Siyasal İslamcı iktidarın neleri başarıp başaramadığı kuşkusuz özel bir inceleme konusudur. Neo-faşist baskı yöntemlerini kullanarak dinci rejim inşasında ne ölçüde hedeflerine yaklaşabildiği konusu da öyle.
Ancak, çeşitli açık-örtük koalisyonlara dayanarak da olsa, sarsıntılı ama 18 yıldır kesintisiz olarak iktidarı elinde tuttuğuna bakıldığında bile kendi hesabına bir "başarı öyküsü" yazdığına kuşku yoktur. Ve bunun sadece seçimleri ve Meclis çoğunluğunu şu ya da bu biçimde kazanıp iktidarını sürdürmekle sınırlı kalmadığını, iktidarının etki alanını sürekli derinleştirip genişletmeyi başardığını da eklemek gerekir. Dört bakımdan:
Bir, Cumhuriyet ilke ve kurumlarını, Anayasanın temel hükümlerini fiilen tasfiye etmiş veya bu süreçte çok ilerlemiştir.
İki, kuvvetler birliğini fiilen ve hukuken sağlayarak, iradesine karşı gelebilecek hiçbir demokratik işleyişi ortada bırakmamıştır.
Üç, dinci rejim inşasında pervasızca yol alabilmiş ve buna karşı durabilecek tüm siyasal/kurumsal unsurları sindirebilmiştir.
Dört, muhalefeti savunma çizgisine mahkum edebilmiştir. Laikliği ağzına alamaz duruma getirdiği gibi, muhalif eleştirileri bile dinsel zemine çekmeye mecbur bırakmıştır (kuşkusuz bu "mecburiyet", gerçek bir muhalafet olamamanın sonucudur).
Aslında anamuhalefetin son 18 yılda giderek daha fazla savunma çizgisine çekilmesi de iktidarın diğer hedeflerine ulaşmasını kolaylaştırıcı olmuştur. Başka deyişle, iktidarın hedeflerine yürümesi muhalefetin edilgenleştirilme sürecine koşut olarak gelişmiştir.
İktidarın siyaset yapma biçimine uyacak biçimde ehlileştirilmiş olan bir muhalefete tek oyun alanı kalmaktadır: İki seçim arasında kalan çok uzun dönemlerde bile, farklı siyaset biçimlerine alan açmadan uysal bir biçimde yeni seçimlere hazırlanmak, kendi kitlesini yalnızca buna güdülemek... Hesap, iktidarın yıpranması üzerine kurulmuştur. Yönetememe sorunlarının büyümesinin; ekonomiye ve istihdama ilişkin sorunların çözümsüz kalmasının; yolsuzlukların ve yağmacı kamu yönetimi anlayışının toplumun bilincine yansımasının; nihayet iktidar bıkkınlığından kaynaklanacak aşınmaların, bu yıpranmayı derinleştireceği umulmaktadır. Fazla bir şey yapmadan koşullar lehe gelişeceği kabulü yapıldığı sürece, bu edilgenliğin dışına çıkacak her politika inisiyatifi, iktidarın provokasyonlarına ve tuzaklarına açık olan mayınlı bir sahaya girmek anlamındadır. Özellikle de merkez yönetimi dışında il ve ilçe örgütlerinin de inisiyatif kullanabildiği politika seçenekleri, bu durumda, en tehlikeli olanlar arasında sayılacak ve teşkilatlar bütünüyle sesizliğe gömüleceklerdir.
Cumhurbaşkanı seçimi
Şimdi bir örnek üzerinden ilerleyelim. Eğer seçimler erkene alınmayacaksa en yakın seçim tarihi 2023 olarak kabul edilmektedir. İktidarın yansıttığı algı da budur. Bilindiği gibi genel seçimler (milletvekili seçimleri) ile cumhurbaşkanı seçimleri 2017 Anayasasına göre artık birlikte yapılmaktadır. İlk provası da 2018'de yapılmıştır.
Buradaki sorun, ilk kez 2014'te doğrudan halk tarafından seçilen mevcut Cumhurbaşkanının 2018'de ikinci defa seçildikten sonra sanki üçüncü kez aday olmasında bir Anayasal aykırılık yokmuş gibi davranılıyor olmasıdır. Hiçbir muhalefet partisinin bu konuyu kurcalamaması veya iktidarın bunu olağanlaştırma çabalarına karşı sesini yükseltmemesi manidardır.
Aslında Anayasanın 2017'de değiştirilmiş 116/3 maddesi hükmüne göre, bir cumhurbaşkanının üçüncü kez aday olabilmesi çok açık bir koşula bağlanmıştır: "Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir".
İktidar çevreleri şu görüşü savunmaktadır: 2017 Anayasasından sonra yapılan ilk Cumhurbaşkanı seçimi, RTE açısından da ilk dönemi oluşturmaktadır. Dolayısıyla 2023 seçimleri onun ikinci adaylık sürecini oluşturacaktır.
Buna çok temel bir itiraz noktası bulunmaktadır: Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi 2017 Anayasasının değil, 2007'de gene referandumla Anayasaya taşınmış olan değişikliğin sonucudur. Esasen öyle olmasaydı 2014 cumhurbaşkanı seçimleri tek dereceli olarak yapılamazdı. Esasen Cumhurbaşkanı adaylığını düzenleyen 101'inci madde üzerinde yapılan 2007 değişikliği 2017'de korunmuştur. 2007 değişikliği şöyledir:
"Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 101. maddesinin "Cumhurbaşkanı, kırk yaşını doldurmuş ve yükseköğrenim yapmış Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip Türk vatandaşları arasından, halk tarafından seçilir. Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir". 2017 Anayasası bu maddeye, yalnızca altını çizdiğimiz bölümün başına "doğrudan" sıfatını eklemiştir ki, böylece maddeyi değiştirmeyip pekiştirmekle yetinmiştir. Bize göre bu maddenin açıkça gösterdiği gibi, mevcut cumhurbaşkanı ikinci dönemini sürmektedir ve ancak TBMM tarafından 2023'ten önce "seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde" bir defa daha aday olabilir.
AKP açısından bu büyük bir sorundur, çünkü 2017 Anayasasının 116/1 hükmüne göre, "TBMM, üye tam sayısının beşte üç çoğunluğuyla seçimlerin yenilenmesine karar verebilir". Oysa 2017 öncesinde genel seçimlerin yenilenmesi salt çoğunlukla mümkündü. Artık genel seçimler cumhurbaşkanı seçimiyle birlikte yapıldığından, TBMM'nin kararı nitelikli çoğunluğa dönüştürülerek cumhurbaşkanının görev süresi Meclis'in tek yanlı tasarrufundan korunmak istenmiştir. Ancak şimdi bu AKP açısından bir ayak bağına dönüşmüştür; çünkü MHP ile birlikte Meclis'te 360 üyelik bir çoğunluğa sahip değildir. O nedenle ne yapıp edip RTE'nin henüz birinci dönemini sürdüğü yorumunu kabul ettirmek isteyecektir.
Peki, muhalefet partileri neden bu konuyu kamuoyunun gündemine taşımazlar? Konuyu anamuhalefet partisi açısından düşünürsek, RTE'nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adaylığını hukuksal/siyasal tartışma konusu yapmamasının nedenlerini kısaca şöyle toparlamaya çalıştık:
- Böyle bir itiraz süreci boyunca "RTE'nin adaylığından korkulduğu" yani kavgadan kaçınıldığı yönünde bir izlenim vermekten kaygı duyulması;
- İtirazın hukuki bir sonuç vermemesi halinde siyaseten başlangıç konumunun gerisine düşülmesinden çekinilmesi;
- Ancak RTE'yi yenerek bugünkü iktidarın yenilmiş olacağına inanılması;
- Tartışmayı bağımsız ve alanında otorite sayılan bir hukukçunun başlatmasının beklenmesi;
- RTE'nin adaylık sürecinin başlamasının beklenmesi;
- AKP'nin yorumunun daha doğru olduğu fikrinin benimsenmiş olması...
Sonuçta bu nedenlerin hangisi veya hangileri geçerli olursa olsun (bizce ilk üç neden ağırlıktadır), muhalefetin siyaset yapma biçiminin sorgulanması kaçınılmazdır. Eğer bu konu örneğin adaylık süreci başlatıldıktan sonra gündeme getirilecekse, kamuoyunun ve anayasal yargının hazırlanması bakımından yeterli süreye sahip olunamayacak ve süreç yönetilememiş olacaktır.
Sonuçta bu konu salt hukuki bir sorun değildir; konu her yönüyle siyasidir ve ne yapılacağına dair verilecek karar da siyasi olacaktır. Her durumda, sorun edilgen muhalefet sınırlarının aşılıp aşılamayacağı konusuna da gelip dayanmaktadır.
Oğuz Oyan / SOL