2 Şubat 2021 Salı

Tarihi anlayamamak - Oğuz Oyan / SOL

 Tarımın asıl sorunu onun dışa bağımlı yapısıdır. Ama dışa bağımlılık eğer iktidar partisinin de belirleyici özelliğiyse, salt tarıma odaklanarak gidilebilecek yol pek sınırlıdır veya hatta hiç yoktur.


Tarihe bunca meraklı olup da tarih bilincinden bunca uzak bir toplum bulmak zordur. Öyle olunca da tarihe, hurafeler ve çarpıtılmış anlatılar üzerinden bakışın önü alınamayacak, siyasal İslamcı iktidarın üst kademeleri de hem kendi sığlıkları hem de kendi siyasi/ideolojik konumlanmaları gereği bu çarpıklığın çoğaltanı olacaklardır. 

Bu siyasetçiler, 21. yüzyılda yaşadıklarını ve kapitalist bir ekonomiyi yönettiklerini bile zaman zaman unutarak, Cumhuriyet-öncesi ve hatta Tanzimat-öncesi değerlerin savunuculuğuna yani tarih-dışılığa savrulmaktadırlar. Bu savrulmalar iç ve dış  siyasetteki demagojik söylemlerle, neo-Osmanlıcılık özentileriyle de sınırlı kalmamaktadır. 2017'deki kapsamlı Anayasa değişikliğinin genel gerekçesinde, dış politikada büyük güçler arasında oynamaya özendikleri Abdülhamid'vari tahterevalli siyasetinde veya son zamanlarda gıda fiyatları için yeniden piyasaya sürülen bir tür dolaylı "narh" ("gıda fiyatları alarmı" veya "erken uyarı sistemi") uygulamasında tekrar tekrar karşımıza çıkarılmaktadır.

Kapitalizm-öncesinin uygulamaları

Fiyat enflasyonuna karşı polisiye önlemlere başvurmanın tarihi kapitalizm öncesine gider. Aslında kapitalizm öncesinin antik ve feodal toplumlarının, nasıl başa çıkacaklarını bilemedikleri fiyat artışlarıyla inzibati önlemler yerine iktisadi araçlarla mücadele etmeleri beklenemezdi. Fiyatlara bir tavan koyarak sınırlamanın adı Osmanlı'da "narh" sistemiydi (bu bazen bir taban koymak veya fiyatları sabitlemek şeklini de alabilirdi). Bu sistem feodal lonca sisteminin de bir gereğiydi ama fiyat artışlarının ekonomik ve sınıfsal dengeleri sarsacak boyutlara çıktığı dönemlerde (örneğin 16. yüzyılın Osmanlı toplumunda), daha bir sıkılıkla uygulanmaya çalışılırdı. 

Narh sistemi İslami bir kurum değildi. Hatta, erken İslamiyet döneminde narh uygulamalarına, Hz. Muhammed ve ilk halifelerin iyi gözle bakmadıkları nakledilir (Bkz. "Narh" maddesi, İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı). Üreticiden çok tüccar kimlikleri öne çıkan İslamiyetin ilk kurucularının bu tutumları yadırgatıcı değildir; ama gene de bu konu fıkıfta tartışmalı olarak kalmış ve birçok İslam toplumunda narh uygulamalarına gidilmiştir.

Ne var ki bu tür narh uygulamaları Ortaçağ İslam toplumlarıyla veya diğer Ortaçağ toplumlarıyla sınırlı değildi. Pre-kapitalist dönemin en büyük ve en yapılanmış devleti olan Roma İmpatorluğu'nun geç döneminin ilk imparatoru olan Dioklesianus (284-305), 301 yılında "Maksimum Kararnamesi" ile tarihin bilinen en kapsamlı fiyat kontrolleri sistemini başlatmıştı. Kararnameyle, yüzlerce mal ve hizmetin fiyatı ve hatta ücretler için bir maksimum (tavan) belirlenmekteydi. Gerçi bu tür fiyat kontrolleri sonuçta Antik/Ortaçağ devletlerinin gücünün hissedildiği merkezi bölgelerle sınırlı kalır, etkisi pek tartışmalı olur ve genellikle de ikili fiyat ve piyasa yapısına yol açardı. (J. İmbert, H. Legohérel, Histoire de la Vie Economique, s.156).

Aslında, Antikçağ ve Ortaçağ toplumlarında fiyat artışlarının asıl nedeninin, kıymetli maden esasına dayalı paranın değerinin aşınmasına bağlı olduğu bilinmiyor değildi. Ama paranın ağırlığının azaltılması veya ayarının değiştirilmesi (bileşimindeki altın veya gümüşün oranının azaltılıp mesela bakır eklenmesi), devletin mali açıklarını karşılamak üzere başvurduğu bir devalüasyon veya gizli vergilemeydi. Geç Roma döneminde fetihlerle dış artık-ürüne (ve kıymetli madenlere) el koymanın sınırlandığı, buna karşılık Roma'nın ithalatçı kimliğinin süregeldiği düşünülürse, gündelik paranın ayarıyla oynamanın bir de değerli maden rezervlerinin azalışıyla da bir bağlantısı bulunmaktaydı. Zaten nasıl ki Roma'da el konulan değerli madenlerin bedeli ayarı bozuk paralarla ödeniyorduysa, Osmanlı'da da kıymetli maden oranı yüksek akçeler toplanır, yerine düşük ayarlı akçeler verilirdi. 

Günümüze gelirsek...

Pre-kapitalist ve kapitalist ekonomileri aynı düzlemde karşılaştırmaktan sakınmak gerekir. Ama bir benzerliğin altını çizmeden de geçmeyelim: Nominal (itibarî) para sistemlerine sahip kapitalist ekonomilerde de ulusal paranın değer kaybı her zaman fiyatlarda enflasyonist bir etki yaratır. Şimdi RTE ekonomisinde peşpeşe kışkırtılan döviz krizleri sonucunda TL'nin 2018'de yüzde 35, 2020'de ise yüzde 25 (yani enflasyon oranlarının üzerinde) değer kaybına uğramasının, dönüp gelip fiyatlar genel düzeyini etkilememesi mümkün müydü? (Nitekim TCMB raporları da bu ilişkiyi -RTE'ye rağmen- vurguladılar hep!). 

Şimdi, 2021 yılının ilk ayında TL dövize karşı değer kazanmış olabilir ama geçen yıldan aktarılan etkileri nasıl yok sayabiliriz? Başka açıdan, geçen yıl ithal edilen ve stokları bu yıla devreden tarımsal girdiler ve nihai ürünlerin yüksek kura bağlı yüksek fiyatlarını geriye sarabilir miyiz?

Öte yandan, mesele yalnızca kur yüküyle sınırlı değildir. Pandemi döneminde birçok tarımsal ürünün uluslararası ticarete konu olan bölümü azalmış, bazı ürünlerde (örneğin ayçiçeğinde) üretim daralmaları nedeniyle fiyatlar dolar temelinde sıçramıştır. Petrol fiyatlarının halen geçen yılın ortalamasını aşan düzeyini ve benzeri etkenleri de hesap dışı bırakmamak gerekir kuşkusuz.

Ama Türkiye'nin tarıma ilişkin sorunları çok daha dallı budaklı ve yapısaldır. Temel sorun, Türkiye'nin ulusal bir tarım politikası olmaması ve 2000 yılı sonrasında IMF/DB'nın "yapısal uyum" politikalarıyla birlikte tamamen gıda ve girdi tekellerinin insafına terkedilmiş olmasıdır. Örneğin Türkiye'nin yağ açığı AKP öncesinden geliyor olabilir, ama Türkiye'nin dünya ayçiçek ticaretinin üçte birini ithal eden bir ülke konumuna gerilemesi, IMF/DB/AKP ortak icraatı sonucudur. Sorunu sadece ayçiçek yağı üretimi bakımından değil, toplam bitkisel yağ üretimi bakımından ele almak gerekir. Dolayısıyla sorun sadece ayçiçek üreticisinin kooperatif birlikleri olan Trakyabirlik ve Karadenizbirlik'in zayıf düşürülmesinden ibaret değildir. Pamuk üreticisini koruyan ve pamukyağı üretiminde söz sahibi olan Tariş Pamukbirliği, Çukobirlik ve Antbirlik'in piyasa dengeleyici rollerinin tarihe karışması, pamukyağı fabrikalarını bile elden çıkarmak zorunda bırakılmalarıdır. Mısır ve soya yağı üretimlerinde de telafi edici üretim düzeylerine ulaşılamamasıdır. Bu yağlık bitkilerin hepsinde ithalata bağımlı olunmasının ve dış ticaret açığının büyümesinin bir sonucu da, Türkiye'nin bu ürünlerden elde ettiği hayvan yeminin de aynı miktarda azalması ve yem ithalatının da büyümesidir.

Ezcümle, tarımın asıl sorunu onun dışa bağımlı yapısıdır. Ama dışa bağımlılık eğer iktidar partisinin de belirleyici özelliği ise, salt tarıma odaklanarak gidilebilecek yol pek sınırlıdır veya hatta hiç yoktur. Hele marketleri baş sorumlu ilan eden bir iktidarın aldatmacasına kapılarak oyalanmak, boş işlerle meşgul edilmeyi milli spor sayanlara özgü olmalıdır.

Oğuz Oyan / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder