Trump’ın seçim zaferinin mimarı Steve Bannon, Haaretz gazetesiyle yaptığı söyleşide, “Sol tam bir dağılma yaşıyor. Çünkü sürecin daha yeni başladığını biliyor” diyordu. Gerçekten de son yıllarda, merkez ülkelerde aşırı sağ/faşist bir dalga güçlenerek yükseliyor.
Faşizm yükseliyor
Kapitalizmin yapısal krizi içinde bunalan kitlelerin yerleşik rejimlerin yönetici seçkinlerine öfkeleri gittikçe artıyor. Faşist partiler kitlelerin bu öfkesini ve siyasallaşma reflekslerini Müslüman sığınmacılara, göçmen nüfusa, giderek de Yahudilere yöneltiyor, kapitalizmi hedef almalarını önlüyor. Böylece, ırkçılık, milliyetçilik, “kimlikçilik” (beyaz Hıristiyan- kimliği), “yerlicilik” (Nativizm), kısaca dinci reaksiyon ve faşizm yükseliyor.
ABD, hegemonyasını yitiriyor, onu destekleyen Batı merkezli dünyanın ekonomik, siyasi hatta kültürel etkisi geriliyor. Bu gerileme, geçmişe yönelik bir nostaljiyi, geleceğe güvensizliği, iktidarsızlık duygularını, kimliğini kaybetme korkusunu besliyor.
Bu sırada Batı bloku dağılırken, ABD, korunma refleksiyle, en yakın müttefiklerini bile hedef almaktan çekinmeden hareket ediyor. Tepki olarak Almanya’nın etkisi, Avrupa sınırlarını aşarak Uzakdoğu’ya, Latin Amerika’ya hatta Güney Afrika’ya ulaşmaya başlıyor. Çin ve Rusya, uluslararası alanda ekonomik, siyasi etkilerini, askeri girişimlerini artırıyorlar. Bir emperyalist yeniden paylaşım iklimi şekilleniyor.
Deja vu
Ekonomik kriz, hegemonya gerilemesi ve emperyalist rekabet, ABD ve Almanya olmak üzere merkez ülkelerde ve AB periferisinde (Macaristan, İtalya vb.) faşizmin gelişmesine uygun ortamı besliyor.
Birincisi, ekonomik krizde devletin kaynaklarını büyük sermayeyi, özellikle finans sermayesini desteklemeye kaydırması, işçilerin, orta sınıfların refahının, sosyal hizmetlerin verimliliğini, kalitesini aşındırıyor. İkincisi, ekonomik krizin ve emperyalist rekabetin ürettiği savaşların basıncı, daha dolaylı olarak küresel iklim, gıda krizleri, Afrika ve Ortadoğu coğrafyasından Batı (görece zengin ülkelere) ülkelerine doğru büyük nüfus hareketleri yaratıyor. Bu göçmen, sığınmacı dalgası, ekonomik refahını kaybetmekte olan nüfusla karşılaştığında, gelen, çoğu Müslüman nüfusa karşı kültürel (ırkçı, dinci) tepki artıyor. Electoral Studies dergisinin, 28 ülkeyi, 40 siyasi partiyi, 266 bölgeyi kapsayan bir araştırması da (Ağustos 2018), aşırı sağcı partilerin yükselişini bu etkenlerle ilişkilendiriyor.
Emperyalist rekabet dinamikleri de önemli bir rol oynuyor. Bir taraftan ABD aşırı sağının, Trump yönetiminin, diğer taraftan, Putin Rusya’sının AB ülkelerindeki faşist partilere AB ittifakını yıpratmak için verdikleri, mali, ırkçı, homofobik destek, faşizmin yükselme sürecini besliyor.
Bu sürecin en önemli “yakıtı” yakın zamana kadar Müslüman düşmanlığı idi. Kimi Siyonist entelijensiya da bu düşmanlığı destekliyordu. Geçenlerde Spiegel’de yayımlanan kapsamlı bir araştırma, Almanya’da Yahudi düşmanlığının yeniden artmaya başladığını vurgularken, hâlâ Ortadoğulu ve Türkiyeli göçmenleri işaret ediyordu. Halbuki, 2017 yılında yayımlanan bir Polis Suç İstatistikleri Raporu, Yahudi düşmanı saldırıların yüzde 94’ünün aşırı sağcı militanlardan kaynaklandığını gösteriyormuş.
Diğer taraftan, ABD evanjelik sağında, Müslüman düşmanlığı yanı sıra, geçen hafta Jarusalem Post’un aktardığı gibi, en azından “globalist” gibi kod sözcüklerle ifade edilen Yahudi düşmanlığı hiç azalmadan devam ediyor. Trump muhafazakâr partinin zengin destekçilerinden, Yahudi asıllı Koch kardeşlere saldıran bir tweet’inde “globalist” sözcüğünü kullanıyordu. Trump, istifa eden Yahudi asıllı bir danışmanını da “globalist” olmakla suçlamıştı. Bannon, Trump’ın Yahudi asıllı damadı için aynı kavramı kullanmıştı. J. Post, aşırı sağın yazarlarının, tarihsel olarak finans ve girişimcilikle ilişkilendirilen Yahudilere, vatansız anlamında, kozmopolit, globalist gibi kavramlarla saldırdığını anımsatıyor.
Nihayet, Rusya’dan ABD’ye, Polonya’dan Brezilya’ya, faşist partileri birleştirmeye başlayan, dinci duyarlılıkları kaşımaya yönelik LGBT düşmanlığı bu resmi tamamlıyor.
Faşist hareketlerdeki bu yükselişe bakınca, durumu, 1930’larda yaşanan bir tren kazası filminin yavaşlatılmış görüntülerine benzetmemek elde değil. Bir farkla ki, o zaman Avrupa’da güçlü bir sol hareket vardı. Bu kez, henüz (hadi iyimser olalım) o da yok.
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET
Faşizm yükseliyor
Kapitalizmin yapısal krizi içinde bunalan kitlelerin yerleşik rejimlerin yönetici seçkinlerine öfkeleri gittikçe artıyor. Faşist partiler kitlelerin bu öfkesini ve siyasallaşma reflekslerini Müslüman sığınmacılara, göçmen nüfusa, giderek de Yahudilere yöneltiyor, kapitalizmi hedef almalarını önlüyor. Böylece, ırkçılık, milliyetçilik, “kimlikçilik” (beyaz Hıristiyan- kimliği), “yerlicilik” (Nativizm), kısaca dinci reaksiyon ve faşizm yükseliyor.
ABD, hegemonyasını yitiriyor, onu destekleyen Batı merkezli dünyanın ekonomik, siyasi hatta kültürel etkisi geriliyor. Bu gerileme, geçmişe yönelik bir nostaljiyi, geleceğe güvensizliği, iktidarsızlık duygularını, kimliğini kaybetme korkusunu besliyor.
Bu sırada Batı bloku dağılırken, ABD, korunma refleksiyle, en yakın müttefiklerini bile hedef almaktan çekinmeden hareket ediyor. Tepki olarak Almanya’nın etkisi, Avrupa sınırlarını aşarak Uzakdoğu’ya, Latin Amerika’ya hatta Güney Afrika’ya ulaşmaya başlıyor. Çin ve Rusya, uluslararası alanda ekonomik, siyasi etkilerini, askeri girişimlerini artırıyorlar. Bir emperyalist yeniden paylaşım iklimi şekilleniyor.
Deja vu
Ekonomik kriz, hegemonya gerilemesi ve emperyalist rekabet, ABD ve Almanya olmak üzere merkez ülkelerde ve AB periferisinde (Macaristan, İtalya vb.) faşizmin gelişmesine uygun ortamı besliyor.
Birincisi, ekonomik krizde devletin kaynaklarını büyük sermayeyi, özellikle finans sermayesini desteklemeye kaydırması, işçilerin, orta sınıfların refahının, sosyal hizmetlerin verimliliğini, kalitesini aşındırıyor. İkincisi, ekonomik krizin ve emperyalist rekabetin ürettiği savaşların basıncı, daha dolaylı olarak küresel iklim, gıda krizleri, Afrika ve Ortadoğu coğrafyasından Batı (görece zengin ülkelere) ülkelerine doğru büyük nüfus hareketleri yaratıyor. Bu göçmen, sığınmacı dalgası, ekonomik refahını kaybetmekte olan nüfusla karşılaştığında, gelen, çoğu Müslüman nüfusa karşı kültürel (ırkçı, dinci) tepki artıyor. Electoral Studies dergisinin, 28 ülkeyi, 40 siyasi partiyi, 266 bölgeyi kapsayan bir araştırması da (Ağustos 2018), aşırı sağcı partilerin yükselişini bu etkenlerle ilişkilendiriyor.
Emperyalist rekabet dinamikleri de önemli bir rol oynuyor. Bir taraftan ABD aşırı sağının, Trump yönetiminin, diğer taraftan, Putin Rusya’sının AB ülkelerindeki faşist partilere AB ittifakını yıpratmak için verdikleri, mali, ırkçı, homofobik destek, faşizmin yükselme sürecini besliyor.
Bu sürecin en önemli “yakıtı” yakın zamana kadar Müslüman düşmanlığı idi. Kimi Siyonist entelijensiya da bu düşmanlığı destekliyordu. Geçenlerde Spiegel’de yayımlanan kapsamlı bir araştırma, Almanya’da Yahudi düşmanlığının yeniden artmaya başladığını vurgularken, hâlâ Ortadoğulu ve Türkiyeli göçmenleri işaret ediyordu. Halbuki, 2017 yılında yayımlanan bir Polis Suç İstatistikleri Raporu, Yahudi düşmanı saldırıların yüzde 94’ünün aşırı sağcı militanlardan kaynaklandığını gösteriyormuş.
Diğer taraftan, ABD evanjelik sağında, Müslüman düşmanlığı yanı sıra, geçen hafta Jarusalem Post’un aktardığı gibi, en azından “globalist” gibi kod sözcüklerle ifade edilen Yahudi düşmanlığı hiç azalmadan devam ediyor. Trump muhafazakâr partinin zengin destekçilerinden, Yahudi asıllı Koch kardeşlere saldıran bir tweet’inde “globalist” sözcüğünü kullanıyordu. Trump, istifa eden Yahudi asıllı bir danışmanını da “globalist” olmakla suçlamıştı. Bannon, Trump’ın Yahudi asıllı damadı için aynı kavramı kullanmıştı. J. Post, aşırı sağın yazarlarının, tarihsel olarak finans ve girişimcilikle ilişkilendirilen Yahudilere, vatansız anlamında, kozmopolit, globalist gibi kavramlarla saldırdığını anımsatıyor.
Nihayet, Rusya’dan ABD’ye, Polonya’dan Brezilya’ya, faşist partileri birleştirmeye başlayan, dinci duyarlılıkları kaşımaya yönelik LGBT düşmanlığı bu resmi tamamlıyor.
Faşist hareketlerdeki bu yükselişe bakınca, durumu, 1930’larda yaşanan bir tren kazası filminin yavaşlatılmış görüntülerine benzetmemek elde değil. Bir farkla ki, o zaman Avrupa’da güçlü bir sol hareket vardı. Bu kez, henüz (hadi iyimser olalım) o da yok.
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder