İngiliz yazar Lawrence Durrell ile kendisinden on yaş büyük olduğu için değil, dehasından etkilendiği için “ustası” saydığı Amerikalı yazar Henry Miller arasında dünya edebiyatına yansıyan 45 yıllık bir yazışma ve sarsılmaz bir dostluk vardır.
Yakınlaşmaları, Lawrence Durrel’in çok beğendiği Yengeç Dönencesi’ni okuduktan sonra Henry Miller’e yazdığı bir mektupla 1935 yılında başlar ve 1980’e kadar sürer.
Her ikisi de sıra dışı karakterler olan Miller ve Durrel’in en benzeştikleri özellik, anayurtlarına değgin besledikleri aşk ve nefret çelişkisidir. Miller, iliklerine kadar Amerikalı olmasına karşın ABD’de duramamakta; her gittiği yerde Büyük Britanya’nın dışişleri bakanlığına hizmetten geri kalmayan Durrel de “ölü” diye nitelediği İngiltere’de yaşayamamaktadır.
Yıl 1939, İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına birkaç ay kalmıştır. Henry Miller, 9 yıldır yaşadığı Paris’i terk edip dostu Lawrence Durrel’in daveti üzerine Korfu Adası’na gider.
Ömrü boyunca Akdeniz’i mesken tutan, Kıbrıs’ta, İskenderiye’de ilham arayan ve bulan “vatansız” Lawrence Durrel, ailesiyle birlikte 1935’te Korfu’ya yerleşmiştir.
Yunanistan gezisinde Miller’in yolu, bir ara kuş uçmaz kervan geçmez bir köye düşer. Köyün tek pansiyonu, yaşlı bir kadının evine yerleşir.
Yazışmayı sürdürdüğü Lawrence Durrel de birkaç günlüğüne kendisini görmeye gelir.
Dul kadının tek geliri pansiyon ve tek müşterisi Miller’dir. Eski taş evde boş oda boldur, bir odaya da Durrel yerleşince, yaşlı kadın çok sevinir.
Savaş henüz başlamamış, ama kıtlığı başlamıştır.
Tüm ülkeler gibi Yunanistan’da da halk açlık çekmektedir ve turistler için bile yiyecek bulmak kolay değildir. Ancak köylerde durum biraz daha iyidir.
Pansiyon sahibi kadın, Tanrı’nın kendisine lütfettiği iki varsıl müşterisine “yokluğu” hissettirmemek için bulup buluşturuyor, öyle lezzetli yemekler yapıyordur ki, Miller ve Durrel tabaklarına konulan alaşımlardaki unun çokluğu, yağın ve etin yok denecek kadar azlığını, “yörenin mutfak alışkanlıklarına” bağlıyorlardır.
Mevsimlerden kış, ama hava ılıktır ve kunt köy evinin ısıtılmadığı da pek fark edilmez.
Bardaktan boşalırcasına yağmur yağan bir sabah, Henry Miller’in canı fena halde “rafadan yumurta” ister, kahvaltıda. Yaşlı kadın, sipariş edilen rafadan yumurtayı getirir, ama yumurta buz gibidir.
Miller, “Rafadan yumurta soğuk yenmez!” der kadına. “Lütfen yeni bir yumurta pişirin ve sıcak getirin!”
Gıkı çıkmaz kadıncağızın. Yeni bir yumurta pişirmek üzere kaybolur ortadan. Ne zaman sonra geri gelir, ancak yumurta yine soğumuştur.
Henry Miller, sinirlenir. Pansiyon sahibine iyi bir zılgıt ve rafadan yumurta nasıl yenilir konulu nutuk çeker, üçüncü bir yumurta emreder.
Miller, yeni rafadan atılımının sonucunu beklerken, Lawrence Durrel’in pencereye gidip dışarı bakacağı tutar.
Yaşlı kadın, bir elinde şemsiye ötekisinde yumurta tenceresi, köyün çamurlu yollarında koşarak gelmeye çalışıyordur.
Durrel ne olup bittiğini kavramış, altüst olmuştur. Henry Miller’i pencereye çağırıp, “Bak!” der, “Yumurtalar bu yüzden soğuk geliyor...”
Evde odun bitmiş, mutfağın ateşi de sönmüştür.
Müşterisini memnun etmek isteyen yaşlı kadın, yumurtaları pişirebilmek için çamurlara bata çıka köyün öteki ucundaki ekmek fırınına gidiyor, ama rafadan yumurtalar dönüş yolunda soğuyordur.
İki yazar, Akdeniz insanlarının “aferin almak” ve konukseverlik uğruna yaptıkları fedakârlığa bağlıyarak düşünürler hep bu olayı. Öyle de yazar, Miller.
Ama ben yıllar önce okuyup unutamadığım bu anekdotu başka türlü yorumluyorum.
Geçmişte Yunanistan’daki köyün bir ucundan ötekine koşturan yaşlı kadın, bugün ikinci yumurtayı Miller’in suratının ortasına patlatır. Keza zengin ülkelerin tamamında daha birinci yumurtayı beğenmezliğinizde kapı dışarı edilirsiniz.
Çünkü yoksulluk, aynı zamanda ezikliktir.
Eziklik ise geri kalmışlığın en açık göstergesi.
Ve Türkiye’nin kanını iliğini sömürerek semiren muktedirler; emdikleri kemiği halka atarak, ülkeyi büyüttüklerini iddia edebilmektedirler! Oysa yarattıkları biat kültüründe, ancak eziklik büyür. Ezerek semirenler bile toplumsal ezikliğin, ortağı, paydası ve tutsağıdırlar.
Yakınlaşmaları, Lawrence Durrel’in çok beğendiği Yengeç Dönencesi’ni okuduktan sonra Henry Miller’e yazdığı bir mektupla 1935 yılında başlar ve 1980’e kadar sürer.
Her ikisi de sıra dışı karakterler olan Miller ve Durrel’in en benzeştikleri özellik, anayurtlarına değgin besledikleri aşk ve nefret çelişkisidir. Miller, iliklerine kadar Amerikalı olmasına karşın ABD’de duramamakta; her gittiği yerde Büyük Britanya’nın dışişleri bakanlığına hizmetten geri kalmayan Durrel de “ölü” diye nitelediği İngiltere’de yaşayamamaktadır.
Yıl 1939, İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına birkaç ay kalmıştır. Henry Miller, 9 yıldır yaşadığı Paris’i terk edip dostu Lawrence Durrel’in daveti üzerine Korfu Adası’na gider.
Ömrü boyunca Akdeniz’i mesken tutan, Kıbrıs’ta, İskenderiye’de ilham arayan ve bulan “vatansız” Lawrence Durrel, ailesiyle birlikte 1935’te Korfu’ya yerleşmiştir.
Yöresel tatlarda yoksulluk
Henry Miller’in Korfu’da başlayıp Girit, Peleponez ve Attik’e uzanan bir yıllık Yunanistan yolculuğu, yazarlığı için bir dönüm noktası olup, “en iyi kitabım” dediği Marussi Devi’nin (The Colossus of Maroussi) esin kaynağıdır.
Henry Miller’in Korfu’da başlayıp Girit, Peleponez ve Attik’e uzanan bir yıllık Yunanistan yolculuğu, yazarlığı için bir dönüm noktası olup, “en iyi kitabım” dediği Marussi Devi’nin (The Colossus of Maroussi) esin kaynağıdır.
Yunanistan gezisinde Miller’in yolu, bir ara kuş uçmaz kervan geçmez bir köye düşer. Köyün tek pansiyonu, yaşlı bir kadının evine yerleşir.
Yazışmayı sürdürdüğü Lawrence Durrel de birkaç günlüğüne kendisini görmeye gelir.
Dul kadının tek geliri pansiyon ve tek müşterisi Miller’dir. Eski taş evde boş oda boldur, bir odaya da Durrel yerleşince, yaşlı kadın çok sevinir.
Savaş henüz başlamamış, ama kıtlığı başlamıştır.
Tüm ülkeler gibi Yunanistan’da da halk açlık çekmektedir ve turistler için bile yiyecek bulmak kolay değildir. Ancak köylerde durum biraz daha iyidir.
Pansiyon sahibi kadın, Tanrı’nın kendisine lütfettiği iki varsıl müşterisine “yokluğu” hissettirmemek için bulup buluşturuyor, öyle lezzetli yemekler yapıyordur ki, Miller ve Durrel tabaklarına konulan alaşımlardaki unun çokluğu, yağın ve etin yok denecek kadar azlığını, “yörenin mutfak alışkanlıklarına” bağlıyorlardır.
Mevsimlerden kış, ama hava ılıktır ve kunt köy evinin ısıtılmadığı da pek fark edilmez.
Rafadan koşturmaca
İki dost günlerini yazarak, söyleşerek ve her ikisinin de temkinli davranıp yanlarında getirdikleri içkileri pansiyon sahibinin un çorbası ve sade böreklerine, bazen de zeytinyağlı sebze yemeklerine katarak geçinip giderler.
İki dost günlerini yazarak, söyleşerek ve her ikisinin de temkinli davranıp yanlarında getirdikleri içkileri pansiyon sahibinin un çorbası ve sade böreklerine, bazen de zeytinyağlı sebze yemeklerine katarak geçinip giderler.
Bardaktan boşalırcasına yağmur yağan bir sabah, Henry Miller’in canı fena halde “rafadan yumurta” ister, kahvaltıda. Yaşlı kadın, sipariş edilen rafadan yumurtayı getirir, ama yumurta buz gibidir.
Miller, “Rafadan yumurta soğuk yenmez!” der kadına. “Lütfen yeni bir yumurta pişirin ve sıcak getirin!”
Gıkı çıkmaz kadıncağızın. Yeni bir yumurta pişirmek üzere kaybolur ortadan. Ne zaman sonra geri gelir, ancak yumurta yine soğumuştur.
Henry Miller, sinirlenir. Pansiyon sahibine iyi bir zılgıt ve rafadan yumurta nasıl yenilir konulu nutuk çeker, üçüncü bir yumurta emreder.
Miller, yeni rafadan atılımının sonucunu beklerken, Lawrence Durrel’in pencereye gidip dışarı bakacağı tutar.
Yaşlı kadın, bir elinde şemsiye ötekisinde yumurta tenceresi, köyün çamurlu yollarında koşarak gelmeye çalışıyordur.
Durrel ne olup bittiğini kavramış, altüst olmuştur. Henry Miller’i pencereye çağırıp, “Bak!” der, “Yumurtalar bu yüzden soğuk geliyor...”
Evde odun bitmiş, mutfağın ateşi de sönmüştür.
Müşterisini memnun etmek isteyen yaşlı kadın, yumurtaları pişirebilmek için çamurlara bata çıka köyün öteki ucundaki ekmek fırınına gidiyor, ama rafadan yumurtalar dönüş yolunda soğuyordur.
Aferin almak uğruna
Henry Miller, yaşlı kadını köyün bir ucundan diğerine koşturan anlamsız kaprisinden çok utanmıştır. Üçüncü soğuk yumurtayı sessizce yer ve bir daha da rafadan yumurta, diye tutturmaz ev sahibine.
Henry Miller, yaşlı kadını köyün bir ucundan diğerine koşturan anlamsız kaprisinden çok utanmıştır. Üçüncü soğuk yumurtayı sessizce yer ve bir daha da rafadan yumurta, diye tutturmaz ev sahibine.
İki yazar, Akdeniz insanlarının “aferin almak” ve konukseverlik uğruna yaptıkları fedakârlığa bağlıyarak düşünürler hep bu olayı. Öyle de yazar, Miller.
Ama ben yıllar önce okuyup unutamadığım bu anekdotu başka türlü yorumluyorum.
Geçmişte Yunanistan’daki köyün bir ucundan ötekine koşturan yaşlı kadın, bugün ikinci yumurtayı Miller’in suratının ortasına patlatır. Keza zengin ülkelerin tamamında daha birinci yumurtayı beğenmezliğinizde kapı dışarı edilirsiniz.
Ama Türkiye’de, Arnavutluk’ta, Romanya’da vb. hâlâ bulabilirsiniz varsıllardan “aferin almak” için çabalayan yoksulları…
Çünkü yoksulluk, aynı zamanda ezikliktir.
Eziklik ise geri kalmışlığın en açık göstergesi.
Ve Türkiye’nin kanını iliğini sömürerek semiren muktedirler; emdikleri kemiği halka atarak, ülkeyi büyüttüklerini iddia edebilmektedirler! Oysa yarattıkları biat kültüründe, ancak eziklik büyür. Ezerek semirenler bile toplumsal ezikliğin, ortağı, paydası ve tutsağıdırlar.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder