyo-politik mobilizasyon hedefleyen Panislamizm siyaseti de kurnazlığından çıkar.

Bu, tarafgirliği ve tazimkârlığı (yüceltme-ululama) aşabilen, sağduyu sahibi muhafazakâr tarihçilerce de kabul edilen bir noktadır.

O halde Cumhuriyet tarihi boyunca bu çerçevede yapılanların çoğu, olumlu ya da olumsuz yönde “Abdülhamid’i baştan yaratmak” arzu ve çabasının sonucudur.

Şimdi karşımızdaki “Payitaht Abdülhamid” dizisi de bu “baştan yaratma” çabasına zamanımızın dinbaz-politik ruhunu kurgusuna maya yaparak katılıyor.

1896’dan, yani Sultan’ın tahtta 20’nci yılından açılış yapan dizi, belli ki dinamizmini Girit Meselesi’nden çıkan Osmanlı-Yunan Harbi, Ermeni isyanlarının en civcivli günleri ve Hamidiye Alayları’nın “görkemi”nden kazanma hedefinde. Bugüne göndermeler, imalar, çağrışımlarda bulunmak açısından da çok uygun bir dönem bu.

Ve elbette, tahta çıkma yolunda İngilizlere de, I. Meşrutiyet’in mimarı Midhat Paşa’ya da “hürriyetçilik” adına, anayasa adına verilen vaat ve teminatlarla başlayan;

Sonra bunları unutup hem Meşrutiyet’le, hem anayasayla, hem de Midhat’la (onu Taif’te boğdurmaya kadar açılan yelpazede) hesaplaşmaya açılan;

Yaklaşık ilk 10 yıllık saltanat dönemi;

Bugünün “Yeni Türkiye”sine göndermede bulunmak için çok “bereketli” bir alan sayılmaz...

Bu dönem olsa olsa şimdiki iktidarın “Ilımlı Başlangıç” evresine (2002-2007) karşılık gelen ve bugünden bakıldığında siyasal ahlâk açısından çok problemli çağrışımlar sunabilir!..

Dolayısıyla seçicilik, anlaşılırdır. Çünkü bu, bize dünü değil bugünü anlatmaya teşne ve siyaseten angaje bir çalışma.

Daha çarpıcı deyişle, “Reis için biçilmiş bir Abdülhamid kaftanı”yla karşı karşıyayız.

O yüzden tamamen idareimaslahatçı çerçevede “ikili oynama”yı kendisine politik strateji yapmış Sultan’ın hayatından bazı cımbızlamalar yapılıp, abartılıp kabartılarak sunuluyor, ama onun aksi istikametteki tasarrufları göz ardı ediliyor.

Tarihsel malzemeden aslı astarı olmayan komik fanteziler çıkarılmış olmasına girmeyelim ve diyelim ki bu bir kurgusal haktır.

Ama bir Abdülhamid sunumu yapıyor ve onu mesela zikrin zevkine kendini kaptırmış tarikat aşığı bir sultan olarak resmediyorsunuz. Buna mukabil aynı padişahın tahta rakip şehzade Mehmed Reşad’ın bağlı olduğu Mevlevi çevresi üzerindeki zapturaptını ve daha genelde tarikatların radikalleşme eğilimlerine yönelik korkularını çizim dışı bırakıyorsunuz.

Hint Müslümanlarını destekleyip onları İngilizlere karşı kışkırtan “Panislamist sultan” havası basıyorsunuz. Ama Ruslara karşı aynı dönemde Andican ayaklanmasını başlatmış Şeyh Madali’nin yakalandıktan sonra Abdülhamid’den halife olarak Rus çarı nezdinde kendisi için girişimde bulunma isteğini karşılıksız bıraktığını göz ardı ediyorsunuz.

“Kur’an tilavetine ziyafet diye bakan bir Sultan”dan dem vuruyorsunuz. Ama onun Türk musikisinden çok Batı klasik müziği dinleyen; tiyatro, opera, operet seven; çocuklarına keman, piyano dersi aldıran; dolayısıyla özel hayatı itibarıyla en “Avrupaî” padişahlardan biri olduğunun üzerini örtüyorsunuz.

Ve “Bismillah” demeden yemeğe başlamayan, gayet dindar bir sultan portresi çizerken, halife olmasına rağmen şarap ihracatını desteklediğini sahnelemekten kaçınıyorsunuz.

(Prof. Kemal Karpat, onun ara sıra yemek öncesinde sakinleştirici niyetine bir kadeh şampanya  içtiğini de kaydetmekte.)

Normaldir… Çünkü burada amaç, esasen insanlara “Ulu Hakan”a baksan da “Büyük Reis”i gör telkininde bulunmak.

Ancak bir uyarsızlık şu ki “Reis ve çevresi”nin özellikle 2011’den beri dış-politik zeminde izlediği yayılmacı arzularla yüklü ihtiraslı ve hırçın dış politikanın karşılığı, aslında Abdülhamid’de yoktur. Olsa olsa onu deviren İttihat ve Terakki’de, daha açık seçik olarak Enver Paşa’da mevcuttur bu… Bilenler, böyle söylemektedir!..

Dolayısıyla bugün karşımızda olan, tatlı bir çelişki halinde, Enver’in ruhunu Abdülhamid kılığında taşımaya hevesli bir iradedir.

O yüzden “Payitaht Abdülhamid” de tüm çabalara karşın isteneni vermekten uzak kalacaktır.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder