30 Haziran 2024 Pazar

Birgün KÖŞEBAŞI -30 Haziran 2024-

Dinbazın “sözde”si! -Atilla Aşut-

Anaakım medyamız, yaftalayıcı sözcük ve yakıştırmaları çoğu zaman yanlış biçimde kullanıyor. En gülünç etiketleme tümceleri ise “sözde” klişesiyle kuruluyor. Nesnel bir haber metninde olmaması gereken bu sözcük, özellikle PKK ile ilgili haberlerde sürekli karşımıza çıkıyor…

BirGün’de defalarca dile getirdiğim bu konuya Medya Ombudsmanımız Faruk Bildirici de geçenlerde kendi köşesinde değindi:

Sözde’, gazetecilerin diline pelesenk olmuş bir sıfat. 1980’lerde devletin ‘Sözde Ermeni soykırımı’ adlandırmasıyla başlayıp zaman içinde gazetecilerin diline pelesenk olan ‘sözde’ sözcüğü artık bir etiket gibi olur olmaz her yere yapıştırılıyor. (…) Oysa ‘sözde’ sözcüğünün anlamı, ‘Gerçekte öyle olmadığı halde öyleymiş gibi kabul edilen’‘sözümona’‘güya’... Bu durumda ‘PKK yöneticisi’nin önüne ‘sözde’ sözcüğü konulduğunda ‘Gerçekte PKK yöneticisi olmadığı halde öyle kabul edilen’ denilmiş oluyor!”

Evet, tam da öyle denmiş oluyor! Acaba terör örgütleri için “sözde” sıfatını bilinçsizce kullananlar neye hizmet ettiklerinin ayırdındalar mı?

∗∗∗

İzmir’de yaşayan yazar ve kütüphaneci dostumuz Recai Şeyhoğlu, sürekli okurlarımızdandır. Zaman zaman mektuplarıyla da konuk olur “Dilin Kemiği”ne. Yani Türkçeye özen gösterdiğini düşündüğüm biridir. Ama geçenlerde benimle de paylaştığı bir yazısında “sözde” sözcüğünü, tam da yukarıda eleştirdiğimiz biçimde kullandığını görünce şaşırdım. Yazısının bir yerinde şöyle diyordu:

“Hem cumhuriyete bağlı, hem de dinin gereklerini yerine getiren laikler bir yana, nedense din adına konuşan, sözde dinbazların tarihsel süreç içinde ne sömürüye ne de demokrasi için verdikleri bir mücadeleye tanık olunuyor.” (Gazete Karşıyaka, 20-26 Şubat 2024)

“Dinbaz”Tayfun Atay’ın dilimize kazandırdığı bir sözcüktür. Bu adı taşıyan bir de kitabı vardır: Parti, Cemaat, Tarikat - 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri (Can Yayınları, 2017).

Tayfun Hoca bu sözcüğü “dinle oynayan” anlamında kullanıyor. Yani sözcüğün anlamı zaten olumsuzdur. Bu sözcüğe “sözde” sıfatını eklerseniz, eleştirdiğiniz dinbazın gerçekte dinle oynayan biri olmadığını söylemiş olursunuz.

Oysa değerli dostumuzun anlatmak istediği bu değil! Tam tersine, dinbazların tarihteki uğursuz rolüne vurgu yapıyor. Öyleyse bu tümcede “sözde”nin yeri yok!

HAFTANIN NOTU

Bir bir gidiyor güzel insanlarımız!

Erken ölümlerin ve yoldaş acılarının sonu gelmiyor. Geçen hafta Kadir Sev, şimdi de Nurettin Abacıoğlu…             

Türk Eczacılar Birliği’nin 1984-1990 yılları arasındaki Genel Sekreteri, değerli öğretim üyesi, sevgili dostumuz Prof. Dr. Nurettin Abacıoğlu, çalışmakta olduğu Lefkoşa’daki Yakın Doğu Üniversitesi’nde (YDÜ), 26 Haziran günü beklenmedik biçimde aramızdan ayrıldı.

Nurettin Hoca, Türkiye’de emekli olduktan sonra YDÜ’de öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamış; Farmakoloji Anabilim Dalı Başkanlığı ve Meslek Bilimleri Bölüm Başkanlığı yapmış, ayrıca Girne Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını üstlenmişti.

Bir dönem SİP/TKP’de ve soL Meclis’te birlikte çalışmıştık. Duygu ve sevgi dolu bir insandı. Akademik çalışmalarının dışında güncel siyasetle ve kültür-sanat konularıyla da yakından ilgiliydi. Yeni TİP’in “İleri Haber” sitesinde köşeyazıları yazıyordu. Ressamlığını ise ne acıdır ki ölümünden sonra öğrendim. Meğer çok özgün tabloları varmış. Ustalıkla biçimlendirdiği renk cümbüşü içindeki ilginç figürlerini daha önce görmediğime hayıflandım!

Bir ay önce Lefkoşa’daki bir etkinlikte görüşmüş, ayaküstü söyleşmiştik. “Sevgili yoldaşım, çok sevindim seni gördüğüme” diyerek sıkı sıkı sarılmıştı bana. Demek veda kucaklaşmasıymış!

14 Mayıs 2024’teki Eczacılık Günü’nde öğrencilerine seslenirken şöyle demişti:

“Gür siyah saçlarım vardı. Sağlık ve ilaç meselelerinin peşinden koşarken ağardım, beyazladım. Belki yorgunum, belki en önlerde koşamıyorum. Fakat düşmana inat, sol mememin altındaki cevahiri dingin ve dirençli olarak koruyorum.”

Ölümünden dört gün önce, Facebook sayfasındaki son paylaşımı ise şöyleydi:

“Her gece yatıp / Gözlerimi kapattığımda... / Seyrettiğim içimdeki ben... / Her sabah uyanıp / Aynaya baktığımda... / Seyrettiğim dışımdaki ben…”

Aynalar da üzgün şimdi!

Böyle ani ölümler daha çok koyuyor insana.

Nurettin Hoca, yitirdiklerimizin ardından yazdığım anma ve uğurlama yazılarına hep “Sonsuzlukta, ışıklarda olsunlar” diye not düşerdi. Ben de şimdi kendisi için aynı dilekte bulunuyorum:

Sonsuzlukta ışıkta ol değerli Hocam, sevgili yoldaşım...

                                                          Prof. Dr. Nurettin Abacıoğlu

NOT: Dün sabah(28 Haziran) YDÜ Sağlık Bilimleri Fakültesi’nde düzenlenen uğurlama töreninin ardından İzmir’e getirilen Nurettin Abacıoğlu’nun cenazesi, (29 Haziran-cumartesi) öğle namazından sonra Dikili’de toprağa verilecek.

                                                             /././

CHP erken seçimi zorluyor mu, bekliyor mu? -Berkant Gültekin-

Doğan abinin (Tılıç) perşembe günü gazetemizde yayınlanan Özgür Özel röportajı, siyasetin gündemini belirledi. CHP Lideri’nin, “Vatandaş da, anketler gösteriyor ki, yavaş yavaş seçim istemeye başladı. Erdoğan 5 yıllığına seçildi ama bence seçildikten 2.5 yıl sonra, bugünden 1.5 yıl sonra erken seçim olur. Ben erken seçimden kaçmam, bunun için koşarım” sözleri, erken seçim tartışmasını alevlendirdi.

Sözlerinin tartışma yaratmasının ardından Özel, aynı konuyla ilgili iki açıklama daha yaptı. Bunlardan ilkini, basın mensuplarının sorularını yanıtlarken yaptı ve “Erken seçim yapılabilmesi için 360 milletvekilinin oyuna ihtiyaç var. Bugün için böyle bir milletvekili sayısı bizde ve muhalefette yok zaten. İktidar istemeden erken seçim teknik olarak mümkün değil. İstiyor muyum, gelecek hafta olsun istiyorum. Parti birinci partiyken bu kadar zor durumdaki insanların umudu CHP olmuşken neden istemeyeyim” dedi.

Dün ise İsmail Küçükkaya’ya konuk olduğu Halk TV yayınında, “Parlamentoda 360 oy gerekiyor. Erken seçim şu anda teknik olarak mümkün değil. Şartlar böyle giderse önümüzdeki yıl talebi dillendiririz. 2,5 yıl olduğunda erken seçimi isteriz” değerlendirmesinde bulundu.

Özgür Özel’in sonraki iki açıklamasında işaret ettiği ‘360 vekil’ meselesi önemli. Zira Özel, Meclis aritmetiğinin altını çizerek, kendisinin erken seçim istediğini ancak partisinin bunu yapacak gücünün olmadığını anlatma uğraşında. Bu nedenle konunun kendi niyetinden çok, sandalye dağılımıyla ilgili olduğuna dikkat çekti; “İstiyor muyum? Vallahi gelecek hafta olsun, gelecek ay olsun istiyorum seçim. Neden seçim istemeyeyim?” ifadelerini de bu nedenle kullandı.

Konuya buradan bakınca, Özel’in mesajlarının önceki sözlerine göre tek farkı, erken seçime dair bir tarih belirtmesi oldu. Özel, yerel seçimlerin ardından yaptığı açıklamalarda da yerel seçim başarısını erken seçim talep etmek için kullanmayacaklarını, halkın talebine kulak vereceklerini belirtmişti. Son erken seçim mesajlarında da aslında bu tutumu boşa düşüren bir ifade yoktu. Özel sadece, erken seçimin zamanlaması konusundaki tahminini, beklentisini paylaştı. Görüşünü de şöyle temellendirdi:

“10 bin lira emekli maaşı dünyanın hiçbir yerinde izah edilemezken siz bu sese kulak tıkarsanız; üzüm üreticisinden çay üreticisine, fındıktan buğday üreticisine hepsini perişan ederseniz bıçak kemiğe dayanır, vatandaş erken seçim ister ve sizi gönderir. Bence 5 yıl tamamlanmaz, 2.5’uncu yılda, tam ortasında erken seçim olur. Bugünden 1.5 yıl sonra bir erken seçimi olası görüyorum.”

Elbette anamuhalefetin lideri olarak Özel’in son sözleri, erken seçimin ne kadar erken olacağına ilişkin topluma bir veri sunması bakımından diğer demeçlerinden farklıydı. Artık tüm aktörler planlarını, erken seçimin 2026 başlarında gerçekleşme ihtimalini gözeterek şekillendirecek.

Bununla birlikte CHP’nin erken seçimi zorlayan değil bekleyen tarafta olduğunu da not etmek gerek. Denklem değişmedi; muhalefet hâlâ, erken seçimde ittirici değil, daha çok gözleyici konumda kalmayı tercih ediyor. Eş zamanlı olarak karşı mahalledeki karşılığını da bu yıkım sürecinde artırabileceğini düşünüyor. Dolayısıyla “normalleşme-yumuşama” sürecinin düne göre farklı bir yoğunlukla da olsa devam etmesi muhtemel.

Öte yandan erken seçim bahsinde hesaba katılması gereken bir diğer detay da siyasetin, ekseriyetle profesyonel politikacıların mesleği olduğu. Özel, neden erken seçimin son genel seçimden 2,5 yıl sonra yapılabileceğini düşünüyor? Çünkü 2 yılı doldurup özlük hakkını almayan vekiller, kolay kolay erken seçime ikna edilemez. Bu da partiler üstü bir “realite”.

Erken seçim, Erdoğan’ın 3. defa (gerçekte 4. defa) cumhurbaşkanı adayı olmasının tek yasal yolu. Henüz emeklilik sinyali vermeyen Erdoğan’ın, eğer koltuğunda oturmaya devam etmek istiyorsa erken seçime ihtiyacı var. Öncesinde ise toplumun üzerinden zam, vergi ve faiz üçlüsüyle silindir gibi geçen Şimşek programının yeni bir seçim ekonomisini devreye sokmak için “başarı” sağlamasına muhtaç.

Özel’in tahmininin doğru çıktığını varsayarsak esas soru şu: Ülke 1,5 yıl sonra sandık başına gittiğinde, iktidar bugünkünden daha zayıf, muhalefet ise daha avantajlı olacak mı? Bu kritiğin doğru yapılması gerekiyor. Çünkü erken seçimin zamanlaması ve hangi şartlar altında yapıldığı, sonucu belirleyen temel faktörler olacak.

                                                                   /././

KKTC’de suç işleyen TSK askeri neden Türkiye’de? -Gözde Bedeloğlu-

Tarih 15 Haziran. Yer Kuzey Kıbrıs, Lefke Gemikonağı. Sabaha karşı gerçekleşen trafik kazasında, 22 yaşındaki alkollü sürücü Mehmet Eren Erdoğan, aşırı sürat nedeniyle direksiyon hakimiyetini kaybederek, deniz kenarındaki bir bankta oturan 26 yaşındaki Pakistan uyruklu Naveed Akbar’a çarparak ağır şekilde yaraladı. Akbar kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. 

Mehmet Eren Erdoğan, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ta bulunan askeri gücü Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevli bir asker. TSK’nin yurt dışındaki en fazla askeri KKTC’de konuşlu. Sayının 40 bin civarında olduğu söyleniyor. Askerler doğrudan Türkiye Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı, daimi askeri birlik statüsünde. 

Kaza sonrası hastaneye ağır yaralı olarak kaldırılan Naveed Akbar’ın nişanlısı Aycan Taliman, Yeni Düzen gazetesinden Serap Şahin’e o gece yaşadıklarını anlattı. “Hastaneye gittiğimde bir tarafta Naveed’in Pakistanlı arkadaşları diğer bir köşede askerin arkadaşları vardı. Ben acil kapısında ağlarken bir polis beni kenara çekti ve ‘ağlama, askerlerle Pakistanlıları kavga mı ettireceksin’ dedi. Sonra bekleyen askerilere sessizce bir şeyler söyledi, onlar da arabaya binip gitti.” 

Hastaneye gelen komutan ve polislerden sorumlunun yakalanmasını isteyen, aksi halde nişanlısının kanının hepsinin ellerinde olacağını söyleyen Taliman polisin üzerine yürüdüğünü söyledi. “O polis bana bağırıp üstüme yürürken bir çocuk video çekti. Polis videoyu çeken çocuğu darp etti ve elindeki görüntüyü zorla sildirdi. 

                                                          ***

Nişanlısı Naveed Akbar’ın öldüğünü vefatından dört saat sonra öğrenebildiğini söyleyen Aycan Taliman cenazeyi görmek istediklerinde bunun ancak polis eşliğinde mümkün olabileceğinin söylendiğini ve yaklaşık dört saat kadar daha bekletildiklerini anlattı. “Polisler geldikten sonra beraber içeriye girdik ama Naveed yoktu. Meğer bize bilgi verilmeden arka kapıdan çıkartıp Lefkoşa hastanesi morguna sevk etmişler.” Cenaze Pakistan’a gönderildi. Taliman, pasaportu olmadığı için törene katılamadı. 

TSK askeri Mehmet Eren Erdoğan, olayın ardından polis merkezine götürüldü. Ancak mahkemeye çıkarılmadı. Onun yerine serbest bırakılarak Doğancı (Elia) köyündeki askeri birliğine teslim edildi. Aradan geçen beş güne rağmen Erdoğan’ın yargı önüne çıkarılmamasını protesto eden Akbar’ın ailesi, arkadaşları ve KKTC’de okuyan yabancı uyruklu öğrenciler düzenledikleri yürüyüşle adalet çağrısı yaptı. 

Kazadan dokuz gün sonra açıklama yapan Türkiye Büyükelçisi Metin Feyzioğlu, Naveed Akbar’ı öldüren TSK mensubu Mehmet Eren Erdoğan’ın Türkiye’ye gönderilerek Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından tutuklamaya sevk edildiğini ve Ankara Sulh Ceza Hakimliğince tutuklandığını söyledi. “Süreç yakından takip edilmektedir” dedi ancak sürecin detaylarına dair bilgi vermedi. 

Kıbrıs Türk Barolar Birliği İnsan Hakları Komitesi Başkanı Avukat Aslı Murat, soruşturması tamamlanmadan Erdoğan’ın apar topar Türkiye’ye gönderilmesinin, Kıbrıs’ta bazı kişilerin cezai sorumluluktan azade tutulduğuna dair soru işareti oluşturduğuna dikkat çekiyor. Askerlik görevi dışında suç işleyen TSK mensuplarının yargılanmasında tüm yetki KKTC mahkemelerindeyken sanık Erdoğan neden Türkiye’ye gönderildi? İzaha muhtaç bir soru. Adli sürecin yeterince işletilmeyeceği veya konunun gözden kaçırılarak unutturulmaya çalışılacağına dair yaygın bir kanıdan da söz edilebilir elbette. Türkiye, dünyaya karşı KKTC’nin eşit ve egemen bir devlet olduğunu savunurken, Kıbrıs’ta suça karışmış kendi askerinin neden KKTC mahkemelerinde yargılanmasını istemez? 

                                                              ***

30 Kasım 2023’te Somali Cumhurbaşkanı’nın oğlu Muhammed Hasan Şeyh Mahmud, İstanbul’da motokurye Yunus Emre Göçer’in kullandığı motosiklete çarpmış ve ağır yaralı halde hastaneye kaldırılan Göçer hayatını kaybetmişti. Gözaltına alınan Mahmud kısa sürede serbest bırakılmış ve ülkesine dönmüştü. Adli Tıp Kurumu raporuna göre Mahmud ‘asli kusurlu’ bulunmuştu. Yunus Emre Göçer’in eşi Öznur Göçer şikayetini geri çekti. Mahmud, 27 bin 300 lira para cezasına çarptırıldı. 

Türkiye ve Somali arasında ticari ilişkiler var. Türkiye’ye göre, KKTC’de bulunan askeri gücünü artırarak korumak bir beka sorunu, zorunluluk. Hal böyleyken ihmalkar bir sürücünün sebep olduğu ölümlü trafik kazasında son sözü adalet değil siyasi ve ticari çıkarlar söylüyor. Nerde eşit hak, nerde eşit hukuk?

                                                                  /././

Yakınma sendikacılığı -Oğuz Oyan-

Şimdilerde TÜRK-İŞ Başkanı ile CB Erdoğan İmam-Hatip kardeşliği üzerinden iş bağlıyorlar. Bu arada TESK ve Türkiye Ziraat Odaları Birliği, son 20 yıldır esnaf ve çiftçinin ekonomik durumunu gündeme getirecek kapalı salon toplantıları bile yapamıyorlar.
"Talep iletme muhalefeti" ile "şikâyet iletme sendikacılığı" buluşuyor. Türk-İş Başkanı Atalay, Sözcü’den Saygı Öztürk’e demecinde (23.06.2024) "Ben, 25 yıldır enflasyonun bu kadar ezdiği bir dönem görmemiştim, yaşamamıştım" diyor. Doğrusu bizler de son 25 yıldır işçi sınıfı sendikalarının bu kadar suskun ve eylemsiz olduğu bir dönemi daha önce yaşamamıştık. Sakın arada bir bağlantı olmasın? 

1989-99 döneminde TÜRK-İŞ’in başını çektiği ciddi bir sendikal hareketlenme yaşanmıştı. Yapılan ücret sendikacılığıydı ama en azından 1980’lerin tahribatını giderecek kazanımlar elde edilmişti, hem işçiler hem de memurlar açısından. Üstelik, 1997 sonrasında Refahyol Hükümetinin laiklik karşıtı duruşuna karşı TÜRK-İŞ, DİSK ve Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu’nun (TESK’in) başını çektiği siyasi mitingler dahi yapılabilmişti.  

Nereden nereye! Şimdilerde TÜRK-İŞ Başkanı ile CB Erdoğan İmam-Hatip kardeşliği üzerinden iş bağlıyorlar. Bu arada TESK ve Türkiye Ziraat Odaları Birliği, son 20 yıldır esnaf ve çiftçinin ekonomik durumunu gündeme getirecek kapalı salon toplantıları bile yapamıyorlar. Bu kuruluşlarda yöneticilerin koltuklarını çeyrek yüzyıl ve ötesinde koruyabilmeleri temel gaileye dönüşmüş bulunmakta; bu da iktidarla iyi geçinmeyi gerektiriyor! 

ASGARİ ÜCRET VE İKTİDAR SENDİKACILIĞININ SEFALETİ

Atalay, "asgari ücretin yılda iki kez belirlenmesi kanunda yok. Ama içinde bulunduğumuz koşullar nedeniyle konuyu sürekli gündemde tutuyoruz" diyor demecinde. Asgari ücret müzakerelerine katılma hakkı olan tek işçi konfederasyonu başkanı bu yanlışa nasıl düşebiliyor? Asgari ücretin yılda bir kez belirlenmesi de kanunda yok! 4857 sayılı İş Kanunu’nun 39. maddesinde "ücretlerin asgari sınırları en geç iki yılda bir belirlenir" hükmü yer alır. "En geç" ifadesi, yılda iki veya dört veya daha fazla defa belirlenmesine kapı aralamış olur. Yüksek enflasyon dönemlerinde de bu kapı açık tutulur. Şimdi adı konulmamış IMF programı altında bu kapı kapalı tutulmak isteniyor. TÜRK-İŞ Başkanı ise "kanuni dayanağı yok" diyerek talebini zayıflatıyor ve iktidara mazeret hazırlamış oluyor! 

Şunlar de Atalay’dan: "Enflasyonun durdurulması, asgari ücrette de iyileştirme yapılmak zorunda. Enflasyon durdurulmazsa, yapılacak bir iyileştirmenin hükmü bir ay bile sürmez." Enflasyon hemen durdurulamayacağına göre "iyileştirmenin hükmü yok" ne anlama gelir? Boşuna uğraşmayalım anlamına gelir. Bir otomobil bile frene basınca hemen durmaz ama duvara çarparsa hemen durur. Ekonomide enflasyonu aniden durdurabilecek bir duvar metaforu yoktur! Çok hızlı yavaşlatılması halinde ise ciddi bir durgunluk ve işsizliğe yol açar. Peki, düşük faiz uygulamalarıyla sermayeyi fonlayan ve hanehalkının borçlanmasını kolaylaştırarak Mayıs 2023 seçimlerinde koltuğunu koruyabilen Erdoğan’ın 2021 sonundan itibaren enflasyonu patlatan uygulamaları ve şimdi bunun yükünü emekçilere çektirmek istemesi hakkında Atalay’dan herhangi bir eleştiri duyan oldu mu? Burada tekrar baştan üçüncü paragrafa dönünüz. 

ŞİMŞEK KİM ADINA KATI?

Uygulanan program Şimşek’in icadı değil. Bu, IMF ve DB çevrelerinden övgüler almış örtük bir IMF programı, halkın alım gücünü ve talebini kısmaya ayarlanmış bir yoksullaştırma diyeti. Geçen yılın Eylül ve Ekim aylarında resmileşen OVP (2024-2026) ve 12. Plan’da (2024-2028) zaten çerçevesi belirlenmiş. Hiçbir sürprizi yok. Seçimler de geçtiğine göre, katılıkta bazı esnemeler yapmanın siyasi ortamı da yok. TCMB araştırmasında bile asgari ücretin enflasyon etkisinin çok zayıf çıkmasının bir hükmü yoktur (Hayri Kozanoğlu, BirGün, 26.6.2024). 

Bu bakımdan Karatepe-Şimşek görüşmesi nafile bir buluşmaydı. Eğer anamuhalefet, “biz uzlaşma için elimizden geleni yaptık bundan sonra meydanlar konuşur” tavrında kararlıysa (ki bunun dillendirilmesinin bile Erdoğan’ı pek rahatsız ettiği görülüyor), bu da bir kazanç sayılabilir. İktidarın anlayacağı tek dil budur. Ama dikkat: Meydanlara yetersiz kalabalıklar toplanırsa, ekonomi yönetimi bunu "kitleler ses veriyor ama bizi yolumuzdan saptıracak kadar değil, demek ki program çalışıyor" biçiminde yorumlayacaktır. 

Şimşek, dış ve iç sermaye çevreleri adına hareket eden bir teknokrat siyasetçi. Ama sınırlarını çizen bir de "başyüce" ve onun etrafına kümelenenler var. Katılıklarının sınırları böyle çiziliyor. IMF programından sapamaz; ama IMF istese bile Saray rejminin yolsuzluklarının da üzerine gidemez. Sermayenin vergi ayrıcalıklarına da ciddi sınırlar koyamaz. 

Bu bakımdan Karatepe’nin 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 30/7 maddesini hatırlatıp "Cumhurbaşkanınca ilan edilen ülkelerde yerleşik olan veya faaliyette bulunan kurumlara nakden veya hesaben yapılan veya tahakkuk ettirilen her türlü ödemeler üzerinden (...) yüzde 30 oranında vergi kesintisi yapılır" hükmünün işletilmesiyle kaynak sorununa çözüm bulunabileceğini iletmesi iyi olmuş. Bunu 26 Haziran tarihli BirGün’de Ankara Temsilcisi Nurcan Bilge Gökdemir haber yaptı. Prof.Aziz Konukman ve ben, bu düzenlemenin yapıldığı 2006’dan beri, Başbakanın (2018 sonrasında Cumhurbaşkanının) "ülke isimlerini ilan etmesini" ve böylece yasal boşluğu doldurmasını talep edip durduk. Ama boşa çaba. Bu sadece yandaş sermaye çıkarlarının kollanmasından kaynaklanamaz; ancak burjuva-siyasetçiler de işin içindeyse 18 yıldır sürdürülen bir "engelleme" anlam kazanabilir. 

VERGİ PAKETİ MUAMMASI!

İktidarın vergi paketi, toplumsal tepkilere göre durmaksızın yeniden şekilleniyor. Bu toplumsal tepkilerden en güçlü olanı da kuşkusuz çeşitli sermaye çevreleri üzerinden gelenler. Birçok düzenleme geriye çekilmiş görünüyor. Geniş kitlelerin üzerindeki vergi yükünü artıracak olanlar için iyi de oldu denilebilir. Şimdilik geriye kalanlar arasında bir "küresel asgari kurumlar vergisi" olacak gibi görünüyor. Yabancı şirketleri ilgilendiren bu asgari verginin yerleşik büyük sermayenin "vergi rekabetinde eşitlik" talebinin uzantısında olduğu söylenebilir. 

Bu vergi paketinin mali amaç taşımayan hükümleri de olacağı anlaşılıyor. Yurtdışına çıkış harçlarının 150 TL’den en azından 1.500 TL’ye çıkarılmasının ekonomik amacı daha önde gözükmektedir. Uygulanan program enflasyon artışının gerisinde kalan kur artışları (yani aşırı değerli TL) yoluyla sıcak para çekme derdindedir. Ancak bu, ithalatı ve dış seyahati ucuzlatmaktadır. O halde dışa çıkışlar ve ithalat caydırılmalıdır. İthalatta da şimdilik Çin’den ithal edilen otomobillere yüzde 40’lık Gümrük Vergisi ilavesiyle bir fren yapılmıştır. Bu tür önlemlerin devamı gelebilir. 

SONUÇ: EMEĞİN TALEPLERİ

Buna karşılık Kurumlar Vergisi’nin yarısı düzeyinde olan vergi istisna ve muafiyetlerine kimsenin dokunmaya niyetinin ve gücünün olmadığı görülüyor. Aynı şekilde sermaye şirketleri ortaklarına dağıtılan temettülerin (kâr paylarının) düşük bir stopaj kesintisi ödemek yerine Gelir Vergisi’nin artan oranlı tarifesine tabi tutulması da gündemde değil! Gelir Vergisi tarifesinin ücretliler lehine yeniden düzenlenmesi, örneğin ücretliler için ayrı bir tarife yapalarak ilk oranın yüzde 15’ten yüzde 10’a indirilmesi, dilim genişliklerinin ikiye katlanması, tarifedeki basamak sayısının 5’ten 6’ya yükseltilmesi ve son basamaktaki marjinal vergi oranının yüzde 40’tan 50’ye çıkarılması emek kesimlerinin talebi olabilir ancak. Sendikaların bu konudaki taleplerini ortaklaştırmaları şarttır. Emek yanlısı siyasi partilerin önemli bir mücadele başlığı da vergi yükünün emekten sermayeye transfer edilmesi konusu olmalıdır.

(BİRGÜN) 

                                             

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder