31 Ocak 2024 Çarşamba

Birgün KÖŞEBAŞI - 31 OCAK 2024 -

 

Bir yerel seçim kararından daha fazlası (Berkant Gültekin)

Yerel seçimlere 2 ay kala İstanbul denklemi açıklığa kavuşmadı. Seçimi Ekrem İmamoğlu ya da Murat Kurum’dan başkasının kazanma ihtimali yok ancak hangi adayın ipi önde göğüsleyeceği, diğer siyasi aktörlerin seçimde alacağı pozisyonla yakından ilişkili. DEM Parti’nin İstanbul politikası da bu nedenle önem arz ediyor. Meseleyi daha iyi anlayabilmek adına, son yıllarda gerçekleşen seçimlerin İstanbul ayağına kısaca göz atmakta yarar var.

2017 başkanlık referandumunda, İstanbul’da yüzde 48,6 “Evet” oyuna karşılık yüzde 51,4 “Hayır” oyu çıktı. Bir sene sonra yapılan ve muhalefetin farklı adaylarla girdiği Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan yüzde 50’lik oy oranıyla ilk sırada yer alırken, ona en yakın aday Muharrem İnce yüzde 36,8 oy topladı. Selahattin Demirtaş, Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu’nun aldığı oyu, İnce’nin oyuna ekleyince, muhalefetin toplam oyu Erdoğan’ı yakaladı.

2019 yerel seçimlerinin hukuksuzca geçersiz sayılan ilk turunda Ekrem İmamoğlu yüzde 48,8, Binali Yıldırım 48,5 oy aldı. Haziran’daki ikinci seçimlerde İmamoğlu, Yıldırım’a yaklaşık 10 puan fark atarak yüzde 54’ü geçti. Yapılan son Cumhurbaşkanlığı seçiminde, muhalefetin ortak adayı Kemal Kılıçdaroğlu, hem 14 hem de 28 Mayıs’ta Erdoğan’dan fazla oy kazandı. Kılıçdaroğlu ilk turda, Erdoğan’ın yüzde 46,6’lık oyuna karşılık yüzde 48,5, ikinci turda ise yüzde 48,2’lik oyuna karşılık yüzde 51,72 oy topladı.

***

İstanbul özelinde, 2017’den 2023’e yapılan 6 sandık mücadelesinde (2019’da ve 2023’te ikişer kez seçim yapıldı) iktidar cephesi, muhalefet blokuna üstün gelemedi. 2018’de muhalefetin ayrı adaylarla girdiği ve oyların 4 ayrı adaya dağıldığı Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan önde çıktı. Muhalefetin tek seçenekte ortaklaştığı 2017, 2019 ve 2023’teki yarışlarda ise Erdoğan ya da iktidarı temsil eden seçenek, mağlup edildi.

İstanbul’daki son birkaç seçimin gösterdiği kaba gerçek şudur: Metropolde, muhalefet tek seçenek üzerinde birleşirse, iktidarı durdurabiliyor. Üstelik bunu, rejimin kendisi olan kişiye karşı, görece zayıf olduğu düşünülen bir adayla bile yapabiliyor. Ancak kendi içinde bütünlük sağlayamaz ve ayrışırsa, o zaman rejimin zaferini engelleyemiyor. Erdoğan da bugün, bunun gerçekleşmesi için elinden geleni yapıyor. Çünkü genel siyasi kutuplaşma, İstanbul ve Ankara gibi şehirlerde iktidar açısından negatif sonuç doğuruyor. Aynı nedenle Saray rejimi, İstanbul’da siyasi saflaşmayı, “hizmet belediyeciliği” ringine çekmeye çalışıyor.

Gerçeğin kaba tarafı böyle. İnce tarafı ise şu: Her ne kadar İYİ Parti gibi muhalefetin bazı unsurları, 31 Mart yerel seçimlerinde İstanbul’da ayrı inisiyatifler geliştirmeye karar verse de bu direkt olarak bir dağılma sonucunu doğurmayacak. Çünkü İYİ Parti’nin kentli seçmeninin muhalif karakteri ve İmamoğlu ismi, İYİ Parti adayı Buğra Kavuncu’nun neden olacağı oy bölünmesini büyük oranda pasifize edecektir. Kavuncu’nun bugünkü mevcut oylarının, seçimlerin yaklaşması ve muhalif yurttaşların daha fazla sonuç odaklı düşünmeye başlamasıyla daha da eriyeceğini söylemek mümkün. Saadet Partisi’nin adayı Birol Aydın da doğrudan İmamoğlu’na gidecek muhalif oyları kesecek bir aday değil. Aydın, İmamoğlu’na giden oylar kadar Murat Kurum’a verilecek oyları da kesecektir.

***

DEM Parti konusunda ise aynı değerlendirmeyi yapmak zor. İdeolojik motivasyonu yüksek olan DEM Parti seçmeninin, parti merkezinin aldığı karara riayet etme potansiyeli, geçmişte İYİ Parti’ye oy veren seçmene göre çok daha fazla. Elbette Yeşil Sol Parti adıyla girilen son genel seçimlerde İstanbul’da alınan oyun tamamı, 31 Mart’taki yerel seçimlerde DEM Parti adayına gitmeyecektir. Mesela HDP, 2015 genel seçimlerinde konjonktürün pozitif etkisiyle İstanbul’da yüzde 12,6 alırken, bir sene önce Sırrı Süreyya Önder gibi popüler bir ismi aday gösterdiği İstanbul yerel seçimlerinde bu kez konjonktürün negatif etkisiyle (“Tatava yapma bas geç”) sadece 4,8 oy alabilmişti. Bu yerel seçimde de yine kendileri açısından negatif konjonktür etkisiyle Mayıs 2023 seçimlerinde İstanbul’dan aldıkları yüzde 8’lik oylarını koruyamayacaklardır. Ancak bıçak sırtı geçecek bir seçimde, DEM’de kalan oyların etkisinin yabana atılamayacak düzeyde olacağı muhakkak. İşte bu yüzden DEM Parti’nin İstanbul’da vereceği kararın, seçim sonuçları üzerinde kritik bir etkisi olacak.

Bir ihtimal olarak, 7 yılı aşkın süredir cezaevinde tutulan Selahattin Demirtaş’ın eşi Başak Demirtaş’ın DEM Parti’nin İstanbul adayı olacağı konuşuluyor. Bu seçenek, Başak Demirtaş’ın medyaya verdiği demecinden ardından tartışılmaya başlandı. Daha sonra DEM Parti’den gelen açıklamalardan, Başak Demirtaş’ın adaylığına çok sıcak yaklaşılmadığı anlaşıldı. Parti yöneticileri bunu net bir şekilde dile getirmese de kararı yetkili organların vereceğine işaret edilerek ölçülü bir tavır öne çıkarıldı.

***

DEM Parti’nin beklentisi ne ya da konu nerede düğümleniyor? Partinin Grup Başkanvekili Sezai Temelli, CHP ile İstanbul’da işbirliği yapılıp yapılmayacağı sorusuna, bütün ihtimallerin değerlendirildiği ve güç birliğiyle kazanılabilecek yerler üzerinde bir çalışma olabileceğine dikkat çekerek yanıt verdi. Çünkü DEM Parti, İstanbul kararını sadece İstanbul’la sınırlı tutmuyor; diğer seçim bölgelerini de kapsayacak, daha geniş bir mutabakat zemininin koşullarını arıyor. Bu işin bir kısmı.

Kürt siyasi hareketinin İstanbul için vereceği karar, yerel seçimin boyunu aşan bir karar olacak. Tıpkı ülkenin geleceğini belirleyen 2010 anayasa değişikliği referandumunda “boykot” kararı alınması gibi… Gerek İstanbul seçimlerinin sonuçları gerekse de Kürt hareketinin bu konu özelindeki tutumu, iç siyasi dengeleri etkilemesinin yanında, rejimin bölgesel tercihlerini de şekillendirebilir.

İktidarın İstanbul’da bir seçim zaferi kazanması, rejime gücünü tahkim edip baskıyı artırma olanağını verecek. DEM Parti de onlarca belediyesine kayyum atayan ideolojik zihniyetin İstanbul’da seçim kazanmasının doğuracağı siyasi sonuçları öngörebilecek kabiliyette. Bu virajda takınılan tutum, Kürt hareketinin olası yönelimleri ve rejimin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirebileceği yeni süreçler hakkında da bir görünüm sunarak 2028’e giden yolun taşlarını döşeyecek. O nedenle bir yerel seçim kararından daha fazlasıyla karşı karşıyayız.

                                                                 /././

Kriz anahtarı: Kimlik siyaseti (Nurcan Gökdemir)

Türkiye siyasetinde bir genel kabul var “Erdoğan kimlik siyaseti ustası”. Ayrımcılık ve bir kimliği öne çıkartma en sık kullandığı, her duruma uydurabildiği bir enstrüman. Bazen dini bazen etnik köken, gerektiğinde de her ikisi üzerinden oy konsolidasyonundan gündem saptırmaya yarayan ve her atışında hedefini bulan bir silah.

31 Mart yerel seçimleri öncesi ise yine kullanılmaya başlanan bu söyleme en güçlü desteğin kendisini solculukla, sosyal demokratlıkla tanımlayan bir parti içinden gelmesi üzerinde durulmayı hake diyor. “Sonuçta her birinin yaptığı düzen siyaseti“ denilip geçilemeyecek kadar da önemli ve sonuçları itibarıyla tehlikeli.

AVANTAJ DEZAVANTAJA DÖNÜŞTÜ

Herkesin bildiği gibi CHP, AKP’nin aday belirleme sürecindeki gecikmeyi “Aday bulamıyorlar” söylemiyle kendisi için avantaja çevirdi. Seçim kampanyasına rakibin sağladığı avantajla önde başlayan anamuhalefet partisi için bu durum, son günlerdeki adaylık tartışmaları, tereddütler, isabetsiz tercihler, parti içi mücadele görüntüsü veren gelişmelerle dezavantaja dönüştü.

Bir parantez açarak bu tartışma sürecini “Siyasi yaklaşımlar, ideolojik farklılıklar, hizmet yarışı’nın belirlediğini iddia etmenin safdillik olacağı tespitini bir kenara koyalım. Her bir aday için rakipleri ve destekçilerinin yaptığı değerlendirmelerle sayıları her gün çığ gibi artan kerameti kendinden menkul siyaset yorumcularının söylemlerine ihtiyatla yaklaşmak gerektiğini de bunun yanına ekleyelim.

VİRÜS ANAMUHALEFETE DE BULAŞTI

Aday kimlikleri üzerindeki tartışmaları bu kişilere bıraktıktan sonra AKP’nin uzun yıllardır domine ettiği siyaset yapma şeklinin virüs gibi anamuhalefet partisini de sardığının son örneğini konuşalım. CHP’de adaylık mücadelesi sert geçiyor, 2019 seçimlerinden sonra yerel yönetimlerdeki iktidarın sağladığı olanakları kullanmakla başlayan kötü alışkanlıklar aday tartışmalarına da damgasını vuruyor. Uzun yıllar sahip olduğu başkanlık koltuğunu bu kez aday gösterilmeyerek kaybeden bazı isimler, desteklediği isimlerin tercih edilmemesine kızanlar ya da bu tercihlerin parti içi mücadelede elini zayıflattığı düşünenler AKP tarzı siyasete sarıldı. Ülkeyi dinamitleyen ve baskıcı yönetime karşı oluşması muhtemel cepheyi dağıtan siyaset bir kez daha  “Alevi ve Kürt kıyımı” söylemi ile sahneye sürüldü. Genel Başkan değişiminin yaşandığı kurultaydan önce de bu silahın hoyratça kullanılmasının üzerinden çok uzun zaman geçmeden Genel Başkan Özgür Özel de bu iddialara aynı şekilde yanıt verdi. Yeni bir yanlışa imza attı ve bilanço açıkladı…

Bu siyaset tercihinin sonuçlarından biri “Baskıcı rejime karşı oluşması muhtemel cepheyi dağıtmak” dedik, sınıf temelinde ortaklaşmayı önlediği için seçim fırtınasından her zaman sermaye karlı çıkıyor. Buna karşın daha küçük hesaplar siyasetçileri her sıkıştıklarında bu ipe sarılmaya itiyor. Bu da AKP’nin oluşturduğu siyasi atmosferi daha da yoğunlaştırıyor.

AKP’NİN TARİFİNDEKİ GİBİ Mİ?

Bir diğer olumsuz sonucu ise gerçekten ayrımcılığa uğrayan kimlik gruplarının bu ayrımcılığı ortadan kaldırmayı sağlayacak şekilde taleplerini dile getirmesini engellemesi. Ülkedeki dini ve etnik hakim gruplar bu siyaseti sonuna kadar yaparak yönetme erkine sahip olup, aynı yöntemle diğer gruplar üzerindeki baskısını katmerleştirirken “Siz kimlik siyaseti yapmayın” demek ayrımcılığı daha da körükleyen bir sonuca yol açıyor.

Türk ulusal kimliğine sahip olmayanları, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın benimsediği dini görüşleri benimsemeyenleri yok sayanlar için kimlik siyaseti meşru, diğerleri için yasak…

Tüm grupların kendi kimliğini gizlememe, anadilini kullanabilme ve kültürünü yaşayabilme hakkına sahip olmak için taleplerini dillendirebildiği, ancak sınıf temelinde ortaklaştırdığı siyaseti yol açıcı olacaktır…

Kötüye benzemek değil, iyi için mücadelede ısrar…

                                                           /././

Muhalefetin ilacı dava siyaseti mi? (Özgür Gürbüz)

Herhalde siz de benim gibi siyaset arenasında bir orada bir burada olan siyasetçilere bakıp şaşırıyorsunuz. Seçimden seçime parti değiştirenler kadar, aday gösterilmediğinde partisinden istifa edip, eski partisine demediğini bırakmayanlar da beni şaşırtıyor. Kendileri farklı bir yöntemle seçilmiş gibi, yeni tercihleri beğenmiyorlar. Bu davranışların temelinde ilkesizlik yatıyor.

Siyasetin ticarete döndüğü günümüzde, merkezdeki partilerde “dava siyaseti” yapan kalmadı. Daha çok sağ siyaset literatüründe rastladığımız bu kavram, ideal ya da ülkü demek. Arapça bir kelime. Yunanca karşılığı ‘ideal’. Sağ siyaset için kâğıt üstünde ülküden bahsetmek mümkün. Gerçekte ise kamu kaynaklarının, iktidarın ülküdaşlarına peşkeş çekilmesinden başka bir şey görmedik. Türk milliyetçiliğini savunan MHP’nin HÜDA-PAR ile aynı koalisyonda olması dava siyasetinin sağ cenah için bittiğine dair herhalde en çarpıcı örnek. Hiç yoktu ki diyenleri de duyuyorum.

∗∗

İşin merkez sol tarafı ne kadar farklı, ilkeler ve prensipler ne kadar yerli yerinde; o da tartışmalı. Oy oranları arttıkça siyasetin daha az ilkeyle yapıldığına tanıklık ediyoruz. Muhalefetin elbette hâlâ bir hatta birden çok amacı var. İktidarı tek adam yönetiminden almak, demokrasiyi güçlendirmek, Meclis’i yeniden işler kılmak gibi. İlkesiz ve idealleri (misyonu) olmayan bir hareketle bu amaçlara ulaşmak mümkün görünmüyor. Yıllardır patinaj yapılmasının nedeni de bu.

İktidar olmak için ‘dava partisi’ olmak gerekmez elbette. AKP bazen bir dava partisini anımsatsa da daha çok oportünist bir çizgide ilerledi. İktidara geldiğinde bir dava partisi değildi. Herkese gülücükler saçan, tek amacı iktidarın nimetlerini ele geçirmek olan bir partiydi. Daha sonra Gülencilerle birleşerek kendisine ‘laik orduyu’ ortadan kaldırmayı dava edindi. Liberallerin bazıları bu dava uğruna AKP’ye her istediğini verdi. Ordu etkisizleşince liberaller ve Gülencilerle vedalaşıldı. Tek adam yönetimiyle, padişahlık benzeri bir davayı güdenlere yaklaşıldı, aslında bu da ticari işlerin, kamunun ele geçirilmesini kolaylaştıran bir araçtı. Kürtlerle yollarını ayırdı. Bu da onları milliyetçilere ve onların davasına yaklaştırdı ve iktidarda kalmak için gereken oy desteğini aldı. Ümmetçilerin davasını da kapsar gibi görünmek için en son adımı tarikatları içine almak oldu. Devletin İslamlaştırılmasını isteyen tarikatlara Ayasofya’dan milli eğitime, şeriat çağrılarına kadar verilen tavizler de bu davaya inananları AKP çatısı altında tutmaya yarıyor. Birçok davaları olduğunu da düşünebilirsiniz, ticaret dışında bir davaları olmadığını da.

Muhalefetin ise henüz sıkı sıkıya sarıldığı bir davası yok. Yaşam tarzı üzerinden kurulan birlikteliğin, daha geniş bir perspektifle, laiklik üzerinden bir davaya dönüştürülmesi mümkün. Söylemden öte, bu idealin yeniden tasvir edilmesi gerek. Yelpazenin solundaki Kürtler, emek hareketleri ve özgürlükçüler de laiklik davasından çok uzakta değiller. Bu hareketlerin, daha demokratik bir ülke idealini misyonlaştırmaları ve kitleleri tek bir amaç uğruna birleştirmeleri için laiklik bir birliktelik ideali olabilir. Demokrasinin olmadığı bir ülkede, özgürlüklerden de işçi haklarından da bahsedemeyiz. Ekonomiyi tüketim toplumunun prangalarından kurtarıp, daha az çalışarak, daha iyi paylaşarak yeşil bir dünya yaratmak da tüm dünyada hızla kabul gören ideallerden biri. Bu da bir veya birkaç partinin ideali olabilir.

∗∗

Dava siyasetinin birkaç önkoşulu var. Siyasi partilerin siyasi iktidarı hedefledikleri ve üyelerinin birçoğunun da siyaseti bireysel çıkarlar için yaptıklarını görüyoruz. Dava siyaseti ise bunun tersini gerektiriyor. Partiler, yetiştirdikleri yöneticilere koltuğu bırakmayı öğretmeli; bu konu parti içi eğitimin bir parçası olmalı. Bunun birçok yolu var elbette ama bir tanesi parti içinde alınan tüm görevlere rotasyon şartı getirmek olabilir. Yönetici başarılı da olsa koltuğunu belli bir süre sonra yoldaşına bırakıp, arka planda kalmayı, ona destek olmayı öğrenebilir, partisine ve ideallerine her kademede hizmet etmenin değerini anlayabilir.

Bu kültürle yetişmiş partililer, günü geldiğinde makamlarını devretmeyi daha rahat kabullenebilir. Yıkıp dökmeden ilke ve idealleri için üye olduğu partilerde hizmet etmeye devam ederek, topluma siyaseti kişisel çıkarları için yapmadıklarını gösterebilirler. Davanın zaferi için önce kaybetmeyi ya da bırakmayı öğrenmeliyiz. Sağ ile sol siyaset arasında bir farka ihtiyaç var. Belki de bizi iktidara götürecek olan halkın iki taraf arasındaki ayrımı daha rahat yapmasını sağlayacak bu farktır.

                                                               /././

Her bankta bir emekli (Semra Kardeşoğlu)
Yaşlı nüfusla birlikte emekli sayısı da artıyor. 10 bin lira maaşla nasıl yaşanır, sosyal hayat nasıl sürdürülür? Tüm Emeklilerin Sendikası Genel Başkanı Ergen “Bir kafede çay içmek bile imkansız. Boş bank bulan emekli kendini şanslı sayıyor. Sosyal hayat bu” diyor.

Son beş yılda yaşlılar arasına 1 milyon 556 bin 284 kişi katıldı. Günlük ortalama 1087 kişinin 65 yaş eşiğini aştığını ortaya koyuyor. Duruma böyle baktığımızda meselinin boyutu daha fazla ortaya çıkıyor. Yaşlılık sürecinin sorunları ile emeklilerin sorunları iç içe geçiyor. Her ne kadar 65 yaşın altında emekliler olsa da asıl sorun bu yaştan sonra başlıyor. Çalışmayan ve tek geliri emekli maaşı olan milyonlar için durum iç açıcı değil. Üstelik bundan sonra emekli olacaklar için durum daha da zor. Bir yandan uzun prim günleri diğer yandan düşük emekli ücretleri. Artan enflasyon karşısında maaşları sürekli eriyen emekliler son dönemde alanlara çıkan en büyük grupların başında geliyor.

Nasıl gelmesin; Son zam öncesine kadar ortalama emekli maaşının 7 bin 211 lira olduğu biliniyor.  Asıl önemlisi emeklilerin milli gelirden aldığı pay sürekli düşüyor. Emekli maaşlarının gayrisafi yurt içi hasılaya (GSYH) oranında Türkiye 36 Avrupa ülkesi içinde sondan ikinci sırada yer aldı. Euronews’in ‘Eurostat’ verilerinden derleyerek hazırladığı habere göre 2021 yılında emekli/yaşlı ve dul/yetim maaşlarının GSYH’den aldığı pay Türkiye’de yüzde 6,1 olurken AB ortalaması yüzde 13 oldu.

Durum buyken emeklilerin insanca yaşam talebiyle başlattıkları hak mücadelesi genişleyerek sürüyor. Emeklilerin durumunu, Tüm Emeklilerin Sendikası Genel Başkanı Zeynel Abidin Ergen ile konuştuk.

Emeklilerin emekli sendikalarının bugün mücadelesi hangi talepleri içeriyor?

İki yönlü bir mücadele. İnsanca yaşam hakkı için ekonomik bir mücadele. İkincisi demokratik kazanımların güvence altına alınması ve ülkelerin demokratikleşmesi için. Demokraside olmadığı hiçbir yerde zaten güvence de olmaz, ekonomik özgürlük de olmaz.

Avrupa’da en düşük emekli maaşına sahip ülkeyiz diyorsunuz. Karşılaştırdığınızda nedir tablo?

Fransa, Almanya, İtalya'yla kıyaslayalım. Mesela 1500, 1800 avro. Şimdi avro bazında düşündüğümüzde çalışanlarla bile kıyaslanamaz. Türk lirasına çevirerek bakarsak 48-50 bin olmalı. Ancak Balkan ülkeleriyle kıyaslanabilir.

EN AZ 25-30 BİN TL

Ne oldu da, nasıl oldu da bu noktaya geldik? Emekliler her gün sokakta?

Şimdi 2000 öncesi ve sonrası diye ayıralım. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde piyasada ne para edecekse onun üzerine özelleştirme ve benzeri ataklarını yaptı. Yani eğitimi, sağlığı özelleştirdi. Onları ranta çevirdi vesaire. Aynı şeyi emekliler üzerinde de yapıldı.

Emeklilerin maaşlarını düşük tutmaya çalıştı. 2008’de emeklilere maaş bağlama oranları çok düşürüldü, çalışma süreleri uzatıldı. Maaşının yüzde 70’ini emekli maaşı olarak alırken kademe kademe azaltılarak yüzde 28’lere kadar geriledi. Yani 100 lira maaş alıyorsa emekli olunca 28 lira bağlandı. Normalde 100 lira kazanan birisinin en az 70 lira emekli maaşı olmalı. Bugün konuştuğumuz kök maaş düşüklüğünün kaynağı da bu maaş bağlama oranlarını. Bir tanesi de primlerinin güncellenmesi. Çevrilmede gayrisafi milli hasıladaki payımız yüzde 100’den 100’den 100’de 30’lara düşürüldü. Refah payı falan almıyoruz. Bunlar hep emeklilerin aleyhine gelişiyor. Yani attıkları her adım geriye götürüyor. Bugün 2000 öncesi mevcut kurallarla hareket edilse bugün en düşük emekli maaşı 25 bin ila 30 bin arası olacaktı. Bize bu yapılanı reform adı altında yutturmaya çalıştılar.

Niye ses çıkaramadı o dönem emekliler, bu kadar vahim bir sonuç getiriyorsa eğer?

O dönem emekli örgütlenmesi çok zayıftı, çok cılızdı. Ama çalışanların sendikaları da bu işi toplumsal bir harekete dönüştürüp bunun önüne barikat oluşturamadı. Çünkü bu emeklilerin değil emekli olacakların da sorunuydu. Bugün son zamla 10 bin lira en düşük maaş. Ve en az 6 milyon emeklinin bu maaşı aldığı düşünülüyor. Çünkü tam açıklanmadığı için bilemiyoruz 6-9 milyon arası olduğu söyleniyor.

UCUZ İŞGÜCÜ MUAMELESİ

Bir yandan da dünyanın en erken emekli olunan ülkesiyiz…

İşte bu da seçim politikası. EYT yapıldı. Ama iyi mi? 45 yaşında emekli olmak avantaj gibi gözükse de 5 yıl sonra bu kişilerin durumu ne olacak görme imkanınız var mı bugünden? Prim gününe bakın;  Biri 9 bin, diğeri 5 bin 400 gün ödemiş. Bunların hepsi en düşük emekli maaşını alıyor. Bir de koşullara bakalım Avrupa'daki bir adam 75-80 yaşında dünyayı dolaşıyor. Ama bizde emekli olsa da çalışmak zorunda. 2008 sonrası işe başlayan 65’inde emekli olacak. Yani emeklinin sorunu seçime endeksli gidiyor. Yani emeklilik hakkını ve primlerini gelirlerini seçimle doğru orantılı olarak kullanan bir iktidardan bahsediyoruz. Bir hak olarak değil de “Ben bu seçimi nasıl kazanırım” üzerinden. Şimdi EYT ile emekli olanların bir bölümü kayıt dışı çalışmaya başladı. Senin sosyal güvencen var seni sigortalı da yapmıyorum diyor. Zaten iş bulmak zor ne yapacak.

Emekli birinin çalışması değil mesele çalışmaya ve kendi düzeyinin altında çalışmaya mahkum edilmesi, ucuz iş gücü olarak görülmesi. Fen öğretmeni arkadaşım inşaat bekçiliği yapıyor mesela. Kahvehanede çaycılık yapıyor.

Bundan sonraki mücadeleniz nasıl şekillenecek?

Ya bir tanesi bizim sendikal güvencemiz. Yani sendikalarımıza sürekli engeller çıkarılıyor ve sürekli kapatma davaları açılıyor. Bunun çözülmesi lazım. Yani örgütlenme özgürlüğünü de kendilerinin kaldırılması lazım. Temel sorunlarımızdan biri sağlık. Hastaneye erişimi, tetkiklerin yapılması bir hassasiyet gerekiyor. Devlet hastanelerinde günler sonraya randevu veriliyor. Özeli karşılamak imkansız. Katkı paylarının da alınmaması gerekiyor. Bir diğeri yerel yönetimlerin tıpkı kreş açması gibi bakımevi, huzurevi açması gerekiyor. Bir de tüm bunları yeniden vurgulamalı. Hani bu bir lütuf değil. Bu insanlar yıllarca bunun karşılığını almadan peşin ödediler. Şimdi yaşlıların kaliteli bir şekilde yaşlanmasını sağlayıcı düzenlemeler gerekli.

Sosyalleşmelerini nasıl sağlanacak tüm bunlar içinde?

Bugün yaşlılık demek evde olmak demek çünkü. Avrupa'da 80 yaşında dünyayı geziyor bizde 60 yaşında evden adım atamıyor. Emeklilik eşittir evde kapalı kalmak. Şimdi parklara bir bakın. Her bankta bir yaşlı.

∗∗∗

47 ÜLKEDEN 44’ÜNCÜ OLDU

Mercer’in her yıl gerçekleştirdiği küresel emeklilik endeksi sonuçlarına göre Hollanda, emeklilik endeksinin ilk sırasına yerleşirken Türkiye listenin 44’üncü sırasında yer aldı. Dünya nüfusunun yüzde 64’ünü kapsayan 47 emeklilik sisteminin karşılaştırıldığı raporda, 50’den fazla gösterge değerlendirildi.

Döneminde bireysel emeklilik birikiminin belirli bir bölümün aylık maaş olarak alınmasının zorunlu kılınması tavsiyeleri yer alıyor” açıklamalarında bulundu.

∗∗∗

Yarın: Yaşlıların sosyal hakları neler?

                                                             /././

Türkiye’nin toponomik muharebeleri (Şükrü Aslan)

Modern devletlerin türlü uygulamalarını bir yasal zemine dayandırma kaygısı, onlardan biri olarak Türkiye’nin yer adlarını değiştirme çabasının, gerilimli bir sürece dönüşmesine neden olmuştu. Deneyimlere bakılırsa yer adlarını değiştirme politikasının hukuki-yasal dayanakları ancak uygulama içinde inşa edilmiş ve sistem yer adlarıyla adeta bir muharebeye girişmişti.

Bu alanda yapılan ilk düzenlemelerden birisi 1926’da çıkarılan Çift İsimle Anılan Vilayetlerin Tek İsimle Anılması yasasıydı. Bu çerçevede Canik/Samsun, Saruhan/Manisa, Kocaeli/İzmit, Menteş/Muğla, Bozok/Yozgat, İçel/Silifke, Görle/Görele, Enderin/Andırın gibi şehir isimleri değiştirilmişti. Ama tüm yer isimlerine müdahaleyi mümkün kılacak bir yasal düzenleme hâlâ yoktu. Böyle olduğu için yer değiştirme uygulamaları parçalı düzenlemelere göre yapılıyordu.

Yer adlarına merkezi ve ülke düzeyinde müdahale etme fikri 40’lı yıllarda yeniden gündeme geldiğinde, valiliklere gönderilen bir genelge ile yabancı dil-köklerden gelen yer adlarına dair dosyalar düzenlenerek İçişleri Bakanlığına gönderilmesi istenmişti. 1942’den itibaren illerden gelen dosyalar incelenmiş, ancak II. Dünya savaşının yarattığı kaotik ortam nedeniyle bu çalışmalar yine sistemin arzu ettiği hacim ve hızda ilerlememişti.

∗∗

1949’da çıkarılan 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu ile yer adlarını değiştirme yetkisi İçişleri Bakanlığı’na verilmişti. Bakanlık da teknik kolaylık için 1956’da kendi yönetiminde Ankara Üniversitesi DTCF, Milli Savunma, Milli Eğitim, Bayındırlık Bakanlıkları, Tapu Kadastro, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve TDK temsilcilerinden bir Ad Değiştirme İhtisas Kurulu oluşturmuştu. Bu kurul, 19.10.1957 gün ve 4/9595 sayılı Bakanlar Kurulu kararı gereğince 1.3.1957 tarihinden itibaren çalışmaya başlamıştı. Fakat haftada iki veya üç gün mesai saatleri dışında toplanıp çalışmalarını sürdürse de 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun yürürlüğe girmesiyle kurul üyelerine yapılan ödemeler kaldırılınca çalışmalar 1970’de yine durmuştu.

Bu arada daha önceki kararlar gereği adları değiştirilmek üzere bakanlığa gönderilen dosyalar birikince Şubat 1973’de bu kez İller İdaresi Genel Müdürlüğünde bir komisyon kurulmuştu. Ancak bu kurul da iki sene çalışmış ve belli ki istenilen sonucu alamayınca Milli Eğitim, Milli Savunma Bakanlığı, Genel Kurmay Başkanlığı, Harita Genel Müdürlüğü, DTCF Dekanlığı ile Türk Dil Kurumundan bir temsilci istemek suretiyle “Ad Değiştirme İhtisas Kurulu” yeniden kurulmuştu. Bu çalışma da 1978’de Başbakanlık tarafından “tarihi değeri olan yer adlarının da” değiştirildiği gerekçesiyle durdurulmuştu.

∗∗

Bu gerilimli sürece rağmen Ağustos 1977’e kadar ülkenin 35.917 kırsal yerleşmesinden % 36’sının adları değiştirilmişti. Ama yine de ad değiştirmeyi bir sistematiğe, hıza ve genişliğe erdirme arayışları bitmemiş ve 1983’de Ad Değiştirme Uzmanlar Kurulu Kuruluş, Görev ve Çalışma İlke ve Usulleri Hakkında Yönetmelik çıkarılmıştı. Bu yönetmeliğe göre İller İdaresi Genel Müdürünün başkanlığında Genel Kurmay Başkanlığı’nın bir, Milli Savunma Bakanlığı ve Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nün birer, DTCF ile Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu’nun ikişer temsilcisinden yeni bir kurul oluşmuştu.

Bu kez muharebenin hacmi de genişletilmişti. Sadece yabancı köy adları değil; dağ, nehir, ova adlarından Türkçeleşmiş olmayanlar bile değiştirilecekti. Hatta Türkçe olduğu halde değilmiş gibi görünen adlar da değiştirilecekti. Özellikle Ermenice, Rumca adların niçin değiştirildiği halka anlatılacak, yeni adların yer aldığı haritalar okullara, kamu kuruluşlarına dağıtılacaktı. Yeni yer isimleri için ilk ve orta dereceli okullarda özel program uygulanacak, mahalli devlet memurları Ermenice, Rumca olduğunu bildikleri eski yer adlarını kullanmayacaktı vb.

∗∗

Özetle Türkiye’nin siyasal iktidarları, ülkenin geleneksel kültürlerinin ürünü olan yer adlarına karşı tam bir muharebe açmış; bu isimlere yansıyan toplumsal belleği silmek istemişti. Bugün sözü edilen belleğin yeniden inşası hem tarihe, hem de bu ülkenin geleneksel kültürlerine saygının bir gereğidir ve tam da belediye seçimlerine giderken yerel yönetimlerin öncelikli görevlerinden birisidir.

 (BİRGÜN)

Ayasofya Müezzini 'Sazan Sarmalı'nda çıktı - Timur Soykan / BİRGÜN

 

Dini bütün sazan sarmalını da gördük. Tam olarak siyasal İslam dönemini özetleyen büyük bir dolandırıcılık olayı yaşandı. İçinde ne ararsanız var:  İmamlar, Ayasofya müezzini, ‘RTE’ plakalı otomobiller, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Süleyman Soylu ile fotoğraflar, kaymakamlar, belediye başkanları, AKP ilçe başkanları, Kuran Kursları, hemşeri dernekleri, AKP’ye yüzde 85 oy çıkan bir ilçe ve 400 milyon liralık vurgun ile yüzlerce mağdur…

Ekonomik kriz yaşayan Türkiye’de bir dolandırıcılık fırtınası yaşanıyor.

İmamların, sazan sarmalı da dönemin ruhunu tam olarak yansıtan politik bir olay.

İMAMLARIN ŞİRKETİ

Baştan anlatalım:

Ahmet Cengiz, İstanbul Bağcılar’daki camide imamlık yapıyordu. Bir iddiaya göre; hitabeti iyi olan bu imama araç kiralama filosu olan Elibol Taşımacılık Turizm İnşaat ve Gıda Sanayi Ltd Şti’nin sahibi Engin Elibol, bir iş teklifinde bulundu. Otomobil satış işini birlikte yapacaklardı. Ahmet Cengiz’in kendisi gibi imam olan Sinop’taki kuzeni Halil Cengiz’in tayinini İstanbul’a çıkarttılar ve birlikte bu işe girdiler. CNGZ Filo ve Araç Kiralama Kurumsal Hizmetleri Ltd Şti’yi İstanbul Esenler’de ikisinin de adı Hatice Cengiz olan eşlerinin üzerine kurdular.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Nass var’ diyerek faiz düşürme politikasını izlediği ve enflasyonun fırladığı dönemdi. Parası eriyen yurttaşlar, otomobil satın almaya yönelmişti ve piyasada sıfır otomobil bulunamıyordu. Elibol Filo Şirketi ile CNGZ Şirketi bu fırsatı değerlendirecekti. Sazan sarmalı, 2021’de başlıyordu. Elibol Şirketi’nin araç filosundaki kiralık sıfır araçları önce satacaklar, güven kazandıktan sonra yüzlerce kişiden parayı toplayacaklardı.

Ahmet ve Halil Cengiz imamlıktan izne ayrılıp otomobil işine girdiler.

Ahmet Cengiz ve Halil Cengiz, sendikal faaliyette bulunacakları gerekçesiyle Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ücretsiz izne çıktı. Oysa ortada sendika yoktu ve eşlerinin üzerine görünen şirketin faaliyetlerine başlamışlardı. AKP iktidarına yakın olmaları en büyük avantajları olacaktı. Faaliyetlerinin merkezine ise AKP’ye yüzde 80 oranında oy çıkan memleketleri Sinop’un Durağan ilçesini koydular.

AYASOFYA MÜEZZİNİ ARACI OLDU

Ayasofya’nın sesiyle meşhur müezzini Rıdvan Akbaş da Durağanlı’ydı. İddiaya göre; Rıdvan Akbaş, CNGZ şirketiyle Durağan’da Haktan Otomobil’in sahibi Halil İbrahim Aktan’ın bağlantısını kurdu. Halil İbrahim Aktan, İstanbul Sultangazi AKP İlçe Başkanlığı Yönetim Kurulu Üyesi ve Durağan Dernekler Federasyonu Başkanı’ydı. Sultangazi Belediyesi’nde güvenlik görevlisi olarak çalışırken birden şirketler kurmuş ve zenginleşmişti. Hatta AKP’li Sultangazi Belediyesi’nden kendisine ait Doğuş İş Elbiseleri Tekstil Firması’na adrese teslim ihale almasıyla gündeme gelmişti.

Ahmet Cengiz, Halil İbrahim Aktan ve Halil Cengiz ile Ayasofya Müezzini Rıdvan Akbaş böyle poz vermişti.

Türkiye’de sıfır otomobil sıkıntısı yaşanırken onlar TIR’lara yükledikleri araçlarla 17 bin nüfuslu Durağan ilçesine gidiyorlardı. Sosyal medya hesaplarında dualar ve dini söylemlerle Durağan’a bereketi götürdüklerine söylüyorlardı. Durağan’ı otomobil merkezi yaparak kalkındırmayı vadediyorlardı. Tabii ki faizsiz şekilde otomobil satışlarını gerçekleştireceklerdi. CNGZ Filo Şirketi ile Haktan Otomotiv, Durağan’da ortak galeri açtı.

Ahmet ve Halil Cengiz, sosyal medya hesaplarında Durağan’a götürdükleri otomobilleri paylaşıyordu. Haktan Otomotiv ile isimlerini birleştirdiler.

DURAĞAN’DA HAREKETLİ GÜNLER

‘Sazan sarmalı’nın püf noktası önce güven vermektir. Dolandırıcılar önce tanınmış, toplumun güvendiği isimlere, sonra onların çevresine otomobilleri sorunsuz teslim eder. Kârlı alışverişin kulaktan kulağa yayılacağını bilirler. Komisyon vaat ettikleri kişiler, 5-10 müşteri getirir ve sarmal gittikçe büyür. Ama imamlar ve ortakları, bütün bir ilçeyi hedef almıştı. Siyasi ve dindar kişilikleriyle nasıl güven vereceklerini biliyorlardı. Durağan’da hareketli günler başladı.

Halil Cengiz ve Ahmet Cengiz, Aralık 2021’de köyleri Kaplangı’daki caminin çevre düzenlemesini yaptırdı. Köyden yapılan paylaşımda “Allah razı olsun, Rabbim hayırlarını kabul etsin” deniliyordu.

Sazan sarmalı köy camisine yapılan hayırla başladı. 

CAMİLERİ KULLANDILAR

Halil Cengiz ve Ahmet Cengiz ile ortakları Haktan Otomotiv’in sahibi Halil İbrahim Aktan, Temmuz 2022’de camilerde Kuran Kursları’na giden çocuklara dondurma dağıttı. Durağan Müftülüğü bu anların fotoğraflarını sosyal medya hesabında paylaşmış ve şöyle yazmıştı:

“Rabbim işlerini bereketli ve kazançlı eylesin inşallah.”

Durağan Müftülüğü, sazan sarmalına böyle alet edildi. 

Dernekleri de işlerine alet ettiler. Gölyeri Yayla Şenlikleri’nde Güreş Ağalığı’ın CNGZ Grup Filo ve İnşaat Şirketi’nin sahipleri Halil Cengiz ve Ahmet Cengiz almıştı. Şirketin Durağan temsilcisi Yüksel Turgut, Güreş Ağası olmuş, omuzlara alınmıştı.

Şirketin Durağan Temsilcisi Yüksel Turgut ilçede omuzlarda taşınıyor, sazan sarmalına Durağanlılar çekiliyordu. 

BAŞKAN’A CİP

Sazan sarmalını kuran imamlar, Durağan’da devlet görevlilerini arkalarına almıştı. İddiaya göre; Durağan Belediye Başkanı Ahmet Kılıçaslan’a Volvo cip hediye ettiler. Belediye Başkanı, CNGZ Otomotiv ve Haktan Otomotiv ortaklarını makamında ağırlayıp fotoğraflarını paylaşıyordu.

Durağan Belediye Başkanı Ahmet Kılıçaslan, sazan sarmalına güven veren isimlerden biri oldu.

JANDARMAYA DRONE

Küçük bir ilçe olan Durağan’da CNGZ Otomotiv’in şovu hız kesmiyordu. Durağan Kaymakamlığı da onların ziyaretini resmi hesabından paylaştı. Kaymakan Soner Erol’u ziyaretleri için onlara teşekkür etmişti. Mayıs 2022’de yeniden Durağan Kaymakamlığı’nda şov yaptılar. Ahmet Cengiz, Halil Cengiz ve Halil İbrahim Aktan İlçe Jandarma Komutanlığı’na drone hediye etmişti.

Durağan İlçe Jandarma Komutanlığı’na drone hediye eden CNGZ ve Haktan Otomotiv, bir yandan olmayan otomobiller için para topluyordu. 

Bu sırada Durağan ilçesinde CNGZ ve Haktan Otomotiv ortak galeriler açmıştı. Sıfır otomobil bulunmazken Durağan’daki ‘bolluk’ kulaktan kulağa yayılmıştı. Sadece ilçedekiler değil, Sinop merkez, komşu Samsun, Tokat, Kastamonu ve çevre ilçedekiler de otomobil alabilmek için sıraya girmişti. Parası olmayanlar ev ve tarlalarını, otomotiv şirketlerine devrederek ödeme yapmıştı. Bu sırada CNGZ ve Haktan şirketleri aldıkları tapularla inşaat işine de başladı.

Zaten sazan sarmalında güven yaratmanın en kestirme yolu siyasetti ve bunu sonuna kadar kullanıyorlardı. Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk harflerinden oluşan plakaları lüks otomobillerindeydi. Hatta birbirlerinin ‘RTE’ plakalı otomobillerini sık sık sosyal medya hesaplarından paylaşıyorlardı.

Halil İbrahim Aktan, kendisinin RTE plakalı Audi marka otomobiliyle poz vermekle kalmıyor, ortak şirketlerinde ‘Halil Cengiz Hocam’a Mercedes EQS 580 hayırlı olsun’ diyerek ‘RTE’ plakalı lüks otomobili sergiliyordu. Lüks araçları hep ‘RTE’ plakalıydı. 

CGNZ Şirketi’nin İstanbul’daki merkezinde de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın büyük fotoğrafları asılıydı ve Durağanlılarla şirket merkezinde buluşuyorlardı.

Durağan Veteranlar Spor Kulübü, CNGZ Şirketi’ne yaptıkları ziyareti sosyal medya hesaplarından paylaştı. 

İstanbul’da da tezgah aynı yöntemle işliyordu. Halil İbrahim Aktan’ın, Sinoplu AKP Bağcılar İlçe Başkanı Rüstem Tüysüz, AKP Sinop Milletvekili Nazım Maviş, Bağcılar Belediyesi AKP’li Meclis Üyesi Şükrü Biçer ile fotoğrafları siyasi bağlantılarını ortaya koyuyordu. 

Halil İbrahim Aktan, AKP Bağcılar İlçe Başkanı Rüstem Tüysüz ile fotoğraflarını paylaşmıştı. 

Tabii ki yüksek siyasetle fotoğraflar olmazsa olmazdı. Halil İbrahim Aktan ile kardeşi Şaban Aktan’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan ve tabii ki Süleyman Soylu ile fotoğrafları albümlerdeydi.

Bu fotoğraflar ticarette ve siyasette pek çok kapıyı açıyor. 

İmam olan Ahmet Cengiz ve Halil Cengiz ise Diyanet İşleri Başkanlığı personelini tezgaha çekmişti. Çok sayıda imam, uygun fiyattan otomobil almak için sazan sarmalına düşmüştü. CGNZ ve Haktan Otomotiv’in komisyoncuları da İstanbul’da çok sayıda ‘müşteri’ toplamıştı. O komisyonculardan biri Ertuğrul Şanlan’dı. Onun Instagram adresini ziyaret eden AKP’li bir siyasetçi olduğunu düşünebilirdi. Halil İbrahim Aktan ile birlikte sürekli olarak Sultangazi, Güngören belediyelerinden, AKP’nin ilçe başkanlıklarından fotoğraflar paylaşıyordu. İddiaya göre; çok sayıda kişiyi sazan sarmalına çekmiş ve komisyonlar almıştı. Dolandırıcılığın pazarlama ayağında onun gibi çok sayıda komisyoncu vardı.

6 AY 6 BİN VURGUNU

Oto galerilerde stokçuluğun zirve yaptığı zamanlardı ve iktidar, sıfır araçların 6 aydan önce ikinci satışının yapılmasını yasaklamıştı. Bu da dolandırıcılar için fırsata dönüştü. CNGZ Şirketi, müşterilerine ‘6 ay 6 bin kilometre’ şartı nedeniyle aracın satışını hemen yapamayacaklarını, 6 ay sonra devredeceklerini söyleyerek hiçbir yasal karşılığı olmayan sözleşmeler imzaladılar. Elibol Taşımacılık Turizm İnşaat ve Gıda Sanayi Ltd Şti ile Grandtur Turizm ve Organizasyon Hizmetleri Ticaret Ltd Şti’den  temin ettikleri araçlar kiralanmış görülüyordu. Araçları sattıkları kişiler de kağıt üzerinde araçları filo şirketinden kiralamıştı.  Grandtur Turizm’in sahibi Ali Rıza Çelebi de siyasi bağını WhatsApp profil fotoğrafıyla sergiliyordu. Devlet Bahçeli ile fotoğrafını koymuştu.

Ali Rıza Çelebi ve Devlet Bahçeli. 

2023 yılında sazan sarmalında yüz milyonlarca lira toplanmıştı ve tezgah toplanmalıydı. Çoğunluğunu imamlar ve Durağanlıların oluşturduğu mağdurlar, otomobillerin satışının yapılmasını istedi. Ama aylarca oyalandılar. Sonunda CNGZ Şirketi’nin sahipleri telefonları açmamaya başladı. Haktan Otomotiv ise CNGZ ile ortaklıklarının olaylı şekilde bittiğini iddia ediyordu. CNGZ, kendisine ulaşabilen mağdurlara araçları ya da para ödemelerini Elibol Şirketi’nin yapacağını söylüyordu. İşin içinde siyasilerin de olduğunu anlatıp şikayetçi olanların paralarını, otomobillerini alamayacağı tehdidinde bulundular. İddiaya göre; 500 mağdur vardı ve 400 milyon TL’lik vurgun yapılmıştı. Mağdurlar arasında hakimler, savcılar, emniyet görevlileri de vardı.

MAĞDUR İMAMLAR ŞİKAYETÇİ

Örneğin mağdurlardan biri; Kastamonu’da imam olan Sami Çanta’ydı. İmam arkadaşının söylemesiyle kendisi gibi imam olan Cengizlere güvendiğini anlattı. İstanbul’a giderek parayı ödedi ve otomobili aldı. Ancak 6 ay kuralı olduğu için aracın satışının süre bitince yapılacağını söylediler. Ama 6 ay sonra sıra olduğu için devir yapamadıklarını anlatıp uzun süre oyaladılar. Hatta üst model ve daha pahalı bir otomobil teklif ettiler. Sami Çanta bu otomobili teslim ederek üzerine para verdi ve yeni otomobilin teslim edilmesini beklemeye başladı. Ancak Ağustos 2023’te imam otomobil satıcılarına ulaşılamıyordu. Sami Çanta, dolandırıcılığın arkasında Elibol ve Grandtur şirketlerinin de olduğunu öne sürdü.

Otomobilleri temin eden Elibol Şirketi’nin sahibi Engin Elibol’un ise hiçbir resmi ortaklığı görünmüyordu. Ancak para ve otomobil satış işlemlerine bakıldığında kiralama değil, satış işlemi yaptıkları çok net anlaşılıyordu. 

ALTIN KÜLÇELERİ, PARA DOLU ÇANTALAR

Bu sırada sazan sarmalların mağdurları pek çok şehirde savcılıklara suç duyurusunda bulundu. Sosyal medyadan birbirlerine ulaşan mağdurlar, WhatsApp grupları kurdu ve tezgahın büyüklüğünü fark ettiler. Ancak tehdit edildiği ya da devlet memuru olduğu için korkup şikayetçi olmayan çok sayıda mağdur vardı. WhatsApp yazışmalarında CGNZ ve Haktan Otomotiv şirketlerinin altın külçeleri satın aldığı, araç satışı için çantalarda paraların teslim edildiği fotoğraflar paylaşıldı.

Bu altın külçeleri, CGNZ Şirketi adına alındı ama artık mal varlıkları görünmüyor. Araç siparişlerinde paraların nakit olarak gösterildiği fotoğraflar da savcılığa teslim edildi. 

Suç duyurusunda bulunanlardan biri ise Halil Cengiz ile birlikte İstanbul Müftülüğü’nde çalışan imam Süleyman Velioğlu’ydu. Kendisine satılan otomobil teslim edilmedi ve şirketin battığı söylendi. Halil Cengiz, aracını, bedelinin yüzde 60’ına denk gelen 500-600 bin TL ek ödeme yaparak Elibol Şirketi’nden alabileceği ifade etti.

Dolandırılan isimlerden biri ise İstanbul’da yaşayan Avukat Sena Gündağ, tüm delilleri toplayarak Ağustos 2023’te Bakırköy Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Şebekenin komisyoncusu Ertuğrul Şanlan’ın kendisini sıfır araç almaya ikna ettiğini dilekçesinde belirten Sena Gündağ, “Kendisinin aracı olması halinde araç alabileceğimi, filo şirketi oldukları için bireysel satış yapamadıklarını söyledi. Ancak parayı ödememe karşın otomobil teslim edilmedi” dedi. Çok sayıda komisyoncunun bu dolandırıcılığa ortak olduğunu ama resmi bir kayıtlarının olmadığını belirten Avukat Sena Gündağ, “10 müşteri bulduklarında şirketten bir otomobil alıyorlar. Ya da komisyon bedellerini elden alıyorlar” diye konuştu. Diyanet İşleri Başkanlığı, Milli Eğitim Müdürlüğü, yargı, AK Parti teşkilatı, Sinop Federasyonu, hemşeri derneklerinden çok sayıda insanın mağdur olduğunu belirten Sena Gündağ şöyle devam etti: 

“Dini duyguları ve siyasi görüşleri kullanarak çok sayıda insana güven verdiler. Dolandırılan kişileri ise siyasi bağlantıları olduğunu söyleyerek korkuttular. Beni de avukatlık hayatımı bitirmekle tehdit ettiler. Ayrıca şikayetçi olanların paralarını alamayacağını söylüyorlar. Çok sayıda kişi parasını alma umuduyla ya da korkarak şikayetçi olmuyor.”

MAL VARLIKLARINI KAÇIRDILAR

CNGZ Şirketiyle Elibol ve Grandtur Firmaları’nın sıfır araç satışlarını kanıtlayan çok sayıda belgeyi savcılığa sunduklarını belirten Avukat Sena Gündağ, “Bu büyük vurgunun arkasında korunan kişiler var. Üstelik CNGZ tüm varlıklarını elinden çıkartmış. Diğer şirketlere tedbir konulmadı. Hatta aylarca tutuklanmadılar. CNGZ ile bağlantısını kesmiş gibi yapan ancak son ana kadar perde arkasından ticareti devam eden Halil İbrahim Aktan’a halen dokunulmadı. Lüks hayatına devam ediyor” dedi.

Polis dolandırıcıların şemasını hazırladı.  

Ağustos 2023’te şikayetlerin başlamasına karşın Ahmet Cengiz, Halil Cengiz, Engin Elibol ve paravan şirketler kuran iki şirket çalışanı 17 Kasım 2023’te tutuklandı. 5 kişi adli kontrolle bırakıldı. Ancak hep işlerin başında olan Halil İbrahim Aktan’a dokunulmadı. Mağdurlar sazan sarmalındaki çok sayıda ismin korunduğunu, dolandırıcılık organizasyonunun çok daha büyük olduğunu savunuyor.

Timur Soykan / BİRGÜN


Cemil Tugay'dan Cengiz Holding'e arazi satışı açıklaması: Acemi olduğum bir dönemdi + CHP İzmir adayı Cemil Tugay'ı tanıyalım: Mavişehir'i Cengiz'e peşkeş çekti, sahili imara açtı (soL)

Cemil Tugay'dan Cengiz Holding'e arazi satışı açıklaması: Acemi olduğum bir dönemdi (soL)

CHP'nin İzmir adayı Cemil Tugay, Cengiz Holding'e arazi sarışı iddialarıyla ilgili, "Borçları kapatmak durumundaydım ve esasen de acemi olduğum bir dönemdi" dedi.

CHP’nin İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Cemil Tugay, Karşıyaka Belediye Başkanı olduğu dönemde Cengiz Holding’e arazi satışı yaptığı iddialarına ilişkin konuştu. Tugay, "Belediyenin kaynağa ihtiyacı vardı, borçları kapatmak durumundaydım ve esasen de acemi olduğum bir dönemdi" dedi. 

Sözcü TV'deki programda Cemil Tugay'ı arayıp iddiaları sorduğunu anlatan gazeteci İsmail Saymaz'ın aktardığına göre Tugay şunları söyledi:

“2019 yılında ben göreve geldiğimde Mehmet Cengiz’in ilçe sınırları içerisinde konut projesi olarak almış olduğu bir arazi vardı. Sanırım 22 bin metrekarelik bir arazi. Burada Mavişehir adlı bir projeyi yapacaktı. Bu arazi sınırları içinde belediyenin 2 dönümlük bir parseli kalmış. Ben de iş başına geldiğimde belediyenin kaynağa ihtiyacı vardı, borçları kapatmak durumundaydım ve esasen de acemi olduğum bir dönemdi. O dönem çalışanlar böyle bir arazi olduğunu bana söylediler, ‘Bunu satarsak gelir elde edebiliriz’ dediler.

Bu araziyi süreçte Mehmet Cengiz’e değil de bir başkasına satmayı planladım ancak bir yasal engel vardı. Bu arsa davalarında eğer bir yeri satacaksanız o arsada daha çok hissesi olanın önceliği var. Dolayısıyla itiraz etmesi durumunda satış gerçekleşmiyor.

O nedenle biz başka bir kişiye satamadık. Mehmet Cengiz tarafı mahkemeye gidebileceklerini ve belediyenin bu durumda daha az gelir elde edebileceğini söyledi. Ben de bunun üzerine onlarla mahkeme yoluna gitmeden pazarlık yaptım ve burayı sattım. Bunun karşılığında mahkeme yoluyla alacağımdan daha fazla para aldım. Ancak bu problem benden önce başlamış, benim dönemime yansımış bir problemdi. Ben bunu satınca benim muhaliflerim bunu CHP Genel Merkezi’ne taşıdılar.”

                                                              /././

CHP İzmir adayı Cemil Tugay'ı tanıyalım: Mavişehir'i Cengiz'e peşkeş çekti, sahili imara açtı (soL-Özel)

CHP'nin İzmir Büyükşehir Belediyesi adayı Cemil Tugay oldu. Tugay, AKP dönemi zenginlerinden Mehmet Cengiz'e sattığı arsalarla gündeme geldi. Ancak Tugay'ın kent suçları bundan fazlası.

CHP'nin dün yapılan Parti Meclisi toplantısından çıkan oylamada Cemil Tugay, partinin İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Adayı gösterildi. Tugay'ın aday gösterilmesinin ardından, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan Tunç Soyer sosyal medya hesabından açıklama yaparak "Genel Merkez tarafından kapalı kapılar ardında yürütülen çalışmalar, yapıldığı söylenen memnuniyet anketleri, sayısı, yöntemi ve sonuçları usulen ve esasen adil değildir" dedi.

Adı AKP'li patron Mehmet Cengiz'le anılan Cemil Tugay'ın adaylığı, başta İzmir kamuoyunda olmak üzere tepki çekti.

Halihazırda yine CHP'den Karşıyaka Belediye Başkanı olan Tugay, 1967 yılında doğdu. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu olan ve 30 yıl doktorluk yapan Tugay, uzmanlık eğitimini Ankara Numune Hastanesi’nde ve ABD’de tamamladı. Türk Plastik Cerrahi Derneği Yönetim Kurulu üyeliği de yapan Tugay, 2019 yılında yüzde 70,85’lik oy oranıyla belediye başkanı seçilmişti.

Mavişehir, Cengiz İnşaat'a altın tepside sunuldu

Tugay göreve gelir gelmez yaptığı skandal işlerle gündeme oturdu. 

1 Kasım 2019’da Belediye Meclisi kararıyla borç yükünü azaltma gerekçesiyle  Mavişehir'de yer alan konut imarlı denize sıfır arsadaki hisse satıldı. 2 bin 293 metrekarelik hissenin satışı söz konusu hisse için 32 milyon 102 bin 140 TL bedel tespit edilmişti. Cengiz İnşaat’ın itirazının ardından özel bir gayrimenkul değerleme şirketinden alınan değerleme raporuna istinaden belediyenin hissesi 20 milyon TL bedel ile satıldı. 

Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İzmir Şubesi de "Satış işlemi uygundur" açıklaması yapmış, bu açıklamaya odanın genel merkezinden tepki gelmişti. Satışı "hukuka uygun" bulan Tuğba Yıldırım da Karşıyaka Belediyesi Kentsel Dönüşüm Müdürü yapıldı.

TMMOB Şehir Plancıları Odası (ŞPO) İzmir Şubesi satış sonrası, Karşıyaka Belediyesi'nden aldığı belgelerle Mavişehir'in yıllardır peşkeş çekildiğini, bölgedeki boş ve imarlı parsellerin büyük bölümünün Cengiz İnşaat'a verildiğini açıklamıştı.

"Mavişehir’de Emlak GYO ve TOKİ mülkiyetinde olan parsellerin bir bölümünün 2010 yılının Eylül ayında gazete ilanıyla satışa çıkarıldığı, 2012 yılında ise Mavişehir İmar Planları kapsamında kalan bölgede, toplamda yaklaşık 235.000 m² büyüklükte olan boş ve imarlı parsellerin yüzde 91’inin aynı sermaye grubuna (Cengiz İnşaat San. ve Tic. A.Ş) satıldığı belirlenmiştir."

İmara aykırı yapılanma

2021 yılına gelindiğindeyse Karşıyaka Belediyesi tarafından hazırlanarak Büyükşehir Belediyesince onaylanan kat adetlerine ilişkin ŞPO davalar açmaya başladı. Ranta işaret eden oda sahil şeridindeki yapılaşmanın İzmir kent kültürüne aykırı ve çevresindeki yapılara uyumsuz bir şekilde yükseltildiğini belirtmişti. 

Taşınmaz elden çıkarıldı

Karşıyaka Belediyesi geçtiğimiz aylarda da bu kez bir taşınmaz satışıyla gündeme geldi. ŞPO İzmir Şubesi belediyenin uygulama imar planı içerisinde "PTT alanı" yazan alanı satışa çıkardığını duyurmuştu.

İşçilerin hakkı gasp edildi

Cemil Tugay'ın belediyesi yalnızca kent suçlarının yanısıra hak gaspıyla da gündeme gelmişti.

Belediyeye bağlı Kent AŞ ve Personel AŞ şirketlerinde çalışan işçiler de, geriye dönük alacakları, ücretlerinin eksik ve zamanında yatmamasından kaynaklı iş bırakmıştı. İşçilerin maaşları, bordroda gösterildiği halde uzun süre düzensiz ve geç yatırıldı.

(soL)

İnşallah Erkek Olur: Yalnızlık ve çoğunluk arasında bir mücadele + Kadınların soyadı kullanımında durum: Sessiz sedasız bir başka AYM krizi (soL)

İnşallah Erkek Olur: Yalnızlık ve çoğunluk arasında bir mücadele (Filiz Açar* - soL/Kültür)

''Aslında ne yalnızız ne de çaresiz, biz çoğunluğuz. Sadece bunu bilip yan yana gelmemiz, safları sıklaştırmamız gerekiyor.''

İnşallah Erkek Olur, kocasının ani ölümünden sonra, Nawal (Mouna Hawa) isimli bir kadının kızıyla birlikte yaşam mücadelesini konu alıyor. Yönetmen Amjad Al Rasheed’in bu ilk uzun metraj denemesinde genç kadının ailesi, işyeri ve ülkesinin medeni hukuk sistemi karşısında yaşadığı çaresizliği anlatılıyor.

2023 yapımı film Ürdün’de geçiyor. Fakat izlerken ister istemez, gerici AKP iktidarını ve uyguladığı politikalarla kadını hapsetmek istediği karanlığı görüyoruz. Bu nedenle filme laiklik, kadının toplumsal hayattaki yeri ve son günlerde iktidarın üzerinde çalıştığını ilan ettiği esnek çalışma modeli üzerinden bakmakta fayda var.

Filmin her dakikasında, laikliğin ders kitaplarında okuduğumuz modası geçmiş bir kelime ya da bugünün konusu olmayıp ertelenecek bir şey olmadığını, yaşamsallığını özellikle de kadınlar için ne kadar önemli olduğunu apaçık görüyoruz.

Kadın, zengin bir ailenin yanında, yaşlı bakımını üstlenen bir hemşire olarak, bordrosuz yani güvencesiz biçimde, uzun saatler boyunca sözlü şiddet eşliğinde çalışıyor. 

Kocasıyla birlikte bir ev satın almak istediklerinde, kadın hem düğünde takılan altınlarını peşinat olarak veriyor, hem de kredi ödemelerini yapıyor. Fakat konu tapuya geldiğinde, bordrosu olmadığı için resmi olarak evin hissedarı olamıyor. Yapmış olduğu ödemeleri de mahkemede kanıtlayamayan kadın, ülkenin medeni hukukuna göre, sadece bir erkek çocuk sahibi olduğu durumda evin sahibi olabiliyor. Üstelik kanunlara göre, diğer mirasçıların kadının kızını bile almaya hakları var! Bir erkek çocuğu olmayan kadına, hayatta kalabilmesi için verilen tavsiye ise yeniden evlenmesi ve birilerinin gölgesinde yaşaması. 

Filmi izlerken, gözlerimde geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı kitapçık belirdi. Diyanet fetvasında, kadının kocasının izni ile ev bütçesine katkıda bulanabileceğini söylemişti. Bu düpedüz dini referanslarla kadın işsizliğinin önünü açmak, kadını eve hapsetmek, acizleştirmek, toplumsal alandan uzaklaştırmak, güvencesiz bir çalışma hayatına ve dolayısıyla güvencesiz bir hayata mecbur bırakmaktır. 

İktidar bir yandan da kadınlar için esnek çalışma modelleri üzerinde çalışıyor. Bugün bize esnek çalışma adı altında sunulan tam da filmin baş karakteri gibi düşük ücretlere, uzun saatler, aşağılamalara maruz kalarak çalışmak; bir gün sebepsiz yere işten çıkarılmak ve karşılığında hiçbir hakkının olmamasıdır. 

Filmin bir sahnesinde Nawal, “bu kadar çaresiz olmam haksızlık” diyor. Düzenin bizden istediği tam da bu yalnızlık ve çaresizlik hissi. Biliyorlar ki yalnız insan hakkını arayamaz; yoksulluktan kırılsa da, şiddete uğrasa da sesini çıkaramaz. Aslında ne yalnızız ne de çaresiz, biz çoğunluğuz. Sadece bunu bilip yan yana gelmemiz, safları sıklaştırmamız gerekiyor. 


Nawal, hakkını alabilmek için, bir erkek çocuk sahibi olmayı umuyor. Bu sefer şansı yaver gitse bile hayatı aynı sömürü, yoksulluk, şiddet ile geçecek, ikinci sınıf insan olarak birilerinin gölgesinde yaşamaya devam edecek. Bize layık gördükleri bu kabusu yaşamak istemiyoruz, şansa bırakmadan hayatımıza, geleceğimize birlikte sahip çıkalım.

* Kurtuluş Kadın Dayanışma Komitesi üyesi

                                                                   /././

Kadınların soyadı kullanımında durum: Sessiz sedasız bir başka AYM krizi (Serap Emir*-soL/Görüş)

''Kadının kendi soyadını kullanması aile birliğinin dağılması demek değil. Ayrıca aile birliği kadın kendi soyadını kullandı diye dağılacaksa da varsın dağılsın…''

Kadının soyadına ilişkin düzenlemeler eski Medeni Kanun döneminden beri kadın dernekleri ve örgütleri tarafından sıklıkla kamuoyunun gündemine taşınan ve kadın erkek eşitliğini zedeleyen hükümler. Aynı zamanda sayısız kereler hem AİHM’ye, hem de 2012 yılında bireysel başvurunun getirilmesiyle birlikte AYM’ye de taşınmış düzenlemeler. 

Şimdi AYM’nin Medeni Kanun’un kadının soyadı başlıklı 187. Maddesini iptal etmesiyle birlikte konu bir kez daha gündemimizde. AYM hükmü iptal etti ve TBMM’ye yeni düzenleme için 9 aylık süre verdi. Ancak TBMM bir düzenleme yapmadı. Dolayısıyla ortada kadınların lehine yorumlanabilecek bir hukuki boşluk var. Nitekim, Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK), kadınlara, soyadı değişikliği için nüfus müdürlüklerine başvuru çağrısı yaptı. İlk denemelerde müdürlükler, herhangi bir işlem yapmadan dilekçeleri reddetti. 

Buna gelmeden önce AYM kararında da yıllardır değişmeden kalan iptal gerekçelerine değinmek istiyorum.

Bu hükmün iptaline karşı çıkışlar, hem AYM üyeleri hem de sağcı siyasetçiler tarafından genellikle “aile birliğinin korunması ve güçlendirilmesi” üzerinden gerçekçelendiriliyor. Yani toplumsal yaşamdaki her başlıkta olduğu gibi bu başlıkta da bir kez daha “aile”, kadının eşitliğinin önüne bir engel olarak konuluyor. Ya da daha utangaç aile savunucuları, kadının kendi soyadını kullanmasıyla nüfus kayıtlarının karışabileceğini öne sürüyor. 

Bunların ikisinin de akla mantığa sığar tarafı yok. Bir kere kadının kendi soyadını kullanması aile birliğinin dağılması demek değil. Ayrıca aile birliği kadın kendi soyadını kullandı diye dağılacaksa da varsın dağılsın… İkincisiyse Türkiye’nin nüfus sistemi soyadları üzerinden değil TC kimlik numaraları üzerinden işleyen bir sistem. Hangi kuruma giderseniz gidin kimse soyadınızla işlem yapmıyor, TC kimlik numaranızı istiyor. Böyle bir sistemde kadınların kendi soyadını kullanmaları mı kayıtlarda karışıklık yaratacak? 

22 Şubat 2023 tarihli iptal kararında karşı oylardan birinin sahibi olan AYM üyesi Muammer Topal ise hiç lafı dolaştırmadan doğrudan ağzındaki baklayı çıkarıyor, kadın ile erkeğin eşit olduğu fikrinin kadınların sömürüldüğüne ve şiddet gördüğüne dair “tezlere” karşı cevap olarak üretilen modern bir hurafe olduğunu yazıyor. 

Eşitlik fikrinin ''huzuru'' kaçırdığına sonucuna ulaşan Topal, şerhinde şöyle diyor: ''Kadın ve erkeğin anatomik, fizyolojik, psikolojik ve cinsiyet farklılıkları sosyal anlamda da eşitliği imkânsız kalan bir özelliğe sahiptir. Kısacası kadın-erkek arasında yaratılış gerçekliği olarak yapısal eşitsizlik vardır. Bu durum, genel olarak toplumda konumları itibarıyla kadın ve erkeğin eşitliğine engel olarak görülmektedir. Dolayısıyla üzerinde söz söylemeye fırsat bile verilmeden kabullenilmesi gereken dogmatik bir değer olarak öne sürülse de ailede kadın/erkek eşitliği, modern hurafelerden birisidir ve ne ailede ne de toplumda huzuru, adaleti ve mutluluğu sağlayabilecek bir özelliğe sahiptir.''

İşte ister utangaç olsun ister örtülü, kadının soyadını kullanmasına karşı çıkanların ortak özelliği tam da bu: kadının eşitliği fikrine bile tahammülleri yok. 

Şimdi süreci kısaca özetleyelim. 743 sayılı eski Medeni Kanun, 153. Sayılı maddesinde evli kadının yalnızca kocasının soyadını taşıyacağını düzenliyordu. Kadın erkek eşitliğine aykırı olması sebebiyle çok eleştirilen bu düzenleme 1997 yılında çıkarılan bir kanunla şu şekilde değiştirildi: “Kadın, evlenmekle kocasının soyadını alır; ancak evlendirme memuruna veya daha sonra nüfus idaresine yapacağı yazılı başvuru ile kocasının soyadı önünde önceki soyadını da kullanabilir. Daha önce iki soyadı kullanan kadın, bu haktan sadece bir soyadı için yararlanabilir.” Bu düzenleme 2001 tarihli güncel Medeni Kanun’da da “Kadının soyadı” başlığıyla aynen korundu.

Evli kadınlara yalnızca kendi soyadlarını kullanmaya devam etme hakkı vermeyen bu düzenleme de kadın erkek eşitliğini sağlamadığından yıllardır çok sayıda davaya konu oldu, hem mahkemeler tarafından Anayasa Mahkemesi’ne hem de bireysel başvurularla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşındı. 2011 yılında AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. Maddesindeki ayrımcılık yasağını ihlal ettiği gerekçesiyle Ünsal Tekeli başvurusunda Türkiye’yi mahkum etti. Bunun üzerine anılan madde 2011 yılında iptal talebiyle yine Anayasa Mahkemesi’ne taşındı ve AYM, mevcut düzenlemenin “adil bir denge” kurduğu, kamu yararı ve ailenin korunmasını gözettiği gerekçesiyle iptal istemini reddetti. 

Mevzuat gereği AYM’nin işin esasına girerek verdiği kararların Resmi Gazete’de yayımlanmasından itibaren 10 yıl geçmedikçe aynı kanun hükmü iptal talebiyle AYM’ye taşınamıyor. Ancak 2012 yılında bireysel başvuru yolunun açılmasıyla 187. Madde defalarca kez AYM’ye taşındı ve AYM Anayasa’nın kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi bütünlüğünü güvence altına alan 17. Maddesine ve Türkiye’nin onayladığı temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmelere dayanarak çok sayıda ihlal kararı verdi.

Nihayet 10 yılın dolması üzerine soyadı hükmü yine iptal istemiyle AYM’ye taşındı. AYM 22 Şubat 2023 tarihli kararıyla İstanbul 8. Aile Mahkemesi’nin talebini kabul ederek Medeni Kanun’un 187. Maddesi’ni iptal etti ve TBMM’ye “kadın erkek eşitliğine uygun yeni bir düzenleme için” 9 aylık süre verdi. 

Bu süre doldu ancak ortada herhangi bir düzenleme yok. Bu haliyle çocuğun ve boşanmış kadının soyadını düzenleyen Medeni Kanun’un ilgili hükümleri yönünden de bir boşluk oluşuyor. Üstelik AKP’nin 8. yargı paketiyle iptal kararını yok sayarak 187. Maddeyi aynen koruma niyetinde olduğu daha önce kamuoyuna da yansıdı. Yani yeni bir Anayasa Mahkemesi krizi kapıda… 

Ancak kadınlar açısından bakarsak; AYM’nin kadının soyadıyla ilgili bireysel başvurulara dair verdiği sayısız ihlal kararı, Türkiye’nin taraf olduğu ve Anayasa 90. Madde gereği iç hukuk karşısında üstünlükleri bulunan AİHS ve BM Kadına Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW), Anayasa’nın kadın erkek eşitliğini düzenleyen 10. Maddesi… 

Tüm bunlar birlikte değerlendirildiğinde, mevcut durumda kadınların kendi soyadlarını kullanmalarının önünde bir engel olmadığı söylenebilir. Sonuç olarak TBMM çalışsaydı da 9 aylık sürede yeni düzenlemeyi yapsaydı… Yapmadılarsa, ortada bir kanun boşluğu varsa elbette bu boşluk, hukukun temel ilkeleri ve temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmeler gereğince doldurulur. 

* Avukat, Kadın Dayanışma Komiteleri (KDK) Sözcüsü