'Emperyalizmle antikomünizm ekseninde buluşma, içeride her türlü sol akıma karşı gericiliğin önünün açılmasını gerektiriyordu. Enstitüler de bu süreçte antikomünist terörün hedefi haline geldiler.'
Demokrat Parti’li Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, Köy Enstitüleri’nden söz ettiği bir konuşmasında Hasanoğlan’daki enstitünün müzik salonunun “orak şeklinde” yapıldığını, bunu geç fark ettiklerini ama söz konusu “çirkinliği” en kısa zamanda ortadan kaldıracaklarını söylemişti.
“Orak şeklinde” derken “orak-çekiç”e gönderme yapan ve enstitülerin birer “komünist yuvası” olduğunu iddia eden İleri’ye göre, Köy Enstitüleri’nde serbest okuma saatlerinde öğrencilere “solcu neşriyat” okutuluyor ve bunların özetlerinin sunulması isteniyordu. Kimi tanıklıklara göre, “hükümetin devrilmesi”nden ve “aile kutsiyetinin saçmalığı”ndan söz eden enstitü hocaları mevcuttu. Bir öğrenciye “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde Eğitim” adlı bir sunum hazırlatılmış ve bu sunum öğrencilere dinlettirilmişti. Karl Marx’ın “hayatı, eserleri ve mezhebi” hakkında düzenlenen konferanslar vardı. Komünist Parti Manifestosu da çoğaltılıp öğrencilere dağıtılmıştı.
İleri, tüm bu söylediklerinin etkisini artırmak için Türk sağının o klasik yalanlarından birine başvurarak komünizmle ahlaksızlığı bir araya getiriyor ve şöyle diyordu:
"Ahlaki gelenek ve göreneklerimize aykırı her türlü hakaretler mazur görülmüş ve hatta teşvik edilmiştir. Çirkin muamelelere hedef olan ve mukavemet gösteren kızlarımızdan bıçaklarla tecavüze uğrayanların bulunduğunu, içki âlemlerine iştirak ettiklerini gösteren vesikalar ve şahitlikler vardır."
Köy Enstitüleri üzerine Türk sağında hayli geniş bir literatür vardır ve bu literatürün bütün bir özetini Necip Fazıl’ın “Komünizma ve Köy Enstitüleri” adlı kitapçığında bulmak mümkündür. Örneğin Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne tayin edilen “Amerika’da tahsil görmüş, komünizma düşmanı bir zat”, enstitüye giderken yolda bir öğretmen genç kıza rastlamış ve kız bu zata “bana şu bu vız gelir; ben ancak Stalin için ölebilirim” demiştir. Mezunlardan bazıları ilk uygulama olarak “masum köylüleri toplayıp onlara ‘Allah yoktur’ diye” telkinde bulunmuşlardır. Mersin’de 14 yaşındaki bir Köy Enstitüsü öğrencisi kız hamile kalmıştır ve “piçinin kimden olduğunu bilmemektedir.” Enstitülerde “sırf Anadolu köylüsünün ananevi inancını yıkmak için şarap ve domuz eti propagandası yapılması hususunda” Tonguç tarafından resmi genelgeler yayınlanmıştır. Adana’daki Köy Enstitüsü’nde “Tonguç Baba şerefine verilen ziyafette çağlayanlar gibi şarap akıtılmış ve kızlara sakilik yaptırılmıştır.”Tüm bunların bağlandığı yer ise elbette ki komünizmdir. Necip Fazıl devamında antikomünist histeri ve paranoyanın en iyi örneklerinden birini vererek şöyle der:
"Sanki bunlar, Türk anavatanı Anadolu’nun iffetini kirletmeye ve tarihi İslav intikamını almaya memur Moskof ajanlarıdır."
Bir Köy Enstitüsü’nde Rusça kitaplar bulunuyor ve bazı talebelerin “Güzel Ukrayna” şarkısını söyledikleri tespit ediliyor:
“Güzel Ukrayna
Yeşil yuvalarında
Su içmek isterim!”
1949 yılının Köy Enstitüsü rezaleti o zaman gazetelere kadar düşmüştü:
"Enstitüde bir tahkik heyeti bulunurken, direkten gizlice Türk bayrağı indiriliyor ve yerine komünist Rus bayrağı çekiliyor."
Köy Enstitüleri elbette ki birer “komünist yuvası” değildi ama köy çocuklarını cumhuriyetçi bir yurttaşlık anlayışıyla yetiştirmeyi hedefleyen, onlara eşitlikçi, özgürlükçü ve aydınlanmacı bir zihin dünyası veren eğitim kurumlarıydı, bu da o çocukları kaçınılmaz olarak sol fikirlere yakınlaştırıyordu. Bunun Soğuk Savaş’a hızlı bir giriş yapan Türkiye yönetici sınıfını ürkütmemesi ise imkânsızdı.
Türkiye’nin Soğuk Savaş’ta ABD emperyalizmine yanaşıp, IMF’ye, Dünya Bankası’na, NATO’ya üyelik başvuruları yapmasıyla gericiliğin önünün açılması, din dersleri, imam-hatipler, Kuran kursları ve Köy Enstitüleri’nin tasfiyesi, aynı sürecin birer parçasıydı. Emperyalizmle antikomünizm ekseninde buluşma, içeride her türlü sol akıma karşı gericiliğin önünün açılmasını gerektiriyordu. Enstitüler de bu süreçte antikomünist terörün hedefi haline geldiler ve kapatıldılar.
Sadece Köy Enstitüleri’nin başına gelenler bile, şimdilerde “helalleşme” kavramı üzerinden yeniden gündeme gelen “muhafazakârların mağduriyeti” edebiyatının ve bu edebiyat üzerinden devletle Türk sağını karşı cephelerde konumlandırmanın içinin ne kadar boş olduğunu göstermek için yeterlidir.
Türkiye’de Soğuk Savaş’la birlikte devletle Türk sağı antikomünist bir mutabakat inşa etmiş, dinselleşmenin ve ırkçı milliyetçiliğin önü bu mutabakatla açılmıştır. 60’ların ortalarından itibaren solun yükselişine paralel bir şekilde, bu mutabakat daha da güçlenecek ve dinselleşme yoğunlaştırılacak, ırkçı milliyetçilik de silahlı bir güç olarak yapılandırılıp sokağa salınacaktır.
Türkiye 1950-60 arası Demokrat Parti tarafından,
1965-71 arası Adalet Partisi tarafından,
1973-80 arası dönemde yaklaşık beş yıl Milliyetçi Cephe hükümetleri tarafından,
1983-91 arası Anavatan Partisi tarafından,
90’lı yıllarda içerisinde Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Refah Partisi’nin olduğu koalisyon hükümetleri tarafından yönetilmiştir.
2002’den beri ise AKP tarafından yönetilmektedir.
Darbe dönemlerine gelince, 12 Mart ve 12 Eylül rejimlerinin de zihniyet itibariyle sıraladığım partilerden bir farkı yoktur, ara rejimlerde de bu partilerin fikirleri iktidarda olmuştur.
Dolayısıyla 27 Mayıs’ı ve Ecevit’in başbakan olduğu kısa koalisyonları saymazsak, ortada neredeyse 70 yıllık kesintisiz bir sağ iktidarlar silsilesi vardır ve bu yetmiş yılı Türk sağının tarih yazımıyla ve “muhafazakârların mağduriyeti” üzerinden anlatmak büyük bir ideolojik yalandır.
Türkiye’nin de tarihi bütün ülkelerin olduğu gibi sınıf mücadelelerinin tarihidir ve hakikati görmek isteyenlerin bakması gereken yer de burasıdır. O mücadele nedeniyle dinci gericiliğin önü açılmış, o mücadele nedeniyle darbeler yapılmış, o mücadele nedeniyle siyasi cinayetler işlenmiş, kitle katliamlarına başvurulmuştur. Küçücük kız çocuklarının kafasına türban takılması da, tarikat ve cemaat yurtlarında, dershanelerinde, okullarında gencecik insanların ömürlerinin çalınması da, halkın yoksulluk ve cehalet içinde bırakılması da yine o mücadele nedeniyledir. O mücadele nedeniyle paramız pul yapılmış, ülke emekçiler için bir cehenneme dönüştürülmüştür.
Türk sağının eşitlik korkusu, özgürlük korkusu, aydınlanma korkusu, cehaletin ve yoksulluğun yenilmesi korkusu Türkiye’yi bugünlere getirmiştir ve bu korku nedeniyle bugün ülke hızla bir uçurumdan aşağıya doğru düşmektedir.
Eğer buraya nasıl geldiğimizi bilirsek, buraya nasıl geldiğimizi anlarsak, buraya nasıl geldiğimizi görürsek, buradan çıkışın nasıl olacağını da bilecek, görecek ve anlayacağız demektir. Çıkış soldadır.
Fatih Yaşlı / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder