6 Aralık 2023 Çarşamba

2024: Yüksek enflasyon, yüksek faiz, yüksek işsizlik yılı + Arjantin, Hollanda, Türkiye: Kriz, delilik, umut (Fatih Yaşlı-soL)

 

2024: Yüksek enflasyon, yüksek faiz, yüksek işsizlik yılı 

Burayı gören, emekçi sınıfların buradan yükselecek öfke ve hoşnutsuzluğu politize edebilen bir sol siyaset, topluma yeniden sokağı hatırlatabilir, statükoyu sarsabilir, taşları yerinden oynatabilir.

Düşmanın en tehlikeli olanı kendisini objektif, tarafsız, nesnel, bilimsel diye sunandır. Bunların ekonomist olanları size mütemadiyen ve uzun uzun ekonomi biliminin rasyonel kurallarından, kaynakların kıtlığına mukabil ihtiyaçların sınırsızlığından, ekonominin müdahale edilmediği sürece kendiliğinden dengeye geleceğinden, piyasanın gizli elinden, piyasa ekonomisinin faydalarından, insanın özü itibariyle bencil olduğundan, faizlerin artırılması zorunluluğundan, ücretlerdeki artışın enflasyona yol açacağından, acı ilacı içme mecburiyetinden, enflasyonla mücadele etmek için hepimizin fedakârlık yapması, kemer sıkması gerekliliğinden söz ederler. Kendilerinin söyledikleri bilimseldir, buna itiraz edenler ise dünyaya ideolojinin gözlüğüyle bakmaktadır. Kendileri rasyoneldir, karşısındakiler ise popülizm yapmaktadır. Kendileri gerçekçidir, onun gibi düşünmeyenler ise romantik hayalperestlerdir… 

Bunlar her asgari ücret artışı dönemi geldiğinde “asgari ücrete zam yapmayın” diyemedikleri için “maaş zamları enflasyonu artıracak, enflasyon da maaşları eritecek” diye feveran ederler, enflasyonun faturasını bizzat enflasyonun yoksullaştırdığı emekçi halkın üzerine yükledikleri gibi bir de enflasyonla mücadele için ondan fedakârlık beklerler. Enflasyondan kurtulmak için acı ilacı içmemiz, kemerlerimizi sıkmamız, sabretmemiz gerekmektedir. Çünkü enflasyonla mücadele zorlu bir süreçtir, hemen sonuç almak mümkün değildir, sonuç alındığında ise bu hepimiz için iyi olacaktır. 

Muhalifliği kendinden menkul olan ve aslında sömürü düzeninin en işe yarar aparatı işlevini gören, kitlelerin düzene yönelik rızasını yeniden üreten, onları “ekonomi biliminin rasyonel kuralları” karşısında hizaya dizen, alık muhalifleri kafalayarak onlara hangi sınıfa mensup olduklarını unutturan bu tür figürlerin en popülerlerinden biri, geçtiğimiz günlerde enflasyonu kansere, faiz artışlarını da kemoterapiye benzeterek “kendimiz ettik, kendimiz bulduk, şimdi buna katlanacağız” diyor ve Mehmet Şimşek programına en başından beri verdiği desteği devam  ettiriyordu. 

Peki oradaki “biz” kimdi, neden kendimiz etmiş ve kendimiz bulmuştuk, ne yapmıştık mesela? Enflasyondaki artışa yol açan politikalar da enflasyonla mücadele programı da eninde sonunda hepimizi aynı şekilde etkilemiyorsa, yaşanan bölüşüm kriziyle birlikte zenginler daha da zenginleşip yoksullar daha da yoksullaştıysa ve acı ilaç şimdi bir kez daha halka içiriliyorsa, neden “biz”den bahsediyorduk?  

Enflasyonun düşüklüğü, yüksekliği, enflasyonla mücadele yöntemleri, rasyonel denilen tercihler, bilimsel denilen uygulamalar, bunların hepsi eninde sonunda sınıfsaldır; çünkü ekonomi eninde sonunda üretilen zenginliğin nasıl bölüşüleceğine ilişkindir. Sermayenin temel içgüdüsü ise hep daha fazla kâr elde etmek, yani üretilen zenginliğin daha büyük kısmını ele geçirmektir. Kapitalist devlet de bunun için vardır; devlet sermayenin uzun vadeli çıkarlarını garanti altına alır, izlediği politikaları buna göre belirler. 

Dolayısıyla “biz” bir palavradan ibarettir;  emekçilerin, yani çoğunluğun ürettiği zenginliğe küçük bir azınlığın el koyduğu, azınlığın çoğunluğu sömürdüğü, enflasyonun da verginin de asıl yükünü emekçilerin sırtlandığı, sermaye sınıfına ise her türlü imtiyaz ve istisnanın tanındığı bir düzende “biz” olmaz, olamaz. 

Velhasıl, zenginliği bölüşürken adil olmayanların ve “biz”den söz etmeyenlerin, iş faturayı ödemeye gelince “biz” demeye başlamaları en hafif tabirle sahtekârlıktır, üçkâğıtçılıktır. 

4 Aralık Pazartesi günü TÜİK resmi enflasyonun yüzde 61.9’a ulaştığını açıkladı; yani fiyatlar genel düzeyinin geçen yıla kıyasla yüzde 62’ye yakın arttığını söyledi. Kuşkusuz herkes bu resmi enflasyonun ötesinde gerçek enflasyonun ne olduğunu biliyor, özellikle gıda enflasyonundaki durumu bütün yakıcılığıyla yaşayarak görüyor; dahası gelir düştükçe enflasyon da daha sert hissediliyor. Yani enflasyonun hayatlarımız üzerindeki etkisi dahi sınıfsal, zenginin enflasyonu ile yoksulun enflasyonu aynı değil. 

Enflasyonun bu seviyelere gelmesi ise hiç de yukarıda sözünü ettiğimiz holding profesörlerinin iddia ettiği gibi iktidarın beceriksizliğinin, iş bilmezliğinin sonucu değil. Bilakis, enflasyon daha önce defalarca söylediğimiz üzere bile isteye fırlatıldı. Faizlerin aşağı çekilip kurun yukarı hareketlendirilmesinin nedeni hem patronlara ucuz kredi sağlamak hem de emek maliyetlerini döviz bazında aşağı çekmekti, buna yüksek enflasyonun eşlik etmesi ise kaçınılmazdı. Yani enflasyon, çarkların döndürülmesi ve yoksuldan zengine bir servet transferi gerçekleştirilmesinin doğal bedeli olarak görüldü. Bunun sonunda da ortaya bir “bölüşüm şoku” çıktı, işsizlik belli bir seviyede tutulabildi ama halk çok hızlı bir şekilde yoksullaştı, gelir dağılımı alt üst oldu.

Ancak bu politika sürdürülebilir değildi; çünkü sonuç sadece enflasyon olmadı, Merkez Bankası’nın rezervleri de bu süreçte hızla eridi, döviz yokluğu ve ödemeler krizi kapıya dayandı. İşte o noktada geri adım geldi, Erdoğan nası falan unuttu ve Mehmet Şimşek’le Gaye Erkan’ı göreve çağırdı. Nasa değil ama neoliberalizme iman etmiş bu ikilinin elindeki reçetenin ne olduğu ise belliydi: Enflasyonla mücadele için talebin kısılması gerekiyordu, bu da acı ilacın halka içirilmesi, halkın kemerlerini bir kez daha sıkması anlamına geliyordu. 

Bu nedenle faizler hızla yükseltildi, vergiler hızla artırıldı, enflasyon geçici olduğu düşünülen bir süreliğine körüklendi ve tüm bunların toplamı olarak halkın reel alım gücü bir kez daha azaldı. Yani çarkların dönmesi adına enflasyon serbest bırakıldığında da olası bir döviz krizine karşı enflasyonla mücadele kararı alındığında da kaybedenler hep emeğiyle geçinenler, emekçiler oldu.

Bugün gelinen noktada, enflasyonla mücadele adı altında halkın yoksullaştırılmasına yönelik bu politikaların daha da derinleştirileceği anlaşılıyor. Enflasyonun yüksek seyrinin önümüzdeki yıl da devam edeceği ortadayken Erdoğan’ın asgari ücrete artık senede bir kez zam yapılacağını söylemesi tam olarak bununla ilgili. Enflasyondaki hızlı artış nedeniyle senede iki kez yapılmaya başlanan zam artık bir kez yapılacak ve böylece zaten açlık sınırındaki asgari ücret 2025 yılının Ocak ayına kadar çoktan eriyip gitmiş olacak.

Bu ise bir yandan sermayenin “hedef enflasyona göre ücret” hayalinin önünü açacak, öte yandan da bu vesileyle memur ve emekli maaşlarının yılda sadece bir kez artması gündeme gelecek. Dahası ülkedeki çalışan nüfusun önemlice bir bölümü asgari ücret seviyesinde çalıştığı için özel sektördeki zam artışları da buna uygun bir seyir izleyecek. 

Velhasıl, 2024 yoksulluğun katmerlendiği bir yıl olacak ama sadece bu değil. İzlenen faiz artışı ve parasal sıkılaştırma politikalarının neticesi olarak çarklar yavaşlayacak ve bu da beraberinde hızlı işten çıkarmaları ve işsizlikteki artışı getirecek. Bunun sinyalleri daha şimdiden gelmeye başladı bile; hem büyüme oranları hem sanayi ve ihracat endeksleri gidişatın nereye doğru olduğunu açık bir şekilde gösteriyor. Yani Türkiye ekonomisi yüksek faizi, yüksek enflasyonu ve yüksek işsizliği bir arada yaşayacak, sömürü de yoksulluk da sefalet de katmerlenecek.
Tüm bunları niye anlatıyorum peki? Ah vah etmek, enseyi karartmak, öldük, bittik, mahvolduk demek için değil elbette. 

2024 AKP’nin üzerinde yükseldiği ana kolonların, yani düşük faizin, düşük enflasyonun, düşük işsizliğin bir bütün halinde çatırdamaya başladığı, buradaki çatırdamanın bütün toplumu sarstığı bir yıl olacak. Evet ülkede emek örgütsüz, evet sendikalar güçsüz, bir kısmı da satılmış ama bu kolonların çatladığı bir toplumun ilanihaye suskun kalma, ses çıkarmama ihtimali bir hayli zayıf. 

Burayı gören, emekçi sınıfların buradan yükselecek öfke ve hoşnutsuzluğu politize edebilen bir sol siyaset, topluma yeniden sokağı hatırlatabilir, statükoyu sarsabilir, taşları yerinden oynatabilir. Türkiye’de siyaset sınıfın yokluğunu, sınıfın eksikliğini yaşıyor, başımıza ne geliyorsa da bu yüzden geliyor. Sınıfın bir kere sahneye çıkması durumunda hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilmek için ise kâhin olmak gerekmiyor.    

                                                                       /././

Arjantin, Hollanda, Türkiye: Kriz, delilik, umut 

Eğer dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfı siyaset sahnesine çıkmaz ve duruma müdahale etmezse bu gidişat durdurulamayacaktır.

Geçen hafta Arjantin ve Hollanda’da iki “deli” seçimlerden zaferle çıktı. Arjantin’de Havier Milei ve Hollanda’da Geert Wilders, insanlığın binlerce yıllık birikimine ve insan aklına hakaret anlamında birer “deli”dirler. Delilerin hem piyasacı hem ırkçı olması ise elbette ki tesadüf değildir; kapitalizmin krizi döner dolaşır insanlığın başına yeni belalar sarar, “deli”leri iş başına getirir.

Arjantin uzunca bir süredir enflasyonla boğuşuyor, halk giderek yoksullaşıyor, sadece ekonomik değil politik de bir kriz yaşanıyor ve bu çoklu kriz konjonktürünü düzenin yaşadığı hegemonya krizi taçlandırıyordu. Enflasyon ve yoksulluk eğer devrimci bir alternatif ortaya çıkmazsa toplumu çürütür, düzene yönelik öfke devrimciler tarafından politize edilmezse faşizm tarafından politize edilir, meşruiyet krizini sol çözemezse sağ çözer. Milei tam olarak bunu yaptı, halkın öfkesini aldı sosyal yardımları kesme, kamuya ait bütün varlıkları özelleştirme, organ ticaretini serbest bırakma, merkez bankasını kapatma gibi “delice” vaatlerle birleştirerek iktidar oldu. Kriz, bizzat sermaye düzeninin uzun vadeli aklını tedirgin edecek derecede sermayeci bir “deli”nin Arjantin’in başına geçmesiyle sonuçlandı.  

Hollanda ise bütün bir Avrupa gibi hala daha 2008 krizinin sancılarını yaşamaya devam ediyor ve bu kriz kendisini göçmen ve yabancı düşmanlığında somutlaştırıyor. Bugün Batı dünyasında sağ popülizmin ya da neo-faşizmin siyasal ve toplumsal güçlenme zeminini göç meselesi ve göçmenler oluşturuyor. Kapitalizm dünya ölçeğinde gelir dağılımını alt üst ettikçe ve yoksul ülkeler daha da yoksullaştıkça “yeryüzünün lanetlileri” geçmişin kavimler göçü misali Batı’ya akın ediyor. Bu göç dalgası bizzat Batılı emekçi sınıfların yoksulluğuyla birleşince ortaya bugün yaşanan kriz çıkıyor. Komünist, sosyalist, devrimci hareketlerin yokluğunda, Batı solu yüzünü bütünüyle kimlik siyasetine dönmüşken ve sınıf siyasetini unutmuşken, sağ popülizm ve neo-faşizm ortaya çıkan boşluğu dolduruyor. Faşizm bir kez daha halkın düzene yönelik öfkesini manipüle ediyor, başka bir yere yönlendiriyor ve düzen açısından tehlike arz etmeyeceği varsayılan bir düzleme yerleştiriyor. 

Arjantin ve Hollanda’da son örneklerini gördüğümüz şekilde dünya ölçeğinde yaşanan krizin dünya ölçeğinde bir deliliğe doğru evrilmesinin nedeni solun yokluğudur. Küresel kapitalizm, yoksulluk, enflasyon, iklim, göç, temsil, meşruiyet gibi sayısız başlıkta ortaya çıkan çoklu bir kriz konjonktürünü yaşarken, solun ve işçi sınıfının siyaset sahnesindeki yokluğu dünyayı bir delilik haline sürüklüyor. Troçki Nazizm’in iktidara gelişiyle ilgili olarak “komünist parti devrimci umudu örgütlüyorsa, faşizm de karşı-devrimci umutsuzluğu örgütler” minvalinde bir şey söylemişti. Bugün dünyada komünist hareketin yokluğunda faşizm toplumların umutsuzluğunu ve öfkesini örgütlüyor, solun yokluğu dünyanın karşı-devrimci deliliğinin temelini oluşturuyor.

Türkiye elbette ki bu küresel tablonun dışında değil, Türkiye’nin karşı-devriminin de farklı şekillerde tezahür eden delilik halinin de gerisinde Türkiye’nin sermaye düzeninin krizi bulunuyor. Bu düzenin sembol ismi Rahmi Koç geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajda Türkiye’de 5.5 milyon devlet memuru olduğunu, oysa devletin 2 milyon kişiyle de çalışabileceğini söylüyordu. Koç’un sözleri, Türkiye sermaye sınıfının 12 Eylül’den beri aynı yerde durduğunu gösteriyor. 

Çünkü önce 24 Ocak Kararları, ardından da 12 Eylül’le birlikte Türkiye neoliberal talana açıldı ve özelleştirme ideolojisi toplumun geniş kesimlerine benimsetildi. Devlete ait iktisadi kurumların verimsiz çalıştığı, buraların birer arpalık haline getirildiği, memurların aslında çalışmayıp havadan para kazandığı, her şeyin özelleştirilmesi gerektiği gibi iddialarla kamuculuğun zemini ideolojik düzlemde aşındırıldı. Yani sermaye sadece fabrikaları, sahilleri, madenleri gasp etmedi, insanımızın aklını da gasp etti ve aklın gaspı kamusal olanın gaspının, kamusal mülkiyetin özel mülkiyet tarafından çalınmasının zeminini hazırladı.  

Oysa örneğin Koç’un ve liberal ahmaklığın “sorun” olarak gördüğü kamu çalışanı sayısını gelişmiş kapitalist ülkelerle kıyasladığımızda bambaşka bir sonuca varıyoruz. DİSK-AR’ın raporuna göre Türkiye’de toplam istihdam içerisinde kamunun payı yüzde 13.4 iken bu oran liberalizmin kalesi ABD’de bile yüzde 15 seviyesinde. OECD ülkelerine baktığımızda ise bu oranın ortalama 18.4 olduğunu görüyoruz. Yani Türkiye’de kamu çalışanı sayısı piyasacı aklın iddiasının aksine fazla falan değil. 

Buradan devam edelim, Türkiye’de devletin küçültülmesi söyleminin en büyük dayanaklarından biri olan devletin ekonomi içerisindeki payının yüksek olduğu iddiası da bir palavradan ibaret. Çünkü yine DİSK-AR’ın raporundan öğreniyoruz ki kamu harcamalarının Gayri Safi Yurtiçi Harcamalar (GSYH) içerisindeki payı bizde yüzde 35.8 iken, bu oran İngiltere'de yüzde 46.5; Fransa'da yüzde 58.1; Almanya'da yüzde 49.7 ve İtalya'da yüzde 56.7'dir. Yani bu dört gelişmiş kapitalist ülkede de devlet, bizimkinden “büyük”tür ve dolayısıyla liberal ahmaklığın Türkiye’de devletin çok büyük olduğu ve küçültülmesi gerektiği yönündeki iddiası sermaye düzeni adına uydurulmuş bir masaldan ibarettir.

Kamu harcamalarının Batılı ülkelere kıyasla düşük olduğu açık bir şekilde ortadayken, buna bir de sosyal harcamalara ayrılan payın yetersizliği eklenmelidir. Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde sosyal harcamaların GSYH içerisindeki payı yüzde 20’nin üzerindeyken Türkiye’de bu oran 2020’deki 17.6 seviyesinden bugün yüzde 14.5 seviyesine gerilemiştir. Dolayısıyla Türkiye’de milyonlarca kişinin yoksulluğunun yönetimi adına bir sadaka devleti inşa edilmiştir ama ortada sosyal devlet yoktur.

İşte bu durum, yani Türkiye ekonomisinin 24 Ocak sonrası içerisine düştüğü neoliberal talan, devletin küçültülmesi ve özelleştirme ideolojisi, sermayenin karşı-devrimi derinleştirmesine, Türkiye’nin İslamcı kadrolara teslim edilmesine ve Cumhuriyet’in çökertilmesine neden olmuştur. Sermaye düzeni kendi krizini öteleyebilmek adına dinci gericiliğe muhtaçtır. Ucuz Türk Lirası, ucuz emek ve güvencesiz çalışma üzerine kurulu ihracata dayalı birikim rejimi, emeğin kontrolü ve yoksulluğun yönetimi görevini siyasal İslam’a vermiştir ve o da 21 yıldır bu görevi başarıyla ifa etmekte, karşı-devrimi kalıcı hale getirmeye çalışmaktadır. 

Öte yandan karşı-devrim kendi krizini bir türlü çözememektedir. Toplumun en az yarısı dinci gericiliğin toplumsal mühendislik projesinin karşısındadır ve bu da meşruiyet krizini derinleştirmektedir. Önce çarkların dönmesi adına sonra da enflasyonla mücadele adına geniş halk kesimleri yoksullaştırılmış ve ortaya korkunç bir bölüşüm krizi çıkmıştır. AYM, Yargıtay, yüzde 50+1 ve yeni anayasa tartışmalarında görüldüğü üzere rejim kendi krizini yaşamaktadır. Sığınmacı/göçmen meselesi partiler üzeri bir karakter kazanarak yaygınlaşmış ve yükselen milliyetçilikle birlikte patlamaya hazır bir bomba haline gelmiştir. Yasadışı bahis, kara para, şike, rüşvet, internet fenomenleri, futbolcuların kaptırdıkları paralar, uyuşturucu… Tüm bunlardan ortaya saçılan irin, yaşanan büyük yoksullukla birleştiğinde toplumda bir yandan çürümeye bir yandan da büyük bir öfkeye yol açmaktadır. Yani Türkiye’de düzen de rejim de derinleşmesi son derece muhtemel ve çoklu bir krizin içerisindedir.

Bu çoklu kriz kuşkusuz kendi “deli”lerini de yaratacaktır ama Türkiye’nin farkı, zaten işbaşındaki iktidarın dereceleri farklı olmakla birlikte dünyadaki sağ popülist akımların erken örneklerinden birini oluşturmasıdır. Dolayısıyla iktidardaki İslami popülizm halen daha düzene yönelik öfkeyi soğurabilmekte, etkisizleştirebilmektedir. Buna rağmen alttan alta Avrupa’daki sağ popülist, neo-faşist akımların benzeri bir akım gücünü ve etkisini artırmakta, özellikle genç kuşaklar arasında büyük ilgi görmektedir. Şimdilik seküler milliyetçilik olarak adlandırdığımız bu akım eğer kendi gerçek “deli”sini, yani kitleleri peşinden sürükleyebilecek bir figürü bulabilirse, yakın gelecekte Türkiye siyasetinin en etkili öznelerinden biri haline gelecektir.

Velhasıl, Türkiye de tıpkı tüm dünyada olduğu gibi düzenin çoklu kriziyle karşı karşıyadır ve Türkiye de yaşanan küresel delilik halinin ve insanlığın karanlık bir çağa doğru doludizgin gidişinin parçasıdır; solun yokluğu, dünyanın olduğu gibi Türkiye’nin de deliliğinin esas nedenidir. Eğer dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfı siyaset sahnesine çıkmaz ve duruma müdahale etmezse bu gidişat durdurulamayacaktır. Devrim umudun, karşı-devrim ise umutsuzluğun örgütlenmesidir. Bize düşen bu gidişatı durdurmak adına umudu örgütlemektir. 

(Fatih Yaşlı-soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder