1) Nasıl olsa garanti geçişlerden fazlasıyla geri alacak. Kar yağışıyla kısmen kapanan Kuzey Marmara Otoyolu'nun işletmecisine 6,8 milyon lira ceza(Yeniçağ)
1) Nasıl olsa garanti geçişlerden fazlasıyla geri alacak. Kar yağışıyla kısmen kapanan Kuzey Marmara Otoyolu'nun işletmecisine 6,8 milyon lira ceza(Yeniçağ)
(1)
“Değerli dostlar, bugün önemli bir gün. Bugün, Türk siyaset hayatına lider oligarşisinin çöktüğü gün olarak, tekelci bir anlayışa dayanan liderlik anlayışının yerine, kolektif aklın temsilcisi olan bir anlayışın yerleştiği gün olarak geçecek.
Takvim yaprakları 14 Ağustos 2001’i gösteriyordu. Ankara Bilkent Otel'de, mutlak çoğunluğu kapatılan Fazilet Partisi üyelerinden oluşan AKP’nin kuruluşu açıklanıyordu. Yukarıdaki açıklama bizzat Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılmıştı. İnternet ortamında bu konuşmanın (https://www.youtube.com/watch?v=YZrGqyKnIPY&t=185s) Videosunun bulunduğunu söylememin bir nedeni var. Çünkü tek adamlığa itiraz ederek kurulan bir parti AKP. Ve kuruluş nedeni çok açık bir biçimde bizzat Erdoğan tarafından işte böyle açıklanıyor, kendi sesinden duyabilirsiniz. Aradan geçen 20 yılın sonunda bu konuşma çok daha anlamlı bir hale geliyor.
Fazilet Partisi, Millî Görüş’ün kapatılan 3. partisiydi. Parti kapatılmadan önce, ülkedeki politik savrulmalar nedeniyle de “politbüro” olarak adlandırılan, bazen yaşlı olduklarını vurgulamak için kullanılan “ak saçlılar”, bazen de 28 Şubat sürecine atıfta bulunmak için “Balgat çalışma grubu” denilen kadro tarafından da yönetilmekte zorlanılıyordu. Erbakan siyasi yasaklıydı ve emanetçi olarak genel başkanlık makamında Recai Kutan, yani herkesin abisi oturuyordu. Bu da parti içi “itaat” kültürüne aykırı davrananları, “istişare” sonuçlarını kabul etmeyenleri ortaya çıkarıyordu. Bülent Arınç Erbakan’a rağmen grup başkanvekili seçildi. Onu Abdullatif Şener izledi. Parti içinde yönetime açık eleştiriler gelmeye başlamıştı ve kapalı toplantılarda konuşulanlar artık uzun uzun medyada yer alıyordu. Bu bireysel çıkış ya da tepkiler yavaş yavaş örgütlenmeye başladı. Sonuçta tarihinde ilk kez Millî Görüş hareketi içinde organize bir parti içi muhalefet oluştu. Ve yine bir ilk olarak olağan kongrede Erbakan ve ekibine karşı aday çıkardılar. Mevcut yönetime “gelenekçiler” adını veren grup kendilerini de “yenilikçiler” olarak adlandırdılar ve bu kategori kabul gördü.
Tartışmaların yoğunluğuna rağmen, yenilikçiler ve gelenekçiler arasında politik, ideolojik olarak çok bir fark yoktu. Ayrışma da burada başlamıyordu. Millî Görüş hareketi aslında “İslamcı” olmaktan daha çok, İslamî bir söylem ve eylem şemsiyesi altında Necmettin Erbakan’da kişisel olarak anlam bulan bir hareketti. Türkiye’de siyasal İslam’ın temsilcisi olarak peşin kabul gören Millî Görüş, aslında bir Erbakan hareketiydi. Bu nedenle itirazlar da hep kişilere ve onların yönetim anlayışınaydı. Yenilikçiler, partinin 28 Şubat sürecinin travmasını üzerinden atamadığını ve siyasetteki boş alanı dolduramadığını ileri sürüyordu. Gelenekçiler de olağanüstü dönemlerde en önemli kazanımın “varlığı muhafaza etmek” olduğunu dile getirip, Erbakan’ın siyasi yasaklı olmasını eylemsizliklerine gerekçe olarak dillendiriyorlardı. Parti içi demokrasinin olmaması, uzaktan emanetçiyle parti yönetimi ve Oğuzhan Asiltürk’ün paralel genel başkan davranışlarına da eleştiri vardı.
Bu tablo içinde 14 Mayıs 2000 yılında Fazilet Partisi kongresi yenilikçi-gelenekçi mücadelesine sahne olmak üzere toplandı. Yenilikçilerin adayı Abdullah Gül 521, gelenekçilerin yani Erbakan’ın adayı Recai Kutan 633 oy aldı. Bu, hareket için bir devrimdi. “Siyasi yasağı olmasaydı, yenilikçilerin adayı Erdoğan olsaydı sonuç değişir miydi?” tartışması da yararlı bir meseledir. Bu sonuçların ardından yenilikçiler sahip oldukları moral ile parti hakkındaki kapatılma kararını beklemeye başladılar. Bu, onlar için aynı zamanda bir ayrılma gerekçesi de olacaktı.
Ve Anayasa Mahkemesi kararını açıkladı, 22 Haziran 2001’de Fazilet partisi kapatıldı. Yenilikçiler yol haritalarını önlerine koydular ve yeni parti 14 Ağustos 2001 tarihinde kuruldu. Kendilerine politik bir kimlik inşa etmeleri için önce üzerlerinde bulunan Millî Görüş “gömleğini” çıkardılar. AB’ci, daha seküler ve liberal bir kimlik inşasına giriştiler. Bunun için merkez sağdan isimleri hareketlerine eklemeye çalıştılar. Örneğin Meral Akşener, bunların yanında bir süre yer aldı, sonra ayrıldı.
Parti kurulurken bizzat Erdoğan tarafından açıklanan iddialı hedeflere karşın demokratik tüzük daha ilk günlerde fazla gelmeye başladı. İlk tüzük değişikliği parti kurulduktan 5 ay sonra gerçekleştirildi, 2’nci değişiklik ise bu değişiklikten 4 ay sonra oldu. Seçimlere girilmeden 2002 yılında 2 tüzük değişikliği yapıldı. Seçimlerden hemen sonra da 2003 yılında 2 değişiklik daha yapıldı. Tüzüğün mimarlarından olan AKP kurucusu Ertuğrul Yalçınbayır, her tüzük değişikliğine kuruculardan Ersönmez Yarbay ile birlikte itiraz etti.
İlk değişiklik milletvekili ve belediye başkanlığı adaylarının, üyelerin tamamının katılımıyla belirleneceğine ilişkin tüzük maddesi içindi. Seçim tarihi belli olunca tüzükteki bu madde dikkat çekmişti. Yalçınbayır ile Yarbay kurucular kurulunda bu maddenin değiştirilmesine itiraz ettiler, “Siz milletvekili olmak istemiyor musunuz? Bu madde değişmezse il, ilçe başkanlarının elinde oyuncak olursunuz ve milletvekili de olamazsınız” karşılığı aldılar. Oylamada 120 kurucunun 117’si evet oyu kullandı. Bu aslında AKP’nin farklı olmayacağının da ilk işaret fişeğiydi. Daha sonraki yıllarda da toplanan her kongrede parti tüzüğünde değişiklik yapıldı. Yapılan değişikliklerden bazıları o kadar anti-demokratikti ki, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, anti-demokratik olduğu için çok eleştirilen Siyasi Partiler Yasası'nın bile gerisine düştüğü için düzeltilmesini istedi. AKP yönetimi de anti-demokratik tüzük değişikliğini düzeltmek yerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ile kavga etti ve konu Anayasa Mahkemesi'ne kadar gitti. Sonuçta tüzük değişikliğinde AKP geri adım atmak zorunda kaldı. Ama bunlar AKP’nin bugününün işaretleriydi. En son yapılan tüzük değişikliğinde Binali Yıldırım için genel başkanvekilliği sayısı arttırıldı ve son dönemki siyasi rotasına ve ortaklarına uygun olarak "Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet" ilkesi tüzüğe eklendi.
Parti tüzükleri, partilerin anayasasıdır. Ne yapacaklarını parti programıyla ortaya koyarlarken, nasıl yapacaklarını da tüzük ile açıklarlar. Tüzükte bu kadar değişiklik yapan AKP’nin, programında bugüne kadar hiçbir değişiklik yapmadığını belirtelim. Parti programının içeriğine bakıldığı zaman AKP’nin en büyük muhalifinin kendi parti programı olduğunu da söylemek mümkün. Bunu ayrıca ele alacağız.
AKP girdiği ilk seçimde 3 Kasım 2002’de oyların yüzde 34’ünü alarak tek başına, Abdullah Gül başbakanlığında hükümet kurdu. Erdoğan siyasi yasaklıydı. Deniz Baykal’ın politik nedenlerle verdiği destekle anayasa değişti ve 8 Mart 2003 tarihinde Siirt’te yenilenen seçimlerle Erdoğan önce milletvekili, ardından başbakan oldu. Burada Erdoğan-Gül ilişkilerine bir cümle değinmek lazım: Erdoğan Gül’ü hep kendisine rakip gördü. Bunu da yakın çevresine hissettirdi. Erdoğan’ın Gül’ün Başbakan olmasına da sıcak bakmadığı o dönem konuşuluyordu. Bu iddia nedeniyle Erdoğan, “biraz bekle” demesine karşın Gül hemen başbakanlıktan istifa ederek Erdoğan’a, “kalkmayabilir” dedikleri başbakanlık koltuğunu hemen devretti. Cumhurbaşkanlığı adaylığı meselesinde de son ana kadar Erdoğan’ın Gül’ün ismine direndiği biliniyor. Cumhurbaşkanı Başbakan ilişkilerinde de pek çok kez, üst düzey bürokratları ve bakanları Gül’e bilgi vermemeleri için uyardığı, onun talimatlarını göz ardı ettirdiği de o dönemin bilinenlerinden.
(2)
Türk siyasî tarihi devlet-hükümet ya da iktidar-hükümet kavramlarını ve bunlardaki değişimleri anlayabilmemiz için somut deneyimlere sahiptir. En iyi örneklerden birisi Demokrat Parti (DP), diğeri halen izlediğimiz AKP. Her ikisinde de hem politik hem de ideolojik olarak muhalefette eleştirdikleri devlet kurumunu, yönetmeye başladıkları zaman, eleştirdikleri ne ise o oldular. Siyasî tarih de bunu kayıt altına aldı. Yani devlet-hükümet arasındaki farkları kaldırdılar ve bunları birleştirerek iktidar, yani devletin bizzat kendisi oldular. DP ile AKP’nin de başlangıç, gelişme ve sonuç bölümleri, süreleri doğal olarak aradan geçen zaman nedeniyle farklı olsa da değişimleri hemen hemen aynıydı. Bu aslında sağ siyaset açısından da ciddi bir patinaja işaret etmektedir. AKP’nin 20 yıllık hikayesine devam edelim.
Erdoğan Başbakan olduktan sonra Gül yardımcılığına geçti. Bülent Arınç, kendisinin önüne set çekilmeye çalışılmasına karşın TBMM Başkanlığı koltuğuna oturdu. Erdoğan, devlet içindeki yapılarla uzlaşma halinde hedefine ilerlemek istiyordu. Bu nedenle o dönem bir tür “joker” görevi yüklenebilecek isimlerden birisinin Meclis Başkanı olmasını istiyordu. Mümkünse eşinin başı açık olan birisinin (Aynı nitelikli aday arayışına cumhurbaşkanlığında da tanıklık ettik). Gül ile Abdullatif Şener Başbakan Yardımcısı olmuştu. MGK’da çoğunluğu sağlayabilmek için anayasal haklarını sonuna kadar kullanıp 4 Başbakan Yardımcısı atanmıştı. Bülent Arınç parti grubundan aldığı destek ile TBMM Başkanlığına aday olduğunu açıkladı. Geri adım atmadı ve o koltuğa oturdu. Kaderin ilginç bir cilvesi olarak, o koltuktan, yola birlikte çıktıkları Gül’ün cumhurbaşkanı adayı olabilmesi için kalktı. Arınç, Gül ve Şener yola birlikte çıkmış olmalarına karşın hep Erdoğan’ın muhtelif dirençleriyle karşılaştılar. Şener buna ilk yüksek sesle itiraz eden isim oldu. Özelleştirmelerle ilgili olarak üzerine baskı gelince buna sert bir biçimde itiraz etti, milletvekilliğine aday olmayacağını açıkladı. Şener bu süreci anlatırken, Erdoğan’ın özelleştirmelere onay vermediği için kendisine 2 ay küstüğünü, konuşmadığını aktardı. O dönem sıkıntı yaratan kararlardan birisi Telekom’un özelleştirilmesi, diğeri de Galataport ihalesiydi. Şener o süreç sonrasında ayrılmaya karar vermiş ama seçimlere kadar beklemişti. Başbakan yardımcılığı koltuğunu bırakan Şener’i Erdoğan ve Gül ikna edemediler ve Şener partiden ayrılarak kendisi 25 Mayıs 2009 tarihinde Türkiye Partisi’ni kurdu. Şener’in istifası üzerine AKP’de hep komplo teorileri dillendirildi ve “devlet içindeki güçler” gerekçe gösterilerek, ilkesel olarak itiraz ettiği özelleştirmeler, bunların ödenmeyen taksitleri ve ihalelere ilişkin iddiaların üstü örtüldü. Çok bilinen bir yöntemdi bu aslında. Biz biraz geç öğrendik.
AKP ilk ciddi krizini, adı tarihi ile anılan 1 Mart tezkeresinde yaşadı (ABD askerlerinin Irak’a operasyon yapabilmesi için Türkiye’den geçmesi ve Türkiye’de kalabilmesine olanak tanıyacak izin). Devlet yönetmenin ilk ciddi sınavı karşılarında duruyordu. Asker, AKP’ye “nereye kadar güveneceğini” bilemediği için kesin hüküm ortaya koymadı. ABD ile Bülent Ecevit döneminde başlayan bir gerilim de devam ediyordu. Askerler ABD’lilerle görüşmüyordu. AKP bu konuda karar alabilmek için çok yalnız kalmıştı. Millî Görüş refleksi 'hayır' için harekete geçerken, devleti yönetme iddiası başka bir tercihi zorluyordu. Gül tezkere için bastırmadı, danışmanı Ahmet Davutoğlu’nun önünü açarak 'hayır' için kulis yaptırdı. Bu sırada da Ali Babacan başkanlığındaki bir heyeti de ABD’ye göndererek tezkere karşılığında neler elde edebileceklerine ilişkin pazarlık yaptırdı. Bu pazarlık sonuçsuz kaldı. Hükümet içinde Hüseyin Çelik, Ertuğrul Yalçınbayır, Zeki Ergezen açık olarak karşı olduklarını açıkladılar, tezkerenin TBMM’ye sevk edilebilmesi için imza attıklarını ama ‘hayır’ oyu vereceklerini söylediler. Bir başka hayırcı da TBMM Başkanı Arınç’tı. Onun tercihi AKP’li pek çok milletvekilini cesaretlendirdi. Tam bu ortamda Erdoğan ABD’lilerin kendisi ile temas kurması üzerine devreye girdi ve ‘evet’ için çok yoğun bir ikna çalışması yaptı. Ama tezkere yeterli oy oranına ulaşamadı ve reddedildi.
İşte kriz yeni başlıyordu. ABD’lilerin kendisine ilettiği bilgiler nedeniyle bakanlar kurulu salonunun dinlendiği hissine kapılan Erdoğan, başbakan olur olmaz her yeri yıktırarak böcek araması yaptırdı. Tezkere ile ilgili olarak bugün tarafların tutumlarını devam ettirdiğini görüyoruz. Gül, Arınç, Davutoğlu ‘geçmemesi iyi oldu’ derken, Erdoğan tezkerenin geçmemesinin hata olduğunu düşünüyor. 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi AKP hükümetinin, bir siyasi irade olarak tüm dünyada da kabulüne neden oldu. Hükümetine rağmen, ‘ABD’ye hayır’ diyen bir parlamentonun varlığı AB ülkelerini de demokrasi açısından umutlandırdı. Ortadoğu’nun ise bir anda kahraman ülkesi haline geldi Türkiye. Tabii bunun yanında, AKP hükümetinin yönetemeyeceği pek çok da sorun getirdi. Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi dahil.
AB üyelik süreci AKP hükümetinin o dönemki en güvenli yol haritasıydı ve onu takip etti. Süreçle ilgili atılan adımlar ve buna ana muhalefetin de destek vermesiyle, TBMM’de seçmenin yarısının temsil edilmemesine karşın AKP iktidarı epeyce yol kat etti. Ekonomi dünyasında para miktarının bollaşması ve kendisine güvenli liman arayışı, Kemal Derviş’in devletin gelirlerini arttıran, bütçe disiplini getiren ve bunu uzun süre IMF denetiminde yapan süreci içinde AKP iktidarı bu tabloyu iyi yönetti. Ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi sona erdi. Sezer ile sıkıntılı bir süreç yaşamışlardı ama hiçbir zaman bunu kriz haline dönüştürmemişti AKP iktidarı. 3’lü kararnameler ile yapılan atamalarda tıkandıkları için bürokrasinin tamamına yakını vekalet ile yönetiliyordu. Atamalarda azami dikkat gösteriliyor, cumhurbaşkanının onaylayacağı isim var ise o tercih ediliyordu. Örneğin; eşinin başı kapalı olmasına karşın, birkaç kararnamesi geri dönen Merkez Bankası Başkanlığına Durmuş Yılmaz, kararnamesi hazırlanıp köşke gönderildikten birkaç saat sonra atanmıştı.
Cumhurbaşkanlığı adaylık sürecinde de Erdoğan’ın “sorun çıkarmama” tavrı hakimdi. Parti içindeki “joker”lerden birisinin oraya oturmasını ve bu sürecin sorunsuz geçmesinden yanaydı ve tüm planını bunun üzerine kurdu. O dönem Cumhuriyet Mitingleri düzenlendi. Bu mitingler AKP seçmeninde ve parti grubunda ciddi tepki yarattı. Bu tepki sıradan bir aday yerine “bizden biri” talebini öne çıkardı ve Abdullah Gül aday olarak ortaya çıktı. Erdoğan’ın, “devletin zirvesinde eşi türbanlı 3 isim bulunması tepki yaratır” kaygısı doğrultusunda, Arınç, TBMM Başkanlığından ayrıldı ve yerini merkez sağ kökenli Köksal Toptan’a bıraktı. Arınç Başbakan Yardımcısı oldu. Bu kararları almak burada özetlendiği gibi kolay olmadı, her görüşme ve tartışma ciddi tortular bıraktı. Aday belli olduktan sonra 367 krizi doğdu, ardından -aynı 15 Temmuz gibi “Allah’ın lütfu” diye nitelendirilmese de- Genelkurmay’dan o 'meşhur' bildiri geldi. E-muhtıra olarak adlandırılan bildiri gece yarısı internetten yayınlandı; asker ideal cumhurbaşkanı adayını tarif ederek, “sözde değil özde laik olmalı” dedi. Cumhurbaşkanlığı seçiminin TBMM’deki 2’nci tur oylamasında gelen bu bildirgeye, daha sonra kendisini de çok şaşırtan bir biçimde, AKP çok sert tepki gösterdi. Kriz çıktı. Konjonktür çok iyiydi ve erken seçim kararı alındı, MHP seçim sonrası, şekil şartlarını yerine getirip TBMM Genel Kurul salonuna girerek Gül’ün seçilebilmesine olanak tanıdı. Gül seçildi, ardından cumhurbaşkanını halkın seçeceği anayasal değişiklik için referanduma gidildi. Bu anayasa değişiklik metninde de Erdoğan’ın Gül’e siyasi geleceğinde yer vermeyeceğinin işareti vardı. Mevcut cumhurbaşkanının bir daha seçilmesinin önünü tüm itirazlara rağmen kapatmıştı. Gül tepki koyunca bir kez daha seçilebileceğine ilişkin düzenleme kerhen de olsa yapıldı.
AKP’nin sistemle sınavı bu arada bitmedi. Millî Görüş partileri için bir rutin olan kapatma davası da gündeme geldi. 14 Mart 2008’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’ın da içinde olduğu 71 kişiye 5 yıllık siyasi yasak talep eden ve AKP’nin kapatılmasına ilişkin iddianameyi hazırlayarak Anayasa Mahkemesine sundu. Mahkeme 31 Mart 2008’de iddianameyi kabul etti ve 4 ayda kararını verdi. Partinin kapatılmasına 6 üye kabul oyu, 5 üye ise ret oyu verdi. Kapatma kararı için gerekli olan nitelikli çoğunluk olmadığı için parti kapatılmadı. "Laiklik karşıtı eylemlerin odağı" olduğu gerekçesiyle, 11 üyenin 10’unun oyuyla partiye Hazine yardımının kesilmesine karar verildi. Buradaki tek karşı oy Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’tan geldi. Mahkemenin bir başka kararına yansıyan görüşleri nedeniyle muhafazakâr bakışıyla bilinen üye Sacit Adalı da kabul oyu verdi. Partinin kapatılması için oy kullanan üyelerden birisinin bugün Saray danışmanı olarak görev yaptığını da not düşelim. Davanın raportörü Osman Can, verdiği “kapatılmamalı” görüşünü içeren raporu sonrasında önce AKP MKYK üyesi oldu, tekrarlanan 2015 seçimlerinde kısa dönem AKP milletvekili olarak görev yaptı. Daha sonra AKP’den ayrıldı.
Kapatma davasının bence bu yazıda en önemli noktası, kapatma gerekçelerine karşın AKP’nin ileriye dönüp ifade ettiği vaatler. 7 Nisan 2008 tarihinde toplanan AKP Merkez Yürütme Kurulu savunma stratejisinin ana hatlarını belirledi ve bunun mahkemeye sunulmasına karar verdi. Mahkemeye iletilen kararda, toplumda oluşan laiklikle ilgili kaygıların giderilmesi için her türlü düzenlemenin yapılacağı, muhalefeti de bu sürecin mutlak bir paydaşı olarak yanına alacağı, Erdoğan’ın da bizzat bu süreci kendisinin yöneteceği belirtilmişti. 20 yıllık AKP hikayesinin en bilinen yanını da burada tekrar görüyoruz; o an için ne gerekli ise yapılabilir, sonrası hiç önemli değil.
Takvim yaprakları 12 Haziran 2007’yi gösterdiğinde, Türkiye’de sistem dengelerini yerinden oynatacak bir operasyon için düğmeye basıldı. O güne kadar politik olarak biraz da mahcup AKP’ye destek veren Fetullah Gülen cemaati, devlet içindeki kadrolarıyla ortaya çıkarak ve iktidar adına görev üstlenerek ordu içinde muazzam bir tasfiye ile sonuçlanacak Ergenekon operasyonunu Ümraniye’de bir gecekonduda bulunan el bombaları ile başlattı. 25 Temmuz 2008’de açılan dava 2013 yılında sonuçlandı. AKP iktidarının önünü tamamen açtığı ve cemaate teslim ettiği Ergenekon davasında pek çok soruşturma ve buna ek olarak dava açıldı. Bu davaların hemen hemen tamamıyla ilgili olarak, dava açan savcı ve hakimler ile soruşturmaları yürüten emniyet görevlileri hakkında kumpas davası açıldı. Davanın savcılığını bizzat Başbakan Erdoğan üstlenirken, avukatlığını da ana muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanı Deniz Baykal’ın üstlenmesi ile davaların hukuki değil politik olduğu da net bir biçimde ortaya çıktı.
Ergenekon ve onu takip eden davaların hepsinde büyük hukuki skandallar yaşandı. En temel hukuki kural olan masuniyet karinesi yok edildi, gizli tanık ve sahte delillerle ve davayla ilgisi olmayan muhtelif muhalif isimleri bir biçimde davaya dahil etme niyetleriyle, mesele tam bir hukuki faciaya dönüştü. Çok sayıda yetişmiş deneyimli asker bu süreçte tasfiye edildi. Ergenekon içine inandırıcı olması için yerleştirilen kriminal tipler ve onların devlet adına yaptıklarını söyledikleri yasadışı işlerin tamamı da arada kayboldu gitti. Bu dava süreçlerinin en dramatik olanı ise Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un çete yöneticisi olmaktan tutuklanarak yargılanmasıydı. Erdoğan bu tutuklamaya itiraz etmiş olsa da tutuklamayı yapan ve sonra FETÖ davasından tutuklanan dönemin aktörleri, her şeyi Erdoğan’ın bilgisi dahilinde yaptıklarını ileri sürdüler.
Ergenekon sürecini doğal olarak, Erdoğan’ın bir övünme meselesi gibi anlattığı “Büyük Ortadoğu Projesi Eş Başkanlığı” için ulusalcı komutanları tasfiye aracı olarak nitelendirenler de olmadı değil. Ergenekon davasında örgütün siyasi kanadı olduğu iddiasıyla yargılanan Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek de bugün iktidarı muhtelif meselelerde destekliyor.
Ergenekon mevzusu hayli uzun, çünkü süreç halen devam ediyor.
(3)
Demokrasiye dayanan siyasal sistemlerin en temel özelliği güçler ayrılığıdır. Yargı, yasama ve yürütme birbirinden ayrı olarak muhtelif meselelerde karar alabilmeli ve irade ortaya koyabilmelidir. Bu, birbirlerini hukuk içinde denetleyebilmeleri için de koşuldur. Türkiye’de de tarif edilen demokrasi budur. Yakın siyasi tarihimizde parlamentonun, TBMM’de azınlığa düşen hükümetleri bitirdiği deneyimi de vardır. Hatta tek parti döneminde de DP’nin ilk iktidar yıllarında da hükümetlere, hatta kendi hükümetlerine direnen parlamento çoğunluklarına tanıklık yaptık. Mevcut güçler ayrılığı olarak adlandırılan sistemdeki yaşadığımız sıkıntı kronikti aslında ama görülmezden gelindi. Hükümet kurup güvenoyu alabilmeniz için TBMM’de çoğunluğunuzun bulunması gerekiyor. Yani burada hemen yürütme ile yasama bir araya geliyor, ilk güçler ayrılığı burada bitiyor. Siyasi Partiler Yasası ve parti içi işleyişler, milletvekilleri listelerinin oluşumu, olmayan parti içi demokrasi nedeniyle burada kurulan yasama-yürütme birlikteliği sürekli, hatta bağımlı hale geliyor. Yargı, içinde yer aldığı bürokratik hiyerarşiye karşın yürütmeye çok güçlü olmasa da direnme yeteneğine sahipti. Yürütme ve yasamaya mutlak hâkim olan AKP gözünü, Ergenekon pratiğinin de verdiği cesaretle yargıya dikti. Ona rehberlik yapan ve yargı içinde kısmî de olsa kadrolaşma yolunda aşama kaydetmiş cemaat bulunuyordu. Ve düğmeye basıldı.
İçeriğini bile gölgede bırakarak “yetmez ama evet” savunucuları ile hatırlanan ve hep de eleştirmek için hatırlatılan Anayasa değişiklikleri, güçler ayrımına dayanan, eksik de olsa yürüme imkânı bulunan yargı sistemini tamamen felç etti. Hedef Anayasa Mahkemesi (AYM) ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üye yapısını, sayılarını ve seçilme yöntemlerini arttırarak değiştirmek ve kendi kontrollerine almaktı. Bu niyeti gizlemek için 12 Eylül darbecilerine yargı dokunulmazlığı getiren geçici 15. maddenin iptali, AYM’ye bireysel başvuru hakkı ve Ombudsmanlık kurulması gibi maddeler de eklenmişti. MHP’nin şiddetle karşı çıktığı anayasa değişiklikleri HDP’nin boykot kararıyla birlikte referandumda yüzde 57’lik bir oyla geçti.
Referandumdan geriye kalan önemli bir not da Devlet Bahçeli’nin, Fetullah Gülen’in “İmkân olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda evet oyu kullandırmak lazım” açıklamasına “ABD’den gelerek sen oy kullan” çıkışıydı. Değişiklik sonrasında dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin, hükümet adına hazırlanan liste ile Başbakan Erdoğan’ın yanına gitti ve listedeki isimlerin hepsinin “Fetullah Gülen” cemaatinden olduğunu söyledi. Erdoğan ise artık bir klasik olan nitelendirme ile “alınları secdeye değen” insanlarla birlikte olacaklarını söyledi. Daha sonraki atamalarda da Ergin ile Erdoğan sık sık karşı karşıya geldi. Cemaatin artık devlet içindeki gücü zirveye yaklaşmıştı. Emniyetin ardından yargıda da istediklerini elde etmişler, bütün kilit noktalara yerleşmişlerdi. Ergenekon sürecinde ordu içinde gerçekleştirdikleri tasfiyeler ile orası da kendi örgütlenmeleri için risk oluşturmuyordu. Artık seçilmiş bir iktidara ihtiyaçları var mıydı? Bunu tartışmaya başlamışlardı. Çünkü iktidar içinde yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkmıştı.
Bu anayasa değişikliği öncesinde Erdoğan’ın kendisine bir politik kimlik inşa etmek için yaptığı girişime tanıklık yaptı tüm dünya. Dünyayı özellikle kullandım. Siyasal İslamcı hareketin en önemli hareket noktası ümmet kavramıdır. Erdoğan da hep oradan beslendiği için, AB üyelik sürecini yürütürken gözü hep Ortadoğu’daydı. O nedenle içeriğinden bile haberdar olunmayan “Büyük Ortadoğu Projesi” eş başkanlığının üzerine atlanmıştı. Hep oralarda da bir şeyler olabilme hayali vardı. Ve bunun için planlar hazırlandı. 29 Ocak 2009’da Davos zirvesinin son konuşmasına İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile birlikte katıldı Erdoğan. Anında gelişmiş gibi gösterilse de üzerinde planlı bir şekilde çalışıldığı daha sonra ortaya çıkan bu “one minute” çıkışı bir anda tüm İslam coğrafyasında insanları sokağa, Türk bayrakları ve Erdoğan posterleriyle dökmüştü. Erdoğan daha sonra çıkışının yanlış anlaşıldığını, Peres’e karşı olmadığını anlatmaya çalıştı ama kimseyi ikna edemedi. Ama amaç hasıl olmuş, AKP’nin propaganda işlerini yapan ve 15 Temmuz’da öldürülen Erol Olçok’n organizasyonuyla Erdoğan posterleri birkaç günlüğüne de olsa Arapların ellerinde meydan meydan dalgalanmıştı.
İsrail ile ilişkilerin en gergin olduğu dönemde 31 Mayıs 2010'da Mavi Marmara katliamı yaşandı. İktidarın yola çıkana kadar desteklediği gemiye İsrail askerleri baskın yaptı ve 10 aktivist öldürüldü. Erdoğan gidenleri “bana mı sordular giderken” diye eleştirirken, olaydan 3 yıl sonra yerine ne kadar ulaştığı belli olmayan bir biçimsel özür gelmişti İsrail’den tazminat ile birlikte. İslamcılığın iktidar hallerine çok iyi bir örnektir Mavi Marmara meselesi.
Ardından AKP’nin “Arap baharı” sınavı başladı ve hepsi gibi ilk sorular çalışmadığı, hazırlıklı olmadığı yerden geldi. Örneğin; Libya’da olaylar başlayınca NATO’nun hava operasyonu yapmasına ilişkin olarak ilk gün “NATO’nun ne işi var orada” derken, hemen ertesi gün “NATO uçakları İzmir’i kullansın” diye operasyona yeşil ışık yaktı. AKP iktidarının direksiyonundaki Türkiye için bu yaklaşım artık resmi dış politika haline gelmişti. Bunun daha kalınını büyük maliyet ödeyerek Suriye’de de yaşadık.
15 Mart 2011'de, Cuma namazı çıkışı Şam ve Dera'da protesto gösterileri düzenlendi. Suriye Devlet Başkanı Esad bunu sert bir biçimde bastırdı, onlarca insan öldü. 30 Temmuz'da, çoğu ordudan ayrılan subaylardan oluşan Özgür Suriye Ordusu'nun (ÖSO) kurulduğu duyuruldu. Türkiye ile Körfez ülkelerinin de bu oluşuma katkısı oldu. 9 Ağustos 2011’de son dönem ortak bakanlar kurulu toplayacak, tatil yapacak kadar iyi ilişkiler kurulan Esad ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 8 saat süren bir görüşme yaptı. Türkiye o dönem İhvan hareketinin önünü açmaya çalışan bir görüntü içindeydi. Katar ve Arabistan’ın doğalgaz ile petrolünü Suriye üzerinden boru hatlarıyla Türkiye’ye getirmek, oradan da Avrupa’ya pazarlamak da bir proje olarak ortada duruyordu. Bunun için Avrupa’nın en önemli tedarikçisi Rusya’ya bağlı olan Esad rejimin yıkılması gerekiyordu. Politik ve ekonomik bu iki plana da Esad ile birlikte Rusya ve İran doğal olarak direnecekti. Bakanlar kurulunda konu hakkında Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, BAAS rejimi üzerinden inşa edilen Arap ulus devleti olarak Suriye’nin yıkılmayacağından ve Türkiye’nin elini buraya sokmasının sakıncalarından söz edince, Başbakan Erdoğan’ın “birkaç aya kadar Esad orada kalmayacak” sözlerini Davutoğlu “birkaç hafta” diye düzeltmişti. Daha sonra meseleye dahil olan ABD ile “eğit donat” projesiyle Esad karşıtlarına her türlü destek sağlanmasına aracılık eden Türkiye, bunun karşılığında sınırları içinde 6 milyon göçmen ile ne zaman ortaya çıkacakları bilinmeyen cihatçı teröristlere ev sahipliği yapmaya başladı. Başka ülkelerin "terörist" olarak nitelediği kişilere "özgürlük savaşçısı" iddiasıyla destek veren Türkiye, kendisinin "terörist" olarak nitelediklerine "özgürlük savaşçısı" denmesinin yolunu açtı.
Türkiye’nin Mısır diplomasisi, o ünlü Rabia işareti ile ifade edilen fiyaskoyla sonuçlandı. Körfez ülkelerinden sadece -ekonomik nedenlerle- Katar’la dost kalındı. Türk turistlerini büyük coşkuyla karşılayan Ortadoğu ülkelerine Dışişleri Bakanlığı, var olan tehditler nedeniyle turist olarak gidilmemesi çağrısı yaptı. Arabistan Türk hacı adayı kabul etmedi, Türk ürünlerine boykot uyguladı. Siyasal İslamcı refleks ve tarihsel bağlar kurularak uygulanmak istenilen akademik fanteziler Türkiye’ye çok büyük fatura çıkardı. Cumhuriyetin, Osmanlı deneyimlerini veri kabul ederek oluşturduğu, güvene dayalı Ortadoğu politikası yok sayıldı ve komşularla sıfır sorun sloganı ile çıkılan yolda tüm komşularla sorunlu hale gelindi.
MİT’in PKK’ya yönelik büyük bir operasyon planının masaya yatırıldığı 28 Aralık 2011 tarihinde Roboski’de savaş uçaklarının bombalarıyla 38 köylü öldürüldü. Mesele tam boyutlarıyla tartışılmadan cemaat savcıları, iktidarın kadrolaşmasına izin vermedikleri kurum MİT’e operasyon başlattı. Dönemin İstanbul Cumhuriyet Savcısı Sadrettin Sarıkaya tarafından MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın da aralarında bulunduğu istihbarat görevlilerinin 7 Şubat 2012'de ifadeye çağrılmasıyla başlayan krizde, siyasi iktidarın olaya müdahalesiyle yapılan yasa değişikliğiyle, MİT görevlilerinin soruşturulması izni Başbakanlığa bırakıldı. MİT krizinde ilk kez cemaat ile AKP açık bir biçimde birbirleriyle mücadeleye başlamışlardı. İkisi de birbirlerinin gücünün farkında değildi ve bunu öğrenmek istiyorlardı. Hükümet hemen dershaneler yasasıyla hamle yaptı, kilit noktalardaki cemaat kadrolarını teker teker etkisizleştirmeye başladı. Bu arada da AKP ile cemaatin arasını bulmak, aralarında bir sorun olmadığını göstermek için pek çok isim seferber olmuştu.
İleride faturası kısmen cemaate kesilecek Gezi direnişi 23 Mayıs 2013’te başladı. Cemaat medyası ile iktidar Gezi'ye şiddetle karşıydı. Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Yardımcısı ve Erdoğan yurt dışında olduğu için başbakana kısa bir dönem vekalet eden Arınç, eylemcilerin dinlenmesi ve diyalogla meselenin çözülmesini savundular. Medyasına karşı biraz zaman geçtikten sonra Fetullah Gülen’den de yapıcı açıklamalar geldi ve böylece saflar belirginleşti. Uzlaşma yanlısı dönemin valisi ile emniyet müdürü de FETÖ davalarından üzerlerine düşeni yaşadılar ve yargılanıp biri mahkûm oldu, birisi beraat etti. Erdoğan, Arap Baharı olaylarında tanık olduğu için sokak hareketlerinden hep çekindi ve onu kendi kitlesini konsolide etmek için kriminalize ederek kullandı. Gezi’de milyonlarca insanın kendiliklerinden Türkiye’nin bütün kentlerinde -Bayburt hariç- sokağa çıkarak eylem yapmasını Erdoğan hiç dikkate almadı. Bu nitelikli gösterileri hep değersiz göstermeye çalıştı. Gezi direnişine yaklaşımı Erdoğan'ın politik kimliğini nasıl inşa etmek istediğini de Türkiye ile birlikte tüm batı ülkelerine gösterdi. Demokratik ve hukuk devletinden ayrılmak isteyen Erdoğan için Gezi iyi bir yol ayrımı idi. Ve bunu kullandı.
(4)
Devletlerin hakimiyetlerini içte ya da dışta kurabilmeleri için polis, yargı ve askere ihtiyaçları vardır. Demokratik devletlerde bunların görevleri yasalarla belirtilir ve bu yasal alanın dışına çıkılmasına izin verilmez. Yani işler yazılı metinler ve onları bağımsız yorumlayacak düzgün bürokratlarla yürütülür. Bu bürokratlar tercih edilirken meseleye hakimiyeti ve görevi yerine getirip getirmeyeceği gibi kriterler göz önünde bulundurulur. Bu nedenle eğitim düzeyi düşük ve konuyla o güne kadar ilgisi olmamış bakanların altına, Türk bürokrasisinde, en az 12 yıl devlet deneyimi ve mesleki yeterliliği olan üst düzey bürokratlar getirilirdi. Tabii işi doğru düzgün yapmak istiyorsanız. Yoksa, hukuksuz da olsa sizin istediklerinizi yapacak bürokrat arıyorsanız o zaman devreye başka kriterler giriyor. Cemaat mensubiyeti bir dönem böyleydi. AKP’nin bürokraside atayacak kadrosu yoktu. Cemaatin ise iyi eğitim almış ve bürokraside yol kat etmiş bir kadrosu mevcuttu. Yani kolayca buluşmuşlardı.
Takvim yaprakları 17 Aralık 2013’ü gösterdiği sabah erken saatlerde savcıların kontrolünde polis rüşvet operasyonu yaptı. Operasyon yapılan iş adamlarının tamamı iktidara yakındı ve bazı iktidar üyeleri ile yakın ilişkiler kurmuşlardı. Operasyonun hedefinde, çocukları üzerinden 4 bakan da vardı. Operasyon sabahı yasadışı olarak elde edilen -aralarında Başbakan Erdoğan ve bakanların da bulunduğu- telefon konuşma kayıtları sızdırıldı. Paraları sıfırlandırma meselesi tarihin sayfalarında -hem de sesli olarak- yer aldı. Operasyonun merkezinde İran asıllı iş insanı Rıza Sarraf vardı. Bu operasyonun şoku atlatılmadan, 25 Aralık tarihinde içinde Başbakanın oğlu Bilal Erdoğan’ın da adının geçtiği 2. bir operasyon ile siyaset sahnesi güne uyandı. Durumun ciddiyetini anlayan hükümet, şoku atlattıktan sonra hemen karşı hamleye girişti.
Meseleyi “cemaat hükümete darbe yapıyor” diye açıklamaya karar verdi ve bunu da cemaate yönelik bürokrasideki görevden almalar ve dershanelerin kapatılmasına tepki olarak açıklamaya çalıştılar. Başarılı da oldular. Cemaat için kurulan 'paralel devlet' tanımlaması da bu günlerin ürünüdür. Çok sayıda gözaltı ve tutuklamanın ardından hükümet gücünü yokladıktan sonra harekete geçti. İlk olarak operasyonu yapan savcı Celal Kara’nın görev yerini değiştirdi. Operasyonda adı geçen içişleri Bakanı Muammer Güler’in yerine Efkan Ala atandı. Şüpheli sıfatı ile Bilal Erdoğan ifade vermeye çağrıldı, Emniyet Müdürü Selami Altınok bu çağrıyı işleme almadı. Başbakanın evinin çevresine özel tim yerleştirdi. Başbakan gittiği her yere oğlu Bilal Erdoğan’ı da götürdü ve koruma önlemleri arttırıldı. Evlerden çıkan paralar ve para sayma makineleri günlerce konuşuldu. Bu paraların cemaat mensuplarınca konulduğu bile ileri sürüldü. Ama mahkeme sonunda paralar sahiplerine iade edildi. 14 Şubat 2014 tarihinde operasyon sonucu tutuklananlar serbest bırakıldı, Erdoğan bu tahliyeleri "adalet yerini buldu" diye değerlendirdi. Oysaki MİT, Rıza Sarraf merkezli iddiaların tamamını aylar önce raporlar halinde Başbakanlığa bildirmişti. Yani devletin olup bitenden haberi varmış. Ayrıca Sarraf çıktıktan sonra iktidarın kanallarından birisinde, Türk bayrakları eşliğinde tek başına cari açığı nasıl kapattığı anlatmıştı. Kahraman olarak o gün sunulan Sarraf ABD’de hâkim karşısına çıkınca Türkiye ABD’ye 2 kez “vatandaşını iade etmesi” için nota verdi. İtiraflarda bulunduğu öğrenilince de bu vatandaş bir anda unutuldu.
Operasyonun emniyet ayağını ortadan kaldıran Selami Altınok şu anda AKP Milletvekili. Operasyonu yapan yargı ve polis mensuplarının, Erdoğan tarafından, Gülen cemaatinin oluşturduğu paralel devlet yapılanması örgütü üyesi oldukları açıklandı. Ama 4 bakan istifa etti ve bakanlar hakkında iddiaların soruşturulması için TBMM’de komisyon kurulmasına da karar verildi. Bakanlar, Egemen Bağış, Zafer Çağlayan, Muammer Güler ve Erdoğan Bayraktar için kurulan komisyonda -beklenildiği gibi- sayısal çoğunluk AKP’de olduğu için Yüce Divan’a sevk kararı çıkmadı. Bu arada sadece Bayraktar kıl payı bir oy ile soruşturmaya dahil oldu ve hep kendisini diğer 3 bakandan ayrı tutan ve hatta onları suçlayan açıklamalarda bulundu. TBMM’de kurulan soruşturma komisyonu 7 ay çalıştı. O süre içinde Erdoğan Cumhurbaşkanı, Davutoğlu başbakan olmuştu. Yüce Divan oylaması öncesinde Davutoğlu eski bakanların yargı karşısına çıkması gerektiği savunuyordu ve Erdoğan ile ilk ciddi krizi yaşıyorlardı. Erdoğan milletvekillerini topluyor ve yargıya gerek olmaksızın bunu kendi içlerinde halledeceklerini söyleyerek onları ikna etmeye çalışıyordu. Tüm bunlar olurken AKP grubu da fire veriyordu. İhraç talebiyle disipline verilen Ertuğrul Günay, Erdal Kalkan ve Haluk Özdalga istifa ettiler. Daha önce ayrılan Hakan Şükür, İdris Bal, Hasan Hami Yıldırım ve İdris Naim Şahin ile parti grubu fire vermeye başlamıştı. Bu operasyonların ardından iktidar yargıda boş bulunan alanları, AB’nin de “yargı bağımsızlığı bitiyor” tepkisine karşın doldurdu. Operasyonu yapanlar, bürokratlar “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya çalışmakla” suçlandı. Bu dönemin simge fotoğraflarından birisi de Devlet Bahçeli’nin pilleri çıkarıldığı için 17:25’te duran saatidir. MHP tüm oylamalarda eski bakanların Yüce Divan’a gitmesi için oy kullandı.
Bu arada önce kahramanlık öyküsüyle, daha sonra da mahcubiyetle anlatılan ve Türkiye’nin başını yıllar sürecek bir belaya sokan olay, Rus savaş uçağının düşürülmesi yaşandı. NATO üyesi bir ülke tarafından bir Rus savaş uçağının düşürülmesi dünyayı ayağa kaldırmaya yetti. Rusya ile gerginlik arttı; Rusya ekonomik ambargo uyguladı, Türk firmalara iş, işçilere vize vermedi, turist göndermedi, Türkiye’de ihracatı durdurdu. Rusya ile ilişkilerin düzelmesi için NATO ve ABD ile ilişkileri bozmak pahasına 2,5 milyar dolarlık S-400 füze alımı ve nükleer santralde ekonomik ödünler verildi. Erdoğan ve Davutoğlu’nun politik olarak üstlenmekte yarıştıkları uçak düşürme ve S-400 alımı sonrası Türkiye F-35 programından çıkarıldı, pek çok ekonomik yaptırıma muhatap oldu. Milyarlarca dolar kaybın yanında, Türkiye’nin bir ittifak olarak NATO’daki ve buna bağlı olarak batıdaki yeri tartışmaya açıldı. Erdoğan bu tartışmalardan da kısmen muhafazakâr tabanının hoşuna gidecek öykü çıkarmaya çalışmayı da ihmal etmedi. Şangay İşbirliği Teşkilatı’na dahil olmanın bile tartışıldığı o döneme, Rusya’dan gelen kesin ve olumsuz açıklamalarla son verildi. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Rus uçağını düşüren pilotlar da tutuklandı ve o meselenin faturası da bir anda FETÖ’ye çıkarılmaya çalışıldı.
AKP’nin politik niteliğinin anlaşılması için en önemli verilerden birisi çözüm sürecidir. Yıllardır muhtelif yapıların iktidarlarını mutlaklaştırmak için kullandıkları Kürt meselesini AKP de “çözüm” diyerek de “terörle mücadele” diyerek de kullanmış ve bunda da başarılı olmuştur. Erdoğan meseleye bakışını ilk olarak 2005 yılında yaptığı Diyarbakır ziyaretinde, devlet adına yapılanlara getirdiği özeleştiri ile vermiş ve bir paradigma değişikliği beklentisi yaratmıştı. Ardından Cumhurbaşkanı Gül bilimsel bir çerçevede ve devlet projesi olarak meseleye el atmış, hatta o dönem kullandığı Güroymak’ın eski adı Norşin ile de bunun sinyalini vermişti. 2009'da başlatılan “Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi ve Demokratik Açılım”dı bu. Ama ardından PKK’nın şiddetinin dozunu arttırması ile projeye son verilmişti. Ardından Erdoğan devreye girdi, süreci MİT ile beraber Beşir Atalay koordinatörlüğünde tekrar başlattı. Süreç PKK ve onun yöneticileriyle görüşmeleri de içerdiği için, bu görüşmeleri yapanlara yasal koruma da getirildi. 2014 yılında “Terörün sona erdirilmesi ve toplumsal bütünleşmenin güçlendirilmesine” ilişkin kanun çıkarıldı. Burada PKK “kurum” olarak ima edilirken, PKK lideri Öcalan tarafından da onaylanan bu metin ile yaşananların da “terör” olduğu kayıt altına alınıyordu. Alışıldığı gibi süreç olumlu giderken AKP ve Erdoğan tarafından sahiplenildi, olumsuz bir noktaya gelince 'kendilerinin dışındaki gelişmeler' olarak nitelendirildi. Bunların en somutu Dolmabahçe Sarayı'nda açıklanan metindir. Erdoğan metnin içeriğine karşı olduğunu açıklamasına karşın, sadece metne değil, oradaki oturma düzenine bile karıştığı bizzat oradaki aktörler tarafından açıklandı. Bölgedeki meselelerin hemen hemen tamamı gibi süreç, Ceylanpınar’da 2 polisin şehit edilmesi ile sonlandı. Çözüm süreci yerini, Erdoğan’ın yeni politik hattı uyarınca terörle mücadele ve güvenlikçi, hatta ve bunu simgeleyen yeni siyasi yapı ve kişilere bıraktı.
(5)
Kurucu kadrolar anayasa hazırlarken hep en yüksek makama liderlerinin oturacağı kesin kabulü ile işe başlarlar. Bu nedenle ya bazen abartırlar ya da pratikte ortaya çıkabilecek meselelerin halledileceğini varsayarak eksik bırakırlar. Türkiye’deki anayasalarda da bunu görüyoruz. 12 Eylül anayasası dahil. Cumhurbaşkanlığı koltuğunda Atatürk veya İsmet İnönü oturduğu zaman, tek parti iktidarının da doğal sonucu olarak yetki, görev ve sorumluluk alanları da seçilmeleri de tartışma konusu olmadı. Celal Bayar, Atatürk’ün yakın arkadaşı olmasının yanı sıra ilk sivil cumhurbaşkanı olarak çok partili hayata geçmesiyle seçildi. Sorun yaşanmadı. Sorun ondan sonra başladı.
AKP döneminde Gül ismi üzerinden tartışmalar, parlamentoda cumhurbaşkanı seçildikten sonra, yapılan anayasa değişikliğiyle tekrar seçilip seçilemeyeceğini netleştiren düzenleme ile bitti. Tekrar seçilmeyi isteyecek miydi, şimdi bu sorunun yanıtı aranıyordu. Erdoğan aday olmaya niyetliydi. Bu nedenle Gül’ün kapısını tekrar aday olması için ilk o çalmadı, MHP lideri Devlet Bahçeli çaldı ve CHP ile ortak adaylarının olmasını istedi. Gül bu teklifi Erdoğan’dan bekliyordu aslında. Cumhurbaşkanlığına çıktıktan sonra tüm karar alma mekanizmalarının dışına yavaş yavaş bilinçli bir biçimde itildiğinin de farkındaydı. Erdoğan ile yola çıktıkları birliktelikleri ve birbirlerine güvenleri aşınmıştı ve bunun pek çok sebebi vardı. Gül, Bahçeli’nin teklifini çok nazik bir biçimde reddetti. Ardından Erdoğan geldi, Gül’e ve aday olup olmak istemediğini sordu. Soru çok açıktı. Gül soruya soru ile karşılık verdi, “Asıl sen istiyor musun?” Erdoğan ‘evet’ yanıtı verince, Gül “Tarihteki kardeş kavgalarının neye mâl olduğunu bilirim. Bu makam senin hakkın. Karşına aday olarak çıkmam. Putin-Medvedev değişimi de bize yakışmaz. Bu saatten sonra siyasete de dönmek bana ve bıraktığım makama yakışmaz. Ama parti önemli, bunun geleceğini beraber kurgulayıp planlayalım’ dedi. Bu talebe olumlu yanıt veren Erdoğan, partinin geleceğine ilişkin konuyu bir daha hiç açmadı. Adaylığını açıkladı ve devletin gereği olan görüşmeler dışında Gül’ün kapısını çalmadı. Sadece 16 Nisan 2017 referandumuna kadar. Burada Gül “parlamenter sistemden yana” olduğunu söyledi ve meseleyi kapadı. Bunun üzerine dönemin TBMM Başkanı İsmail Kahraman Gül’ü aradı ve en azından Kayseri’de bir program yapmasını istedi. Gül sert bir biçimde bu öneriyi de reddetti. Erdoğan, CHP ile MHP’nin ortak adayı Ekmeleddin İhsanoğlu ile yarıştı ve sonuçta halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı oldu.
Gül’ün görevden ayrılacağının bir gün öncesinde, 27 Ağustos 2014’te toplanan AKP Olağanüstü Kongresi, Gül’ün bürokrasi ve siyasete taşıdığı Ahmet Davutoğlu’nu Erdoğan’ın tercihi olarak genel başkan seçti. Bunu Gül de herkes gibi çıkan haberlerden öğrendi. Çünkü başta ABD’deki gizli Pensilvanya ziyareti ve Suriye meselesi olmak üzere, Dışişleri Bakanı olarak o dönem görev yapan Davutoğlu ile araları soğuktu. Buna rağmen Erdoğan, Gül ile konuşsaydı ve “Genel başkan kim olsun diye?” sorsaydı Erdoğan’ın alacağı yanıt kesinlikle Ahmet Davutoğlu olurdu. AKP’nin ilk olağanüstü kongresinde yaşanan tablo da içinde pek çok ilk barındırıyordu. Anayasanın açık hükmüne rağmen cumhurbaşkanı seçildikten sonra Erdoğan parti genel başkanı ve başbakan sıfatlarını bırakmamıştı. Bu kongreye de seçilmiş cumhurbaşkanı, başbakan ve AKP Genel Başkanı olarak katılmıştı. 28 Ağustos 2014’de Gül görevini Çankaya Köşkü’nde düzenlenen tören ile Erdoğan’a devretti ve aynı gece Ankara’yı terk ederek İstanbul’a gitti.
Fazilet Partisi’ndeki yenilikçi-gelenekçi mücadelesinde, İstanbul kongresinde yenilikçilerin karşısına aday olarak çıkan ve kazanan Numan Kurtulmuş’a Erdoğan sıcak bakmıyordu. Gül’ün, Kurtulmuş’u partiye davet etme teklifine de karşı çıkmıştı. Ama 12 Temmuz 2012’de Saadet Partisi genel başkanlığından ayrıldıktan sonra HAS Parti’yi kuran Kurtulmuş -adı başka türlü ifade edilse de- partisiyle Erdoğan’ın daveti üzerine AKP’ye katıldı. Erdoğan böylece partiyi gelecekte Millî Görüş kökenlilerle birlikte yönetme niyetini ortaya koymuştu. Belki parti içi dengeler için Kurtulmuş ve ekibine ihtiyaç duyuyordu.
Davutoğlu genel başkan seçildikten sonra hükümeti kurma görevini Erdoğan’dan aldı, 29 Ağustos’ta hükümet üyelerini açıkladı. Gezi sonrasında politikasını güvenlikçi hata oturtmaya başlayan Erdoğan bu ısrarını sürdürüyordu. İç Güvenlik Yasası ile polisin yetkileri arttırıldı. AKP 7 Haziran 2015 seçimlerine Davutoğlu başkanlığında gitti. AKP birinci parti oldu ama Meclis'teki çoğunluğunu kaybetti. Erdoğan direksiyona geçerek süreci yönetmeye başladı. Davutoğlu samimi bir biçimde CHP ile koalisyon görüşmeleri sürdürürken Erdoğan, koalisyon kurulmaması ve ülkenin tekrar seçime gitmesini kurguluyordu. Ülke, çözüm sürecinin hemen ardından yaşanan olaylarla terörize olmuştu. Ankara, Diyarbakır ve Suruç’ta patlayan canlı bombalarla onlarca insan yaşamını kaybetmişti. PKK’nın seçim sonuçlarından hoşlanmadığı sonucu çıkarılan hendek eylemleriyle de onlarca insan hayatını kaybetmişti. Koalisyon görüşmeleri olumsuz sonuçlandı, Erdoğan seçim hükümeti kurdurarak tekrar seçim kararı aldı. Bu arada da parti yönetimine tek başına iktidar olacakları garantisi verdi. Öyle de oldu, 1 Kasım seçimlerinde oyunu yüzde 9 arttıran AKP yüzde 49 oy oranı ile tek başına iktidar oldu. Seçim hükümetine bakan olarak giren MHP’li Tuğrul Türkeş parti disiplinine verildi ve partiden ayrılıp AKP’ye geçerek uzun dönem Başbakan Yardımcısı olarak görev yaptı.
Bu arada Erdoğan Davutoğlu’na parti yönetiminde ya da kabinede kendi ekibini kurmasına izin vermiyor, paralel bir hükümet ve parti yönetimi oluşturarak her şeye hâkim olmaya çalışıyordu. Alınan bazı kararlardan bile başbakan ve genel başkan olarak Davutoğlu sonradan haberdar oluyordu. Erdoğan, Davutoğlu’nun ısrarlarına karşın milletvekili bile olmasına karşı çıktığı Ali Babacan’ın kabineye girmesine onay vermemişti. Kabine ya da parti yönetimi toplantılarında konuşulan mevzularda bir sorun çıktığında belli isimler hemen telefon ile Erdoğan’ı arayıp soruyor ve yanıtı karar gibi toplantıya aktarıyorlardı.
AKP 5’inci Olağan Kongresi 12 Eylül 2015’te toplandı. Davutoğlu bu kongrede kendi listesi ile parti yönetimini oluşturmak istedi ve listeyi Erdoğan’a sundu. Erdoğan itiraz etti ama Davutoğlu başta direndi. Durum bir anda ciddileşmişti. Kendi iradesi ile çok sayıda teşkilat operasyonu yapan Davutoğlu için ‘Erdoğan’a rağmen genel başkan olabilir mi?’ sorusu ciddiyet kazanmıştı. O dönem Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun kazanması halinde yeni bir parti kuracağı bile ileri sürülüyordu. Davutoğlu çok sıkışmıştı. Uzun zamandır görüşmediği Gül bile Davutoğlu’na dolaylı olarak kendi listesi ile aday olması için destek iletmişti. Arınç, Davutoğlu’nun yanındaydı. Davutoğlu kongre sabahı Erdoğan’ın listesi ile salona geldi ve kısa süreceği her halinden belli olan genel başkanlık koltuğuna oturdu…
(6)
Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimleri hep sorunlu olmuştur. İlk 3 cumhurbaşkanı ile Erdoğan bu genel değerlendirmenin dışındadır. Erdoğan çok ciddi bir saha temizliği sonrasında o koltuğa oturdu. Hamlelerinden ve aldığı kararlardan, tek başına başkanlık sistemini getirerek ülkeyi yönetmeyi yola çıkarken hedeflediği kolaylıkla anlaşılıyor. Örneğin, başbakanlık binası olarak temeli atılan saray, tam da kafasına uygun olan başkanlık binasıydı ve seçilir seçilmez orayı başbakanlık değil kendisine saray yaptı. Başkanlık sistemini ilk Turgut Özal dillendirdi. Taraftar bulamadı. Parti kurup bunu savunmaya karar verdi, ömrü izin vermedi. Süleyman Demirel de yarı başkanlık sistemini dilendirdi. Çok ısrarcı olmadı. Bu iki siyasetçi de cumhurbaşkanı olunca ilk olarak partilerini kaybettiler. Sıkıntı da buydu. Erdoğan bu iki pratiği çok iyi incelemişti ve dersini iyi çalışmıştı. Partisi de uzaktan yönetmeye olanak sağlayacak bir itaat kültürü ile kurgulanmıştı. Ama bu yetmedi.
Davutoğlu istemediği isimlerden oluşan bakanlar kuruluna başbakanlık, istemediği isimlerden oluşan parti yönetimine de genel başkanlık yapıyordu ve gergindi. 17/25 Aralık meselesi nedeniyle Erdoğan ile güven sorunu yaşarken Davutoğlu, gündeme “kamuda şeffaflık paketi” adında bir düzenleme getirdi. Kendisine danışılmadan bu düzenlemenin getirilmesine Erdoğan çok kızdı ve kapalı toplantılarda Davutoğlu’na “Bu düzenleme olursa il, ilçe başkanı bulamazsınız” dedi. Erdoğan’ın tepkisi üzerine paket geri çekildi. Erdoğan bu dönem, olağanüstü durumlarda anayasal yetkisini kullanarak toplaması gereken bakanlar kurulunu sarayda toplayarak başkanlık yaptı, olağanüstü bir durum da yoktu. 2015 yılının Ocak ayında gerçekleşen ilk toplantıdan yansıyan karede Davutoğlu’nun yüzündeki kızgınlık hemen anlaşılıyordu. Ve bu toplantılar daha sonra da devam etti. Bu toplantılar, Davutoğlu karşıtları tarafından, Davutoğlu’na “patronun kim olduğunu” hatırlatma toplantıları olduğu yorumu yapıldı. Davutoğlu-Erdoğan arasında en büyük sıkıntılardan birisini de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın istifa ederek milletvekilliği başvurusunda bulunması oluşturdu. Fidan bu kararı Davutoğlu ile görüşerek almıştı ve Erdoğan kendisine danışılmamasına çok kızmıştı. Fidan’ın adaylığını doğru bulmadığını söyledi. Bu açıklama sonrası Fidan adaylık başvurusunu ve istifasını geri aldı.
İkili arasında gerginlik artınca ve Davutoğlu teşkilatlarda yavaş yavaş kabul görmeye başlayınca sert bir hamle ile karşılaştı. Son olarak 15 il başkanı ve 65 ilçe başkanını Erdoğan’a sormadan değiştirmesi kriz yarattı, partinin yetkili organı MKYK teşkilatlara il, ilçe başkanı atama yetkisini genel başkanın elinden aldı. Bu ciddi bir darbeydi. Ardından ünlü “Pelikan Bildirisi” geldi. Bildiride Erdoğan ile Davutoğlu arasında yaşanan ve somut olan 27 gerilim noktasına işaret ediliyordu. İçeriğine bakılınca, Erdoğan’ın bilgisi dahilinde yapılmamış olması imkânsız hale geliyordu. Bir genel başkanı koltuğundan etmesi nedeniyle ilk olan bildiri Erdoğan’ın damadının kontrolünde olan bir kaynaktan çıkmış ve o grubun medyasında da büyük yer bulmuştu. Bu hamleye karşı sert çıkan Davutoğlu yalnız bırakıldığını kısa sürede anladı. Tartışmalar sürünce Davutoğlu saraya giderek Erdoğan ile 1 saat 40 dakika görüştü. Ertesi gün, seçimlerin üzerinden henüz 6 ay geçtiğini hatırlattıktan sonra istifa kararını zaruriyet neticesinde aldığını bildirdi ve 22 Mayıs 2016’da olağanüstü kongre toplanacağını ve aday olmayacağını açıkladı.
Davutoğlu kongre salonuna girdiğinde dakikalarca ayakta alkışlandı. Genel başkan adayı Binali Yıldırım da kongre salonuna girince dakikalarca ayakta alkışlandı. Divan Başkanlığına, Davutoğlu’nu istifaya zorlayan ekipten Bekir Bozdağ getirildi. Erdoğan’ın mesajını okurken ayağa kalktı, o ayağa kalkınca herkes ayağa kalktı ve bir ilk olarak mesaj ayakta dinlendi. Bu tablo pek çok yoruma da malzeme oldu. Kongre sonunda Binali Yıldırım genel başkan oldu. Erdoğan’ın istediği “güçlü genel başkan zayıf başbakan” modeli uygulamaya geçildi. Yıldırım son başbakan olarak tarihe geçmek istiyordu ve bunun için çaba harcadı.
Yıldırım, Cumhurbaşkanlığı sistemine geçildikten sonra TBMM Başkanı seçildi. İstifa edip İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı oldu. Daha önce de İzmir’de aday olmuş ve kaybetmişti. O nedenle İstanbul adayı olmak istemiyordu. Ama Erdoğan’a direnemedi. İstanbul adaylığı sürecinde de Berat Albayrak ve Süleyman Soylu ekipleriyle hep gerginlik yaşadı. Bu gerginliklerin birinde Albayrak, Yıldırım’ın bürokraside tüm kadrolarını görevden aldı. İstanbul seçimlerinin tekrarlanmasına karşı çıktı ama Albayrak ekibini aşamadı. Daha sonra tek başına Cumhurbaşkanı yardımcısı olmayı bekledi ama Erdoğan atamadı. Bunun üzerine kırgınlığı belli ederek uzun süre ortalıkta gözükmedi. Erdoğan gönlünü almak için AKP Genel Başkanvekilliği kontenjanını son kongrede 2’ye çıkarak Yıldırım’ı o göreve atadı. Binali Yıldırım çocuklarının işi ve var olduğu söylenen milyarlarca dolarlık servetiyle hep tartışma konusu oldu.
Bilindiğinin aksine Binali Yıldırım’ı ilk bakan yapan Abdullah Gül’dü. Ama o hep Erdoğan’ın ekibinde yer aldı. Efkan Ala’dan boşalan İçişleri Bakanlığına Soylu’nun gelmesini istemedi ama engelleyemedi de. Çünkü AKP çizgisi güvenlikçi politikalarla MHP ile yakınlaşmaya başlamıştı. Berat Albayrak da Yıldırım kabinesinde Enerji Bakanı olarak yer aldı. Ama Yıldırım bundan da hiç hoşlanmadı. 17/25 Aralık’ta direnilmesi ve karşı atak yapılmasını ilk dile getiren isim de Yıldırım’dı.
15 Temmuz darbe girişi sırasında İstanbul’daydı ve Ankara'ya geçmesi söylenmişti. Ankara güvenli değildi ve yolda Ilgaz dağına gidilmesini Yıldırım’a rağmen korumaları karar vermişti. O gece konvoyundaki araç taranmıştı. Darbe girişimi atlatıldıktan sonra gece boyunca arayıp ulaşamadığı MİT Müsteşarına çok kızmıştı. O gecenin kendisi için ciddi riskler barındırdığını anlayınca MİT Müsteşarının görevden alınması için yurtdışı gezisindeyken kararname hazırlattı. Uçağı havaalanına indiğinde onu bir sürpriz bekliyordu, MİT Müsteşarı bir kararname ile Başbakanlık’tan alınıp Cumhurbaşkanına bağlanmıştı. Hakan Fidan ve dönemin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, Ahmet Davutoğlu ile çok yakındılar. Her üçünün hem siyasette hem de bürokraside önünü Abdullah Gül açmıştı. Fidan, Erdoğan için de çok önemliydi.
Araştırılması, konuşulması istenmeyen ve “Allah’ın lütfu” haline dönüşen 15 Temmuz darbe girişimi Erdoğan’ın hayallerini yıllardır süsleyen sisteme geçmek için de çok iyi bir zemin oluşturdu. MHP lideri Bahçeli ilginç bir biçimde, bugüne kadarki bütün politik ve hukuki gerekçeleri sil baştan yaptıracak bir gerekçeyle adına cumhurbaşkanlığı sistemi denilen sisteme geçilmesini önerdi. Bahçeli’nin gerekçesi, “fiilî durumu anayasal sınırlara” çekmek değil “anayasayı fiilî duruma uygun hale” getirmekti. Yani ortada bir anayasa ihlali vardı. MHP ile AKP ortak bir Türk tipi başkanlık sistemi oluşturdu ve bu sistem 16 Nisan 2017 tarihinde referanduma götürüldü. Oyların sayımı sırasında AKP’li YSK üyesinin talebi üzerine, yasaya aykırı olmasına karşın mühürsüz oy zarfları da geçerli kabul edildi ve referandumdaki ‘evet’ oyları çok az bir farkla “hayır” oylarını geçti. Referandum sonuçlarına gölge düşüren bu tartışmaların önünü kesmek için Erdoğan, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” dedi. YSK kararları hukuki bir denetime tâbi olmadığı için tartışma devam etti ama mesele bitti. AB raporlarında OHAL şartlarında yapıldığı için adil olmadığı vurgulanan referandum sonrasında Erdoğan bu yetkilere sahip olmak için ancak bir yıl bekleyebildi.
(7)
Anayasa değişiklik metinlerine AKP döneminde hep niyet edilenin yanında bir tür “garnitür” gibi hiçbir kimsenin itiraz etmeyeceği düzenlemeler de eklendi. Burada da Meclis'in yetkisi ve etkisi, denetim gücü azaltılırken milletvekili sayısı arttırıldı. Milletvekili seçilme yaşı düşürüldü. Bir deneme yanılma yöntemi olarak genel seçimleri 4 yılda bire düşüren AKP, bir düzenleme ile tekrar 5 yılda bire çıkardı. Ama kendi yaptığı bu düzenlemeyi yine ilk kendisi bozdu.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “anayasayı fiilî duruma uygun hale getirmek” diye savunduğu Cumhurbaşkanlığı sistemine ne zaman geçileceği aslında değişiklik metinleri içinde vardı. Anayasa değişiklik metnine göre ilk cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler 3 Kasım 2019’da yapılacaktı.
Referandum tartışmalı da olsa kıl payı geçmişti ve Erdoğan AKP genel başkanlığına 998 gün sonra tekrar oturmuştu. MHP, iktidardan aldığı destek ile Meral Akşener ve arkadaşlarının parti yönetimini ele geçirmelerini önlemişti. Ancak Akşener yeni bir parti kuruyordu. Erdoğan Metin Külünk’ü Akşener’e göndererek Başkanlık sistemi sonrasında güçlü yardımcılığını önerdi, parti kurmaktan vazgeçirmeye çalıştı. Akşener evinde kabul ettiği Külünk’ün getirdiği teklifi sert ifadelerle reddetti. Ve partisini kurdu. İktidarın kendisine bu desteğini unutmayan MHP lideri Bahçeli, geçmişteki sert açıklamalarını bir yana bırakarak koşulsuz Erdoğan’ın yanında yer almaya başladı. Bu iktidarın yanında yer alma pozisyonu MHP içinde farklı sesler çıkmasına neden olsa da ciddi bir sorun yaşanmadı. Hikâyenin sonunda oylardaki düşüş dışında.
Erdoğan kum saatinin aleyhine çalıştığını fark etmişti. Seçim odaklı bir liderdi ve ona göre seçimin zamanı gelmişti. MHP ile paslaşarak, erken seçim talebinin MHP’den gelmesini sağlayarak yola çıktılar. Bir hafta öncesine kadar erken seçim olmayacağını söyleyen Erdoğan ile Bahçeli erken seçim konusunda hemen anlaştılar, tarihte anlaşamadılar. MHP ağustos derken Erdoğan, erken seçimi baskın seçim haline dönüştürdü ve haziran dedi. 24 Haziran için, yani normal tarihinden tam 17 ay öncesi için karar alındı. Yüzde 50+1 için de ittifakları olanaklı kılacak yasal düzenlemeler yapıldı. MHP ile AKP Cumhur İttifakı’nı kurunca CHP, İYİ Parti, SAADET ve DP de Millet İttifakı’'nı oluşturdu. Cumhur İttifakı’nın adayı belliydi ama Millet İttifakı’nın bir adayı yoktu. Ekmeleddin İhsanoğlu, yani ortak aday modeline olumsuz bakılıyordu. Ancak Türk siyasi tarihinde ilkler yaşanıyordu. Ortak aday bir zorunluluk halindeydi ama AKP’nin bloke ettiği yüzde 50+1’den de oy alabilecek bir aday arayışı vardı. Ve bir gün Abdullah Gül’ün kapısını SAADET lideri Temel Karamollaoğlu çaldı ve resmen aday olmasını ittifak adına teklif etti. Gül adını olumlu karşılayanlar da oldu sert tepki gösterenler de. MHP lideri Bahçeli bir seçim öncesinde adaylık teklif ettiği Gül’ü sert eleştirdi. Erdoğan, aday olması halinde sorun yaşayacağını tahmin ettiği Gül’ü ikna etmesi için Genelkurmay Başkanı Akar ile Gül’ün bürokrasiye getirdiği saray sözcüsü İbrahim Kalın’ı görevlendirdi. Neden Hakan Fidan değil de Kalın sorusu halen ortada durmaktadır. Çünkü Fidan da Gül’ün önünü açtığı ve bir dönem çok yakın olduğu isimdi. Bu ikilinin randevu taleplerine Gül’ün ofisi, ziyaret nedenini bildikleri için olumlu yanıt vermedi. Ve bir akşamüstü askeri bir helikopter Gül’ün ofisinin yanındaki askeri birliğe inerek çat kapı Gül’ün yanına geldiler. 3 saat süren görüşmeye ilişkin Akar ya da Kalın’dan bugüne kadar bir açıklama gelmedi. Gül de sustu ve sadece yakın çevresine “3 saat boyunca beni dinlemek zorunda kaldılar” diyerek bu ziyaretten rahatsız olduğunu anlattı. Gül ikna olmamıştı, aday olma ihtimali devam ediyordu. Bu ziyaret sırasında Gül’ün ofisinin güvenlik kameralarının kayıt yapmaması da şüphe çeken bir olay olarak kaldı, Gül’ün çevresinde saraya bağlı birileri olabileceği yorumuyla.
Parti kurulmadan önce görüş alışverişinde bulunmak için Gül’ü ziyaret eden Akşener, ittifak olarak yaptıkları görüşmelerde önceleri olumlu baktığını söylemesine karşın daha sonra kendisinin aday olacağını belirterek Gül’ün adaylığına karşı çıktı. Böylece Gül’ün aday olmak için tek koşulu olan ortak adaylık gerçekleşmedi ve Gül, ofisinin önünde bu koşullarda aday olmayacağını açıkladı. Seçimlerde partisinden az oy alan Akşener, daha sonra bu dönem adaylığının doğru olmadığını belirten açıklamalar yaptı.
Gül, Millet İttifakı için de stratejik bir adaydı. Referandum ve son yapılan seçimlerde Erdoğan bir biçimde hep yüzde 50+1 veya 2’yi buluyordu. Gül buradan oy alabilirdi. Yanına sadece Ali Babacan’ı alacak ve hükümeti koalisyon gibi oluşturacak bürokraside dirençle karşılaşmayacaktı. Yorulan AKP’yi bir arada tutan çimento, iktidar gidince tek parça ve parlamentoda alınan kararlara etki edecek AKP grubu tek başına kalabilecek miydi? Gül parlamenter sisteme geçildikten sonra yetkilerini devredip süresini tamamlayıp köşesine çekilecekti. Gül ilk kez, Millî Görüş geleneğinde ise ikinci kez eski arkadaşlarının karşısına çıkıyordu.
Her partinin kendi adayıyla girdiği seçimde Erdoğan yüzde 52.38 oy alarak Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin ilk cumhurbaşkanı oldu. Devletin tüm yetkileri tek elde toplandı. Bakanlar cumhurbaşkanı tarafından atanan bürokratlar haline geldi. 15 Temmuz sonrasında ilan edilen OHAL bir pratik haline gelmişti. KHK’lar nedeniyle yaşanan hukuksuzluklar yeni sistem ve cumhurbaşkanı kararnameleri ile kalıcı hale gelmişti. Denetim mekanizmaları tamamen ortadan kalkmış, sistemde güçler ayrılığının adı bile yer almıyordu. Bu durum da sürekli kriz çıkarıyordu. Rahip Bronson krizi ve bunun ekonomide yarattığı maliyet, gazeteci Deniz Yücel üzerinden yaşanan gerilim sonrasında Türkiye yeni yönetim şeklini batıya da anlatmış oldu. Ve batı da kısmen bunu kabullenmiş gözüküyordu. Bu süreçte Trump Türk ekonomisini batırmakla tehdit etmiş, cumhurbaşkanına ağır bir mektup kaleme almıştı. Ve doğal olarak bu da sessizliğe yatırılmıştı.
Damat Albayrak ekonomin başındaydı ve ekonomik kriz derinleşerek devam ediyordu. Merkez Başkanı Naci Ağbal ile yaşadığı söylenen tartışmada Erdoğan Ağbal’dan yana taraf olunca istifa etti. Berat Albayrak istifasını yayınlayacak medya organı bulamadı. Abisinin başında bulunduğu medya grubu bile Albayrak’ın istifasını 48 sonra verdi. Albayrak istifasını sosyal medyadaki kişisel hesabında duyurabildi. Ve sonrasında Merkez Bankası’ndaki 128 milyar doların ne olduğu tartışması başladı. Bu sorunun yanıtı halen alınabilmiş değil. Albayrak’ın istifası devlet işleyişinde yeni bir anormali de beraberinde getirdi. İstifa yerine görevden af dileme terminolojisi kullanılmaya başlandı. Albayrak’ın ardından piyasalarda döviz fiyatları aşırı düştü. Bu sisteme geçildikten sonra ekonomi yönetimi istikrara bir türlü kavuşamadı. 3 yıl içinde 4 bakan, 5 Merkez Bankası başkanı değişti.
Erdoğan yerel seçimler yaklaşırken yeni bir oyun kurdu. Yıprandığını düşündüğü belediye başkanlarını, görev sürelerinin bitmesine 1,5 yıl varken istifa ettirdi. Bunların arasında Ankara ve İstanbul belediye başkanları da vardı. İstanbul’a Binali Yıldırım’ı, Ankara’ya ise Kayseri eski Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki’yi aday gösterdi. SAADET politik strateji gereği kendi adayını çıkardı, HDP pek çok yerde aday çıkarmadı. CHP, İYİ Parti’nin de desteği ile Kılıçdaroğlu’nun kurduğu planla ilçe belediye başkanlarını büyükşehirlere aday gösterdi. Ankara’da bir önceki seçimde tartışmalı olarak kaybeden Mansur Yavaş adaydı. Ankara, İstanbul dahil 11 büyükşehiri CHP’nin adayları ittifak içinde kazandı. İstanbul’daki 13 bin oy farkı AKP’yi umutlandırdı ve YSK’nın çok zorlama kararı ile İstanbul seçimleri yenilendi, fark 800 bine çıktı. Belediye el değiştirdikten sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin AKP için ne kadar önemli olduğu dağıttığı kaynaklar ile somut bir biçimde ortaya çıktı. AKP İstanbul yenilgisinin travmasını hiç atlatamadı. İktidar, bir yöntem olarak kendisi de kullandığı için yerel yönetimlerin çalışarak geniş kitlelere hizmet ulaştırmasını hep önlemeye çalıştı. Bunda kısmen de başarılı oldu.
AKP’de karar alma süreci tekleştikçe alınan kararlarda sorun çıkması da artmaya başladı. Bunun en önemli örnekleri ekonomi ve dış politikada yaşandı. Bu dönem oyun kurma amacıyla atılan her diplomatik adım geri tepti, hiç birisinde başarılı olunamadı. Sürekli geri adımlar atılan bir sürece girdi.
Pandemi döneminde, Suriyeli ve Afgan mülteciler meselelerinde kendi seçmenlerini bile ikna edemeyen bir iktidara tanıklık yaptı Türkiye. Ekonomik krizin iyice derinleşip hayat pahalığının yarattığı hoşnutsuzluk artmaya başlayınca Erdoğan’ın oyu da dramatik noktalara indi.
Bu arada AKP’de Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasından sonra bir süre genel başkanlık yapan Ahmet Davutoğlu bu görevden ayrıldıktan sonra partisine yönelik eleştirileri yüksek sesle dile getirmeye başladı. Davutoğlu bir süre sonra ihraç talebiyle disipline verilmesi üzerine istifa ederek yeni parti kurdu. Aynı dönem AK Parti’de uzun yıllar bakanlık yapan Ali Babacan da Erdoğan ile bir görüşme yaptıktan sonra partisi ile yollarını ayırarak DEVA Partisi’ni kurdu. AK Parti'nin 20 yılı bulan hikayesi şimdilik 2 parti doğurmuş oldu.
Mevcut politik tablo üzerinden yapılan okumaların tamamında AKP’nin artık gidici olduğu ve Erdoğan’ın bir daha seçilme imkanının olmadığı sonucu çıkıyor. Ve bu sonuç artık en katı AKP’li tarafından da kabul görmeye başlandığı için bu çok kısa, detaylara girmeden olayları hatırlatan yazı dizisi kaleme alındı…
Sedat Bozkurt / duvaR
***