Bir yerel seçim kararından daha fazlası (Berkant Gültekin)
Yerel seçimlere 2 ay kala İstanbul denklemi açıklığa kavuşmadı. Seçimi Ekrem İmamoğlu ya da Murat Kurum’dan başkasının kazanma ihtimali yok ancak hangi adayın ipi önde göğüsleyeceği, diğer siyasi aktörlerin seçimde alacağı pozisyonla yakından ilişkili. DEM Parti’nin İstanbul politikası da bu nedenle önem arz ediyor. Meseleyi daha iyi anlayabilmek adına, son yıllarda gerçekleşen seçimlerin İstanbul ayağına kısaca göz atmakta yarar var.
2017 başkanlık referandumunda, İstanbul’da yüzde 48,6 “Evet” oyuna karşılık yüzde 51,4 “Hayır” oyu çıktı. Bir sene sonra yapılan ve muhalefetin farklı adaylarla girdiği Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan yüzde 50’lik oy oranıyla ilk sırada yer alırken, ona en yakın aday Muharrem İnce yüzde 36,8 oy topladı. Selahattin Demirtaş, Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu’nun aldığı oyu, İnce’nin oyuna ekleyince, muhalefetin toplam oyu Erdoğan’ı yakaladı.
2019 yerel seçimlerinin hukuksuzca geçersiz sayılan ilk turunda Ekrem İmamoğlu yüzde 48,8, Binali Yıldırım 48,5 oy aldı. Haziran’daki ikinci seçimlerde İmamoğlu, Yıldırım’a yaklaşık 10 puan fark atarak yüzde 54’ü geçti. Yapılan son Cumhurbaşkanlığı seçiminde, muhalefetin ortak adayı Kemal Kılıçdaroğlu, hem 14 hem de 28 Mayıs’ta Erdoğan’dan fazla oy kazandı. Kılıçdaroğlu ilk turda, Erdoğan’ın yüzde 46,6’lık oyuna karşılık yüzde 48,5, ikinci turda ise yüzde 48,2’lik oyuna karşılık yüzde 51,72 oy topladı.
***
İstanbul özelinde, 2017’den 2023’e yapılan 6 sandık mücadelesinde (2019’da ve 2023’te ikişer kez seçim yapıldı) iktidar cephesi, muhalefet blokuna üstün gelemedi. 2018’de muhalefetin ayrı adaylarla girdiği ve oyların 4 ayrı adaya dağıldığı Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan önde çıktı. Muhalefetin tek seçenekte ortaklaştığı 2017, 2019 ve 2023’teki yarışlarda ise Erdoğan ya da iktidarı temsil eden seçenek, mağlup edildi.
İstanbul’daki son birkaç seçimin gösterdiği kaba gerçek şudur: Metropolde, muhalefet tek seçenek üzerinde birleşirse, iktidarı durdurabiliyor. Üstelik bunu, rejimin kendisi olan kişiye karşı, görece zayıf olduğu düşünülen bir adayla bile yapabiliyor. Ancak kendi içinde bütünlük sağlayamaz ve ayrışırsa, o zaman rejimin zaferini engelleyemiyor. Erdoğan da bugün, bunun gerçekleşmesi için elinden geleni yapıyor. Çünkü genel siyasi kutuplaşma, İstanbul ve Ankara gibi şehirlerde iktidar açısından negatif sonuç doğuruyor. Aynı nedenle Saray rejimi, İstanbul’da siyasi saflaşmayı, “hizmet belediyeciliği” ringine çekmeye çalışıyor.
Gerçeğin kaba tarafı böyle. İnce tarafı ise şu: Her ne kadar İYİ Parti gibi muhalefetin bazı unsurları, 31 Mart yerel seçimlerinde İstanbul’da ayrı inisiyatifler geliştirmeye karar verse de bu direkt olarak bir dağılma sonucunu doğurmayacak. Çünkü İYİ Parti’nin kentli seçmeninin muhalif karakteri ve İmamoğlu ismi, İYİ Parti adayı Buğra Kavuncu’nun neden olacağı oy bölünmesini büyük oranda pasifize edecektir. Kavuncu’nun bugünkü mevcut oylarının, seçimlerin yaklaşması ve muhalif yurttaşların daha fazla sonuç odaklı düşünmeye başlamasıyla daha da eriyeceğini söylemek mümkün. Saadet Partisi’nin adayı Birol Aydın da doğrudan İmamoğlu’na gidecek muhalif oyları kesecek bir aday değil. Aydın, İmamoğlu’na giden oylar kadar Murat Kurum’a verilecek oyları da kesecektir.
***
DEM Parti konusunda ise aynı değerlendirmeyi yapmak zor. İdeolojik motivasyonu yüksek olan DEM Parti seçmeninin, parti merkezinin aldığı karara riayet etme potansiyeli, geçmişte İYİ Parti’ye oy veren seçmene göre çok daha fazla. Elbette Yeşil Sol Parti adıyla girilen son genel seçimlerde İstanbul’da alınan oyun tamamı, 31 Mart’taki yerel seçimlerde DEM Parti adayına gitmeyecektir. Mesela HDP, 2015 genel seçimlerinde konjonktürün pozitif etkisiyle İstanbul’da yüzde 12,6 alırken, bir sene önce Sırrı Süreyya Önder gibi popüler bir ismi aday gösterdiği İstanbul yerel seçimlerinde bu kez konjonktürün negatif etkisiyle (“Tatava yapma bas geç”) sadece 4,8 oy alabilmişti. Bu yerel seçimde de yine kendileri açısından negatif konjonktür etkisiyle Mayıs 2023 seçimlerinde İstanbul’dan aldıkları yüzde 8’lik oylarını koruyamayacaklardır. Ancak bıçak sırtı geçecek bir seçimde, DEM’de kalan oyların etkisinin yabana atılamayacak düzeyde olacağı muhakkak. İşte bu yüzden DEM Parti’nin İstanbul’da vereceği kararın, seçim sonuçları üzerinde kritik bir etkisi olacak.
Bir ihtimal olarak, 7 yılı aşkın süredir cezaevinde tutulan Selahattin Demirtaş’ın eşi Başak Demirtaş’ın DEM Parti’nin İstanbul adayı olacağı konuşuluyor. Bu seçenek, Başak Demirtaş’ın medyaya verdiği demecinden ardından tartışılmaya başlandı. Daha sonra DEM Parti’den gelen açıklamalardan, Başak Demirtaş’ın adaylığına çok sıcak yaklaşılmadığı anlaşıldı. Parti yöneticileri bunu net bir şekilde dile getirmese de kararı yetkili organların vereceğine işaret edilerek ölçülü bir tavır öne çıkarıldı.
***
DEM Parti’nin beklentisi ne ya da konu nerede düğümleniyor? Partinin Grup Başkanvekili Sezai Temelli, CHP ile İstanbul’da işbirliği yapılıp yapılmayacağı sorusuna, bütün ihtimallerin değerlendirildiği ve güç birliğiyle kazanılabilecek yerler üzerinde bir çalışma olabileceğine dikkat çekerek yanıt verdi. Çünkü DEM Parti, İstanbul kararını sadece İstanbul’la sınırlı tutmuyor; diğer seçim bölgelerini de kapsayacak, daha geniş bir mutabakat zemininin koşullarını arıyor. Bu işin bir kısmı.
Kürt siyasi hareketinin İstanbul için vereceği karar, yerel seçimin boyunu aşan bir karar olacak. Tıpkı ülkenin geleceğini belirleyen 2010 anayasa değişikliği referandumunda “boykot” kararı alınması gibi… Gerek İstanbul seçimlerinin sonuçları gerekse de Kürt hareketinin bu konu özelindeki tutumu, iç siyasi dengeleri etkilemesinin yanında, rejimin bölgesel tercihlerini de şekillendirebilir.
İktidarın İstanbul’da bir seçim zaferi kazanması, rejime gücünü tahkim edip baskıyı artırma olanağını verecek. DEM Parti de onlarca belediyesine kayyum atayan ideolojik zihniyetin İstanbul’da seçim kazanmasının doğuracağı siyasi sonuçları öngörebilecek kabiliyette. Bu virajda takınılan tutum, Kürt hareketinin olası yönelimleri ve rejimin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirebileceği yeni süreçler hakkında da bir görünüm sunarak 2028’e giden yolun taşlarını döşeyecek. O nedenle bir yerel seçim kararından daha fazlasıyla karşı karşıyayız.
/././
Kriz anahtarı: Kimlik siyaseti (Nurcan Gökdemir)
Türkiye siyasetinde bir genel kabul var “Erdoğan kimlik siyaseti ustası”. Ayrımcılık ve bir kimliği öne çıkartma en sık kullandığı, her duruma uydurabildiği bir enstrüman. Bazen dini bazen etnik köken, gerektiğinde de her ikisi üzerinden oy konsolidasyonundan gündem saptırmaya yarayan ve her atışında hedefini bulan bir silah.
31 Mart yerel seçimleri öncesi ise yine kullanılmaya başlanan bu söyleme en güçlü desteğin kendisini solculukla, sosyal demokratlıkla tanımlayan bir parti içinden gelmesi üzerinde durulmayı hake diyor. “Sonuçta her birinin yaptığı düzen siyaseti“ denilip geçilemeyecek kadar da önemli ve sonuçları itibarıyla tehlikeli.
AVANTAJ DEZAVANTAJA DÖNÜŞTÜ
Herkesin bildiği gibi CHP, AKP’nin aday belirleme sürecindeki gecikmeyi “Aday bulamıyorlar” söylemiyle kendisi için avantaja çevirdi. Seçim kampanyasına rakibin sağladığı avantajla önde başlayan anamuhalefet partisi için bu durum, son günlerdeki adaylık tartışmaları, tereddütler, isabetsiz tercihler, parti içi mücadele görüntüsü veren gelişmelerle dezavantaja dönüştü.
Bir parantez açarak bu tartışma sürecini “Siyasi yaklaşımlar, ideolojik farklılıklar, hizmet yarışı’nın belirlediğini iddia etmenin safdillik olacağı tespitini bir kenara koyalım. Her bir aday için rakipleri ve destekçilerinin yaptığı değerlendirmelerle sayıları her gün çığ gibi artan kerameti kendinden menkul siyaset yorumcularının söylemlerine ihtiyatla yaklaşmak gerektiğini de bunun yanına ekleyelim.
VİRÜS ANAMUHALEFETE DE BULAŞTI
Aday kimlikleri üzerindeki tartışmaları bu kişilere bıraktıktan sonra AKP’nin uzun yıllardır domine ettiği siyaset yapma şeklinin virüs gibi anamuhalefet partisini de sardığının son örneğini konuşalım. CHP’de adaylık mücadelesi sert geçiyor, 2019 seçimlerinden sonra yerel yönetimlerdeki iktidarın sağladığı olanakları kullanmakla başlayan kötü alışkanlıklar aday tartışmalarına da damgasını vuruyor. Uzun yıllar sahip olduğu başkanlık koltuğunu bu kez aday gösterilmeyerek kaybeden bazı isimler, desteklediği isimlerin tercih edilmemesine kızanlar ya da bu tercihlerin parti içi mücadelede elini zayıflattığı düşünenler AKP tarzı siyasete sarıldı. Ülkeyi dinamitleyen ve baskıcı yönetime karşı oluşması muhtemel cepheyi dağıtan siyaset bir kez daha “Alevi ve Kürt kıyımı” söylemi ile sahneye sürüldü. Genel Başkan değişiminin yaşandığı kurultaydan önce de bu silahın hoyratça kullanılmasının üzerinden çok uzun zaman geçmeden Genel Başkan Özgür Özel de bu iddialara aynı şekilde yanıt verdi. Yeni bir yanlışa imza attı ve bilanço açıkladı…
Bu siyaset tercihinin sonuçlarından biri “Baskıcı rejime karşı oluşması muhtemel cepheyi dağıtmak” dedik, sınıf temelinde ortaklaşmayı önlediği için seçim fırtınasından her zaman sermaye karlı çıkıyor. Buna karşın daha küçük hesaplar siyasetçileri her sıkıştıklarında bu ipe sarılmaya itiyor. Bu da AKP’nin oluşturduğu siyasi atmosferi daha da yoğunlaştırıyor.
AKP’NİN TARİFİNDEKİ GİBİ Mİ?
Bir diğer olumsuz sonucu ise gerçekten ayrımcılığa uğrayan kimlik gruplarının bu ayrımcılığı ortadan kaldırmayı sağlayacak şekilde taleplerini dile getirmesini engellemesi. Ülkedeki dini ve etnik hakim gruplar bu siyaseti sonuna kadar yaparak yönetme erkine sahip olup, aynı yöntemle diğer gruplar üzerindeki baskısını katmerleştirirken “Siz kimlik siyaseti yapmayın” demek ayrımcılığı daha da körükleyen bir sonuca yol açıyor.
Türk ulusal kimliğine sahip olmayanları, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın benimsediği dini görüşleri benimsemeyenleri yok sayanlar için kimlik siyaseti meşru, diğerleri için yasak…
Tüm grupların kendi kimliğini gizlememe, anadilini kullanabilme ve kültürünü yaşayabilme hakkına sahip olmak için taleplerini dillendirebildiği, ancak sınıf temelinde ortaklaştırdığı siyaseti yol açıcı olacaktır…
Kötüye benzemek değil, iyi için mücadelede ısrar…
/././
Muhalefetin ilacı dava siyaseti mi? (Özgür Gürbüz)
Herhalde siz de benim gibi siyaset arenasında bir orada bir burada olan siyasetçilere bakıp şaşırıyorsunuz. Seçimden seçime parti değiştirenler kadar, aday gösterilmediğinde partisinden istifa edip, eski partisine demediğini bırakmayanlar da beni şaşırtıyor. Kendileri farklı bir yöntemle seçilmiş gibi, yeni tercihleri beğenmiyorlar. Bu davranışların temelinde ilkesizlik yatıyor.
Siyasetin ticarete döndüğü günümüzde, merkezdeki partilerde “dava siyaseti” yapan kalmadı. Daha çok sağ siyaset literatüründe rastladığımız bu kavram, ideal ya da ülkü demek. Arapça bir kelime. Yunanca karşılığı ‘ideal’. Sağ siyaset için kâğıt üstünde ülküden bahsetmek mümkün. Gerçekte ise kamu kaynaklarının, iktidarın ülküdaşlarına peşkeş çekilmesinden başka bir şey görmedik. Türk milliyetçiliğini savunan MHP’nin HÜDA-PAR ile aynı koalisyonda olması dava siyasetinin sağ cenah için bittiğine dair herhalde en çarpıcı örnek. Hiç yoktu ki diyenleri de duyuyorum.
∗∗∗
İşin merkez sol tarafı ne kadar farklı, ilkeler ve prensipler ne kadar yerli yerinde; o da tartışmalı. Oy oranları arttıkça siyasetin daha az ilkeyle yapıldığına tanıklık ediyoruz. Muhalefetin elbette hâlâ bir hatta birden çok amacı var. İktidarı tek adam yönetiminden almak, demokrasiyi güçlendirmek, Meclis’i yeniden işler kılmak gibi. İlkesiz ve idealleri (misyonu) olmayan bir hareketle bu amaçlara ulaşmak mümkün görünmüyor. Yıllardır patinaj yapılmasının nedeni de bu.
İktidar olmak için ‘dava partisi’ olmak gerekmez elbette. AKP bazen bir dava partisini anımsatsa da daha çok oportünist bir çizgide ilerledi. İktidara geldiğinde bir dava partisi değildi. Herkese gülücükler saçan, tek amacı iktidarın nimetlerini ele geçirmek olan bir partiydi. Daha sonra Gülencilerle birleşerek kendisine ‘laik orduyu’ ortadan kaldırmayı dava edindi. Liberallerin bazıları bu dava uğruna AKP’ye her istediğini verdi. Ordu etkisizleşince liberaller ve Gülencilerle vedalaşıldı. Tek adam yönetimiyle, padişahlık benzeri bir davayı güdenlere yaklaşıldı, aslında bu da ticari işlerin, kamunun ele geçirilmesini kolaylaştıran bir araçtı. Kürtlerle yollarını ayırdı. Bu da onları milliyetçilere ve onların davasına yaklaştırdı ve iktidarda kalmak için gereken oy desteğini aldı. Ümmetçilerin davasını da kapsar gibi görünmek için en son adımı tarikatları içine almak oldu. Devletin İslamlaştırılmasını isteyen tarikatlara Ayasofya’dan milli eğitime, şeriat çağrılarına kadar verilen tavizler de bu davaya inananları AKP çatısı altında tutmaya yarıyor. Birçok davaları olduğunu da düşünebilirsiniz, ticaret dışında bir davaları olmadığını da.
Muhalefetin ise henüz sıkı sıkıya sarıldığı bir davası yok. Yaşam tarzı üzerinden kurulan birlikteliğin, daha geniş bir perspektifle, laiklik üzerinden bir davaya dönüştürülmesi mümkün. Söylemden öte, bu idealin yeniden tasvir edilmesi gerek. Yelpazenin solundaki Kürtler, emek hareketleri ve özgürlükçüler de laiklik davasından çok uzakta değiller. Bu hareketlerin, daha demokratik bir ülke idealini misyonlaştırmaları ve kitleleri tek bir amaç uğruna birleştirmeleri için laiklik bir birliktelik ideali olabilir. Demokrasinin olmadığı bir ülkede, özgürlüklerden de işçi haklarından da bahsedemeyiz. Ekonomiyi tüketim toplumunun prangalarından kurtarıp, daha az çalışarak, daha iyi paylaşarak yeşil bir dünya yaratmak da tüm dünyada hızla kabul gören ideallerden biri. Bu da bir veya birkaç partinin ideali olabilir.
∗∗∗
Dava siyasetinin birkaç önkoşulu var. Siyasi partilerin siyasi iktidarı hedefledikleri ve üyelerinin birçoğunun da siyaseti bireysel çıkarlar için yaptıklarını görüyoruz. Dava siyaseti ise bunun tersini gerektiriyor. Partiler, yetiştirdikleri yöneticilere koltuğu bırakmayı öğretmeli; bu konu parti içi eğitimin bir parçası olmalı. Bunun birçok yolu var elbette ama bir tanesi parti içinde alınan tüm görevlere rotasyon şartı getirmek olabilir. Yönetici başarılı da olsa koltuğunu belli bir süre sonra yoldaşına bırakıp, arka planda kalmayı, ona destek olmayı öğrenebilir, partisine ve ideallerine her kademede hizmet etmenin değerini anlayabilir.
Bu kültürle yetişmiş partililer, günü geldiğinde makamlarını devretmeyi daha rahat kabullenebilir. Yıkıp dökmeden ilke ve idealleri için üye olduğu partilerde hizmet etmeye devam ederek, topluma siyaseti kişisel çıkarları için yapmadıklarını gösterebilirler. Davanın zaferi için önce kaybetmeyi ya da bırakmayı öğrenmeliyiz. Sağ ile sol siyaset arasında bir farka ihtiyaç var. Belki de bizi iktidara götürecek olan halkın iki taraf arasındaki ayrımı daha rahat yapmasını sağlayacak bu farktır.
/././
Her bankta bir emekli (Semra Kardeşoğlu)Yaşlı nüfusla birlikte emekli sayısı da artıyor. 10 bin lira maaşla nasıl yaşanır, sosyal hayat nasıl sürdürülür? Tüm Emeklilerin Sendikası Genel Başkanı Ergen “Bir kafede çay içmek bile imkansız. Boş bank bulan emekli kendini şanslı sayıyor. Sosyal hayat bu” diyor.
Son beş yılda yaşlılar arasına 1 milyon 556 bin 284 kişi katıldı. Günlük ortalama 1087 kişinin 65 yaş eşiğini aştığını ortaya koyuyor. Duruma böyle baktığımızda meselinin boyutu daha fazla ortaya çıkıyor. Yaşlılık sürecinin sorunları ile emeklilerin sorunları iç içe geçiyor. Her ne kadar 65 yaşın altında emekliler olsa da asıl sorun bu yaştan sonra başlıyor. Çalışmayan ve tek geliri emekli maaşı olan milyonlar için durum iç açıcı değil. Üstelik bundan sonra emekli olacaklar için durum daha da zor. Bir yandan uzun prim günleri diğer yandan düşük emekli ücretleri. Artan enflasyon karşısında maaşları sürekli eriyen emekliler son dönemde alanlara çıkan en büyük grupların başında geliyor.
Nasıl gelmesin; Son zam öncesine kadar ortalama emekli maaşının 7 bin 211 lira olduğu biliniyor. Asıl önemlisi emeklilerin milli gelirden aldığı pay sürekli düşüyor. Emekli maaşlarının gayrisafi yurt içi hasılaya (GSYH) oranında Türkiye 36 Avrupa ülkesi içinde sondan ikinci sırada yer aldı. Euronews’in ‘Eurostat’ verilerinden derleyerek hazırladığı habere göre 2021 yılında emekli/yaşlı ve dul/yetim maaşlarının GSYH’den aldığı pay Türkiye’de yüzde 6,1 olurken AB ortalaması yüzde 13 oldu.
Durum buyken emeklilerin insanca yaşam talebiyle başlattıkları hak mücadelesi genişleyerek sürüyor. Emeklilerin durumunu, Tüm Emeklilerin Sendikası Genel Başkanı Zeynel Abidin Ergen ile konuştuk.
Emeklilerin emekli sendikalarının bugün mücadelesi hangi talepleri içeriyor?
İki yönlü bir mücadele. İnsanca yaşam hakkı için ekonomik bir mücadele. İkincisi demokratik kazanımların güvence altına alınması ve ülkelerin demokratikleşmesi için. Demokraside olmadığı hiçbir yerde zaten güvence de olmaz, ekonomik özgürlük de olmaz.
Avrupa’da en düşük emekli maaşına sahip ülkeyiz diyorsunuz. Karşılaştırdığınızda nedir tablo?
Fransa, Almanya, İtalya'yla kıyaslayalım. Mesela 1500, 1800 avro. Şimdi avro bazında düşündüğümüzde çalışanlarla bile kıyaslanamaz. Türk lirasına çevirerek bakarsak 48-50 bin olmalı. Ancak Balkan ülkeleriyle kıyaslanabilir.
EN AZ 25-30 BİN TL
Ne oldu da, nasıl oldu da bu noktaya geldik? Emekliler her gün sokakta?
Şimdi 2000 öncesi ve sonrası diye ayıralım. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde piyasada ne para edecekse onun üzerine özelleştirme ve benzeri ataklarını yaptı. Yani eğitimi, sağlığı özelleştirdi. Onları ranta çevirdi vesaire. Aynı şeyi emekliler üzerinde de yapıldı.
Emeklilerin maaşlarını düşük tutmaya çalıştı. 2008’de emeklilere maaş bağlama oranları çok düşürüldü, çalışma süreleri uzatıldı. Maaşının yüzde 70’ini emekli maaşı olarak alırken kademe kademe azaltılarak yüzde 28’lere kadar geriledi. Yani 100 lira maaş alıyorsa emekli olunca 28 lira bağlandı. Normalde 100 lira kazanan birisinin en az 70 lira emekli maaşı olmalı. Bugün konuştuğumuz kök maaş düşüklüğünün kaynağı da bu maaş bağlama oranlarını. Bir tanesi de primlerinin güncellenmesi. Çevrilmede gayrisafi milli hasıladaki payımız yüzde 100’den 100’den 100’de 30’lara düşürüldü. Refah payı falan almıyoruz. Bunlar hep emeklilerin aleyhine gelişiyor. Yani attıkları her adım geriye götürüyor. Bugün 2000 öncesi mevcut kurallarla hareket edilse bugün en düşük emekli maaşı 25 bin ila 30 bin arası olacaktı. Bize bu yapılanı reform adı altında yutturmaya çalıştılar.
Niye ses çıkaramadı o dönem emekliler, bu kadar vahim bir sonuç getiriyorsa eğer?
O dönem emekli örgütlenmesi çok zayıftı, çok cılızdı. Ama çalışanların sendikaları da bu işi toplumsal bir harekete dönüştürüp bunun önüne barikat oluşturamadı. Çünkü bu emeklilerin değil emekli olacakların da sorunuydu. Bugün son zamla 10 bin lira en düşük maaş. Ve en az 6 milyon emeklinin bu maaşı aldığı düşünülüyor. Çünkü tam açıklanmadığı için bilemiyoruz 6-9 milyon arası olduğu söyleniyor.
UCUZ İŞGÜCÜ MUAMELESİ
Bir yandan da dünyanın en erken emekli olunan ülkesiyiz…
İşte bu da seçim politikası. EYT yapıldı. Ama iyi mi? 45 yaşında emekli olmak avantaj gibi gözükse de 5 yıl sonra bu kişilerin durumu ne olacak görme imkanınız var mı bugünden? Prim gününe bakın; Biri 9 bin, diğeri 5 bin 400 gün ödemiş. Bunların hepsi en düşük emekli maaşını alıyor. Bir de koşullara bakalım Avrupa'daki bir adam 75-80 yaşında dünyayı dolaşıyor. Ama bizde emekli olsa da çalışmak zorunda. 2008 sonrası işe başlayan 65’inde emekli olacak. Yani emeklinin sorunu seçime endeksli gidiyor. Yani emeklilik hakkını ve primlerini gelirlerini seçimle doğru orantılı olarak kullanan bir iktidardan bahsediyoruz. Bir hak olarak değil de “Ben bu seçimi nasıl kazanırım” üzerinden. Şimdi EYT ile emekli olanların bir bölümü kayıt dışı çalışmaya başladı. Senin sosyal güvencen var seni sigortalı da yapmıyorum diyor. Zaten iş bulmak zor ne yapacak.
Emekli birinin çalışması değil mesele çalışmaya ve kendi düzeyinin altında çalışmaya mahkum edilmesi, ucuz iş gücü olarak görülmesi. Fen öğretmeni arkadaşım inşaat bekçiliği yapıyor mesela. Kahvehanede çaycılık yapıyor.
Bundan sonraki mücadeleniz nasıl şekillenecek?
Ya bir tanesi bizim sendikal güvencemiz. Yani sendikalarımıza sürekli engeller çıkarılıyor ve sürekli kapatma davaları açılıyor. Bunun çözülmesi lazım. Yani örgütlenme özgürlüğünü de kendilerinin kaldırılması lazım. Temel sorunlarımızdan biri sağlık. Hastaneye erişimi, tetkiklerin yapılması bir hassasiyet gerekiyor. Devlet hastanelerinde günler sonraya randevu veriliyor. Özeli karşılamak imkansız. Katkı paylarının da alınmaması gerekiyor. Bir diğeri yerel yönetimlerin tıpkı kreş açması gibi bakımevi, huzurevi açması gerekiyor. Bir de tüm bunları yeniden vurgulamalı. Hani bu bir lütuf değil. Bu insanlar yıllarca bunun karşılığını almadan peşin ödediler. Şimdi yaşlıların kaliteli bir şekilde yaşlanmasını sağlayıcı düzenlemeler gerekli.
Sosyalleşmelerini nasıl sağlanacak tüm bunlar içinde?
Bugün yaşlılık demek evde olmak demek çünkü. Avrupa'da 80 yaşında dünyayı geziyor bizde 60 yaşında evden adım atamıyor. Emeklilik eşittir evde kapalı kalmak. Şimdi parklara bir bakın. Her bankta bir yaşlı.
∗∗∗
47 ÜLKEDEN 44’ÜNCÜ OLDU
Mercer’in her yıl gerçekleştirdiği küresel emeklilik endeksi sonuçlarına göre Hollanda, emeklilik endeksinin ilk sırasına yerleşirken Türkiye listenin 44’üncü sırasında yer aldı. Dünya nüfusunun yüzde 64’ünü kapsayan 47 emeklilik sisteminin karşılaştırıldığı raporda, 50’den fazla gösterge değerlendirildi.
Döneminde bireysel emeklilik birikiminin belirli bir bölümün aylık maaş olarak alınmasının zorunlu kılınması tavsiyeleri yer alıyor” açıklamalarında bulundu.
∗∗∗
Yarın: Yaşlıların sosyal hakları neler?
/././
Modern devletlerin türlü uygulamalarını bir yasal zemine dayandırma kaygısı, onlardan biri olarak Türkiye’nin yer adlarını değiştirme çabasının, gerilimli bir sürece dönüşmesine neden olmuştu. Deneyimlere bakılırsa yer adlarını değiştirme politikasının hukuki-yasal dayanakları ancak uygulama içinde inşa edilmiş ve sistem yer adlarıyla adeta bir muharebeye girişmişti.
Bu alanda yapılan ilk düzenlemelerden birisi 1926’da çıkarılan Çift İsimle Anılan Vilayetlerin Tek İsimle Anılması yasasıydı. Bu çerçevede Canik/Samsun, Saruhan/Manisa, Kocaeli/İzmit, Menteş/Muğla, Bozok/Yozgat, İçel/Silifke, Görle/Görele, Enderin/Andırın gibi şehir isimleri değiştirilmişti. Ama tüm yer isimlerine müdahaleyi mümkün kılacak bir yasal düzenleme hâlâ yoktu. Böyle olduğu için yer değiştirme uygulamaları parçalı düzenlemelere göre yapılıyordu.
Yer adlarına merkezi ve ülke düzeyinde müdahale etme fikri 40’lı yıllarda yeniden gündeme geldiğinde, valiliklere gönderilen bir genelge ile yabancı dil-köklerden gelen yer adlarına dair dosyalar düzenlenerek İçişleri Bakanlığına gönderilmesi istenmişti. 1942’den itibaren illerden gelen dosyalar incelenmiş, ancak II. Dünya savaşının yarattığı kaotik ortam nedeniyle bu çalışmalar yine sistemin arzu ettiği hacim ve hızda ilerlememişti.
∗∗∗
1949’da çıkarılan 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu ile yer adlarını değiştirme yetkisi İçişleri Bakanlığı’na verilmişti. Bakanlık da teknik kolaylık için 1956’da kendi yönetiminde Ankara Üniversitesi DTCF, Milli Savunma, Milli Eğitim, Bayındırlık Bakanlıkları, Tapu Kadastro, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve TDK temsilcilerinden bir Ad Değiştirme İhtisas Kurulu oluşturmuştu. Bu kurul, 19.10.1957 gün ve 4/9595 sayılı Bakanlar Kurulu kararı gereğince 1.3.1957 tarihinden itibaren çalışmaya başlamıştı. Fakat haftada iki veya üç gün mesai saatleri dışında toplanıp çalışmalarını sürdürse de 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun yürürlüğe girmesiyle kurul üyelerine yapılan ödemeler kaldırılınca çalışmalar 1970’de yine durmuştu.
Bu arada daha önceki kararlar gereği adları değiştirilmek üzere bakanlığa gönderilen dosyalar birikince Şubat 1973’de bu kez İller İdaresi Genel Müdürlüğünde bir komisyon kurulmuştu. Ancak bu kurul da iki sene çalışmış ve belli ki istenilen sonucu alamayınca Milli Eğitim, Milli Savunma Bakanlığı, Genel Kurmay Başkanlığı, Harita Genel Müdürlüğü, DTCF Dekanlığı ile Türk Dil Kurumundan bir temsilci istemek suretiyle “Ad Değiştirme İhtisas Kurulu” yeniden kurulmuştu. Bu çalışma da 1978’de Başbakanlık tarafından “tarihi değeri olan yer adlarının da” değiştirildiği gerekçesiyle durdurulmuştu.
∗∗∗
Bu gerilimli sürece rağmen Ağustos 1977’e kadar ülkenin 35.917 kırsal yerleşmesinden % 36’sının adları değiştirilmişti. Ama yine de ad değiştirmeyi bir sistematiğe, hıza ve genişliğe erdirme arayışları bitmemiş ve 1983’de Ad Değiştirme Uzmanlar Kurulu Kuruluş, Görev ve Çalışma İlke ve Usulleri Hakkında Yönetmelik çıkarılmıştı. Bu yönetmeliğe göre İller İdaresi Genel Müdürünün başkanlığında Genel Kurmay Başkanlığı’nın bir, Milli Savunma Bakanlığı ve Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nün birer, DTCF ile Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu’nun ikişer temsilcisinden yeni bir kurul oluşmuştu.
Bu kez muharebenin hacmi de genişletilmişti. Sadece yabancı köy adları değil; dağ, nehir, ova adlarından Türkçeleşmiş olmayanlar bile değiştirilecekti. Hatta Türkçe olduğu halde değilmiş gibi görünen adlar da değiştirilecekti. Özellikle Ermenice, Rumca adların niçin değiştirildiği halka anlatılacak, yeni adların yer aldığı haritalar okullara, kamu kuruluşlarına dağıtılacaktı. Yeni yer isimleri için ilk ve orta dereceli okullarda özel program uygulanacak, mahalli devlet memurları Ermenice, Rumca olduğunu bildikleri eski yer adlarını kullanmayacaktı vb.
∗∗∗
Özetle Türkiye’nin siyasal iktidarları, ülkenin geleneksel kültürlerinin ürünü olan yer adlarına karşı tam bir muharebe açmış; bu isimlere yansıyan toplumsal belleği silmek istemişti. Bugün sözü edilen belleğin yeniden inşası hem tarihe, hem de bu ülkenin geleneksel kültürlerine saygının bir gereğidir ve tam da belediye seçimlerine giderken yerel yönetimlerin öncelikli görevlerinden birisidir.
(BİRGÜN)