Şehir Plancıları Odası İzmir Şube Yönetim Kurulu, deprem bölgesindeki inşaat faaliyetlerini hızlandıracak OHAL kararnamesini ve beraberinde getirdiği tehlikeleri soL'a değerlendirdi.
On bir ili vuran depremlerde 164 bin bina kullanılamaz hale geldi, milyonlarca yurttaş evini kaybetti. Yıkımdan 9 gün sonra kentlerin yeniden inşası için hazırlıklara başlanıldığı, bir yıl içerisinde inşaat faaliyetlerinin tamamlanacağı duyuruldu. Uzmanların "yeni afetlere yol açmayın" uyarılarına rağmen ihalelere çıkıldı, gerekli yasal düzenlemeler için deprem bölgesinde ilan edilen OHAL kapsamında yeni bir kararname yayımlandı.
Kararname ile orman ve meralar yapılaşmaya açıldı, ruhsat verme yetkisi belediyelerden alındı, ihale bedelleri sınırsızlaştırıldı, inşaat için gerekli planlamalar kaldırıldı, sayısı artırılan uzman personel sınav şartından muaf tutuldu kısaca inşaat sürecinin hızla başlatılabilmesi önündeki engeller kaldırıldı.
soL'un kararnameye ilişkin sorularını yanıtlayan TMMOB Şehir Plancıları Odası İzmir Şube Yönetim Kurulu, aceleye getirilen düzenlemelerin plandan yoksun olduğunun altını çizdi, kentleşmeye dair birçok önemli unsurun geri plana atıldığına dikkat çekti.
“Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi”, 24 Şubat 2023 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kararnamenin içeriğinden söz edebilir misiniz?
Kararname, adından da anlaşılacağı üzere, depremden etkilenen ve sonrasında OHAL ilan edilen Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Elazığ, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis, Malatya, Osmaniye ve Şanlıurfa’da yapılaşma faaliyetlerinin nasıl yürütüleceğine dair hükümler içeriyor.
Kararname ile yer seçimi, mülkiyet hakları, ihale yöntemi, kaynak aktarımı gibi konulara getirilen muafiyetler ya da oluşturulan istisnalar, dikkat çekiyor ki; İmar Kanunu, Kamu İhale Kanunu, Mera Kanunu, Orman Kanunu, Kadastro Kanunu, Kamulaştırma Kanunu ve Çevre Kanununun kararnamede doğrudan konu edildiğini ya da dolaylı olarak etkilendiğini görüyoruz.
Basit anlamda, deprem bölgesinde inşaat sürecinin hızla başlatılabilmesi için, “engel görülen” hükümlerin kaldırıldığını ve hareket serbestliği yaratıldığını söyleyebiliriz.
Tek plan, plansızlık
Mevcut yasalar yeterli değil miydi? Neden böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyuldu?
Olağan bir dönemden geçilmediği için, olağanüstü kararların alınmasına ilkesel olarak bir itirazda bulunulamaz. Hatta yaşanan sorunun büyüklüğü ortada iken, hızlı hareket etmek anlaşılır bir durumdur. Fakat hızlı hareket etmek ile aceleye getirmek arasında bir fark var.
Biraz açalım. Hızlanmak, önceliklerin belirlenmesi demek. Öncelik oluşturmak da, tersinden, başka unsurların geri plana atılması anlamına geliyor. Eğer geride bıraktıklarınızın ağırlığı ve önemi çok büyükse, hızlı hareket etmiş olmuyor, aceleye getirmiş oluyorsunuz. Kararname de bunu yapıyor, aceleye getiriyor.
Bu kararnamede istisna getirilen mevzuat hükümleri, hiç de hafif başlıklar değil. Mesela, planlama. Yıkımın boyutları o kadar büyük ki, sadece binaları değil, kentleri konuşmaya başlamıştık. “Ovalara, sulak alanlara ya da fay hatlarının olduğu bölgelere yerleşilir mi?” soruları haklı olarak daha çok soruluyordu. Oysa bu kararnamede, plan sözcüğünün kullanıldığı ilk cümle, inşaata başlanabilmesi için plana gerek olmadığını söylüyor.
'Geçici barınma alanları kalıcılaşıyor'
Kent planlaması da uzun süreli bir çalışma gerektirmiyor mu? Planlama yapılması durumunda, geçen süredeki barınma ihtiyacı nasıl çözülecek?
Haklısınız… Planlama, kararnamenin konu edindiği bina inşaatından farklı bir olgu; çok daha geniş bir alanda irdeleme, anlama, sentezleme ve çözüm üretmeyi içeriyor, bilimi kullanıyor. Bunu yaparken de, farklı uzmanlık dallarının bir arada çalışmasını öngörüyor. Bütün kentler için böyledir ama vurgulamak için söylüyoruz. Hatay’ı yeniden planlamak için, sadece plancı, mimar ve mühendis yetmez. Tarihçilerle, sosyologlarla ve birçok meslek grubu ile birlikte çalışmanız gerekir. Bu ekip çalışması, elbette biraz zaman alır. Ancak bu yöntem, sadece binaya odaklanmayacak, bölgenin bütününü ele alacak, kent ve kır arasında sağlıklı bir ilişki kurmaya çalışacak ve nitelikli bir yaşam alanı üretmeyi deneyecektir. O yüzden, binalar ve kentlerin aynı şeyler olmadığını, binaların kentlerin çok ufak bir parçası olduğunu bilerek, zaman açısından bir kıyaslamanın doğru olmadığı söylenebilir.
Barınma sorununa gelince. Afetler sonrasında, kalıcı yapılar inşa edilene kadar, geçici barınma alanları kurulur. Kurulumu da, öncelikle güvenilir olması beklenen açık ve kamusal alanlara yapılır. Barınma üniteleri arasındaki mesafeden toplam kapasitesine, sahip olmaları gereken yemekhane, sağlık birimi, lojistik merkez, çöp toplama alanı, tuvalet/duş alanından kurulacakları alanın eğimine kadar kimi standartları vardır. Bu standartlar sağlandığında, depremden etkilenen vatandaşlar, planlama ekiplerinin çalışacağı süre içerisinde güvenle barınabilir.
İşin ilginç tarafı, kararnamedeki yapılaşma da buna işaret ediyor. Tek bir farkla. Geçici olmasını beklediğimiz, bu yüzden adına geçici barınma alanları denilen, birbirini tekrar eden formalara sahip, modüler bir yapılaşma türü, kararname ile kalıcılaştırılıyor. O tek fark, başlı başına derin ve büyük bir sorun demek.
Bu kadar büyük bir yıkımın ardından, böylesine büyük bir risk nasıl göze alınıyor?
Herkes gibi, başta, siyasi ve ekonomik tercihleri söyleyebiliriz. Biliyorsunuz, depremin hemen ardından yeniden inşanın maliyetine dair açıklamalar yapıldı. 25 ile 80 milyar dolar arasında bir paradan söz ediliyor. Bunun yanına, uzun yıllarca Türkiye ekonomisinin ana damarlarından biri olan ve 200’ün üzerinde alt sektörü etkilediği söylenen inşaat sektörünün son 2 yıldır küçüldüğünü, küçülmenin boyutlarının 2022 yılının 3. çeyreğinde yüzde 14.1’e ulaştığını ekleyelim.
Ayrıca, kararnamede yer almıyor ancak resmi makamlarca, deprem bölgesinde toplam 270 bin konut yapılacağı ifade edildi. Bu sayı, 2021 yılında, tüm Türkiye’de yapı kullanım belgesi alan bağımsız daire sayısının 624 bin civarında olduğu düşünülürse, bir yılda oturmaya hazır hale gelen konut sayısının yüzde 40’ına denk geliyor. Bu verilerin birbirini tamamlaması pek muhtemel.
Bunların üzerine, hayata ve dünyaya bakıştaki kapasite sorunu ile kent kültürünün zayıflığını ya da bilerek zayıflatılmak istenmesini ekleyebiliriz. Çünkü kentlilik, insanlar arasında teması arttıran, ortak bir bilinç yaratan, aklın gücüne güvenen ve örgütlülük düzeyini yükselten bir olgudur.
İnşaat şirketlerine 'sınırsız' kaynak
Kentlilik başlığını biraz ayrıntılandırabilir misiniz?
Konu, yıkıma uğrayan kentlerin nasıl yeniden yapılanacağı tartışmasından başladığı için, kentlilik olarak ifade ediyoruz. Ancak, buna vatandaşlık, yurttaşlık hakkı da diyebiliriz.
Kararnameden birkaç örnek vermeye çalışalım. İmar Kanununda imar ve parselasyon planların için tanımlamış olan, askı, ilan ve itiraz hükümlerinin yeni yapıların yapılacağı alanda uygulanmayacağı belirtiliyor.
Ya da ihale sürecine ilişkin getirilen düzenlemelere bakalım. Kararnamede, yapılacak ihalelerde, yaklaşık maliyet ve anahtar teslim bedeli belirlenmesine gerek olmadığı söyleniyor. Kamunun yapması gereken bir işi özel sektöre yaptırmasını, başlı başına bir sorun olarak görüyor olsak da, sıkça başvurulan bu yöntemde, yasalara göre kamuyu korumak için kimi önlemler alınması gerekli.
Bunlardan biri, ihale öncesinde kamu görevlilerinin bir araştırma yaparak, olası maliyeti belirlemesi ve bu maliyetin çok üstünde ya da çok altında kalan teklifleri elemesi. Böylece, işin bitirilmemesi ya da kamunun maddi olarak zarar uğratılması ihtimali engellenmek isteniyor. Bir diğeri de anahtar teslim bedeli ile toplam maliyetin belirlenmesi. Bu da ihaleyi alan yüklenicilerin, sınırsız ve takibi zor bir şekilde kamu kaynaklarını kullanmasını engellemeyi hedefliyor.
Şimdi, kararname ile her ikisine de muafiyet getiriliyor. Elbette, konunun bir boyutunun, Türkiye ekonomisinin ve enflasyon oranlarının belirsizliğinden kaynaklı olduğu söylenebilir. Ancak, bu yaklaşım, hem yaklaşık maliyet tespitinin hem de anahtar teslim bedelinin, ihalelerin denetimindeki önemli kriterler olduğunu değiştirmez. Bir şeyin kamuya ne kadara mal olacağının bilinmesi, ihalenin verildiği firmanın da yapılan ödemelerin de denetlenebilir olmasını mümkün kılar. Kararname, ne yazık ki, yurttaşların denetim hakkını da elinden alıyor, mevzuatın uygulayıcılarına bir keyfiyet sağlıyor.
Molozların akıbeti belirsiz kalacak
Bir noktayı daha sormak istiyoruz. Depremden etkilenen birçok kırsal alan var. Buralara nasıl yaklaşmak gerekli? Kararnamede bu konuya dair bir düzenleme var mı?
Çok doğru… Depremden etkilenen bölgenin, gözetilmesi ve korunması gereken önemli kırsal kaynakları var. Sadece coğrafi açıdan değil, sosyal ve ekonomik yapı açısından da durum böyle. Üzerine ayrıca çalışılması gerekiyor. Bu aşamada kestirme yanıtlar verip, planlamanın detaylı bir ekip çalışması olduğu vurgusu ile çelişmek istemeyiz.
Ancak, kararnameyi yorumlayabiliriz. Kararnamede, kırsal alanları ve dolayısı ile kentleri, olumsuz bir şekilde etkileyecek kararlar olduğunu görüyoruz. Normalde yapılaşmaya kapatılmış olan ve özel kanunlar ile korunan orman ve mera alanlarında inşaat yapılmasına izin veriliyor. Oysa kent, kır, bölge planlamasında, orman ve mera alanları bir anlamda dokunulmaz alanlardır. Ekosistemleri bir kez tahrip edildiğinde, yerine yenisinin konulması ya çok uzun sürer ya da imkânsızdır.
Buna ek olarak, deprem bölgesindeki molozlarının geri dönüştürülebilmesine dair hükümler var. Geri dönüşümün ekonomik açıdan rasyonel olduğu söylenebilir. Fakat bunu yapacak tesislerin, belirli koşulları sağlaması zorunludur ve bunlar belgelenir. Kararname, belgelemeye muafiyet getiriyor. “Çevrenin korunmasına ilişkin önlemler alınmak kaydıyla” diye bir ifade var. Ancak, gerekli önlemleri aldığını belgelendiremeyen bir tesiste bu nasıl kontrol edilecek? Tarım ve hayvancılığın yaygın olduğu bir bölgede, bu kontrolsüzlüğün sonuçlarının olması kaçınılmaz.
Dolayısı ile yine başa dönüyoruz. Kararnamede hızlı hareket etmek için göz ardı edilen başlıklar, asıl dikkate alınması gereken başlıklar. Buna dikkat etmediğimizde, yaşadığımız acılar ortada.
EMRE ALIM / SOL-Özel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder