31 Mayıs 2021 Pazartesi

Peker’in açmadığı Süleyman Soylu dosyası - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

İsa, ‘Bana ihanet edecek olan’ dedi, ‘elindeki ekmeği benimle birlikte sahana batırandır.” Aklımızda Da Vinci’nin resmiyle yer eden son akşam yemeğini, İncil böyle anlatıyor. Güvensizlik ne garip şey… Bir dostluğa, topluluğa, devlete girdi mi, koca bir dağ oluyor.

Gazeteci Hakan Erol, Turnike kitabında anlattı. 11 Temmuz 2018 günü, İstanbul Emniyeti, Adnan Oktar’ın villasına baskın yaptığında, Oktarcıların yardım istediği Bakan Süleyman Soylu’ydu. Saat 06.19’da, Oktarcıların önde gelen isimlerinden Hüma Babuna, ona şu mesajı atıyordu: “Süleyman Bey, bütün evlerimizde polis baskını var şu anda. Adnan Bey dahil”. Mesajlar, sonrasında da devam ediyor. Öyle anlaşılıyor ki Soylu da kendi polisinin operasyonunu Oktarcılardan öğrenmişti. O dönem sorunlu olduğu İstanbul Emniyeti, belli ki Bakan’ı durumdan haberdar etmemişti.

Okuduğunuza ek bir bilgi daha…

1 Nisan günü Barış Pehlivan, Cumhuriyet’teki köşesinde bahsetti. Hapisteki Adnan Oktar, Süleyman Soylu’ya bir mektup yazmıştı.

O mektubu açıp okuduğumda şu ifadeler dikkatimi çekti: “Ben sizi hep övdüm, hep korudum, hakkınızdaki dedikodulara anında cevap verdim.”

Oktar haksız mı? Gerçekten A9 TV arşivine baktığınızda, verdiği destek açıkça görülüyor.

OKTARCILAR SOYLU’YU ANLATIYOR

Sadece bu kadar mı?

Ne mutlu ki söz uçuyor, yazı kalıyor. Oktar Davası duruşma tutanakları ortadan kaldırılamıyor.

Aktaralım…

Sanık Altuğ Müştak Berker: (…) Biz efendim, Hükümetimizin bize verdiği bir görevle biz Ankara’da büyükelçiler ile görüştük. Yani ismi zikretmek zorundayım. Sayın Başkanım, mecburum çünkü Sayın Süleyman Soylu’nun özellikle bizden bir ricası vardı.

***

Sanık Bora Yıldız: Sayın Süleyman Soylu İçişleri Bakanı, kendisi o zaman başbakan yardımcısıydı ve Sayın Yalçın Akdoğan, onların bilgileri ve ricalarıyla yapıldı. Onların bilgileri ve ricalarıyla yapıldı. Orada çok güzel bir hizmet verildi. 70 tane büyükelçilik tek tek ziyaret edilip bunların (FETÖ) yaptığı kahpelikler (anlatıldı).

***

Sanık Kartal İş: Sayın Bakanımız Süleyman Soylu, Sayın Bakanımız Yalçın Akdoğan’ın ricaları üzerine Ankara’da Büyükelçilikleri dolaştık. (…) Bize Devletimiz bir şey söylerse biz onu yaparız.

Mahkeme Başkanı: Size mi söylediler?

Sanık Kartal İş: Yok, Eda Hanım’la, Hüma Hanım’a.

***

Mahkeme Başkanı: Peki, bir kayıt almadınız mı?

Sanık Altuğ Müştak Berker: Hayır sözlü bu.

Mahkeme Başkanı: Kim söyledi?

Sanık Berker: Sayın Süleyman Soylu. Ben onu eskiden de tanırım yani Demokrat Parti zamanından da tanırım. 2014’ün MÜSİAD toplantısında Sayın Başbakanımız ile karşılaştım. El sıkıştık, hal hatır sorduk. Sayın Süleyman Soylu onu uğurladı, arabasının kapısını kapattı. Yanıma geldi. “Bu elçilik görüşmelerini ilettim Tayyip Bey’e” dedi.

SOYLU İLE FAALİYET YAPTIK

Sanık İbrahim Tuncer: Sayın Süleyman Soylu ve Sayın Yalçın Akdoğan o dönemde AK Parti Genel Merkezi’nde görevlilerdi. Bizim arkadaşlarımızdan Eda Babuna ve Hüma Babuna ile de çok sıkı teşriki mesaileri vardı.

***

Sanık Tarkan Yavaş: İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu ile Sayın Yalçın Akdoğan’ın talebi, bilgisi ve rızası ile bazı arkadaşlarımızın 70 adet büyükelçiliği ve konsolosluğu ziyaret ederek. FETÖ silahlı terör örgütünün ülkemiz aleyhinde propagandalarına karşı (…)

***

Sanık Sinem Hacer Tezyapar: Sayın Süleyman Soylu, dönemin Genel Başkan Yardımcısı, Sayın Yalçın Akdoğan, dönemin Başbakan danışmanı, kendilerine de sorabilirsiniz. Kendilerinin bizden faaliyetlerin, yani Türkiye’nin politikalarının anlatılması konusunda talepleri olmuştu.

***

Sanık Ferhunde Eda Babuna: 70 kadar Büyükelçiliği dolaştık. Sayın Yalçın Akdoğan’ı ve Süleyman Soylu’yu adım adım bilgilendirdik. Sonrasında Tayyip Bey’den teşekkür mesajı geldi bize.

***

Sanık Ayşegül Hüma Babuna: Süleyman Soylu Beyefendi’yle aylarca faaliyet yaptık.

***

‘YILLARDIR TANIRIZ SOYLU’YU’

Sanık Fatma Ceyda Ertüzün: Ben gözaltına alındığım gün, Ankara’da gözaltına alındım. (…) Kaçmıyorduk, arabada oturuyorduk. Hatta Hüma Kardeşim, Süleyman Soylu Bey’i aradı. (…) Zaten bu gözaltına alınmadan bir gün önce de biz Süleyman Soylu Bey’le Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin karşısında bir sosyal mekânda karşılaştık. Sohbet etti, elimizi sıktı, güler yüzle. Hatta iki defa döndü, bir daha elimizi sıktı. Biz yıllardır tanırız Süleyman Soylu’yu.

Daha çok ifade var…

Anlattıklarına göre; Cemaat, Süleyman Soylu ile yakın ilişkide. Öyle ki büyükelçilikleri Soylu’nun bilgisi dahilinde dolaşıyorlar. Zaman zaman onunla görüşüyorlar. İstanbul Emniyeti’nin yaptığı operasyondan bir gün önce bile temas yaşanıyor. Operasyon sabahı da ilk onu arıyorlar.

Mahkeme dosyasında onlarca büyükelçilik görüşmesinin notları var. İngiliz Büyükelçiliği’nde anlatılanlar şöyle not alınmış:

“Gülen Cemaati ve Hükümet arasındaki gerginliğin Türkiye’nin istikrarını bozduğu, istikrarı bozulmuş, iç meseleleri ile uğraşan Türkiye’nin, dünyanın Avrupa ve İngiltere’nin aleyhine olacağı, yukarıda bahsedilen delillerle anlatıldı.”

Devletin Dışişleri Bakanlığı varken neden bir cemaat bu işle görevlendirilir? Barışmak için olabilir mi? Yanıtını bilmiyorum ama Oktarcıların Gülen’e yönelik eleştirileri varsa, pek de notlara yansımamış.

ANKARA’YA DUYULAN GÜVENSİZLİK GELELİM ASIL MESELEYE…

Operasyonun ardından, Adnan Oktar yaptığı açıklamada, İçişleri Bakanı’nın haberi olmadığını söylemişti. Haksız da değil. Herhalde Soylu’nun haberi olsa, operasyondan bir gün önce Oktarcı isimlerle böyle sıcak bir görüşme yapmazdı.

Anlatılana göre “dev operasyonlar” mutlaka Ankara’daki güvenlik bürokrasisine önceden bildiriliyor. Ancak ne İstanbul’daki savcılık ne de İstanbul Emniyeti operasyonu Ankara’ya haber vererek yaptı. Sebebi sızdırılma ihtimaliydi. Öyle ya polisin takip ettiği isimler, İçişleri Bakanı ile sıkı fıkıydı. Operasyon sonrasında ne mi oldu? “Bize nasıl haber vermezsiniz” denemediği, “çünkü sızdırabilirdiniz” yanıtının alınmasının istenmediği için herhangi bir inceleme-soruşturma yapılamadı. Bunun yerine Ankara’da teknik ve mali şubenin bağlı olduğu müdürlüklerdeki kritik isimler görevden alındı. Devleti kemiren “kuşku”, ne kadar da derindeydi!

Şimdi, cuma günü Cumhuriyet’in manşetindeki eski İstanbul Emniyet Müdürü Mustafa Çalışkan ile İçişleri Bakanı arasındaki güvensizliğin ne kadar geriye gittiğini anladınız mı? Oktar dosyası bunlardan sadece biri…

İncil’e göre, “İnsanoğlu, kendisi için yazılmış olduğu gibi gidiyor ama insanoğluna ihanet edenin vay haline! O adam hiç doğmamış olsaydı, kendisi için daha iyi olurdu” diye devam etti İsa. Havarilerini “sen mi ben mi” diye düşündüren kuşku, yangın gibi büyürken Yahuda, İsa’nın yanı başındaydı!

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

30 Mayıs 2021 Pazar

Kirli Üçgen: Siyaset - Mafya - Ticaret (VI-VII)-Miyase İlknur/Zehra Özdilek/Tuğba Özer-CUMHURİYET

 (VI)-"Yeraltı dünyası ihracatçı oluyor"

'Kirli Üçgen' yazı dizinin altıncı sayısında, 1980'li yıllarda yeraltı dünyasının ticari faaliyetlerle kurduğu yakın ilişkileri ele alındı.


1970’li yıllarda Yahya Demirel sayesinde karşılaştığımız “hayali ihracat” kavramı, Özal döneminde artık konvertibilite, KDV, teşvik, ortadirek ve serbest piyasa kelimeleri gibi dillerde pelesenk olmuştu. Hayali ihracat, gerçekte olmayan sahte faturalarla devletten vergi iadesi ve teşvik alma sisteminin adıydı. Öyle bir dönem yaşandı ki Türkiye’de adı hayali ihracata karışmayan dış ticaret şirketi neredeyse kalmamıştı. Bu dönemde kurulan şirketlerin sahipleri ve ortakları ise adı kriminal olaylara karışan isimlerden oluşuyordu. 

Turgut Özal, gerek ekonomiden sorumlu başkan yardımcılığı döneminde ve gerekse 1983’te  partisinin tek başına iktidara gelmesinin ardından, liberal politikalarla, rekabete açık bir ekonomik yapı iddiasıyla dış ticaretin artırılmasına öncelik verdi. O nedenle 1980 -1983 yıllarında ihracat teşvikleri artmış ama 1984 -1987 yılları arasında trilyonluk soygun dönemi yaşanmıştı. 

1970’li yıllarda Yahya Demirel sayesinde karşılaştığımız “hayali ihracat” kavramı, Özal döneminde artık konvertibilite, KDV, teşvik, ortadirek ve serbest piyasa kelimeleri gibi dillerde pelesenk olmuştu. Hayali ihracat, gerçekte olmayan sahte faturalarla devletten vergi iadesi ve teşvik alma sisteminin adıydı. Öyle bir dönem yaşandı ki, Türkiye’de adı hayali ihracata karışmayan dış ticaret şirketi neredeyse kalmamıştı. TEKFEN, Tüpa Tekstil AŞ, Başak Holding, Ertan Sert, Net Turizm, Yaşar Dış Ticaret, Anadolu Eksport, Penta Dış Ticaret, MEKS Sanayi AŞ, Gepa Pazarlama ve Doğuş gibi firmalar kamuoyuna açıklanmış ama diğer büyükler açıklanmamıştı. Hayali ihracatın ihbarı ise bizim teftiş kurulları, gümrük müdürleri değil Alman makamlarından olmuştu.

Bu dönemde köklü firmaların dışında pıtırak gibi dış ticaret şirketleri kurulmaya başlandı. Bu şirketlerin sahipleri ve ortakları ise adı kriminal olaylara karışan isimlerden oluşuyordu. Ertan Sert, Turan Çevik, Kemal Horzum, Uğur Süzer ve Orhan Aslıtürk’ün kurdukları dış ticaret şirketlerinin ortakları arasında ise Necdet Ulucan, Dündar Kılıç, Fevzi Öz, Kürt Ahmet, Haydar Koç gibi yeraltı dünyasının ünlü isimleri ile Nurettin Güven, Yaşar Aktürk (Berber Yaşar) ve Muhammet Ciğer gibi uyuşturucu ve altın kaçakçıları bulunuyordu.

Bu dönemde hayali ihracatçıların organizasyonunu yürüten piramidin başında ise Kemal Horzum bulunuyordu. Kemal Horzum’un ACA Anadolu Kargo Havayolları AŞ aracılığıyla yapılmış gibi gösterilen hayali ihracat işlemleri için gerekli sahte faturalar da Horzum’un Avrupa’daki bağlantıları sayesinde hazırlanıyordu. 

Horzum’un ACA Anadolu Kargo Havayolları Şirketi’ni bünyesinde bulunduran HORTAŞ AŞ’nin  başında MİT Müsteşar Yardımcısı Mustafa Arda bulunuyordu. Yönetim kurulu üyesi Uğur Reyhan ise Tercüman gazetesinin Ankara temsilcisinin oğluydu. Horzum’un ortakları arasında Ankaralı mafya babası Kürt Ahmet ile yine başkentin kabadayılarından Haydar Koç da vardı.

HORZUM’UN ADI ÖZAL’A SUİKAST GİRİŞİMİNE KARIŞIYOR

Kemal Horzum, 80’lerin dünyasında en hızlı büyüyen trilyoner olmuştu. Çay ocağı ihalesi alarak girdiği iş dünyasında birden çok şirketi bünyesinde bulunduran holding patronluğuna yükselen Horzum, şirketlerinin yönetim kuruluna emekli paşalar, eski MİT yöneticileri ve yeraltı dünyasından isimleri almıştı. Emlak Bankası’nı 90 milyon dolar dolandıran Kemal Horzum, Türkiye’nin ilk banka hortumcusu olarak biliniyor. 1985 yılında İsviçre’ye kaçan Horzum, Cübbeli Ahmet’in babası Yusuf Ünlü’nün yanı sıra Yahya Murat Demirel ve Abuzer Uğurlu gibi isimlerle yakın arkadaştı. Horzum, Yusuf Ünlü ile Yıldız Su Sanayi AŞ’de de ortaktı. 

Horzum bir yandan, bürokratları, Emniyet teşkilatının üst düzeyindeki bazı amirleri paraya boğarken sağ siyasi partileri de finanse ederek geleceğin taşlarını örüyordu. 

12 Eylül 1980 öncesi parlamenterlerin gittiği ve kumarhane olarak işletilen Kürt Ahmet’e ait Tandoğan’daki ev, bir süre Kemal Horzum tarafından kullanılmış, Kemal Horzum burada önemli görüşmelerini yapmış, daha sonra da bu ev Ahmet Turgut (Kürt Ahmet) tarafından Ankara Video Acentalığı (AVA) olarak kullanılmaya başlanılmıştır. Yine başlangıçta AVA’nın merkezi olan Gaziosmanpaşa’daki “Mavi ev” de genel merkez olarak kullanılması için Turgut Sunalp’in MDP’sine tahsis edilmiştir. 

Horzum asıl ününü Emlak Bankası’nı dolandırarak kazandı. Horzum’un şirketleri yabancı bankalardan kredi istemiş ve kefil olarak da Emlak Bankası (Kızılay Şubesi) gösterilmişti. Yabancı banka kefaleti teyit etmek için Emlak Bankası’yla irtibat kurdu. Bu aşamada yolsuzluğun ikinci ayağı olan ve Horzum’la işbirliği yapan banka müdürü gizli şifreyle onay yanıtı gönderdi. Yabancı banka krediyi verdi; ama Emlak Bankası merkezinin bundan haberi yoktu. Son etapta Horzum’un şirketleri ortadan kayboldu; yabancı banka ise vadesi gelince kefil olan bankanın kapısına dayandı. Emlak Bankası uluslararası prestij kaybına uğramamak için parayı bankaya ödemek zorunda kaldı. Bankanın bu işten zararı 80 milyon dolar olmuştu. 

Bu dolandırıcılık nedeniyle Emlakbank Genel Müdürü Bülent Şemiler istifa etti. Bülent Şemiler’in istifadan sonra Cumhurbaşkanlığı danışmanlığına getirilmesi üzerine Devlet Bakanı Kaya Erdem bakanlıktan istifa etti.

Kemal Horzum sadece MDP’ye değil ANAP’a da yatırım yapmıştı. Bürokrasinin tepe noktalarıyla arasını hep iyi tutan Horzum, Ünal Erkan’ın Emniyet Genel Müdürü olması için çalışmıştı. Başbakan Özal’ın “İcraatın İçinden” programlarının prodüksiyonunu da Horzum’un AVA şirketi yapıyordu. Başbakan’ın danışmanı Selim Egeli, Horzum’un ortaklarındandı. Başbakan Özal, Horzum’un Afyon’daki Kızılay Maden Suyu tesislerinin açılışını da bizzat yapmıştı.

Kemal Horzum hakkında açılan davalar nedense hep Nusret Demirel’a düşüyordu. Bu durum, TBMM Horzum komisyonu üyelerinin de dikkatini çekmiştir. Komisyonun tutanaklarında, Horzum davalarının akıbeti şu şekilde geçmişti: “Ankara Cumhuriyet Sacı yardımcıları Nusret Demiral ve Tahir Demirel, Kemal Horzum ve Kürt Ahmet’e yakın kişilerdir. Nusret Demiral, Kemal Horzum ve Kürt Ahmet’in adının karıştığı davaları bizzat alarak, Kemal Horzum ve Kürt Ahmet’in lehine sonuçlandırmıştır.”

ANAP kongresinde Başbakan Özal’a yönelik suikast girişiminin arkasında da Kemal Horzum’un olduğu söylendi. Suikast girişiminde bulunan Kartal Demirağ da Horzum gibi Afyonluydu ve hesabına Horzum tarafından para aktarıldığı ortaya çıkmıştı. Ama suikast girişimi bir el tarafından kapatıldı ve üzerine gidilmedi.

‘AF ÇIKARIN YOKSA HER ŞEYİ ANLATIRIM’

Özal döneminde hayali ihracatın babası olarak Ertan Sert gösteriliyordu. Öyle ki bankacılar bile bu ihracat şampiyonu becerikli genç işadamına kredi vermek için ceketini yırtıyordu. Eski Garanti Bankası Müdürü İbrahim Betil, bankacılık serüvenini anlattığı “Hafiften Bankacılık” kitabında, Ertan Sert’in, o genç yaşında nasıl olup da bankalardan milyarlarca lira kredi alabildiğini bir hikâyeyle anlatıyor:

“Bir akşam Hilton Oteli’nde karşılaştığı iki banka genel müdürü, kredi vermek için aynı anda kollarından çekiştirince Sert’in ceketi yırtılıyor. Ertan Sert, ‘Bunca ısrardan sonra bu bankalardan kredi almamayı kendime yakıştıramadım. Bana lazım olmayan bunca parayı aldıktan sonra bir yerlere yatırmam gerekiyordu. Gayrimenkul aldım, fabrika aldım. Gerisini biliyorsunuz’ diyor.”

Ertan Sert’in ismi ilk kez 1986 yılında Marmaris Limanı’ndan gerçekleştirilen 55 milyon dolarlık hayali ihracat olayında gündeme geldi. Başak şirketler topluluğunun sahibi Sert, bu dönemde Özal ailesi başta olmak üzere üst düzey bürokratlarla yakın ilişkiye girdi. Sert, İzmir DGM’deki yargılama sırasında söz alıp “Hayali ihracatı siyasi iktidar teşvik etti. Yapılan ihracatın yüzde 30-50’si hayali” sözleriyle dikkatleri üzerine çekti. Turgut Özal’ı mektupla tehdit etmişti. 

Dönemin başbakanı 8’inci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a yazdığı ortaya çıkan mektup bomba etkisi yarattı. Sert, bu mektupta hayali ihracat sanıklarına af istedi ‘‘Af çıkarın. Yoksa her şeyi açıklarım’’ tehdidini savurdu. Bir süre sonra hayali ihracat suçlarında hapis yerine para cezası öngören yasa değişikliği gündeme geldi. Ancak Bu girişim başarısızlıkla sonuçlandı. 

Ertan Sert kardeşi Seyhan Sert, arkadaşları Nihat İbrahimoğlu, Fethi Namlıoğlu ve Önder Kaymak’la hayali ihracat yaparak devletten haksız vergi iadesi almak suçundan İstanbul 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Dava mahkemeler arasındaki uyuşmazlıklar yüzünden 11 yıl sonra sonuçlandı.

‘PLAYBOY’ TURAN ÇEVİK 

Kamuoyu onu Nazan Şoray’ın sevgilisi ve Malatyasporun başkanı olarak tanıdı.Turan Çevik’in, 1984-87 yılları arasında Türkiye’nin en büyük hayali ihracatçılarından biriydi. Çevik, Ertan Sert, yeraltı dünyasından Necdet Ulucan, Fethi Namlıoğlu, uyuşturucu kaçakçısı Yaşar Aktürk (Berber Yaşar’le birlikte çalışıyordu. 1988’de Alaattin Çakıcı’nın adamları kurşunlandı. 12 Eylül 1988’de İzmir’de ortaya çıkarılan 90 milyonluk hayali ihracat girişimden sonra Çevik Rodos’a, ortağı Berber Yaşar olarak tanınan Yaşar Aktürk de İsviçre’ye kaçtı. 

Kasım 2005 yılında Karaköy’deki bir işyerinde yaşanan çatışma, ilginç bir ortaklığı su yüzüne çıkardı. Çatışmanın yaşandığı işyerine, hayali ihracatla ünlenen Turan Çevik ile dönemin Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcısı Ünal Canpolat’ın oğlunun ortak olduğu belirlendi.

HAYALİ İHRACATIN AKTÖRÜ: GÜVEN

Nurettin Güven’in ismi kamuoyunda ilk kez hayali ihracat ve bazı gasp olaylarıyla duyuldu. Uyuşturucu alacağı sebebiyle kardeşi Kadir Güven ile birlikte kaçırdıkları müteahhit Ahmet Bahadır Parlak’ı öldürdükleri ve cesedini Büyükçekmece Gürpınar Yolu kenarına attıkları iddia edildi. Ahmet Bahadır Parlak’ı öldürmek suçunun yanı sıra ruhsatsız silah kullanma ve nüfus cüzdanında sahtecilik suçlarından 24 yıl hapse mahkûm oldu. 1992 yılında tutuklandı. Tutuklandıktan 8 ay sonra tahliye edildi.

Fransa’da uyuşturucu kaçakçılığından suçlu bulunan Nurettin Güven, 23 Ağustos 2005 tarihinde 12 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Boulogne Sur Mer kentinde görülen davada, Fransa topraklarına girmesi yasaklanan Güven’in üç uyuşturucu kaçakçısıyla birlikte 2 milyon 652 bin Avro para cezası ödemesine de karar verildi. Güven’in iki ay önce İngiltere’de yakalandı ve daha sonra Fransa’ya iade edildi. 

Güven, Tarık Ümit ve Mehmet Ağar tarafından kullanıldı. Polis kimliği ve pasaport verilen Güven, Mehmet Ağar tarafından Dursun Karataş’ın yerini belirlemek amacıyla 80 kilo eroini Karataş’a götürdüğünü açıkladı. MİT ve Emniyet’e çalışan ancak 1995’te devlet içindeki çete tarafından kaybedildiği konuşulan Tarık Ümit ile MİT’çi Mehmet Eymür arasındaki görüşmenin kayıtlarını içeren MİT dokümanına göre, çete yurtdışındaki birçok cinayete de imza attı. Ümit ile Eymür’ün cinayet konuşmaları, Ankara ’da bugün görülecek 18 ayrı faili meçhul cinayetle ilgili dava dosyasında yer aldı. Faili meçhullerle ilgili Susurluk tapelerinde Londra’da işlenen Mehmet Kaygısız cinayetine ilişkin ayrıntılar yer aldı.

                                                              ***

(VII)-Başbakan karapara aklayıcılarla toplantıda: Çakıcı, Yılmaz, Drej Ali...

Uyuşturucu ve silah kaçakçılığından elde edilen karapara, döviz olarak oluk oluk akıyordu. Namuslu bürokratlar ise hayali ihracatın üzerine gidiyordu.


Başbakan Turgut Özal’ın ekonomi politikası “ülkeye döviz gelsin de nereden nasıl gelirse gelsin” anlayışına dayanıyordu. Bu anlayışı devlet felsefesi olarak meşrulaştırmak için de gerekli yasal düzenlemeleri yapmakla kalmayıp karaparacıların üzerine giden İzmir Emniyet Müdürü Lütfü Tomuş gibi bürokratları da görevden uzaklaştırarak karaparacıların önündeki taşları tek tek temizledi.

Yasalarda yapılan düzenlemeden önce Davos’ta ünlü silah ve uyuşturucu kaçakçılarıyla zirve düzenledi. Ülkenin içinde bulunduğu döviz sıkıntısına çözüm aranan toplantı Zürih’teki Dolder Oteli’nin bir odasında gerçekleşti. Toplantıya uyuşturucu kaçakçısı Berber Yaşar, karapara trafiğini yöneten Lübnanlı Muhammed Şekerciyan, hayali ihracatçı Uğur Süzer, Dündar Kılıç’ın madencilik şirketindeki ortağı olan eski Genelkurmay Başkanı Necret Üruğ’un oğlu Hadi Üruğ, karapara aklayıcısı Yakup Kefeli ile Suphi Aşıcıoğlu, altın ve döviz kaçakçısı, hayali ihracatçı, Turan Çevik ve Behçet Cantürk’ün ortağı Emin Görpe ile altın kaçakçısı Yaşar Aktürk katılıyor. Masanın karşı tarafında ise devleti temsilen de Özal’ın ekonomi danışmanı Güneş Taner, Ahmet Özal, milletvekili Mehmet Perçin ve Emlakbank Genel Müdürü Bülent Şemiler oturuyordu. Bazı iddialara göre Başbakan Özal ile Tekirdağ Milletvekili Ahmet Karaevli de bu toplantıya iştirak etti.

CEZALAR KALKTI

Bu görüşmeden hemen sonra 1985 Mayıs ayında döviz suçlarına ağır ceza kaldırılır, altın ve kıymetli taş kaçakçılarına af gelir. 1567 sayılı yasada yapılan değişiklikle, yasada var olan hapis cezaları 100 bin lira para cezasına çevrildi.

Hemen ardından İsviçre’den milyonlarca dolarlık döviz girişi başlar. ANAP iktidarı yükselen ihracat rakamlarıyla övünürken ‘‘hayali ihracat’’ başını alır gider... Kaçakçılar hem affa uğrar hem de milyonlarca dolarlık vergi iadesi ile ödüllendirilir.

İsviçre polisi yaptığı incelemede Aşıcıoğlu, Görpe ve Aktürk’ün ‘uyuşturucu parası aklayarak bunları Türkiye’ye prefinansman dövizi adıyla gönderen kişiler’ olarak rapor etti ve bu rapor İtalyan ve Amerikan adli makamları tarafından Türkiye’ye gönderilerek Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde yargılanan Behçet Cantürk ve arkadaşlarının dosyasına konuldu.

Ahmet Özal ve danışmanı Güneş Taner İsviçre’de Shacargo Şirketi’nin sahibi Muhammed Şekerci ile görüşerek, İsviçre’deki sarraflık işini Türkiye’de de yürütmesi için uygun koşullar yaratılacağını, gerekirse Lübnan asıllı Şekerçi’ye çifte vatandaşlık sağlanacağını vaat ettiler.

KAÇAKÇI İÇİN YASA

Hazine kontrolörlerinin yaptıkları araştırmada, İsviçre, İtalya ve ABD yetkililerinden adli müzaheretle sağlanan bilgilere göre, Şekerci’nin sahibi olduğu Shacargo şirketi Türk mafyasının altın, uyuşturucu ve silah kaçakçılığından sağladığı dövizleri, Türkiye’deki hayali ihracatçılara ‘prefinansman dövizi’ adı altında göndererek karaparayı aklayan bir şirket olduğu belirtiliyordu.

Mustafa Kefeli, bu görüşmenin içeriğini basına şöyle anlatıyordu:

“Başbakan Turgut Özal, banker Şekerciyan’a önce Türk vatandaşlığına geçmeyi teklif etti. Bu teklifi iki kez yaptıysa da Şekerciyan, ‘No minister, no minister’ diye reddetti. Bu arada kendisine bir banka kurması teklif edildi. Hatta Kıbrıs’taki bir bankanın adı verildi. ‘İstersen bu bankayı hemen senin üzerine yapalım’ denildi. Şekerciyan biraz düşündükten sonra bunu da reddetti.” (Sabah, 3 Haziran 1989)

KAÇAKÇIYA PASAPORT

Pasaport Yasası’nın ünlü 22. maddesi 1984 yılında değiştirilerek ‘döviz, altın, uyuşturucu ve gümrük kaçakçılarına’ pasaport verildi. Bir yıl sonra da Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde 1983 başlarında oluşturulan Kaçakçılık ve İstihbarat Dairesi’nin yurtiçi birimleri, sonrasında da yurtdışı birimleri kapatıldı. Kimliklerinden silah ve uyuşturucu sabıkası silinenler bir süre sonra böylece saygın işadamı kimliğine kavuştu.

Uyuşturucu ve silah kaçakçılığından elde edilen karapara artık hayali ihracat yapanlar aracılığıyla prefinansman dövizi olarak oluk oluk akıyordu. Perde arkasında yapılan anlaşmadan habersiz namuslu bürokratlar ise hayali ihracatın üzerine gidiyordu. Bunlardan biri de İzmir Emniyet Müdürü Lütfü Tomuş’tu. İzmir’de Ertan Sert, Berber Yaşar, Necdet Ulucan ve Turan Çevik’in başını çektiği hayali ihracat çetesinin üzerine giden Emniyet Müdürü başka yere sürüldü. Tomuş’un başını Berber Yaşar’ın yediği konuşuluyordu. İddiaya göre Berber Yaşar ANAP’ın 1989’daki seçim harcamalarını finanse etmişti. Masraflarına harcadığı dedikoduları ortalıkta dolaşıyordu. Tomuş daha sonra bir televizyon programında ‘‘Benim tayinimle ilgili olarak 1 milyon dolar kimin cebine girdi?’’ diye sormuştu.

SEMRA ÖZAL’IN FİNANS DANIŞMANI

Özal’lı yıllarda daha önce hiç tanımadığımız yeni zenginler ortaya çıkmaya başlamıştı. Bunlardan biri de Nasrullah Ayan’dı. Altın kaçakçısı ve karapara aklayıcısı Muhammed Şekerci ile Berber Yaşar’la ortak iş yapan Nasrullah Ayan’ın adı sahibi bulunduğu Savaş Dış Ticaret A.Ş’nin gerçekleştirdiği hayali ihracat olayına da karışmıştı. İMKB’de büyük portföye sahip olan Ayan, havayolu ve film şirketleri kuruyor ve ekonomi sayfalarının manşetlerinden inmiyordu. Borsada spekülatif işlemler yapması nedeniyle ceza alan Ayan Semra Özal’ın İMKB’deki portföyünü yöneten kişi olarak da biliniyordu.

ÜLKÜCÜ MAFYA SAHNEYE ÇIKIYOR

Yeraltı dünyasına önce 12 Eylül sonrasında belli aralıklarla operasyon düzenlenmiş sonrasında da hayali ihracat olayı patlayınca bu kez bu suçtan bazılarına cezaevi yolu görünmüştü. Rantın merkezi olan İstanbul’un rantını yiyen yeraltı dünyasının ünlü isimlerinin hemen hepsi hakkında davalar, soruşturmalar sürerken meydan boş kaldı. Bu arada adı daha önce Ülkücü gençlik örgütlenmelerinde geçen isimler birbiri ardınca haraç, çek-senet tahsilatı ve arazi mafyası olarak piyasaya çıktı. Çoğunluğu hapisten çıkmış bu ülkücü mafya babaları, eğitimsiz, silah kullanmaktan başka meziyeti olmayan isimlerden oluşuyordu. Ülkücü olmalarının dışında bir ortak özellikleri de Drej Ali dışında hepsinin Karadenizli olmasıydı. Bu yeni mafya üyelerinin en bilinenleri Alaattin Çakıcı, Drej Ali, Semih Tufan Gülaltay, Kürşat Yılmaz, Hadi Özcan, Enis Karaduman, Tevfik Ağansoy, İbrahim Cici, Ümit Ölmez ve Sedat Peker’di.

Darbe öncesinde pek çok öldürme, bombalama olaylarının faili olarak aranan Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Haluk Kırcı gibi isimler ise devletle yaptıkları anlaşma gereği önce ASALA sonra da PKK ile mücadele için kullanılacaktı. Ancak MİT adına önce Mehmet Eymür, sonra da Mehmet Ağar ve Korkut Eken tarafından kullanılan bu eski katiller, teröristlerle mücadelede “rutinin dışına çıkmak”la kalmayıp, soygun, haraç ve para sahiplerini öldürerek mallarına çökmek için de kullanılmıştı.

‘ÂLEMİN YENİ KRALI’ ALAATTİN ÇAKICI

Çakıcı, 12 Eylül’den sonra tutuklandı. 1982’de serbest bırakılınca ülkücü arkadaşlarını etrafına topladı. Önce tefecilerin alacakları ile kumar borcu tahsilatını iş edindi. Sonra çek-senet tahsilatına girişti. İmzası, bacaktan tek kurşundu. Eğlenmesi de bir başkaydı. Gece kulüplerine 10-15 kişilik kalabalık bir güruh halinde gidiyorlardı. Çakıcı, istediği sanatçıyı sahneden indirtiyor; “Çırpınırdı Karadeniz” adlı türküyü defalarca söyletiyordu. Hayali ihracatçı Turan Çevik’ten koruma görevi karşılığında haraç alıyordu. Kemal Horzum’dan da haraç aldığı dava dosyalarına girmişti.

13 Eylül 1989 tarihinde İstanbul’u haraca boğan yeni yetme babalara bir operasyon düzenlendi. İstanbul’da zorla alacak tahsili, haraç isteme, pavyon kurşunlama, adam yaralama gibi işlere karıştıkları savıyla gözaltına alındı.

Artık Çakıcı adı sürekli gasp, yaralama, haraç, zorla tahsilat kavramlarıyla anılır olmuştu. Sürekli bir içeride bir dışarıdaydı. Bu arada Mehmet Ağar ve MİT Kaçakçılık ve İstihbarat Daire Başkanı Mehmet Eymür’le ilişkiye geçerek onlar adına çalışmaya başladı. Zeynep Özal’ın davulcu Asım Ekren’le aşk yaşaması nedeniyle Özal MİT’ten yardım istemiş, MİT de Asım Ekren’i bu evlilikten vazgeçirmek için kaçırma operasyonuna imza atmıştı. Mehmet Eymür’ün kaçırma operasyonu başarısızlıkla sonuçlanınca bu kez devreye Alaattin Çakıcı girmiş Asım Ekren’in dükkanına ateş açmıştı.

Civangate olayının da ta göbeğinde olan Çakıcı, Semra Özal’ın isteği üzerine Emlakbank eski Genel Müdürü Engin Civan’dan müteahhit Selim Edes’in ödediği rüşveti tahsil etmesi ricasında bulunmuştu. Civan’ı bacağından vurdurtan Çakıcı, mahkemede eşi Uğur Kılıç’ın olaya Semra Özal’ın ricası üzerine bulaştıklarını açıklayınca öfkelendi vea bu kez de eşi Uğur Çakıcı’yı öldürtüp yurtdışına kaçtı. Eymür, daha sonra Alattin Çakıcı’yı hem MİT’in hem de Emniyet’in kullandığını açıklamıştı. Eymür’ün yazdığı I.MİT raporunda Tarık Ümit gibi Çakıcı’nın da katkıları vardı.

KÜRŞAT YILMAZ: 12 Eylül Darbesi öncesinde Ülkücü Gençler Derneği’nde yönetici olan Kürşat Yılmaz, İstanbul polis memuresi Tülay Çetin‘le evlenmesiyle tekrar adını duyurdu. Yılmaz’ın adı ilk olarak ‘Banker Kastelli’ olarak bilinen Cevher Özden’i vurma olayında gündeme geldi. 17 Nisan 1999’da Türkiye’ye iade edilen ve Kartal Özel Tip Kapalı Cezaevi’ne konulan Yılmaz, 1999’da Kuşadası eski Belediye Başkanı Lütfi Suyolcu’nun öldürülmesinde azmettirici olarak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Kürşat Yılmaz, işadamı Korkmaz Yiğit, şarkıcılar İbrahim Tatlıses ve Alişan ile manken Tuğba Özay gibi ünlü isimlerle birlikte yağmacılık amacıyla çete kurmaktan da 66 yıl hapis cezası aldı.

Yılmaz’ın, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesine ilişkin kamu görevlilerinin yargılandığı davanın duruşmasında, tanıklığına başvuruldu. Yılmaz, “Hrant Dink’in resmini getirdiler, cinayetle ilgili ‘Bunu da öldür’ dediler.” diye ifade verdi.

DREJ ALİ: Gerçek adı Ali Yasak’tı. Kürtçede uzun anlamına gelen Drej lakabı ile tanınmaktaydı. Şanlıurfa Ülkü Ocakları Yönetim Kurulu’nda olduğu 1978 yılında, İstanbul Hukuk Fakültesi’nde öğrenci iken izinsiz gösteri yürüyüşüne katılmaktan tutuklandı. Aynı yıl içerisinde bir çatışmada silahla yaralandı. Abdullah Çatlı’yla 1979’dan beri tanışan yasak, 88’de kardeşi hakkında çıkan bir haber nedeniyle adamlarına Milliyet gazetesini bastırıp kurşunlattı. 1989’da mafya lideri İnci Baba’yı vurduktan sonra yeraltı dünyasında ismini duyurmaya başladı. İsmi Susurluk çetecileriyle anıldı. Susurluk kazası sonrasında olay yerine ilk giden kişinin Drej Ali olduğu, Veli Küçük’ün olay yerinde bulunan görevlileri arayarak Çatlı’nın cenazesinin teslim edilmesini istediği iddia edildi. 

Drej Ali, Susurluk skandalının baş aktörlerini bir araya getiren kız kardeşinin düğünüyle de gündeme geldi. Bahçelievler Belediye Başkanı Saffet Bulut’un kıydığı nikâhta Sedat Bucak, hemşehrisi olan damadın nikâh tanıklığını üstlenirken, gelinin tanıklığını ise Altun aşireti lideri İmam Bakır Altun yaptı. Düğüne AKP’li Metin Külünk ile beraber birçok siyasi katıldı. Ocak 2000’deki törene DYP, MHP ve ANAP’lı siyasetçiler, polis müdürleri, bazı askerler ile Susurluk’un ünlü simaları Sedat Bucak, İbrahim Şahin, Sami Hoştan, Ali Fevzi Bir de katılmıştı. Sahnedeki isim ise İbrahim Tatlıses’ti.

Miyase İlknur/Zehra Özdilek/Tuğba Özer-CUMHURİYET


29 Mayıs 1453 Fetih ve “Bizanslı Hanımlar” Meselesi - Mehmet Bozkurt / SOL

 İstanbul’un zaptı fetih olarak anlatılıyor. Sözümü geri alıyorum, anlatılmıyor, geçmiş yeniden üretiliyor.

Abdülhamit denge adamıydı. Attığı her adımın hesabını yapan bir siyasetçi idi. 1909 olmalı, Fetih kutlamaları yapmaya kalkanlara “Rum hemşerilerimizin gururu incinmesin” diye izin vermemiş hesap adamı olma özelliğine zarafet katmayı becermiştir.

Devlet eliyle yapılan ilk fetih kutlamasının tarihi 13 Haziran 1914’tür. Denizcilik Nazırı Cemal Paşa’nın Fatih’in kabri başında attığı nutuk Balkan Savaşı’ndan “hicap”la çıkan ülkenin gençlerine yöneliktir ve Fatih’in sopasını gösterirken pek hoştur:

“Türklük ve Osmanlılık ve İslamiyet alemini temsil eden Osmanlıların, bugün Türklerin en büyük hakanının mübarek kabri önünde kemal-i hicapla toplanan milletin bu hicaptan kurtulması ancak çalışmak ile mümkündür… Ey gençlik size hitap ediyorum, eğer siz de çalışmazsanız Fatih’in ruhu sizi sopa ile dövecektir…”

Sonrası savaşlar dönemidir. Ülkesi boydan boya zapt edilenlerin fetihle uğraşacak mecali kalmayacak, 1920’ye kadar üstelik bazı yıllar tamamen ıska geçilerek gayet sade ve gösterişsiz törenlerle yetinilecektir.

Milli Mücadele sonrası tek parti dönemidir. Artık yürürlükte olan tam boy Türk tarih tezidir. Geriye doğru uzun bir sıçramayla Osmanlı baypas edilmiş Orta Asya bozkırlarında “geçmiş” arayışına girişilmiştir. Böylelikle Fetih, unutulmuş kutlamalar almanağında yerini almıştır.

Yeniden keşfi için 1950 beklenecektir. 1950’de Demokrat Parti (DP) ezici bir çoğunlukla iktidarı Cumhuriyet Halk Partisi’nin elinden aldıktan sonra devlet eliyle ilk fetih kutlaması 1953’te yapılacaktır. Bu ilk kutlamada Milliyetçi-İslami kimlik henüz makul seviyededir. Resmi geçit törenleri yapılmış, fetih temalı tiyatro temsillerinin yanı sıra konferanslar ve sergiler düzenlenmiştir. Bu arada kadife bir örtü üzerinde sergilenen Fatih Mehmet’in sarığı ve kılıcının büyük bir ilgi gördüğünü okuyoruz. Bu törenlere Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’in katılmadığını devletin daha alt düzeyde temsil edildiğini belirtmek gerekir.

Bir değişiklik var. Bir tarih uyduruğu. Ulubatlı Hasan namlı yiğit bu dönmede icat ediliyor. Geçmişe bir tarih uyduruğu olarak sızacak olan Ulubatlı Hasan, fikrime göre müstear isimdir. Gerçek isminin genç kuşağın tanımasına ihtimal vermediğim ama dönemin en ünlü oyuncalarından 1961’de kaybettiğimiz Turan Seyfioğlu olması kuvvetle muhtemeldir.

Tarih deforme edilmekle yetinilmiyor ihtiyaca göre yeniden üretilip zenginleştiriliyor. Ulubatlı Hasan bir icattır.

Fetih törenlerinin İslami dozu 1990 sonrasında, özellikle 1995 ile birlikte had sayfada artmıştır. “Fetih mi, zapt/işgal mi” tartışmalarının da bu yıllardan sonra yoğunlaştığı görülmektedir.

İslami söylem özet olarak şöyledir:

“Zapt etmek; bağlamak, kapatmak, üzerine kapanmak demektir. Onda korku, vahşet, şiddet ve hiddet söz konusudur. Halbuki fethetmek ağartmaktır, aydınlatmaktır. Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’u fethederken yeni bir çağ açmıştır. Fetihte hizmet, himmet, merhamet ve adalet vardır. Atalarımız, yalçın kayaların burcunda yükselen sarp kaleleri, aşılmaz dağları, yenilmez orduları elbette büyük bir askeri deha, tükenmez bir sabır, yılmaz bir azim ve sarsılmaz bir imanla zapt etmişlerdir. Ancak, oralarda yaşayanların da gönüllerini feth etmişlerdir…”

Bu anlatımın fethedenleri gönendirici, fethedilenleri de aydınlığa çıkaran ağartıcı bir yanı olduğu açıktır. Çok güzel ama bir de Dukas var. Dukas Bizanslı bir tarihçi. İstanbul’un zaptı sırasında burada bulunmuş ve gözlemleri var. Gözlemlerini Hammer’in “Büyük Osmanlı Tarihi”nden öğreniyoruz. İstanbul’un zaptı, yazılanlara göre o güne kadar tarihin gördüğü en kanlı savaşlardan birinin sonunda gerçekleşiyor. 53 gün süren kanlı boğuşmanın ardından kente girildiğinde Fatih Mehmet’in ilk işi, usuldür, şehrin en büyük kilisesini, Ayasofya’yı, camiye çevirmek oluyor. Dukas şunları yazıyor ve İslamik söyleme zıt düşmektedir:

“İmparatorluğu hiçbir mucize kurtaracak değildi; Muzafferiyet sarhoşu olan asker için hiçbir dizgin yoktu. Esirler cins ve sınıf farkı gösterilmeksizin ikişer ikişer iplerle birbirine bağlanarak, kadınlar kuşaklarıyla yahut peçeleriyle bağlandılar. Azizlerin tasvirleri duvarlardan çıkarılarak parça parça edildi; mukaddes vazolar kaldırıldı yahut kırıldı; kilise elbisesi hayvan çuluna tahvil olundu; haç bir yeniçeri külahıyla dolaştırıldı. Mihrapların kutsiyeti ihlal olundu, yahut hayvanları için yemlik yapıtılar…”

Hammer Kral Kostantin’in kahramanca savaştığını ve savaş alanında öldürüldüğünü yazıyor. Kesilen başı Fatih Mehmet’in buyruğu ile vaktiyle şehrin meydanına dikilmiş yüksek bir sütunun tepesinde at üzerinde tasvir edilmiş Justinien heykelinin ayaklarının dibine konuluyor. Hammer’in Dukas’tan aktardığına göre bu “kanlı armağan daha sonra Anadolu beldelerinde dolaştırılıyor.”

Fatih Mehmet incelikli ve merhametli bir sultan olmalı, Kostantin’in başsız bedeninin dini esaslara göre gömülmesine izin veriyor. Bir ceset daha var Fatih Mehmet’in ayaklarının dibine bırakılan. Bu baş Şehzade Orhan… Bizans sarayında rehin tutulan ve Fatih Mehmet’e karşı zaman zaman tehdit olarak kullanılan Orhan. Fatih Mehmet ondan da kurtulmuş oluyor.

İstanbul’un zaptı fetih olarak anlatılıyor. Sözümü geri alıyorum, anlatılmıyor, geçmiş yeniden üretiliyor. Kullandığımız dil; kahramanlık, cengâverlik ve mertliğin yanı sıra, düşmana gösterdiğimiz alicenaplık, dini inancına saygı ve merhamet üzerinden yeniden şekilleniyor. Bu tamam da, uzun bir süredir bunlara bir de dayanılmaz cazibemiz ekleniyor ki ben bu yanımızın ikirciksiz kabulünden yana olduğumu belirtmek durumundayım:

“Bizans’ın hanımları Fatih Sultan Mehmet’i karşılarken başımızda Kardinal külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz demişlerdir.” (Recep Tayyip Erdoğan,6 Aralık 2012,Radikal)

İnanırım ve sevinç duyarım. Kesinlikle demişlerdir…

Tarihçiler her ne kadar yukarıya aldığım ferahlatıcı cümlenin başını ıskalayıp hemen ardından gelenlerle başlıyorlarsa da doğrusu Tayyip Bey’in buyurduğu gibi olmalı. Aksi halde yeniçerilerin bu kadar iştahla vuruşmalarının nedenini açıklamakta güçlük çekeriz gibi geliyor bana. Benim anladığım Bizanslı hanımların az önce açıkladığım nedenle yeniçerilere doğru meyleden gönüllerini bir türlü zapt edemedikleridir. Bizans’a savaşı kaybettiren de budur. Bizans halkının Kardinal külahı yerine Osmanlı sarığını tercih ettiği ise düpedüz uydurmadır ve tam olarak şöyledir:

“Büyük Amiral bir gün Kostantiniyye’de Kardinal şapkası görmektense Türk sarığını görmeyi tercih edeceğini söylemeye kadar varmıştı. Fakat halk Amiral’den daha az mutaassıp olduğundan iki tarafın birini seçmek lazım olduğu takdirde Hıristiyan dininin düşmanı olan Türklerin boyunduruğuna, İsa ve Meryem’e itikat etmiş bulundukları için Latinlerin boyunduruğunu tercih edeceklerini söylüyorlardı…”

Bizanslı hanımlara gelince. Tayyip Bey’in iddiasıdır. Aslı yoktur ama kulağa hoş geldiğini belirtmek durumundayım. Zapt, işgal fetih ne derseniz deyin fikrim budur!

Mehmet Bozkurt / SOL

29 Mayıs 2021 Cumartesi

İspanyol Gribi nedir, kaç kişi hayatını kaybetti ve salgın bittiğinde dünya ne haldeydi? - EVRENSEL

 

Aralık 2019'da başlayan koronavirüs salgını aradan 1,5 yıl geçmesine rağmen halen devam ediyor. Bu, yaklaşık 100 yıl önceki İspanyol gribi salgınından bu yana dünyanın karşı karşıya olduğu en büyük kamu sağlığı krizi olarak gösteriliyor.


İspanyol gribini daha önce duymadıysanız, yirminci yüzyılın başlarında yaşanan bu büyük salgın hakkında bilgi edinmek için muhtemelen ideal bir dönemdeyiz.

1918 ile 1920 arasında yaşanan bu salgın iki yıl içinde o sırada 2 milyardan az olan dünya nüfusunun üçte birini hasta etmiş ve tahminen 20 ila 50 milyon kişinin ölümüne yol açmıştı.

En düşük tahminler bile doğru olsa, İspanyol gribi aynı dönemde devam eden Birinci Dünya Savaşı’ndan daha çok can almış oldu.

Aradan yaklaşık 100 yıl geçmesinin ardından dünya bir kez benzer bir sağlık kriziyle mücadele ediyor. Aralık 2019'da Çin'in Wuhan kentinde başlayan Covid-19 salgını bir yılı aşkın bir süredir dünyayı etkisi altına almış durumda.

Mayıs 2021 sonu itibarıyla dünyada yeni tür koronavirüse yakalandığı tespit edilenlerin sayısı yaklaşık 170 milyona ulaştı. Covid-19 nedeniyle 3,5 kişi kşii hayatını kaybetti.

Dünyanın Covid-19 kriziyle başa çıkmaya hala devam ettiği bugünlerde İspanyol gribi sonrası dünyada neler olduğuna baktık.

1921 ÇOK BAŞKA BİR DÜNYAYDI

Kuşkusuz bu döneme bakarken, dünyanın son 100 yıl içinde çok değiştiğini hesaba katmalıyız.

Tıp ve pozitif bilimlerin sunduğu imkanlar o dönemde bir salgınla başetme bakımından çok daha sınırlıydı.

Doktorlar İspanyol gribine bazı mikro organizmaların yol açtığını ve hastalığın insandan insana bulaşabildiğini biliyordu ama hastalığın sebebinin virüs değil bir bakteri olduğunu düşünüyorlardı.

Tedavi imkanları da çok sınırlıydı. Düşünün ki dünyada ilk antibiyotik 1928 yılında bulunmuştu. İlk grip aşısının sunulması ise 1940’ları bulmuştu.

Daha da hayati olan halkın genel olarak ücretsiz başvurabileceği sağlık hizmetlerinin bulunmamasıydı. Zengin ülkelerde bile hijyen hala önemli bir sorundu.

‘Pale Rider: The Spanish Flu of 1918 and How it Changed the World' adlı kitabında İspanyol gribinin dünyayı nasıl değiştirdiğini anlatan bilim yazarı Laura Spinney “sanayileşmiş ülkelerde doktorların çoğu özel muayenehanelerde ya da yardım kuruluşları veya dini kurumların açtığı hastanelerde çalışıyorlardı ve çoğu insanın doktora ve hastaneye erişmesi mümkün değildi” diyor.

GENÇLER VE YOKSULLAR

Durumu daha da vahimleştiren bir şey İspanyol gribinin daha önceki grip salgınlarından örneğin 1889-90 yılları arasında dünya çapında 1 milyon insanın ölümüne yol açan salgından farklı bir karakter göstermesiydi.

Virüs 20 ile 40 yaş arasındaki erkeklerde çok daha öldürücü oluyordu. Bunun bir sebebi muhtemelen hastalığın önce devam eden Birinci Dünya Savaşı cephesindeki kalabalık askeri kamplarda başlayıp, evlerine dönen askerler tarafından dünyaya yayılmasıydı. Salgın en çok daha yoksul ülkeleri etkiledi.

Harvard Üniversitesi’ndan Frank Barro 2020 yılında yayımlanan araştırmasında ABD nüfusunun binde beşinin (550 bin kişi) İspanyol gribinden öldüğünü tahmin ediyor. Hindistan ise İspanyol gribi salgınında nüfusunun yüzde 5,2’sini yani 17 milyon insanı kaybetti.

‘1918 Pandemisi’ kitabının yazarı Catharine Arnold “I. Dünya Savaşı ve İspanyol gribinin yol açtığı ölümler geride bir ekonomik yıkıntı bıraktı” diyor.

Arnold'un büyük anne ve babası da İngiltere’de bu hastalıktan ölenler arasında.

"Bir çok ülkede salgından sonra ailenin dükkanını açacak, tarlasını sürecek, hayvanını besleyecek, mesleğini ve ticaretini icra edecek, evlenip ölenlerin yerine yeni kuşaklar yetiştirecek genç erkeklerin çoğu ölmüştü” diyor.

O kadar çok erkek ölmüştü ki milyonlarca kadın kendilerine bir eş bulamamışlardı.


YENİ İŞ GÜCÜ KADINLAR

İspanyol gribi ardından belki 14. yüzyılda yaşanan Kara Veba salgını sonrasında feodalizmin düşüşü gibi büyük bir toplumsal dönüşüm yaşanmamış olabilir ama kesin olan bir şey bir çok ülkede toplumsal cinsiyet rollerini kökünden sarsmış olması.

Texas A&M Üniversitesinden araştırmacı Christine Blackburn ABD’de ölümler sonucu ortaya çıkan iş gücü sıkıntısının kadınlara çalışma hayatının yolunu açtığını söylüyor ve “Kadınlar 1920’ye gelindiğinde ülke çapında toplam işgücünün yüzde 21’ini oluşturmuştu” diyor.

Aynı yıl Amerikan Kongresi, Amerikan kadınlarının oy verme hakkını tanıyan Anayasa değişikliğini (19. Madde) kabul etti.

Blackburn “1918 gribinin bir çok ülkede kadın hakları üzerinde etkisi olduğuna ilişkin kanıtlar var” diyor.

Gribin çalışma hayatındaki bir başka etkisi iş gücü sıkıntısı nedeniyle bazı ülkelerde işçi sendikalarının güçlenmesi ve yine bazılarında işçi ücretlerinin artırılması oldu.

ABD’de resmi rakamlar imalat sektöründe ortalama işçi ücretinin 1915’te 21 cent iken 1920’de 56 cente çıktığını gösteriyor.

Uzmanlar İspanyol gribi yıllarında doğan çocuklara ne olduğunu da araştırdılar. Bu yıllarda doğan çocukların salgın öncesi ve sonrası dönemlerde doğanlara göre kalp hastalıkları da dahil bazı hastalıklara çok daha fazla yakalandığı ortaya çıktı.

İngiltere ve Brezilya’da yapılan analizler 1918-19 yıllarında doğan bebeklerin büyüdüklerinde diğer dönemlerde doğanlara göre daha az eğitimli ve daha az düzenli iş sahibi olduklarını da ortaya koydu.

Bazı uzmanlar pandemi sırasında hamile kadınların yaşadığı sıkıntıların anne karnındaki çocuk gelişimini etkilediği teorisini ortaya atıyor.

ABD’de askere alınanlarla ilgili istatistiki verilerin analizinde de ilginç bir sonuç ortaya çıktı. 1915 ile 1922 arasında doğanların askere alınış kayıtlarına bakıldığında 1919’da doğanların boy ortalamasının diğer yıllarda doğanlardan yaklaşık 1 milimetre kısa olduğu görüldü.

SÖMÜRGECİLİK KARŞITLIĞI VE ULUSLARARASI İŞBİRLİĞİ

1918 yılında Hindistan yüz yılı aşkın bir süredir Britanya’nın sömürge idaresi altında yönetilmekteydi.

O yılın Mayıs ayında ülkede görülmeye başlanan İspanyol gribi İngilizleri, Hint halklarından daha az etkiledi. Ölüm istatistikleri alt kastlardan Hindular arasında hastalığın her bin kişide 61,6 kişinin ölümüne yol açtığını gösteriyor. Oysa ülkede yaşayan beyaz Avrupalılar arasında bu oran binde 9’dan azdı.

Hindistan’daki ulusal bağımsızlık yanlıları İngiliz sömürgecilerin krizi iyi yönetemediği konusundaki genel kanıyı sesli olarak dile getirmeye başladı. 1919’da Mahatma Gandhi tarafından yayınlanan ‘Young India” (Genç Hindistan) dergisi İngiliz sömürge yönetimini en sert şekilde topa tutuyordu.

Derginin baş makalesinde “Böylesi korkunç ve yıkıcı bir salgının yayıldığı bir dönemde hiç bir başka medeni ülkenin hükümeti Hindistan’daki hükümet kadar yetersiz kalmamıştır” deniliyordu.

Fakat Birinci Dünya Savaşı’nın geride bıraktığı dev jeo-politik sorunlara rağmen pandemi aynı zamanda uluslararası işbirliğinin önemini de açıkça ortaya koymuştu.

1923 yılında bugünkü Birleşmiş Milletlerin öncülü sayılan Milletler Cemiyeti adlı çok uluslu yapılanma Sağlık Örgütü’nü oluşturdu. Bu, diplomatlar değil tıp alanında uzman kişiler tarafından yönetilen ve yeni uluslararası salgın kontrol sistemlerini oluşturan bir teknik yapılanmaydı. Bugün bildiğimiz Dünya Sağlık Örgütü (WHO) çok daha sonra 1948 yılında kurulacaktı.

KAMU SAĞLIĞI ALANINDAKİ İLERLEMELER

Salgının yol açtığı büyük yıkım kamu sağlığı alanında, yani tıbbın imkanlarının kitlelere sunulması konusunda büyük adımlar atılmasını da beraberinde getirdi.

Sovyet sosyalist devrimi sonrası Rusya 1920 yılında dünyada ilk merkezi ücretsiz sağlık hizmetini kuran ülke oldu. Onu hızla diğer ülkeler izledi.

Laura Spinney "bir çok ülke 1920li yıllarda sağlık bakanlıkları kurdu ya da varolan sağlık bakanlıklarının gücünü artırdı. Bu doğrudan grip salgınının bir sonucuydu çünkü salgın sırasında sağlık konularındaki yetkililer kabine toplantılarına girememiş, ihtiyaç duydukları fonlar ve yetkiler için başka devlet yetkililerine yalvarmak zorunda kalmışlardı” diyor.

Londra’daki Royal Halloway Üniversitesi’nden antropolog Jennifer Cole, salgın-savaş kombinasyonunun dünyanın bir çok köşesinde sosyal devletin tohumlarının atılmasını getirdiğini düşünüyor.

"Devletin sosyal yardım fonksiyonu bu bağlamda ortaya çıktı. Salgından geriye milyonlarca dul, yetim ve özürlü insan kalmıştı” diyor ve ekliyor: “Salgınlar toplumun mercek altına yatırılmasına yol açıyor sanki. Toplumlar bunlardan daha adil daha eşitlikçi çıkabiliyor.”

SOKAĞA ÇIKMA YASAKLARI VE SOSYAL MESAFE İŞE YARADI

Ünlü bir “iki şehrin hikayesi” var.

1918 yılının Eylül ayında Amerikan şehirlerinde savaşı finanse etmek için basılan devlet tahvillerinin promosyonu için geçit törenleri düzenleniyordu.

İspanyol gribi yayılmaya başlayınca iki Amerikan şehri Philadelphia ve St Louis bu konuda çok farklı iki yaklaşımı seçti. Philadelphia geçit törenini planlandığı şekilde yaptı, St Louis iptal etti.

Bir ay sonra Philadelphia’da İspanyol gribinden 10 bini aşkın insan ölmüş, St Louis’de ise ölümler 700’de kalmıştı.

Bu karşılaştırma sosyal mesafe önlemlerinin salgınlarda işe yarayan bir strateji olduğu tezini güçlendiriyor.

1918’de bir çok ABD kentinde alınan önlemleri karşılaştıran bir araştırma da kamusal toplantıları yasaklayan, tiyatroları, okulları ve kiliseleri daha erken kapatan şehirlerde ölüm oranlarının daha düşük olduğunu gösteriyor.

Ayrıca 1918’de alınan sokağa çıkma önlemlerini inceleyen bir grup Amerikalı iktisatçı, daha sıkı önlemler alan kentlerin salgından sonra ekonomik olarak daha hızlı canlandığını ortaya koydular.

UNUTULAN SALGIN

Verdiği bütün bu önemli derslere rağmen İspanyol gribinin bir çok bakımdan unutulmuş bir salgın olduğunu söylemek mümkün.

Belki de Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde kaldığı, savaş döneminde etkileri konusundaki haberler bir çok hükümet tarafından sansürlendiği için böyle olduğu söylenebilir.

Olduğu dönemde gereği gibi duyulmadığı ve konuşulmadığı için olsa gerek tarih kitaplarında ve toplumsal hafızadaki yeri de zayıf kaldı.

Tıp tarihçisi Mark Honigsbaum "Salgının yüzüncü yılında bile İspanyol gribi doğru dürüst hatırlanmadı” diyor ve ekliyor.

“Ne de hakkında kitaplar yazıldı, şarkılar söylendi, resimler yapıldı.”

Bunun bir kaç istisnasından biri Norveçli ünlü ressam Edvard Munch’un hastalığa yakalandığı sırada yaptığı “İspanyol Gribi ile Otoportre” adlı eseri.

Honigsbaum ayrıca Britannica Ansiklopedisi’nin 1924 baskısında yer alan 20nci yüzyılın en olaylı yılları derlemesinde İspanyol gribinin yer almadığına, salgınla ilgili ilk tarih kitaplarının 1968’de çıkabildiğine işaret ediyor.

Bu durumda Covid-19’un İspanyol gribinin tarihteki önemini yeniden hatırlattığını söyleyebiliriz.

EVRENSEL

Zamanın ruhu - Orhan Gökdemir / SOL

 Bruno’nun dediği gibi, insan bir mucizedir. Bir gün yeniden aşar zamanın karanlığını, ışıldar, Aydınlık düşer yeryüzüne.

Michelangelo Merisi da Caravaggio 1571’de doğdu, 1610’da öldü. “Caravaggio”, doğduğu kasabayı işaret ediyordu. Yoksul bir ailenin üçüncü çocuğuydu. Altı yaşındayken veba babası, dedesi ve amcasını alıp götürmüştü. 12 yaşına geldiğinde Milano’da bir ressamın yanına çırak olarak gönderildi, resim yapmayı öğrendi fakat pek fazla ilerleyemeden ortadan kayboldu. Bu kayboluş onun hayatındaki kara deliklerden ilkidir. 

Neden sonra Roma’da ortaya çıktı. 23 yaşındaydı, para lazım oldukça resim yapıyordu. İskambil kağıtları ile saf gençleri kandıran hilebazları konu ettiği resmi bir kardinalin ilgisini çekti, işe alınmasını sağladı. Kiliseler için dini temalı resimler yapmaya başladı.

16. yüzyılın sonlarının Roma’sı zor bir şehirdi. İnsanlar sefalet içerisinde yaşıyordu. Kanunlar yönetici sınıf tarafından tıpkı bugünkü gibi zorbalık amaçlı kullanılıyor, acımasız din adamları kilise aracılığıyla halkı ezip çürütüyordu. Fakat sanatın neredeyse tek alıcısı da o zalim kiliselerdi. Resim siparişleri katı kurallı sözleşmeler aracılığı güvence altına alınır, konudan figürlere kadar istenilen her şeyin direktifi doğrudan sanatçıya verilirdi. Büyük Da Vinci bile bu sözleşmelere bağlı kalarak yapmıştı resimlerini. Eğer bir sanatçıysanız ve kilise tarafından dışlanırsanız yaşama şansınız çok azalırdı. Haliyle hiç kimse kiliseyi karşısına almaya cesaret edemezdi. En azından Caravaggio’ya kadar böyleydi.

Kilise bu yetenekli ressama -biraz da deneme amaçlı- Aziz Matta'yı resmetme işini verdi. Bu, Aziz Matta ve Melek, Aziz Matta'ya Çağrı ve Aziz Matta'nın Şehit Edilmesi konulu üç resimden oluşan görkemli bir projeydi. Kahramanımız oldukça sıkı bir denetim altında buldu kendini. Oturdu günlerce çalıştı. Fakat Aziz Matta ve Melek'in ilk biçimi rahiplere çok ters geldi. İncil yazarlarından biri olan Matta resimde sıradan, yaşlı bir maraba görünümündeydi. Ayağını resmin dışına çıkacakmış gibi uzatmış, kaba bir biçimde bacak bacak üstüne atmıştı. Melek ise bir azizden çok “Matta” kılıklı cahil işçiye yol gösteriyor edasındaydı. Üstelik biraz da cilveli görünüyordu. Rahipler resmi yeniden yapmasını istediler. Matta'yı ilahi bir varlık olarak resmedecek, esere bakanlar kudretin ve aşkınlığın ne olduğunu göreceklerdi. Ancak Caravaggio’nun eli buna gitmiyordu bir türlü. O tanrıyı gökte değil yerde arayanlardandı. Bütün azizleri yeryüzüne indirmeye kararlıydı…

***

Sonra bir gün İkinci Caravaggio döneminin kapısı aralandı. Çok karanlık bir dönemdi bu. Roma'nın ünlü hayat kadınlarından olan Leda, Caravaggio'nun da gözdesiydi. Resimlerinde model olarak onu kullanmıştı. Ancak Leda’nın başka bir aşığı daha vardı. Caravaggio için bu tahammül edilebilir bir şey değildi, rakibini düelloya davet etti. Rakibi bu çılgın teklifi reddetti. Ancak aradan birkaç gün geçmeden bir gece yarısı sokakta saldırıya uğradı, sırtından bıçaklanarak öldürüldü. Cinayetin failinin kim olduğu konusunda hiç kimsenin kuşkusu yoktu...

Derken yine bir kadın nedeniyle Tomassoni adında bir adama meydan okudu, düelloda onu öldürdü. Artık aranan tehlikeli bir katildi. Roma başına ödül koyunca soluğu Malta'da aldı. Orada Sen Jean Şövalyeleri'ne katılmayı başardı. Ne var ki burada da rahat durmayacak, bir tartışma sonucu şövalyelerden birini öldürecek ve hapse atılacaktı. Yerin altındaki hücresinden mucize eseri kaçıp, tabloları ile Sicilya'ya giden bir gemiye binmeyi başardı.

Bu sırada resimle ilgilenmeye devam etti. Haddinden fazla gerçekçiydi. Lazarus’un Dirilişi’ni tasvir etmek için mezardan ceset çıkarttırıp model olarak kullanmıştı. Bazı resimlerinde modeli ucuz fahişelerdi, onları kutsamış birer Meryem Ana'ya dönüştürmüştü. 

Bu huzurlu günleri de çabuk sona erdi. İzini takip eden kızgın şövalye onu Napoli’de buldu, kanlar içindeki bedenini sokakta bırakıp kaçtı. Caravaggio yine hayatta kalmayı başardı. İyileşince kilisenin onu affettiğini öğrendi. Artık evine dönebilir, yeni bir hayata başlayabilirdi... Yolda yakaladılar ve yeniden hapse attılar. Bir süre sonra öldü. Neden ve nasıl öldüğü de karanlıktadır.

Barok dönemin mucizelerindendi kimine göre. Kimine göre ise şiddet yanlısı ve ilkesiz bir ressamdan fazlası değildi. Ama her halükârda o karanlıkta ışıldayan keskin bir bıçaktı. O bıçak Rönesans’ın biriktirdiği ne varsa kesip atacaktı. Simetri pek umurunda değildi, kim nerede olması gerekiyorsa oradaydı. Figürler gerekiyorsa çerçeve dışına da taşabilirdi. Karanlıktakiler karanlıktaydı, aydınlıktakiler size dokunacak kadar yakındaydı. Ölü bir kadın bedeni, bir fahişe, fakir bir adam veyahut bir ayyaş onda Meryem’e, Aziz Peter’e ya da Aziz Matta’ya dönüşebilirdi. İdealize edilmiş kutsal kişilerle ilgili tüm tabuları bir bıçak darbesiyle yıkıvermişti.

İşte her bakışta insanı şoka uğratan bu tablolar karanlıkta ışıldayan o keskin bıçağın eseriydi. Ve bütün bunları 38 yıllık bir ömre sığdırmayı başarmıştı. 

Caravaggio, Rönesans döneminin aksine insanı tanrısallaştırmıyor, tanrıyı insanlaştırıyordu. Bu da yeni dönemin ruhuna uygundu. Çağdaşı Bruno bunu “insan bir mucizedir” sözüyle özetlemişti. “Tanrılar ölümsüz insanlar, insanlar ölümlü tanrılardır. Hangisi olacağımız bizim elimizde…” İşte yeni çağın seçeneği buydu. Yeryüzü insanın sıradan canlılardan birer mucizeye dönüşmesine tanık olmaya hazırlanıyordu...

***

Artık o meşhur tablosunun önündeyiz. Kuşkucu Thomas’dan (The Incredulity of Saint Thomas) söz ediyoruz. 1602-1603 yıllarına tarihlendiriliyor, demek ki ustalık eseridir. Hikayesinden başlayalım: İsa çarmıha gerildikten üç gün sonra tekrar dirilir ve o akşam 11 havarisine görünür. Fakat dirildiği sırada havari Thomas aralarında değildir. Şüpheci Thomas diğer havarilerin anlattıklarına inanmakta ayak sürer, “Ellerinde çivi izlerini görmedikçe, çivilerin yerine parmağım değmedikçe ve böğrüne elim dokunmadıkça size inanmayacağım” demekte, zındıklık etmektedir. Havariler toplanır, İsa mucizesini ispat ekmek üzere içeri girer ve Thomas’ya şöyle seslenir: “Koy parmağını ve bak ellerime! Şüpheci olma, inançlı ol…” 


Resimde İsa ve Thomas ön plana çıkarılmış, diğer bütün havariler yaraya odaklanmış. Thomas parmağıyla yarayı yoklamaktadır. İsa dahil hiçbir havaride herhangi bir aşkınlık sezilmemektedir, her biri hırpanidir, alınları kırışıklar içindedir, çalışmaktan az önce dönmüş kadar yorgun ve bıkkındırlar. Daha önce hiç kimse havarileri ve İsa’yı böyle resmetmemiştir. 
Kuşkucu Thomas’da aşkınlık bulamadığımıza göre, konu dinsel değil felsefidir. Gerçekte anlatılan aklı kirletilmemiş insanın kendiliğinden materyalizmidir. Aklı olan mucizelere inanmaz. İnanmaya davet edilirse yaraya parmağını sokarak sınamak ister. Materyalizme giriş sayabiliriz…

***

“Dönemler yükselirken bütün eğilimler nesneldir, dönemler gerilerken bütün eğilimler özneldir” diyor bir düşünür. Caravaggio ve Çağdaşı Bruno tuhaf, öznel kişiliklerdi ama çağının eğilimlerinin hepsini temsil etmeyi başarmışlardı. Aydınlanma çağı kapıdaydı. Az zaman sonra Tanrı gökten yeryüzüne inecek, sıradan marabalar birer aziz katına yükselecekti. Bütünüyle nesneldir.

Rahiplikten kâfirliğe hızlı bir geçiş yapan Giordano Bruno da bir toplumsal devrimi vazederek Avrupa’yı dolaştı. Gösterişli ve inatçı bir Mesih’ti. Çok yüksek bir egosu ve kendi mükemmelliğine kesin inancı vardı. Nasıl olabilir ki başka? İnsanı önemsiz ve değersiz bulanlara kızgındı. Kendisini, mucizevi insanın yaşayan bir kanıtı olarak görüyordu.

Gelgelelim Bruno bir büyücüydü. Caravaggio öksüz bir köylüydü. Kökenlerine aldırmadan çağının bütün değerlerine ve yargılarına acımasızca saldırıyorlardı. Bütün gerici güçlere derin bir düşmanlık besliyorlardı. Din dahil her şeyi değiştirmeye kararlıydılar. Kurumsal dinle çarpışa çarpışa Ortaçağ karanlığını yırtan bir Aydınlanmacıya dönüştüler. 

Ölümlü tanrılara dönüşmeyi tercih eden bu tuhaf insanlar da yeryüzünü mucizelere hazırlıyordu özetle. Yanacaklar, doğranacaklar, baş verecekler fakat geri adım atmayacaklardı. Her biri “inançlı kafirler”di… Derinlemesine özneldir.

***

Caravaggio ve Bruno aynı ülkede ve aynı dönemde yaşadılar. Aynı iklimi soludular. Sanki her ikisi de 16. yüzyıla başka bir gezegenden fırlatılıp atılmışlardı. Geldikleri gezegendeki bütün inançları yerle bir etmeye, yerine yeni bir inanç yeşertmeye yeminliydiler. Fakat tuhaf, birbirine bu kadar benzeyen bu iki insan asla karşılaşmamıştı.

Sebepleri var. Filippo Giordano Bruno, 1593’te, sapkınlık suçlamasıyla tutuklu kaldığı San Domenico di Castello Venedik hapishanesinden Roma'ya nakledildi. Burada sorgular ve işkenceler altında yedi yıl kilitli kaldı. Sonra tövbe etmeyen “inatçı ve inançlı bir kafir” olarak mahkûm edildi. 17 Şubat 1600'de Campo dei Fiori'de diri diri yakıldı. Yani Bruno'nun, o yılların Roma duvarlarını alışılmadık ve ahlaksız resimleriyle dolduran ele avuca sığmaz asi ressamın yapıtlarını görmesinin bir yolu yoktu. 

Peki, birbirlerinin ününü duymuşlar mıydı? Caravaggio, Nolano’da kiliseye başkaldıran o papazı hikayesini, ya da Bruno önüne gelene bıçak sallayan tuhaf ressamın maceralarını… Bu yönde bir işaret yok ama zamanlarının ruhu onları birleştirmişti.

***

“Dönemler yükselirken bütün eğilimler nesneldir, dönemler gerilerken bütün eğilimler özneldir” denildiği gibi. Caravaggio ve Çağdaşı Bruno’nun zamanında Tanrı gökten yeryüzüne inecek, sıradan marabalar birer aziz katına yükselecekti. Bütünüyle nesneldir.

Bir de Gezi’de, Haziran Direnişinde gördük o nesnelliği. Yükseliş dönemiydi, insanlar, halkımız ışıldıyordu. Sonra geri çekildi dalga, karanlığın hükmü başladı. Ama Bruno’nun dediği gibi, insan bir mucizedir. Bir gün yeniden aşar zamanın karanlığını, ışıldar, Aydınlık düşer yeryüzüne. 

Orhan Gökdemir / SOL