28 Şubat 2024 Çarşamba

Sevgili Nesrin Hocaoğlu'nun anısına sevgiyle - Beyhan Sunal / duvaR

 

25 Şubat Pazar günü kaybettik Nesrin Hocaoğlu’nu. Ardından ağladığımızı görse üzülürdü eminim. Yaşamayı severdi Nesrin, hayatı katlanılır kılan romantik bir gözlüğü vardı. O hayatı güzel yaşamaya çalıştı, bizden de ölümüne ağlamamızı değil, yaşamı kutsamamızı, kalan ömrümüzün kıymetini bilmemizi isterdi.

Nesrin Hocaoğlu’nu tanışmamızdan çok önce farketmiştim. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sıkışık kantininde rastlardım ona ve grubuna. Ya da güzel havalarda ön taraftaki merdivenlerde. 4-5 kişilik bir gruptu ve çok güzel sohbet ederlerdi, kahkahaları çok güzel çınlardı. Nesrin bir şey anlatırken ve kahkaha atarken gözlerinin içine kadar gülerdi.

1980’li yıllardı, çok severek girdiğim okulun ilk yılında 1402 ile (şimdinin KHK’sı) derslerini almayı heyecanla beklediğim hocalar okuldan atılmışlardı ve ben Yarın dergisi ile tanışmıştım. Okulla bağım seyrekleşmişti.

Sonra bir gün Nesrin geldi dergiye. Abone işlerinde bana yardımcı olacaktı.

Yarın Dergisi, 1 Eylül 1981 tarihinde, 12 Eylül darbesinden bir yıl sonra yayın hayatına başlamıştı. Sosyalist gerçekçiliğin genç soluğu sloganıyla aylık kültür, sanat ve gençlik dergisi olarak çıkıyordu. Türkiye İşçi Partisi’nin Genç Öncü’lü gençlerinin öncülüğünde ama dönemin Ankara’sının ve hatta Türkiye’sinin sanat, edebiyat ve kültür çevrelerinin de kolektif katkılarıyla çıkan bir dergiydi.

Yarın bir tür bayrak gösterme idi aslında. 12 Eylül’ün karanlık koşullarında, devlet tüm gücüyle gençlerin üstüne giderken, “biz buradayız, bir yere gitmiyoruz, kaldığımız yerden devam ediyoruz” demekti. Kültür sanat yoluyla da olsa, kulağımızı başımızın üstünden dolanıp göstersek de sözümüzü söyleyebildiğimiz bir mecra yaratmıştık.

Nesrin’le çok uyumlu çalışıyorduk. Ben o zaman 21 yaşındaysam o da 19 yaşında olsa gerek. Dergide başlayan dostluğumuz okulda da devam etti. Yarın 1985 yılı Mart sayısında öğrenci dernekleri tartışmasını sayfalarına taşıdığında hayatımız başka bir şekilde hareketlilik kazandı. Öğrenci eylemleri, toplantılar, dernek çalışmaları, sürekli bir koşturma içindeydik. Nesrinlerin aslında muhtemelen kömürlük olarak inşa edilen iki göz bir evleri vardı. Nesrin, kardeşi, erkek arkadaşı ve bir arkadaşımız daha, 4 kişi yaşıyorlardı orada. Her şeye rağmen kendine ait bir ev diye düşünüyorduk, seviyorduk o evi.

Birlikte çok eğlendik, çok güzel işler kotardık, hem Yarın’da, hem öğrenci derneklerinde direnişin, dayanışmanın, kendi çapımızda devrimci olmanın gururunu, heyecanını yaşadık.

1986 Aralık ayının sonunda hep birlikte gözaltına alınmıştık. Tam hatırlamıyorum ama 9 günlük gözaltı süresinin 4 ya da 5. gününde Nesrin, ben ve bir arkadaşımızı aynı hücreye koymuşlardı. Bu süreçte çok hırpalanmamıştık. Daha çok öğrenci dernekleri çıkışına bir tür gözdağıydı. Günlerdir sabun, diş fırçası, tarak görmemiştik. Birbirimizle dalga geçip gülüyorduk. Dışardakiler için kaygılanıyorduk, keşke telepati yapabilsek de onlara iyi olduğumuzu iletebilsek diyorduk. Nesrin sürekli uyuyordu. Bir tür savunma mekanizmasıydı, kendini böyle kapatıyordu. Çıktığımızda Kuğulu Parka gidip muzlu pasta yiyecektik. Çıkar çıkmaz da unuttuk bu sözümüzü.

Savcının önüne çıkartılmamızdan bir gün önce polisler önümüze Cumhuriyet gazetesini koydular. Ön sayfada ailelerimizin ve arkadaşlarımızın bizim için süresiz açlık grevine başladıkları haberi vardı. Benim annem, babam ve kız kardeşim, Nesrin’in de kız kardeşi eyleme katılmışlardı. Fotoğrafta onları görmek ikimizin de içini burkmuştu.

Ailelerimizin ve arkadaşlarımızın bizim için başlattığı açlık grevinin haberi. Gözaltında önümüze konulan Cumhuriyet gazetesi küpürü. 

Savcının karşısına çıkmamız ayrı bir hikayeydi. Akşamüstü götürdüler bizi Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne. Savcının kapısında bekliyoruz, tek tek içeri alınıp sorgulanıyoruz. Sorgulayan Ülkü Coşkun, 12 Eylül’ün işkencelere bizzat katılan ünlü savcısı. Kapının önünde içeriden bir şeyler duymaya çalışıyoruz ama nafile.

Önce beni alıyorlar içeri. Uzunlamasına bir oda. Solda yan yana iki masa var. İlk masada katip oturuyor, sonraki masada Ülkü Coşkun. Sağda da üstünde sol örgüt isimlerinin bulunduğu dosyalarla dolu bir dolap. Ben dolabın yanına geçip yüzümü duvara döndüm. Ülkü Coşkun “napıyorsun, dön bu tarafa”  diye bağırdı. Aşağıda öyle sorguladılar dedim. Kızdı, soruları sormaya başladı.

Benden sonra Nesrin girdi içeri. O sıralarda ANKA’da ekonomi muhabiri olarak çalışmaya başlamıştı. Bir gazeteci tavrıyla geçip savcının önündeki koltuğa oturmuş, ayak ayak üstüne atmış, soruları beklemeye başlamış. Tabii o da fırça yemiş. Devletin kudretli savcısının karşısında oturuyorsun üstüne bir de ayak ayak üstüne atıyorsun… Daha sonra çıktığımız mahkemede de sanık sandalyelerinde otururken ayağımızı üç-beş santim öne uzattık diye mübaşirden fırça yemiştik.

Savcıdan sonra nöbetçi hakim bizi serbest bıraktı. Hakkımızda açılan dava da bir süre sonra takipsizlikle sonuçlandı.

Örgütlü mücadelenin bana en “ağır” gelen sorumluluklarından biri arada sırada düzenlediğimiz pikniklerdi. Daha doğrusu o piknikler için sabah bile olmadan yollara düşmek zorunda oluşumuz. Nesrinlerin evi piknik üssü gibiydi. Geceden sigara böreği kızartılır, biraz da kızartma yapılırdı. Öğrenci menüsü, peynir, domates, ekmek düşerdik yollara. Belediye otobüsleriyle Çubuk barajına giderdik. İnsanlara doğrudan gidip siyaset konuşamıyorduk, böyle yakınlaşmalarla ne düşündüklerini anlamaya çalışıyorduk. Epey dostluk geliştirdiğimiz insanlar oldu. Ben her seferinde söylenir, mezun olduktan sonra hiçbir pikniğe gitmeyeceğimi söylerdim. Nesrin ki o kadar uykuyu severdi, hiç şikayet ettiğini görmedim.

O pikniklerden birinde Nesrin ve ben uyanmışız ve eğleniyoruz. (Sağdan ikinci Nesrin Hocaoğlu)

Savcının karşısındaki tutumu bizi hiç şaşırtmamıştı. Ruhu sivildi çünkü Nesrin’in. Hiyerarşi, bürokrasi, kıdem, yaş gibi şeylere çok takılmazdı. Ne düşünürse filtrelemeden söylerdi. Bunu da öyle bir üslupla yapardı ki, cin gibi bakan gözleriyle, saf bir gülümseme ve çocuksu bir bilmişlikle o filtresizlik çok güzel örtülürdü. Kabul etmeseniz bile kızılmazdı Nesrin’e, ya da saygısızlık gibi algılanmazdı.

Ve bazen dediğim dedik bir Nesrin görürdük. Doğru bildiğini sonuna kadar savunurdu. İnatçıydı, sebatkardı.

80’li yıllarda uzunca bir dönem seçilmiş kız kardeşimdi Nesrin. Bazen çocuksu olurdu bazen de dünyanın en olgun insanı. Geleneksel anlamda  sırtınızı dayayabileceğiniz bir insandan çok yanınızda olmasıyla güven veren bir tarzı vardı Nesrin’in. İnsanı hayal kırıklığına uğratmayan, yarı yolda bırakmayan. Öfkelendiğini, bağırıp çağırdığını ya da paniklediğini görmedim hiç. Abartıyı sevmezdi Nesrin. Ruhu da tarzı da sadeydi. Ailesine, dostlarına, sevdiklerine, ilkelerine sadıktı.

90’larda o yazılı basında ben televizyon gazeteciliğinde kendi yollarımıza gittik. Nesrin daha sonra Dünya Gazetesi, BDP Haber Ajansı, Star Gazetesi, Aktüel Dergisi’nde ekonomi muhabiri ve yönetici olarak çalıştı. OYAK, Ziraat Bankası ve TEPAV’da da İletişim Koordinatörlüğü yaptı. Son olarak pandemi öncesi Doğu Ekspresi ile Kars’a gitmiştik. Ara ara görüşsek de her karşılaşmamızda kaldığımız yerden devam etmenin sıcaklığını yaşadık.

25 Şubat Pazar günü kaybettik Nesrin Hocaoğlu’nu. Ardından ağladığımızı görse üzülürdü eminim. Yaşamayı severdi Nesrin, hayatı katlanılır kılan romantik bir gözlüğü vardı. O hayatı güzel yaşamaya çalıştı, bizden de ölümüne ağlamamızı değil, yaşamı kutsamamızı, kalan ömrümüzün kıymetini bilmemizi isterdi. Onun artık bu dünyada olmadığını düşünmek acı veriyor, bu kadar genç yaşta aramızdan ayrılmasına isyan ediyoruz. İnsan bazen parmaklarımı kesseydim de bu yazıyı yazmasaydım der. Bu öyle bir yazı oldu. Unutmayacağız, hatırladıkça sevgiyle anacağız. Bir araya gelip anılarımızı paylaşacağız. Hüzünleneceğiz, çokça güleceğiz. İyi ki hayatımıza girmiş, iyi ki tanımışız, dost olmuşuz diyeceğiz. İyi ki gülüşüyle hayatımız aydınlanmış. Sonra da yolumuz Ankara’ya düşerse Kuğulu Park’ta muzlu pasta yiyeceğiz. Madem hayatın tadı damağımızda kalıyor…

Beyhan Sunal / duvaR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder