31 Ağustos 2024 Cumartesi

Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -31 Ağustos 2024-

 

AKP’nin Kahramanlık Tarihi Yaratma Çabası -Işık Kansu-

Tek adam rejiminin simgesi Saray, kendine göre bir “kahramanlık tarihi” oluşturma peşinde.

Saray’ın propaganda bakanlığının uydurduğu “Türkiye’nin Yeni Yüzyılı” sloganıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yılını değersizleştirmeye kalkışması, bu amaca yönelikti. 15 Temmuz’un bayram yapılması da aynı amaç içindi.

Necip Fazıl’ın ifadesiyle “kindar gençlik” kuşağından gelen Saray ve kadrosunun, 30 Ağustos Zaferi yerine epeydir 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’ni asıl zaferden saymaya çalışması da aynı nedendendir.

Bütün bunların kof girişimler olduğu açıktır. Saray’ın tüm anlamsızlaştırma girişimlerine karşın yurttaşlar Cumhuriyetin 100. yılını kendi örgütledikleri görkemli etkinliklerle kutlamışlardır.

Halk; Saray’ın, FETÖ’nün eski iktidar ortağı olması dolayısıyla 15 Temmuz darbe girişiminden ve ona karşı çıkan yurttaşların ölümünden sorumlu olduğunun ayrımındadır.

Saray’ın Anadolu’nun Türkleşmesinin başlangıcı olarak zafer diye kutladığı Malazgirt’e gelince...

Tarihçiler, Malazgirt’ten önce Türklerin zaten Anadolu’da yurtlandığını belgelerle ortaya koymuşlardır.

Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Anadolu’ya Türk yerleşmesinin 9. yüzyılda başladığını aktarır. Abbasi halifelerince Semerkant tarafından getirilen Türkler; Tarsus, Misis, Adana, Maraş, Ahlat, Malazgirt tarafına yurtlanmışlardır.
Karal, 530’da Bizans imparatorlarının Bulgar Türklerinden bir kısmını Trabzon, Çoruh ve Yukarı Fırat taraflarına yerleştirdiklerine değinir. Bu Türklerin, beyleri yönetiminde “bağımsız” olduklarını da vurgular. 577 ve 620 yıllarında, yine Bizans, Avarları İran sınırına yerleştirmiştir.

Mükrimin Halil Yinanç ise 1071’den yüzyıllar önce, 471 yılında Horasan’dan 80-120 bin Türkün Anadolu’ya gönderilmiş olduğunu yazar. Selçuklulardan çok önce Anadolu’ya, Bizans imparatorları tarafından Balkanlar’dan Hıristiyan Türkler getirildiğine de değinen Yinanç’a göre, fetih (Malazgirt) sırasında Anadolu’daki Türklerin sayısı bir milyona yaklaşmıştır.

Özetle, Malazgirt öncesi Anadolu zaten büyük ölçüde Türkleşmiştir. Malazgirt, yalnızca Anadolu’nun Türklerce siyasal açıdan fethedilmesi anlamını taşır.
Saray’ın gölgelemeye çalıştığı 30 Ağustos 1922 ise Saray ve ortaklarının Malazgirt’te fethini kutladıkları yurdun işgalden, yok olmaktan kurtarılmasıdır. 
30 Ağustos, Anadolu’da birbirini izleyen çürümüş, sömürgeleşmiş imparatorluklara son vererek, Atatürk’ün deyişiyle “bizi mahvetmek isteyen” emperyalizme karşı Türk ulusunun egemenliğini, bağımsızlığını ilan etmek demektir ki; Saray, uyguladığı yönetim sistemiyle birlikte düşünsel, siyasal, tarihsel açıdan bu onurlu tarihsel dönemece tümüyle karşıdır.

Ahlat’ta Saray ittifakı ile hatıra fotoğrafı çektiren Hava Kuvvetleri Komutanı Ziya Cemal Kadıoğlu ile Deniz Kuvvetleri Komutanı Ercüment Tatlıoğlu da Saray’ın simgelediği işte bu karenin bir parçası olmuşlardır.

ÖLÜM DÖNGÜSÜ
Gazze’de yaşananlar; emperyalist tutkuların, soykırıma uğramış bir halkın seçtiği siyasal yönetimin eliyle soyca akrabası da olan bir başka halka kırım uygulatmasıdır.
Emperyalizmin yörüngesinden kurtulamayanlar, bu döngüden sıyrılmanın çaresini bulamazlar.                                   /././

Ihlamur çiçeklerine ve dünyanın sonuna dair -Ergin Yıldızoğlu-
İnsanın yaşamında bazen, bir “şey” (örneğin bir koku), “önemli olanın anlamını ” kavramaya, yol açan bir farkındalık anı yaratır. Önceki hafta, bir gün, yıllardır sabah yürüyüşlerimi yaptığım Growlands Park’ın kapısından girer girmez böyle bir “anı” yaşadım. Sabah haberlerinde dinlediklerim, dünyanın en büyük askeri gücü olan ülkede bir tarafın “Seçimleri kaybedersek iç savaş” çıkar hezeyanları, Elon Musk gibi faşist trilyonerlerin ülkelerin iç politikalarını dizayn etme hevesleri, daha nice ekonomik, jeopolitik “şeyler”, hatta ülkemin üzerine her gün biraz daha çöken  ortaçağ karanlığı aniden arka plana düştü. Yine aklıma,   “Titanik’in güvertesinde şezlong kapma yarışı” deyimi geldi. “Artık kabak tadı” verdi ama yazıyı yazmaya oturduğumda ruh halim buydu.

AH! 1.5 °C VE IHLAMURLAR!

Growlands, 300 yıllık bir mekân; içinde bir göl, bir koru, sıra dev çam, çınar, ıhlamur ağaçları ve geniş bir çayırlık alan var; 1913 yılında halka park olarak açılana kadar birçok aristokrat ve tüccar ailenin yaşadığı bir köşkün bahçesiymiş. O köşk halen bir rehabilitasyon merkezi olarak çalışıyor. Bu parkta, yazları, dev ıhlamur ağaçlarının çiçeklerinin altından geçerken hep bir “eksiği”, duyumsar kederlenirdim: “Ihlamur kokusu yok.”

O sabah parkın kapısından girdiğimde beni yoğun bir ıhlamur kokusu karşıladı. Bir an durdum, bu kokuyu anlamaya çalıştım. Bende, “bir durumu veya gerçeği net bir şekilde kavramaya yol açan bir farkındalık anı” yaratan işte bu, çocukluğumun Üsküdar’ının imajlarıyla dolu tatlı kokuydu: “Küresel ısınma ve iklim krizi artık kontrolden çıktı!” diye düşündüm. Eve döndüğüme son birkaç ayın haberlerini tarayınca bunun bir kuruntu olmadığını gördüm.

Geçtiğimiz mayıs ayında The Guardian en ünlü 380 iklim bilim insanı ile yaptığı görüşmelerin korkutucu sonuçlarını yayımladı. Bu bilim insanlarından yüzde 77’si küresel ısınmanın bu yüzyılın sonuna kadar Sanayi Devrimi öncesine kıyasla 2.5 °C artış sınırını geçeceğine inanıyorlarmış. Bu bilim insanlarının sıcaklık artışının 3 °C’yi geçeceğine inanan yüzde 42’si çok daha ağır bir felaket senaryosunu düşünüyor. Sıcaklık artışının 1.5 °C’nin altına tutulabileceğine inananların oranı ise yalnızca yüzde 6. 

Sıcaklık artışında 2.5 °C sınırının geçilmesi, hele 3 °C’nin aşılması durumunda  bugün bildiğimiz haliyle günlük yaşama veda etmek zorunda kalacağız. Ortalama 2.5-3 °C düzeyinde aşırı sıcaklık dalgaları ölüm oranlarını hızla artıracak; kuraklık, susuzluk, açlık ve doğal yangınlar yaygınlaşacak. Diğer taraftan kutup buzlarının, dağ buzullarının erimesine, kasırgaların, sağanak yağışların olağanüstü düzeylerde artmasına paralel deniz sularının seviyesi yükselecek, su baskınlarının etkisiyle içme suyu kaynakları kirlenecek, kimi kıyı alanlarında gıda üretim havzaları sular altında kalacak, kimi kentler kısmen, kimileri tamamen suların altında kalacak. İnsanlığın en zengin yüzde 10’u kendi başının çaresine bakarken büyük göç dalgalarının, gıda kaynakları üzerinde savaşların sıklaşması, liberal demokrasiyi sürdürülemez düzeyde çürütürken militarist-emperyalist faşist rejimler yaygınlaşacak. Tüm bu krizlerin basıncı altında kapitalist uygarlığın çökme süreci hızlanacak. 

ARTIK ÇOK MU GEÇ!

Tüm bu felaket senaryolarını The Guardian’ın mayıs ayında yayımlanan anketinin sonuçlarından hareketle düşünmek o zaman da olanaklıydı. Geçen ay, Copernicus İklim Değişikliği Servisi, en son araştırmasının sonuçlarını açıkladı: Temmuz 2023 ile Haziran 2024 arasında, bir yıl boyunca küresel ortama sıcaklık, sanayi öncesi dönemdeki düzeyin 1.64°C üzerinde gerçekleşmiş. Kısacası, o kritik 1.5°C sınırı daha yüzyılın ilk çeyreği tamamlanmadan geçilmiş. Geçen yıl, Avrupa’da 70 bin kişi aşırı sıcakların etkisiyle ölmüş. Ortadoğu, 50+°C sıcaklıklarla hızla yaşanamaz hale geliyor. Yukarıda işaret ettiğim felaket senaryolarının gerçekleşme olasılığı hızla artıyor.

Peki hiç mi umut yok? 

Umut, insanlığın bir araya gelebilmesine, devletlerin işbirliği yapabilmesine ve sermayenin (kâr makinesinin) arzularının dizginlenmesine, üretimin yatırımın ve tüketimin planlanmasına bağlı. İnsanın aklına Kafka’nın sözleri geliyor “Umut var ama bizim için değil”. Ya da şöyle koyalım: “Kapitalist gerçekçilik” içinde kaldıkça umut yok!

                                                     /././

CHP’nin ‘ya AB ya ŞİÖ’ yanlışı -Mehmet Ali Güller-

Ne oldu da Brüksel beş yıl sonra Türkiye’yi AB Dışişleri Bakanları Gayriresmi toplantısına davet etti? 

Yanıtı davet sahibi AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell veriyor. Her ne kadar davet edilen Dışişleri Bakanı Hakan Fidan “Kıbrıs konusuyla bağ kurulmaksızın müspet yaklaşım sergilenmesi Türkiye ile AB’nin ortak menfaatine hizmet eder” dese de Borrell, açıkça belirtti: “Türkiye dışişleri bakanını toplantımıza davet etmemizin tüm sorunlara ancak özellikle Kıbrıs’a bir çözüm aramak için diyalog sürecini yeniden başlatmanın ilk adımı olmasını umalım.”

Kıbrıs, Ukrayna’da Türkiye’ye duyulan ihtiyaç, sığınmacı sorununda Türkiye’nin tamponluğunun sürdürülebilmesi, ABD’nin NATO stratejisinde Türkiye’ye verilen yeni roller... AKP, bu durumu iktidarını sürdürebilmek için bir fırsat olarak görüyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan o nedenle “Türkiye’nin stratejik hedefi AB üyeliğidir” diyor.

ÖZEL’İN KURDUĞU YANLIŞ DENKLEM
Asıl vahimi ise CHP’nin tutumu. Zira AB’nin bir masal olduğunu, Türkiye’nin AB kapısında Atlantik cephesinin ihtiyaçları için tutulduğunu, ne kapıdan içeri alındığını ne de kapıdan ayrılmasına izin verildiğini, bunca yıldan sonra sıradan yurttaşlar bile görüyor ama CHP liderliği görmüyor!

CHP Genel Başkanı Özgür Özel aynen şöyle söylüyor: “Türkiye, tarihinin dönüm noktasında. Yapılacak ilk seçim bir yönüyle yeniden referandum olacak. Bu sefer referandum, zengin müreffeh Avrupa’nın bir parçası, hukukun üstünlüğünün kalkınma getirdiği bir Türkiye mi? Yoksa Şanghay İşbirliği Örgütü’nde olduğu gibi güçlü liderlerin, yoksul halkların olduğu bir Türkiye mi?”

CHP bu anlayışla Türkiye’yi AKP’ye mahkûm etmeye devam eder ne yazık ki! Dünyanın gerçeklerinden bu kadar kopuk, küresel gelişmelere bu kadar aykırı, tarihsel ilerleyişe bu kadar ters bir denklem, yüzyıllık bir partinin en hafifinden entelektüel birikimine haksızlık!

Hepsi bir yana, Türkiye’yi yönetecek bir liderin en azından gerçeklik zemininde olması gerekmez mi? Türkiye’nin önünde Özel’in işaret ettiği gibi “ya AB ya ŞİÖ” ikilemi mi var? AB Türkiye’yi üye yapmak istiyor da bizim mi haberimiz yok!

ERDOĞAN’IN ŞANSI!
CHP liderliği bir süredir şu tezi işliyor: “Türkiye, AKP hükümetinin politikaları nedeniyle ABD’yle sorunlar yaşıyor, AB’den uzaklaşıyor, Türkiye’nin eksenini kaydırıyor.” 
Erdoğan’ın şansı da bu işte. Ana muhalefeti gerçeklikten kopmuş bir ülkede, her türlü kötü yönetimine rağmen, iktidarda kalabilmeyi sürdürebiliyor.

ABD’nin terör örgütlerini desteklemesi, Akdeniz ve Karadeniz’de Türkiye’nin çıkarlarına karşı konumlanması, AKP’den kaynaklı değil; Washington’un çıkarlarıyla ilgili. Türkiye’nin AB’den uzaklaşması ya da AB’nin Türkiye’yi kapıda tutması AKP’den dolayı değil, AB’nin Türkiye’yi Avrupa ile Ortadoğu arasında tampon bölge görmesiyle ilgili.

Türkiye, bugünkü noktaya AKP Doğuculuk yaptığı için değil, Batıcılık yaptığı, ABD’nin projelerini uyguladığı, AB’nin uyum programını yerine getirdiği için geldi.

BATICILIK YARIŞI
Tersine, bunları saptayarak kurucusunun antiemperyalist ve bağımsızlıkçı çizgisine uygun hareket etmesi gerekirken CHP, sürekli iktidarı “Türkiye’nin Batı’yla arasını bozmakla” suçluyor! Oysa AKP, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en Amerikancı, en Avrupacı partisidir. 

CHP, AKP’nin Batı’yla pazarlık için zaman zaman Doğu’yla işbirliğine yönelmesindeki yanlışlığa itiraz edeceğine, Washington ile Brüksel’e “Ben AKP’den daha Batıcıyım” mesajı veriyor ne yazık ki...

Bir kez daha uyaralım: CHP’nin AKP’yle mücadeleyi, dün olduğu gibi bugün de “Ben daha Batıcıyım” diyerek sürdürmeye çalışması, eline geçen birinci parti olma fırsatını tepmesi anlamına gelecektir.
                                                          /././

Baron sopası nasıl kırılır? -Mehmet Ali Güller-

S-400 sadece bir füze savunma sistemi değildir. Evet, kesinlikle şu anda ABD ve Avrupa’nın geliştirdiği füze savunma sistemlerinden çok daha iyidir ama bundan ötesidir. 
S-400 askeri anlamda, silah envanterini çeşitlendirebilmek demektir.  ABD merkezli Atlantik cephesine 75 yıldır sürdürülen silah bağımlılığına karşı bir hamledir. Zira 75 yılda görüldü ki ABD, İngiltere ve Almanya, verdikleri silahları isterlerse terörle mücadelede kullandırtmayabiliyor ya da Kıbrıs gibi stratejik konular nedeniyle ambargo uygulayarak yedek parçasını sağlamıyor, yenisini vermiyor. 
S-400 siyasi anlamda, Türkiye’nin ABD stratejilerine eklemlenme çizgisinin  dışına çıkabilmesinin adıdır. Çünkü ABD Türkiye’yi tehdit eden çeşitli terör örgütlerini desteklemekte, çıkarları ve stratejisi için Türkiye’yi komşularıyla düşmanlaştırmakta, Akdeniz ve Karadeniz’de Ankara’ya karşı konumlanmaktadır. Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruyabilmek için “çizgi dışına” çıkması zorunluluktur.
 
 S-400 AKP İÇİN PAZARLIK KARTIDIR
Özetle S-400, bağımlılığı zayıflatma, bağımsızlığı güçlendirme hamlesidir. Sorun şu ki S-400 Türkiye’yi yöneten iktidar için bu anlama gelmemektedir. Doğru S-400’ü Rusya’dan AKP hükümeti almıştır ancak yukarıda özetlediğim nedenlerle değil, “müttefiki ABD’yle” daha sıkı pazarlık yapabilmek için!

Çünkü Erdoğan, “Neo-Abdülhamit”tir; kendisine bölgede alan açabilmek için Rusya’yla işbirliği yapar, bunu ABD’yle pazarlığında kullanır, ABD ve Rusya’yı ise AB ile dengelemeye çalışır. 

İşte Ankara’nın “S-400’leri kutulara koyalım, ABD’den F-35 alalım” yoklaması bu nedenledir. Doğa Öztürk’ün önceki gün Cumhuriyet’te manşetten verilen bu haberinin yalanlanmaması, zaten AKP hükümetinin son uygulamalarıyla da uyumludur.

DOLAR TEHDİDİ
Erdoğan’ın politikalarını bir stratejinin taktikleri olarak değerlendirmek mümkün değildir. Erdoğan’ın dış politikaları da iç politikaları da öncelikle “iktidarda kalabilmek” içindir.

Örneğin Mayıs 2023 seçiminden bu yana hangi politikaları öne çıkıyor? Mehmet Şimşek’in uygulayıcılığında neoliberal ekonomi, Mavi Vatan ve Doğu Akdeniz’de  geri adım, ABD’nin Rusya’ya yaptırımlarına kısmi uyum, Suriye’yle normalleşmeye fren, sığınmacı politikasına devam, yeniden “AB stratejik hedefimizdir” söylemleri, İsrail’i korumaya gelen ABD savaş gemileriyle ortak tatbikat vb..

Peki bu geri adımlar neden? Çünkü ekonomi-politikaları ile Türkiye’yi krize soktular, iktidarda kalabilmek için yeni borçlara ihtiyaçları var.

New York bankerleri ve Londra tefecilerinden borç bulabilme programı uygulayan AKP hükümeti, içerideki kimi sermaye grupları kavgası nedeniyle, zaman zaman baronların sözcülerinin sopalarıyla hizada tutulmaya çalışılmaktadır. Uluslararası faiz baronlarının sözcülerinden Timothy Ash’in şu son mesajı bu nedenledir: “Şunu netleştirelim: Şimşek istifa ederse veya görevden alınırsa son bir yıl içinde görülen  20 milyar dolardan fazla portföy girişinin tamamı çıkacaktır. Bu da hızlanan dolarizasyon, büyük döviz rezervi kaybı, yeniden büyük bir devalüasyon anlamına gelir. Sistemik bir kriz (bankalar, ödemeler dengesi ve kamu borcu) çok olası olacaktır.”

DEVLETÇİLİK VE KARMA EKONOMİ
Atatürk’ün “Tam bağımsızlık ancak mali bağımsızlıklık ile mümkündür” saptaması, geçen yüzyıldaki tüm antiemperyalist büyük devrimcilerin ortak saptamasıdır. 
Türkiye’nin esas meselesi de budur. Türkiye’nin devletçilik ilkesinden sapmasıyla Atlantik cephesi içinde bağımsızlığının aşınması aynı süreç içindedir. 
Türkiye, 21. yüzyılda tam bağımsız olacaksa, baron sopalarına maruz kalmak istemiyorsa ABD stratejilerine eklemlenen vassal ruhlu hükümetlerden kurtulmak ve yeniden devletçiliği yükseltip kamu-özel karma ekonomi sistemi uygulamak zorundadır.               
                                                  /././

Deli kızın bohçası -Miyase İlknur-

Millet olarak delirme aşamasına gelmiştik. Ama devletin ya da “Devlet benim” diyenlerin delirmesi yeni değil. Son günlerde yaşananlara bakınca, bu konuda delirmenin de ötesine geçilmiş nirvanaya ulaşmış durumdalar.

Yargı sopası kullanılarak sandıktan çıksa da kimin milletvekilli olacağına iktidar karar veriyor. Muhalefet partilerinin liderlerini “Ben tayin ederim” diyor.
HDP lideri Selahattin Demirtaş’ı sırf “Seni başkan yaptırmayacağım” dediği için hapse atıyor. Bir davadan beraat ettiğinde bohçadan “hoop!” başka bir dosya çıkarılıyor. Bu kez ondan ceza veriliyor.

Gezi davasıyla topluma sopa gösteren iktidar, aynı yöntemi Osman Kavala için de kullandı. Bir davadan beraat ettiğinde yine bohça içinden başka bir dosya çıkarılarak “Bitmedi bir de bu vardı” diye başka bir davadan tutukluluğu sürdürülüyor.

Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ortada iken “İstediği kararı versin, vız gelir tırıs gider” havası çalan Cumhur İttifakı, bununla yetinmeyip muhalefetin içini de dizayn etmeyi görevleri arasında sayıyor.

Kendilerine seçim kaybettiren ve kaybettirecek adayları yargı eliyle siyasetin dışına iterek muhalefeti dizayn etmeyi de görev edindi. HDP ve onun devamı partinin yönetim kadroları ve belediye başkanlarına siyaset yasağı eskiden beri vardı. Sonradan buna CHP’yi de eklemledi. Önce 2019 seçimlerinde İstanbul’da AKP’ye seçim kaybettiren aktörlerden CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’na beş yıl siyaset yasağı getirerek ringin dışına attı. Ardından İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na akıllara ziyan bir davayı günü geldiğinde kullanmak üzere sümen altında bekletiyorlar. Kamuoyunda “ahmak” davası olarak bilinen bu dava bugünlerde yine harlandı. Kimine göre adli tatilin bitiminde, kimine göre aday belirleme süreci yaklaştığında dava sonuçlanacak. Tabii Ekrem İmamoğlu’nun aleyhine. Beş yıl siyaset yasağı getirilmek suretiyle adaylardan biri elenecek. Ola ki bir terso durum olur da bu davadan beraat ederse deli kızın bohçasında ek davalar da hazırda.

BAŞKA DELİ KIZLARIN BOHÇASI DA VAR
Can Atalay ve İmamoğlu’na karşı yapılan yargı darbesini tartışırken hooop bir dava da CHP 7.Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na geldi. Hem de Sinan Ateş davasından sanık sandalyesine oturtulması beklenen MHP’li İzzet Ulvi Yönter, Feti Yıldız ve İsmail Faruk Aksu’nun şikâyetiyle. Gel de Bekri Mustafa’yı anma.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun dokunulmazlığı geçen yılın mayıs ayından beri yok. Peki neden şimdi?

Vardır bir hikmeti. Amaç CHP’yi karıştırmak mı, yoksa CHP yönetimine “Akıllı olun sıra size de gelebilir” mesajı mı bekleyip göreceğiz. Kokusu çıkar nasıl olsa.
İyi de bu saçmalıklar CHP’yi daha da kenetlerken kamuoyunun tepkisi iktidara yönelemez mi?

Yönelir elbet. İmamoğlu’nun seçimini iptal ettirdikten sonra yenilenen seçimin sonucu ortada. O kadar çaresizler ki bütün tuşlara basıyorlar. Ama ne yaparlarsa yapsınlar “Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz.”

Seçim yaklaşırken deli kızın bohçasından bakalım daha ne çeyizler çıkacak. Ama dikkat etsinler başka deli kızların bohçasında da kendilerini diken üstünde oturtacak neler var neler. Biz demiyoruz iktidar ortağı MHP’nin verdiği sübliminal mesajlar diyor.

                                                     /././

                                          Cumhuriyet - GÜNCEL

Gümüşhane'de film gibi olay: Yarım kalan cami inşaatı nedeniyle tarihi kilisede namaz kılmaya başladılar.

Gümüşhane’nin Torul ilçesindeki bir köyde yıllar önce başlanan cami inşaatının maddi sorunlar nedeniyle tamamlanamaması nedeniyle tek odalı tarihi kiliseden camiye çevrilen bina içerisinde namaz kılmak zorunda kalan köy halkı camilerinin bitirilmesi için destek bekliyor.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/gumushanede-film-gibi-olay-yarim-kalan-cami-insaati-nedeniyle-tarihi-2243070)

                                                                 ***
Aynı havuzda 2. çocuk ölümü: İşletmenin ruhsatı olmadığı ortaya çıktı

Manisa'da 3 yıl önce 8 yaşındaki bir çocuğun öldüğü havuzda, bu kez de Halil Umut Kocakaya (5), boğularak hayatını kaybetti. İncelemede, havuzun ruhsatsız olduğu ortaya çıktı. Sorumlu müdürünün tutuklandığı, işletme sahibinin arandığı olaya ilişkin ailenin avukatı Haşim Çelik, "Yaptığımız araştırmada baştan sona ihmaller zinciriyle, bu ölümün meydana geldiğini tespit ettik" dedi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/ayni-havuzda-2-cocuk-olumu-isletmenin-ruhsati-olmadigi-ortaya-cikti-2243091)

                                                            ***

Tonlarca ölü balık deniz yüzeyini kapladı... Yunanistan'da olağanüstü hal ilan edildi!

Yunanistan'da tonlarca ölü balığın deniz yüzeyini kapladığı Volos kentinde 1 ay olağanüstü hal ilan edildi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/tonlarca-olu-balik-deniz-yuzeyini-kapladi-yunanistanda-olaganustu-2243090)

                                                                 ***

Emekli maaş sistemi sil baştan değişiyor: Yeni aylık hesaplama yöntemi ortaya çıktı

Emekli maaşına yeni sistem yolda... Orta Vadeli Program'da (OVP) yer alan yeni sistem ile çalışanların daha çok sistemde kalmaları teşvik edilecek. Peki yeni sistemle aylık nasıl hesaplanacak? İşte tüm ayrıntılar...(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/emekli-maas-sistemi-sil-bastan-degisiyor-yeni-aylik-hesaplama-yontemi-2243037)

(Cumhuriyet)




 

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -31 Ağustos 2024-

 Doğru-yanlış cetveline nasıl başlamalı? -Aydemir Güler-

Devrim temelde bir yöntemdir: Bu düzenin ürettiği sorunlar sistemin dönüşümü sağlanmadan, eski yıkılıp yeni kurulmadan çözülmez. 

Türkiye solunda en yaygın ön kabul, demokrasi mücadelesinin devrimciliği, sosyalizmi ve komünizmi içerdiğidir. Yani eğer devrimcilik-sosyalistlik-komünistlik üçlüsüne kısaca “devrim kümesi” dersek, bunlar demokrasinin içinde, onun parçası sayılmaktadır. Özetle “hepimiz önce demokratız” denilmiş olmaktadır. Bu durumda Devrim kümesinin içindeki bütün unsurlar Demokrasi kümesi tarafından bir anlamda üst belirlenirler. Evet devrimciyiz, komünistiz; ama bunlardan önce, bunlardan üstün olarak demokratız! 

Bu yaklaşım cetvelimizin yanlış sütununa konmalıdır. Çok basit bir nedenle ki, Marksizm “her şey sınıfsal” diye söze başlamakta ve nerede demokrasi lafı duyulsa kullananlar “hangi sınıf için?” sorusundan sınava sokulmaktadır. 

Kuşkusuz her şey birbiriyle ilintilidir ve ilintililik iç içe girmek, birbirine bulaşmak anlamına da gelir. Demokrasi en bulaşık kategoridir belki de… Hangi sınıf için demokrasi diye soranların güdeceği siyaset, sınıfsallıkları örten, türdeş olmayan, sonuç olarak yanılsamalı demokrasi alanına ayrıştırıcı bir müdahale olmalıdır. Bu müdahale kim demokrat kim değil diye trafik polisliği yapmakla olmaz. Devrim düzenle, emek sermayeyle kavgaya tutuşmuştur ve devrimle emeğin demokrasisi kendini mücadele içinde inşa ederken düzene, sermayeye, egemenlere ait olan demokrasiyi imha etmeye çalışmaktadır. Bu, uzlaşmaz bir çelişkidir. Örnek olsun, kapitalizmin asla kabul edemeyeceği çalışma hakkı bizim için demokrasinin temelidir. Veya kapitalizmin asla vazgeçemeyeceği üretim araçlarının özel mülkiyetini, biz demokrasinin inkârı sayarız…

Elbette düşünsel berraklık her zaman her yerde pratikle bire bir örtüşmez. Sınıfsallık dedik, ama emperyalist işgal veya faşizm, sınıfsallığı çoğu zaman perdenin gerisine itmiştir. Mülk sahibi sınıfların emekçiler karşısındaki birliği dağılabilir, farklı sınıf siyasetleri bağımsızlıkçı veya antifaşist “cephelerde” buluşabilir. Ancak sınıf özünün bulanıklaşmasının ciddi bir maliyet yaratmadığı da görülmemiştir! 

Gelecekte ödenecek maliyete işaret edip güncel siyasetin dışına düşülmesi söz konusu olamaz. Ama güncelliğin gereklerinden tek biçimli bir strateji çıkmak zorunda da değildir. Burjuva demokratlarının, bağımsızlık mücadelelerini de demokrasi cephelerini de soldan kaçırıp kendi nüfuzlarına geçirmeye çalışmaları kuraldır. Bizim kuralımızsa sürecin yönünü sosyalist devrime çevirmek olmalıdır. 

Türkiye solunun tarihi demokratlık başlığında hata üstüne hatayla dolu. Gerilere gidelim; İkinci Dünya Savaşının bitiminde dünya çapındaki ortamın Türkiye’ye demokratlarla komünistlerin yan yana gelmesiyle taşınabileceğine dayanan strateji, az buz değil, çok büyük hatadır. Konjonktür işçi sınıfının örgütlenmesine, ilerici aydın birikiminin toplumsal mevziler kazanmasına, ülkenin Batı emperyalizmiyle mesafelenmesine elverişli olduğu gibi, Partinin açık alana çıkışını zorlamak bile gündeme gelebilirdi. Ama buradan, CHP’den kopan toprak sahipleri ve liberallerle birlikte iş görmek çıkamazdı. Nitekim, çıka çıka CHP iktidarıyla başlayıp DP döneminde azgınca süren bir komünist tasfiyesi çıktı!

Takvimler 1970’lere döndüğünde Türkiye’de işçi sınıfı hareketi yükseliyordu, bir köylü hareketinden söz etmek bile mümkün hale gelmişti. Devrimciliğin itibarı yüksekti. Düzenin yıpranmışlığı egemenlik mekanizmalarındaki dağılmanın giderilememesinde somutlanıyordu. Tartışmasız, akademi sola dönüktü. Yargı gelmiş geçmiş en demokratik anayasaya sahip çıkıyordu. Ve Ordu içinde de sağcılığı Cumhuriyet’e ihanet sayan, yurtsever, laik, solcu hatta komünist unsurlar az değildi. Bir devrimci strateji bu unsurları dikkate almaksızın kurulamaz. Kaldı ki, devrimin düzene karşı galebe çalmasının koşulu, ikincinin bölünmesidir. Ama yirmi yıla yakın süre NATO tezgâhından geçmiş, emperyalist sistem içinde ciddi misyonlar yüklenmiş ve sermayeyle ilişkisi konsolide edilmekte olan bir aygıttan ileri darbe beklemek, Türkiye’yi Üçüncü Dünya’da rastlanan kurumsal köksüzlükle, amiyane tabirle muz cumhuriyetleriyle karıştırmak olurdu… Oldu da!

Kendini önce demokrat sayıp, ona buna demokratlık atfetmek, olmadı devrime kazanılacak burjuva aramaya çıkmak… Bu tutumu benimseyenleri hafife almıyorum. Tersine yanılgılarının ciddi bir stratejiden kaynaklandığını düşünüyorum. Demokrasi solun tarihinde yaygın bir strateji olmuş, Türkiye’nin yapısı bir demokratik devrime hiç uygun olmadığı için sonuç olarak devrimciler demokratlaşmıştır…

Dediğim gibi bu yaygın bir yanılgıdır, dolayısıyla versiyonları çoktur. Aybar seçim mekanizmasına, Belli veya Kıvılcımlı ordunun ilericiliğine, sonraları neredeyse herkes Ecevit CHP’sine angaje olmadılarsa da hayırhah bakmışlardır. En devrimci yöntemleri benimseyen hareketler, 1970’lerde faşizme karşı demokrasi istemenin ötesine geçmemişlerdir. Faşizm 12 Eylül’le geldikten sonra da çıkış kapısında hep demokrasi diye bir tabela olması gerektiğine inanılmıştır. Bu yolda kopup gidenler cuntada solcu paşa aramaya doymayıp Özal’la diyalog kurmuş, sonra Demirel’e dergi sayfalarını açmışlardır.

Doğru-yanlış cetvelimizi oluşturmak için buraya kadar söylenenler bir kalkış noktası oluşturuyor. Bana sorarsanız, Türkiye solu sosyalist iktidar perspektifine sahip olmamaktan mustariptir. 

Bugünlük iki vurguyla köşe yazısını kapatalım. Birincisi, iktidar perspektifi, devrimin içinde bulunulan an veya dönem için gerçekçi olup olmadığıyla çok sık karıştırılır. Oysa Marksizm devrimi devrimci dönemlerde hatırlayıp, devrimci olmayan dönemlerde unutmayı vaaz etmez. Devrim temelde bir yöntemdir: Bu düzenin ürettiği sorunlar sistemin dönüşümü sağlanmadan, eski yıkılıp yeni kurulmadan çözülmez. 

Bir de, davranışı perspektif belirler. İktidar perspektifinden yoksunluk, belki en acı deneyim olarak, 12 Eylül generallerinin iki beklentisinin boşa çıkarılmasıyla somutlandı: Cunta dönemin TKP’sinin yönlendirmesinden endişe ettiği DİSK’ten işçi sınıfı direnişi, başta Devrimci Yol hareketi olmak üzere solun diğer kesimlerinden de silahlı direniş beklemişti. Bunlar yapılamadı değil, yapılmadı! 

Yapılsaydı faşizm yenilmezdi büyük olasılıkla, ama Türkiye halkı bir başka olurdu, ülkenin kaderi farklı şekillenirdi.

Son nokta da şu: demokrasiyle, NATO’ya mesafe koymakla yetinmek, aynı zamanda Türkiye’ye ilişkin geleneksel Sovyet stratejisidir. Ancak buradan hareketle başta komünistler olmak üzere solun Moskova tarafından belirlendiği sonucuna varmak, eğer sağın iftiralarına teslim olmak değilse troçkist bir yanılgı olacaktır. Komünizm uluslararası bir harekettir, ama ne enternasyonalizm her ülkenin koşullarının özgün gerekleri olduğunu anlamazdan gelmektir, ne de düşülen yanlışların faturasını 1917’den itibaren 70 yıl boyunca haklı bir ağırlığa sahip olan Sovyet komünistlerine kesmek akıl kârıdır. Bugün de Sovyetler yok, ama dincilerin demokratlığına dua edilen yıllardan sonra sosyal-demokrasiyle Kürt milliyetçiliği arasında salınan solcular az değil…

                                                              /././

Hepimiz gibi bir Fransız işçinin elvedası: Unutulmuş dünyanın kayıp Mozart'ları -Bora Selvi-

Pierre, Fransız bir işçi, 27 yaşında öldü. Ardında bir mektup bıraktı. Apolitikti, ama işçi dünyasını anlamıştı. Bu unutulmuş dünyanın kaybolup giden Mozart'larıyla hüzünleniyordu.

Pierre Gwiazdzinski, 10 yıldır Fransa’nın Lorraine bölgesinde, Audun-le-Tiche kasabasında işçiydi. Üretim malzemeleri taşıyan araçlara şoförlük ediyordu.

Genç yaşında onu zorlayan sağlık sorunları yüzünden, 27 Temmuz’da, 27 yaşındayken hayatını kaybetti.

İş başvurularında kullandığı öz geçmişinin “Hakkımda” kısmında, kendisini şöyle anlatıyordu: “Otomobil endüstrisi dünyasına aşina, toyotizm ve robotiğe karşı duyarlıyım. Yapım gereği meraklıyım. Öğrenmeyi ve özellikle anlamayı seviyorum”. Pierre, çevresi tarafından yazmayı da seven bir genç olarak tanınıyordu.

Pierre, gelmekte olduğunu bildiği ölümünden önce bir mektup kaleme aldı. Ücretli işçiliğin ağır şartlarından, çalışma düzeninin insanlardan çaldığı yeteneklerden, zamandan yakındığı, işçilerin maruz kaldığı “cehennem döngüsü”ne isyanını bildirdiği mektup, ailesi tarafından France Culture radyosuyla paylaşıldı.

Mektup, ilk kez 13 Ağustos’ta gazeteci Julie Gacon tarafından okundu. Mektubun tam metni 27 Ağustos’ta radyonun internet sitesinde yayımlandı.

Pierre’in mektubundan birkaç pasajı, Türkiye'deki işçi kardeşleriyle paylaşmak istediğim için bu yazıyı yazdım:

Çelikten satene, işçilerden katillere...

Henry Ford adında ünlü bir Amerikalı, iki başlı bir canavar yarattı. Bir yanda sanayi devrimi, diğer yanda işçi köleliği.

Bir tabir var ki, işçilerin bu durumunu çok güzel özetliyor: meşhur 'Öldürülmüş Mozartlar'1. Çoğunlukla kuşkulanılmaz onlardan yeteneklerini gizlerlerken, iş yerlerinde insansı köle-robot kolları gibi çalışıyorlar.

Peki, tüm bunlar ne için? Uçuk bir kira ödemek, genelde fabrikaya gitmek için kullandığı arabasının kredisini geri ödemek veya her zaman bütçesine pahalı gelen indirimli mağazalardan alışveriş yapmak için mi?

Ayağımda iş güvenliği ayakkabılarıyla bu ortama adım attığım andan itibaren, bu Mozart'lardan bazılarıyla tanışma fırsatım oldu.

Mütevazı, çalışkan ve ne yazık ki boyun eğmiş insanlar. Bu insanlar genellikle bakir yeteneklerini gizlemişlerdi ve hatta daha kötüsü, onların farkında bile değillerdi.

En kötüsü ne, sırt ağrısı mı? Sanayideki vardiyalı çalışmaya bağlı uykusuzluk mu? Hayır. En kötüsü boyun eğmişlik.

[...]

Soru şu: Kim hatalı? Toplum? Hayatın zaman zaman densiz vahşeti? Eğitim? Okul? Şüphesiz bunların hepsinin bir karışımı. [...]

Zola, Hugo ve diğerleri bunun hakkında zaten yazdılar. Bir asırdan fazla zaman geçti ama hiçbir şey değişmedi. Tabii “35 saat”, ücretli izin ve diğer vitrin düzenlemeleri oldu.

Ancak hazırlık, gidiş-dönüş, çalışma saatlerinin toplamı (hatta yönetimin kararlaştırdığı yemek molası) eden en az on saat ile sekiz saatlik uykuyu (eğer uyuyabiliyorsak) sayarsak elimizde ne kalır? 6 saatlik yaşam mı? Bu saatler, elbette uyumluysa, “aile hayatı”, ev işleri ve diğer işlere ayrılabilir. Sonunda, bu cehennem döngüsüne yeniden başlamadan önce Netflix karşısında sersemleşmek için 45 dakikamız kalır.

Marx'tan bu yana pek fazla gelişme olmadığı açık. Eğer “üst kademelerde” çalışacak kadar “şanslıysak”, sermaye ve belirli bir şöhret için çalışıyoruz, peki ya bu işçiler? Toplumda en “şanslı” olanlar için “görünmez”, diğerleri için ise “unutulmuş, küçümsenmiş” durumdalar.

Bu sistemle soma2 gibi mutsuz, depresif, uykusuz, haplarla dolu varlıklar yarattık. Çoğu vatandaşın kendine rağmen kabul ettiği distopik sistem.

Ben politik değilim. Beni tiksindiren bu iğrenç sistemin içine dalmış ve boğulmuş durumdayım.

İşçi dünyası, unutulmuş dünya.”

Pierre Gwiazdzinski, işçi (1997-2024)

                                                                 /././

Terörist bir örgüt olarak NATO: Bologna Olayı -Erhan Nalçacı-

Terör eylemlerinde hep sol örgütler suçlandı, devlet eylemden önce başlayarak suçluları koruyacak önlemler aldı. Amaç halkın İtalya Komünist Partisi’ne olan sempatisini ve desteğini kesmeye dönüktü.

Bir sınıfı sınıf yapan en önemli unsur belleğidir. Belleği boşaltılmış ve tarih bilinci yok edilmiş bir sınıfı istediğiniz gibi yönlendirebilir ve güdebilirsiniz.

Bu nedenle toplumsal bellek bir sınıf mücadelesi alanıdır. Emekçi sınıfların siyasi temsilcisi kendi tarihine sahip çıkmaya, sermaye sınıfı ise unutturmaya ve bulandırmaya çalışır. Sınıfın örgütlülüğü, politik hedefleri ve sınıf kini bu tarihsel belleğe dayanan bilinçten doğar.

Bir test yapalım hemen:

Bologna size ne ifade ediyor?

İtalya’da bir kent, eski ve önemli bir üniversite?

Yoksa Avrupa Birliği’nin yükseköğrenim programı mı?

Yani Avrupa tekelci sermayesinin belleğiyle oynanmış, istenilen şekilde yoğrulmuş beyinleri ile kendini sömürtmeye hazır kalifiye emekçi yetiştirme programı mı?

Eğer aklınıza ilk gelen Bologna yükseköğrenim süreci ise sermaye sınıfına karşı ideolojik cephedeki savaşı kaybetmiş ve belleksiz kalmışız demektir. 

Çünkü tarih bilincine sahip her emekçi Bologna Tren İstasyonu Katliamını hatırlamak zorundadır. 2 Ağustos 1980’de saat ayarlı bombanın patlaması ile İstasyon binası yıkılır, 85 kişi ölürken 200 kadar kişi yaralanır. 

2 Ağustos 1980’de saat 10.25’te patlayan saatli bomba sonrası Bologna Tren İstasyonu görülüyor. Saldırıda turistler de içinde olmak üzere 80 kişi yaşamını yitirmiş 200’den fazla kişi yaralanmıştır. Görünüşte saldırı kimseye dönük değil, halka dönük salt bir terör eylemidir.

Bu olay bize İtalya’nın geçen yüzyılın ikinci yarısında nasıl büyük çaplı bir emperyalist müdahale ile karşılaştığını ve NATO’nun emekçi sınıflara karşı bir terör örgütü olduğunu gösterir.

Aynı zamanda karşılaştırmalı tarih açısından da öğreticidir. Bir ay kadar sonra Türkiye’de NATO tarafından düzenlenen bir askeri darbe olacaktır. Her iki olay da aynı örgüt tarafından tezgâhlanmıştır.

Ama olayın anlaşılması için işi başından alalım:

Ulusal bütünlüğünü geç sağlayan ve kapitalizme geç giren ülkelerin tekelci burjuvazisi oluşur oluşmaz faşizme yönelmiştir: Almanya, İtalya ve Japonya…

Artık bir iktidar hedefi ile davranan işçi sınıfına karşı duyulan korku ve yeniden paylaşım savaşının gerektirdiği militarizm bu benzer zamanlarda beliren faşizmleri açıklamaktadır.

İkinci Dünya Savaşı sadece bir emperyalist paylaşım savaşı değil, şiddetli bir sınıf savaşıydı. Bu boyutu kavramazsak Batı emperyalizminin propaganda tuzağına düşeriz. ABD ve İngiltere’nin Normandiya, İtalya ve Yunanistan çıkarmaları Nazilere karşı değil, bu ülkelerde komünist partilerin öncülüğündeki anti-faşist ve yurtsever partizan savaşına karşıydı. Çünkü Sovyetler Birliği’nin Nazilere karşı artık kesinleşen zaferi ile birlikte halkın büyük sempatisini kazanmış olan bu direnişler emekçi iktidarlarıyla taçlanabilirdi.

İtalya’da Mussolini rejiminin yıkılması ile İtalya Komünist Partisi cumhuriyete razı olup silah bıraktı. Burada ayrıksı örneği silah bırakmayan Yunanistan Komünist Partisi’nin verdiğini biliyoruz.

Ancak ABD bu ülkeleri ve devletlerini hiç bırakmadı. Özellikle İtalya’da faşist devlet görevlileri korundu ve komünistler tasfiye edilirken anti-komünist bir devlet inşa edildi.

1949’da NATO’nun kurulması ile birlikte NATO’ya katılan her devlete gizli bir anlaşmaya imza attırdılar. Bu anlaşmaya göre devletin içinde ve NATO’ya bağlı emekçi sınıfların ayaklanma olasılığına karşı bir yer altı örgütü inşa edilecekti. Bu örgütün İtalya’daki ismi Gladio oldu ve CIA’nın en üst düzey kadroları tarafından öncelikli olarak örgütlendi.

Gladio Sardunya adasında kara yolu olmayan gizli bir kamptan yönetiliyordu ve hücre şefleri burada sabotaj, bombalama, suikast, bilgi çarpıtma gibi konularda eğitim alıyordu. Benzer şekilde Türkiye’de 60’lı yılların sonuna doğru gazeteler “Komando Kampları”ndan bahsediyordu ama ne anlama geldiği tam olarak çözülemiyordu. İtalya’ya yasa dışı yollardan büyük hacimli askeri mühimmat sokularak çeşitli yerlerde toprak altına gömüldü.

Gladio sadece askeri bir örgüt değildi, en azından açığa çıkmış 34 gazeteci bu örgütten fonlanıyordu. Bunun dışında siyasiler, mason locası mensupları, mafya liderleri, sendikacılar, yönlendirilen bazı sol gözüken örgütler vb. hep Galdio’ya bağlıydı.

1949’dan günümüze gördüğü işleve göre NATO tarihini sınıflandırma denemesi yaptığımız yazıya bakabilirsiniz. 

NATO 1990’a kadar hemen hemen hiç savaşmadı, işi gücü dünya emekçi sınıflarının eşitlik ve özgürlük mücadelesini her türlü insanlık dışı yöntemle engellemekti. İtalya’da Bologna Tren İstasyonu’na gelene kadar defalarca terör eylemi gerçekleştirdi Gladio. Örneğin, 1969’da Ulusal Tarım Bankası’na yerleştirilen bomba patladığında arkasında çoğu tarımsal kredi için bekleyen köylüler olan 17 ölü, 84 yaralı bırakmıştı. 

Terör eylemlerinde hep sol örgütler suçlandı, devlet eylemden önce başlayarak suçluları koruyacak önlemler aldı. Amaç halkın İtalya Komünist Partisi’ne olan sempatisini ve desteğini kesmeye dönüktü. Ayrıca işçi eylemlerine doğrudan saldırılar düzenleniyordu. Örneğin, 1963’te inşaat işçileri mitingine polis üniforması giydirilmiş Gladio üyeleri saldırmıştı. Türkiye’deki 1977 1 Mayıs katliamının faalini başka yerde aramıyoruz tabi.

Bologna 1980’e gelebiliriz artık.

Bu yazıda altını doldurmamızın mümkün olmadığı bir başka sürece sadece değinip geçeceğiz. 1970’lerin başında İtalya Komünist Partisi Avrupa komünizmi denen sınıf uzlaşmacılığına yattı ve bu şekilde tarihsel olarak kendini ortadan kaldıracak süreç başlamış oldu.

Ancak halen çok kitleseldi, genel seçimlerde oy oranı %30 ile %40 arasında değişiyordu. Tarihsel uzlaşma açılımı ile Hıristiyan Demokratlarla koalisyon hükümeti kurma ve reformlar dalgasını siyasi programlarına işlemişlerdi.

Konuyu kavramamız için şu gerekli, İtalya Komünist Partisi uzlaşma yoluna girmişti ama ABD halen onlardan korkuyordu ve kesinlikle hükümet üyesi olarak görmek istemiyordu komünistleri.

Hıristiyan Demokratların lideri Aldo Moro ABD’den izin alamadı ancak koalisyonu kurma kararı almaktan başka çaresi kalmamıştı. ABD Dışişleri Bakanı Kissinger Aldo Moro’yu “Bunun bedelini ödeyeceksin” diye telefonda azarladı. Aldo Moro “Tarihi Uzlaşma” anlaşmasının imzalanacağı 16 Mart 1978’de kaçırıldı, 55 gün sonra cesedi bulundu. Suç birçok kez olduğu gibi silahlı sol bir örgütün üzerine yıkıldı.

Bu olay emperyalizmin ülkeleri ve halkları nasıl kendine bağlı olarak yönettiğinin çok ibret verici bir örneği olarak tarihe geçti.

1979 seçimlerinde İtalya Komünist Partisi hala yüksek oy oranına sahipti ve koalisyon fikri çekici ve gündemdeydi.

Ve Gladio o günlerde Bologna Tren İstasyonu katliamını gerçekleştirdi.

1990’dan sonra NATO yeni bir aşamaya geçecek ve NATO’ya bağlı ülkelerdeki örgütlerini kısmen tasfiye edecekti. İtalya’da da sanki namuslu bir savcı işi gibi lanse edilen tasfiye operasyonu gerçekleşti. Ancak Gladio üyeleri tam olarak hiçbir zaman deşifre olmadılar. Çünkü düzenin bu deşifrasyonla birlikte gitmesi mümkün değildi, geride düzeni sürdürecek kadar temiz siyasi kadro kalmıyordu.

Bugün Türkiye’de de 1990 öncesi Kontrgerilla üyeleri milletvekili, parti lideri, belediye başkanı vb. düzenin yeni gereksindiği rolleri oynuyorlar.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’ne Eylül ayında başlayacak “NATO’ya ve emperyalist savaşa hayır” kampanyasında başarılar diliyoruz.

                                                              /././

Çocuk işçiliğinin 'kurumsal' merkezleri: MESEM’ler -Haluk İşler*-

Mesleki ve teknik liselerde ve özellikle de MESEM’lerde çocuk işçiliği üzerinden çocuk emeği sömürüsü “yasallaştırılıp”, “kurumsallaştırılmakta” ve bu insanlık suçu normalleştirilmektedir.

Öncelikle çocuk emeği sömürüsüne “kurumsal” merkezler olarak aracılık eden ve son yıllarda AKP iktidarının çeşitli teşvik ve düzenlemelerle öğrenci sayılarını büyük ölçüde arttırdığı Mesleki Eğitim Merkezleri-MESEM’lerin yapısına ve uygulamalarına bakalım.

MESEM’ler, kalfalık ve ustalık eğitimiyle birlikte çeşitli mesleki ve teknik kurs programlarının uygulandığı aynı zamanda belirli koşulların sağlanmasıyla ortaöğretim diplomasının alınabildiği eğitim kurumları olarak tanımlanmaktadır. 

2016 yılı öncesinde yaygın eğitim kurumu olarak faaliyet gösteren MESEM’ler, 02.12.2016 tarih ve 6764 Sayılı Kanunla 1973 tarihinde çıkarılan 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanununda değişiklik yapılarak, ilköğretime dayalı, zorunlu, dört yıllık, örgün mesleki ve teknik ortaöğretim kapsamına alınmıştır. MESEM’ler, 32628 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Genelgesiyle yürürlüğe giren 10.08.2024 tarihli “Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi”nde yer alan aşağıdaki Tablo 1’de okul türü olarak hem bağımsız hem de ortaöğretim kapsamında gösterilmiştir. Ancak MESEM öğrencilerinin ortaöğretim diploması alabilmeleri için MEB tarafından belirlenen fark derslerini tamamlama zorunluluğu getirilmiştir (02.12.2016 tarih ve 6764 sayılı Kanun). MESEM’ler, 6764 Sayılı Kanunun getirdiği değişiklikle MEB, Meslekî ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü (MTEGM) çatısı altına alınmıştır.

Tablo 1. Mesleki ve Teknik Ortaöğretim Okul, Program ve Belge Türleri

Kaynak: (https://mtegm... politikabelgesi.pdf).

3308 sayılı Kanuna göre öğrencilerin MESEM’lere kayıt yaptırılabilmesi için, 14 yaşını doldurmuş ve en az ortaokul veya imam hatip ortaokulu mezunu olmaları; ilgili mesleğin öğrenimi için herhangi bir sağlık sorunlarının bulunmaması; kayıt yaptıracakları meslek alanı ve dalına uygun bir işletmeyle sözleşme imzalanmış olması ve sözleşme yapılacak işyerinde usta öğreticilik belgesine sahip bir ustanın bulunması koşullarının sağlanması gerekmektedir. Ayrıca “Tehlikeli ve çok tehlikeli işler veya özellik arz eden mesleklere alınacak çırakların öğrenim ve yaş durumu, ilgili kuruluşların görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir” hükmü getirilmiştir. MESEM’lere kayıt için bir işyeriyle yapılması gereken sözleşme, MESEM yöneticisi, işyeri yetkilisi ve öğrenci velisi (eğer öğrenci reşit ise kendisi) tarafından imzalanır. Öğrenci kayıtları herhangi bir takvime bağlı olmaksızın yıl boyunca devam eder.

MESEM öğretim programlarında öğrencilerin her sınıf düzeyinde, 4 gün işletmelerde mesleki eğitim (İME), haftada 1 gün ise okulda genel bilgi dersleri ile teorik mesleki ve teknik eğitim (MTE) dersleri almaları öngörülmektedir. Mevzuat, öğrencilerin alması gereken genel bilgi ve teorik MTE derslerini eğitim birimi bulunan ya da fiziki koşulları uygun olan işletmelerde alabilmelerini mümkün hale getirmiştir.

MESEM öğrencilerine beceri sınavlarını başarmaları durumunda, 3 yıllık eğitimin yani 11. Sınıfın sonunda “kalfalık”, 12. Sınıfın sonunda ise “ustalık” belgesi verilmektedir. MESEM öğretim programlarında, 39 meslek “alanı” altında 193 farklı “dalda” MTE verilmektedir. Meslek alanı, birbiriyle ilişkili birden fazla meslek dalını çatısı altında toplayan sektörel alanları ifade etmektedir. Örneğin “motorlu araçlar teknolojisi” alanının altında, “otomotiv elektromekanik”, “otomotiv boya”, “otomotiv elektrikçiliği” gibi dallar yer almaktadır. MESEM öğretim programlarında derslerin ağırlıkları yüzde 11 akademik eğitim, yüzde 89 mesleki eğitim olacak şekilde belirlenmiştir. MESEM öğretim programlarındaki ders saatlerinin dağılımı Tablo 2’de gösterilmiştir:


                         Tablo 2. MESEM Öğretim Programlarında Ders Saatlerinin Dağılımı Kaynak:              (https://mtegm...politikabelgesi.pdf)

Mesleki ve teknik ortaöğretim ve MESEM programlarında bir ders saati, okul ve kurumlarda verilen, akademik, teorik meslek dersleri ve atölye laboratuvar dersleri için 40 dakika, işletmelerde mesleki eğitim (İME) için ise 60 dakika olarak belirlenmiştir. MESEM öğrencilerine, aldıkları dersler ile mesleki ve teknik ortaöğretim dersleri arasındaki fark derslerini vermek koşuluyla diploma alabilmelerinin yolu açılmıştır.

İME’nin gündüz yapılması esastır denilmekle birlikte, 22.05.2003 tarih ve 4857 sayılı İş Kanununun “sanayie ait işlerde 18 yaşını doldurmamış çocuk ve genç işçilerin gece çalıştırılması yasağını” düzenleyen 73. Maddesi kapsamının dışındaki diğer sektörlerde mesleki eğitim il istihdam ve mesleki eğitim kurulunun kararıyla günde 8 saati ve saat 22:00’yi geçmemek üzere gece de yapılabilir denilmektedir (https://ogm...ooky.pdf).

MESEM öğrencilerinin teorik eğitimleri ders yılı başında başlar ve ders yılı sonunda biter. İME, ücretli ve ücretsiz izin süreleri dışında 9.,10. ve 11. Sınıflarda yıl boyunca devam eder, 12. Sınıfta ise ders yılı bitiminde sona erer. MESEM öğrencilerine ara tatil, yarıyıl ve yaz tatili süresince toplam 1 ay ücretli izin verilir.

İME gören öğrencilere 3308 sayılı Kanun gereğince imzalanan sözleşme çerçevesinde işletmeler tarafından ücret ödenmesi öngörülmüştür. 3308 sayılı Kanuna göre, MESEM’lerde öğrenim gören, 9., 10. ve 11. Sınıf öğrencilerine asgari ücretin en az yüzde 30’u, kalfalık yeterliğini kazanan 12. Sınıf öğrencilerine ise asgari ücretin en az yüzde 50’si kadar ücret ödenmesi gerekmektedir. İME kapsamında MESEM öğrencilerine ödenebilecek “en az ücretin” tamamı devlet katkısı kapsamında işletmelere geri ödenmektedir. Ayrıca 5510 sayılı Kanunun 5. Maddesine göre kalfalık ve ustalık eğitimine devam eden MESEM öğrencileri hakkında, iş kazası, meslek hastalığı ve hastalık sigortası hükümleri uygulanmakta, öğrencilerin sigorta primleri asgari ücretin yüzde 50’si üzerinden Bakanlık bütçesine koyulan ödenekten karşılanmaktadır.

3308 sayılı Kanun İME yapılacak alan ve dalların her birisi için öğrencilerin beceri eğitiminden sorumlu olacak, ustalık veya mesleki yeterliğe sahip ve iş pedagojisi eğitimi görmüş yeterli sayıda ve nitelikte usta öğretici veya eğitici personel görevlendirilmesi koşulunu getirmiştir.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan görüldüğü üzere Türkiye’de henüz 14 yaşındaki çocukların alındığı MESEM’lerin, bir devlet politikası olarak çok sayıda yasal düzenlemeyle resmi (formal) bir yapıya kavuşturulduğu, çeşitli teşvik ve desteklerle olabildiğince yaygınlaştırılmaya çalışıldığı görülmektedir.   

18 yaşına kadar her insan çocuk sayılır

UNICEF’in Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesinin 1. Maddesi çocuk tanımını şöyle yapmaktadır (https://www.unicef...Fme):

Madde 1. Bu Sözleşme uyarınca çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, 18 yaşına kadar her insan çocuk sayılır.

Sözleşme özel durumlar dışında 18 yaşına kadar olan bireyleri çocuk olarak tanımlamaktadır.

Uluslararası Çalışma Örgütü-ILO’nun 6 Haziran 1973 tarihinde kabul edilen ve Türkiye tarafından 30 Ekim 1998 tarihinde kabul edilip yürürlüğe sokulan 138 No’lu “Asgari Yaş Sözleşmesinin” 3. Maddesi ise çalışmaya başlama yaşı için şu düzenlemeyi getirmiştir (https://www.ilo...yas-sozlesmesi): 

Madde 3. Doğası veya yapıldığı koşullar bakımından genç kişilerin sağlığını, güvenliğini veya ahlakını tehlikeye düşürebilecek her türlü istihdam veya çalışmaya kabul için asgari yaş 18'in altında olmayacaktır.

Bilimsel yaklaşımlara ve tarihsel deneyimlere dayalı olarak geliştirilmiş olan modern hukuk sistemleri de 18 yaşına kadar olan bireyleri çocuk olarak kabul etmektedir. Günümüzde dünyanın hemen her yerinde çocuk işçiliği görülmekle birlikte, özellikle feodalizmin ve az gelişmiş kapitalist üretim ilişkilerinin ağırlıklı olduğu bölgelerde çocuk işçiliği çok yaygın bir insanlık sorunu olarak devam etmektedir. Yüzlerce yıllık kapitalizm tarihinde sermaye karşısında yapılan çetin sınıf mücadeleleri sonucunda ezilen sınıflar açısından bazı ilerici kazanımlar elde edilmiş ve bu kazanımlar kimi uluslararası örgütler nezdinde tescil ettirilmiştir. Bu örgütlerden biri olan ve çalışma yaşamıyla ilgili birçok konuda uluslararası çalışma standartlarını belirleyen Uluslararası Çalışma Örgütü-ILO çeşitli sözleşmeler çerçevesinde 2022 yılında 5 çalışma standardı kategorisi belirlemiştir. Bu kategorilerden birisi de “çocuk işçiliğinin fiilen önlenmesi”dir (https://www.ilo...temel-ilkeler-ve-haklar). Buna ek olarak ILO’nun belgelerinde çocuk işçiliğine ilişkin şu açıklamalar yer almaktadır (https://www.ilo...cocuk-isciligi):

“Çocuk işçiliği” çoğu kez çocukları çocukluklarını yaşamaktan alıkoyan, potansiyellerini ve saygınlıklarını eksilten, fiziksel ve zihinsel gelişimleri açısından zararlı işler olarak tanımlanır. Buna göre çocuk işçiliği şunları kapsar:

*Çocuklar için zihinsel, fiziksel, toplumsal ya da ahlaki açılardan tehlikeli ve zararlı işler,

*Okula düzenli devam etmelerini engelleyerek eğitim hakkından mahrum kalmalarına, okullarından erken ayrılmalarına yol açacak işler,

*Çocukların okullarıyla birlikte yürütmek zorunda kaldıkları ağır işler.

En kötü biçimleri düşünüldüğünde, çocuk işçiliği çocukları köleleştirir, ailelerinden ayırır, onları ciddi tehlikelerle, hastalıklarla karşı karşıya bırakır…”

Devlet halkın parasıyla halkın çocuklarını sermayeye peşkeş çekiyor

Yukarıda ifade edilen durumların hepsi, Türkiye’de MESEM kapsamında, fabrika, atölye, esnaf dükkânı, inşaat, otel, lokanta gibi yerlerde vahşi kapitalizm koşullarında çalıştırılan çocuk işçiler için bütünüyle geçerli olan durumlardır. İME adı altında işletmelerde çalıştırılan çocukların, yaralanma, sakat kalma ve ölümle sonuçlanan iş kazalarına sıklıkla maruz kaldıkları, işyerlerinde yaşadıkları olumsuz ilişkiler nedeniyle, zihinsel, psikolojik, fiziksel ve toplumsal açıdan büyük zararlar gördükleri bilinmektedir. Belirtilen bu olumsuzluklar son yıllarda MESEM’lerdeki öğrenci sayılarının artışına bağlı olarak hızla artmaktadır.

Sermayenin temsilcisi olan AKP iktidarı, bir insanlık suçu olan çocuk işçiliğinin “yasallaştırılarak” normalleştirildiği kurumlar olan MESEM’lerdeki öğrenci sayılarını arttırmak için daha önceki iktidarlardan çok daha fazla çaba harcamaktadır. Bu çabaların en başında, MESEM öğrencilerine, 9., 10. ve 11. Sınıflarda  asgari ücretin en az  yüzde 30’u, 12. Sınıfta ise asgari ücretin en az yüzde 50’si kadar ücret ödenmesi ve öğrencilerin, iş kazası, meslek hastalığı ve hastalık sigortası kapsamında sigortalanmaları gelmektedir. Son yıllarda yaşanan, ağır ekonomik kriz, hayat pahalılığı, normal örgün öğretim kurumlarındaki okul masraflarının yüksekliği, toplumun geneline hızla yayılan yoksullaşma ve işsizlik nedeniyle asgari ücretin yüzde 30’una bile muhtaç durumda olan toplumun en yoksul kesimlerinin çocukları için MESEM’ler adeta zorunlu bir seçenek haline getirilmiştir. İşletmelerin MESEM öğrencilerine ödediği “en az ücretin” tamamının devlet tarafından işletmelere geri ödenmesi ve öğrencilerin sigorta primlerinin yine devlet tarafından yatırılması, MESEM öğrencilerini sermayeye bedava sunulan işgücü yığınları haline getirmiştir. Yani devlet, halkın parasıyla yine halkın çocuklarını sermayeye peşkeş çekmektedir. Bu durum, daha önce MESEM öğrencilerini kabul etmekte nazlanan işletmelerin de iştahını kabartmış, bedava işgücünden yararlanmak isteyen sermaye grupları MESEM’lerin yaygınlaştırılması konusunda iktidara destek vermeye başlamıştır.

Fark derslerini tamamlamaları neredeyse olanaksız

lMESEM öğrencilerinin fark derslerini tamamlamak koşuluyla ortaöğretim diploması alabilmelerinin sağlanması da MESEM’lerin teşviki konusunda başka bir adım olmuştur. Ancak bu adım MESEM öğrencileri açısından gerçekleşmesi çok zor bir uygulama olarak kalmıştır. Çünkü MESEM’lerde ya da mesleki ve teknik ortaöğretim kurumlarında, MESEM öğrencilerinin fark derslerini vermelerini sağlayacak, fiziki ortam, öğretmen, ders programı ve özel grup tahsisine ilişkin bir yapılanma yoktur. Ayrıca zaten çalışmak zorunda olan MESEM öğrencilerinin içinde bulundukları ağır koşullar altında ortaöğretim fark derslerini tamamlamak üzere zaman yaratabilmesinin çok zor olması bu öğrencilerin diplomaya ulaşmalarını büyük ölçüde olanaksız hale getirmektedir.

MESEM öğrencilerinin sayısı artarken meslek lisesi öğrencilerinin sayısı azalıyor

MESEM öğrencilerinin sayısı, sermayenin ve AKP iktidarının özel teşvikleriyle son 5 yılda çok hızlı artmıştır. Aşağıdaki Tablo 3, mesleki ve teknik ortaöğretim kurumları ile MESEM’lerin 2016-2017 eğitim-öğretim yılından itibaren 2 yıllık aralarla okul ve öğrenci sayılarını göstermektedir: 

                         Tablo 3. Mesleki ve Teknik Ortaöğretim Kurumları ile MESEM’lerin Eğitim-Öğretim Yıllarına Göre Okul ve Öğrenci Sayıları Kaynak: (https://sgb...istatistikler/icerik/64).  
Not: MEB web sitesine erişim tarihinde 2023-2024 eğitim-öğretim yılına ait istatistikler henüz verilmemiştir.




 

Tablo 3 incelendiğinde özellikle 2018-2019 eğitim-öğretim yılından itibaren MESEM öğrenci sayılarında çok hızlı artış olduğu buna karşılık diğer mesleki ve teknik ortaöğretim kurumlarındaki öğrenci sayılarında ise çok belirgin bir düşüş olduğu görülmektedir. Ayrıca öğrenci sayılarında olduğu gibi MESEM okul sayıları artarken mesleki ve teknik ortaöğretimdeki okul sayılarının düşmesi de dikkat çekici bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Sermayenin ve AKP iktidarının, MESEM’lerle birlikte diğer mesleki ve teknik ortaöğretim kurumlarındaki öğrenci sayılarını arttırmak için çaba harcadığı bilinmekle birlikte politikalarını daha çok MESEM’lerin desteklenmesi yönünde oluşturdukları görülmektedir. Tablo 3’teki veriler bu politikaların sermaye ve iktidar açısından nispeten başarıya ulaştığını göstermektedir. 

Maliyeti düşük işgücü yığını için kaynak

Emperyalist ülkeler özellikle stratejik olarak seçtikleri belli sektörlerde devasa büyüklükte çokuluslu şirketler yaratarak dünya rekabet ortamında egemenlik alanlarını hep genişletme çabası içinde olmuşlardır. Bu politika gereği çokuluslu şirketlerin büyütülmesi merkez ve çevre ülkelerdeki kaynakların geniş kitlelerin yoksullaşması pahasına bu şirketlere aktarılmasıyla sağlanmıştır. AKP iktidarı da, kapitalizme içkin bir motivasyonla son yıllarda yaptığı büyük kaynak transferleriyle savunma, inşaat gibi birkaç sektörde sermaye birikimini yoğunlaştırarak çokuluslu şirketler yaratma çabasına girişmiş bunda da belli ölçülerde başarılı olmuştur. Türkiye kapitalizmi, büyük emperyalist güçlerin kısmen boş bıraktığı sektörel alanlar ve Afrika, Orta Doğu, Batı Asya, Balkanlar gibi bölgelerde gücünün yettiği ölçüde emperyalist girişimlere soyunmuştur. “Yeni Osmanlıcılık” denilen akıl dışı yaklaşımların altında yatan en önemli gerekçe budur. Ancak buna rağmen Türkiye kapitalizminin, emperyalist düzene bağımlılık ve taşeron ilişkisiyle eklemlenmiş, katma değeri düşük, emek yoğun üretim alanları üzerinde şekillenen sermaye yapısı büyük ölçüde varlığını sürdürmektedir. Türkiye’de, işletmelerin çok büyük bölümünü küçük ve orta boy işletmeler oluşturmakta, işgücü kitlelerinin ise ağırlıklı olarak bu işletmelerde çalıştığı görülmektedir. Türkiye’de küçük ve orta boy işletmelerin tamamına yakını katma değeri düşük üretim dokusuna sahiptir ve dolayısıyla bu işletmeler çoğunlukla niteliksiz işgücüne ihtiyaç duymaktadır. Bu durum söz konusu işletmeleri olabildiğince maliyeti düşük işgücü yığınlarına yöneltmekte, MESEM öğrencileri de, eğitim düzeyi düşük kitleler, göçmenler, kadınlar gibi bu işgücü yığınlarının önemli bir kaynağını oluşturmaktadır. Ayrıca MESEM’ler üzerinden 14 yaşında işletmelerde çalıştırılmaya başlanan çocukların yetişkinlik çağına geldiğinde de, iş değiştirmenin zorlukları, işletmeye alışılmış olma gibi nedenlerle aynı işletmede çalışmaya devam etmeleri beklenmektedir. Bu beklenti de pratikte büyük ölçüde gerçekleşmektedir.

Kitleler halinde MESEM'lere geçiş

Küçük ve orta boy sermayeyle birlikte büyük sermayenin de temsilcisi olan AKP, istihdam politikaları ve üretim dokularının niteliği nedeniyle MESEM öğrencilerinden çok mesleki ve teknik lise ya da meslek yüksekokulu mezunlarına yönelen kurumların taleplerini de karşılamak için büyük çaba harcamaktadır. Bu amaçla AKP iktidarı özellikle mesleki ve teknik liselerdeki öğrenci sayılarının arttırılması için, MESEM’lerdeki gibi ücret ve sigorta uygulamalarının getirilmesi; organize sanayi bölgesi yönetimlerinin ve özel girişimcilerin mesleki ve teknik lise açmalarının teşvik edilmesi; özel mesleki ve teknik liselerde girişimcilere öğrenci başına teşvik ödemesinin yapılması ve öğrencilere burs olanaklarının sağlanması gibi uygulamaları devreye sokmuştur. Ancak bütün bu uygulamalara karşın mesleki ve teknik liselerdeki öğrenci sayılarının Tablo 3’deki verilerin de ışık tuttuğu gibi artmak bir yana büyük oranlarda azaldığı görülmektedir. Mesleki ve teknik liselerdeki öğrenci sayılarındaki bu azalışın altında yatan en önemli nedenler şöyle özetlenebilir:

* Özellikle son yıllarda artan hayat pahalılığı ve öğrenim masraflarının yüksekliği, yoksulluk, işsizlik gibi sorunlar yüzünden ailelerin çocuklarını 4 yıl boyunca mesleki ve teknik liselere gönderebilme olanaklarının azalması, 

* Yukarıda belirtilen nedenlerle liselere gidemeyen öğrencilerin ağırlıklı olarak MESEM’lere yönelmesi ya da eğitim sistemi dışına çıkarak kayıt dışı iş yaşamına atılması,

* Öğrencilerin, evlenme, yurtdışına gitme, tarikat, cemaat gibi yapılanmalara katılma gibi okul ve iş yaşamı dışındaki kanallara yönelmesi/yönlendirilmesi, 

* Mesleki ve teknik liselerde öğrenimini sürdürmekte olan öğrencilerin, geçim sıkıntısı, para kazanma zorunluluğu ya da okul yöneticilerinin yönlendirmesi* gibi nedenlerle kitleler halinde MESEM’lere geçiş yapması. 

*MESEM’lerin yaygınlaştırılması amacıyla son dönemlerde mesleki ve teknik liselerin bünyesinde de MESEM’ler açılmaya başlanmıştır. Bünyesinde MESEM açılan mesleki ve teknik lise müdürlerine il milli eğitim müdürlükleri tarafından gayri resmi olarak MESEM’ler için öğrenci kotalarının verildiği ve okul müdürlerinin çoğunlukla da lise öğrencilerinden kaydırma yoluyla bu MESEM kotalarını doldurmalarının istendiği bildirilmektedir.

Yukarıda belirtilen nedenler, Tablo 3’teki verilerin değişme seyrini büyük ölçüde açıklamaktadır.

Çocuklar için riskin olmadığı bir işyerinden söz edilemez

MESEM’lere kayıt yaptıracak öğrencilerden istenen koşullar içinde, öğrencinin herhangi bir “sağlık sorununun bulunmaması” maddesi yer almaktadır. Henüz zihinsel, ruhsal ve bedensel açıdan yeterince gelişmemiş 14 yaşındaki bir çocuk işyerlerinde ve gerçek üretim ortamlarında çalışmaya zaten uygun durumda değildir. Bu nedenle çocuk kendi yaş dönemine özgü sağlıklı bir yapıya sahip olsa bile işyerlerine gönderilebilecek olgunluğa yeterince sahip değildir. Bu bağlamda öğrencinin işyerine gönderilmesi için  “sağlık sorununun bulunmaması” koşulunu getirmek ve üstelik bu ibareyi yasal metinlere geçirmek en hafifinden saçmalıktan başka bir şey değildir. Bu yetmiyormuş gibi, 3308 sayılı Kanunda, “tehlikeli ve çok tehlikeli işler veya özellik arz eden mesleklere alınacak çırakların öğrenim ve yaş durumu, ilgili kuruluşların görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir” hükmü yer almaktadır. Çocukların değil “tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde” bunların dışındaki işlerde bile çalıştırılmaması gerekir. Çünkü bütün işyerlerinde belli ölçülerde her türlü risk vardır. Çocuklar için riskin olmadığı bir işyerinden söz edilemez. Çocukların işyerlerine sokularak 8 saat -ki bu saatler pratikte çok daha fazla olmaktadır- çalıştırılması başlı başına “tehlikeli ve çok tehlikeli” bir iştir. İlgili hükümde çocukların “tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde” çalıştırılabilme kararı için “ilgili kuruluşların görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir” denilmektedir. “Tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde” yetişkinlerin bile çalıştırılması büyük sakıncalar taşırken, “ilgili kuruluşlar” ve “Bakanlık” hangi gerekçelerle hukuken sözleşme imzalama yetkisi bile bulunmayan çocukların “tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde” çalışması için olumlu görüş bildirebilir? Hangi gerekçe “tehlikeli ve çok tehlikeli işleri” çocuklar için sıfır riskli hale getirebilir? Ne yazık ki bu insanlık dışı hüküm kanun maddesi olarak yerinde durmaktadır.

Baskı, hakaret, dayak, kötü alışkanlıklar...

İlgili mevzuat, MESEM öğrencileri için sözleşme yapılacak işyerinde usta öğreticilik belgesine sahip bir ustanın bulunması koşullarının sağlanması gerektiğini ifade etmektedir. İşyerlerinin büyük çoğunluğunda özellikle küçük işyerlerinde ve esnaf dükkânlarında usta öğreticilik belgesine sahip usta bulunmamaktadır. Buralarda çalışan “ustaların” büyük çoğunluğu yeterli genel eğitimden bile yoksundur. Çocuk yaştaki öğrencilerin işyerlerinde, baskı, hakaret, dayak gibi davranışlara ve olumsuz ilişkilere maruz kaldıkları, kötü alışkanlıklar edindikleri sıklıkla görülmektedir.

MESEM öğrencilerinin öğrenimleri boyunca haftada, 4 gün işletmelerde İME (fiili çalışma), 1 gün ise okulda genel ve teorik dersler almaları öngörülmüştür. Uygulamada işyerlerinde bu 4 gün cumartesi günüyle birlikte çoğunlukla 5 güne çıkmakta hatta bazı öğrenciler pazar günüyle birlikte haftada kesintisiz 6 gün çalıştırılmaktadır. Mevzuat okulda verilen teorik derslerin durumu uygun olan işyerlerinde de verilebilmesinin yolunu açmıştır. Bu durumda teorik dersleri verecek öğretmenlerin işyerine gitmesi gerektiği için başka sorunlar ortaya çıkmakta, bu teorik dersler kimi zaman sağlıklı yapılmamakta hatta teorik eğitim saatlerinde de öğrencilerin işyerinde çalıştırıldığı görülebilmektedir. Ayrıca MESEM öğrencileri için günlük çalışma saatinin en fazla 8 saat ve en geç 22.00’ye kadar olabileceği belirtilmiş olmasına rağmen, bu çalışma saatleri de çoğunlukla aşılmaktadır. MESEM öğrencileri için kurum tarafından bir koordinatör öğretmen görevlendiriliyor olsa da, koordinatör öğretmenler ve yöneticiler, işyerlerindeki olumsuz uygulamaların ortadan kaldırılması konusunda genellikle etkili olamamakta, hatta koordinatör öğretmenlerin bir kısmı özellikle büyük şehirlerde işyerlerine bile düzenli olarak gitmemektedir.

MESEM ve mesleki eğitime giden patron, siyasetçi, büyük esnaf çocuğu yok

Buraya kadar, bir insanlık suçuna ve daha özelde çocuğa karşı işlenen suça dönüşmüş olan MESEM uygulaması için sermayenin ve iktidarın birlikte çıkardıkları yasal düzenlemelere bile doğru dürüst uyulmadığı görülmektedir. Mesleki ve teknik liselerde ve özellikle de MESEM’lerde çocuk işçiliği üzerinden çocuk emeği sömürüsü “yasallaştırılıp”, “kurumsallaştırılmakta” ve bu insanlık suçu normalleştirilmektedir. İşyerlerinin önüne yığılmaya çalışılan ucuz işgücü kitlelerinin potansiyel kaynaklarından olan MESEM’lere ve mesleki-teknik liselere, neredeyse tamamen, işçi, köylü, küçük esnaf ve diğer yoksul kesimlerin çocukları gönderilmekte, patronların, siyasetçilerin, üst düzey yönetici ve memurların, beyaz yaka çalışanların, büyük esnafların çocukları ise hiç gönderilmemektedir. Mesleki ve teknik eğitim politikalarını belirleyen, sermaye grupları, siyasetçiler, üst düzey yöneticiler ve sözde eğitim kurmayları bu politikaları hep “başkalarının çocukları” için tasarlamakta, hararetle savundukları mesleki ve teknik eğitim sisteminin hiçbir yerinde ne kendileri ne de çocukları yer almamaktadır. Bu yüzden MTE sistemine sokulan çocukların vahşi kapitalizmin sömürü çarklarının arasında pervasızca öğütülmesine göz yumulmaktadır.

Tüm spesifik mesleki eğitim programları 18 yaşa kaydırılmalı

Sonuç olarak, çocuk işçiliği ve dolayısıyla çocuk emeği sömürüsü insanlık suçudur. MESEM’lerde ve MTE kurumlarında çocuk işçiliğine dayalı her türlü uygulamaya derhal son verilmeli, bütün spesifik mesleki eğitim programları, 12 yıllık, zorunlu/ kesintisiz/ genel/akademik/politeknik/polikültür nitelik taşıyan temel eğitim sonrasına yani 18 yaşa/reşit döneme kaydırılmalıdır. Çocukların örgün eğitim dışına çıkmasına neden olan bütün, bireysel, toplumsal ve ekonomik sorunlar ortadan kaldırılmalı, herkesin eşit ve özgürce akıl ve bilime dayalı eğitim olanaklarına kavuşması sağlanmalıdır. 

Dile getirilen bu önerilerin, sorunların bizzat kaynağı olan kapitalist düzen içerisinde hayata geçirilmesi elbette mümkün değildir. Öyleyse yapılacak iş bellidir. Sözü edilen sorunları ortadan kaldırma sürecinin ilk aşaması kapitalizmin bir daha geri gelmemek üzere yıkılması, ikinci aşaması ise insanca bir düzenin yani sosyalizmin/komünizmin kurulmasıdır.

* Dr. Em. Öğretim Üyesi

Kaynaklar

02/12/2016 tarih ve 6764 sayılı Kanun. https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/12/20161209-5.htm (Erişim: 25.08.2024).
https://mtegm.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2024_08/12093255_meslekivetek… (Erişim: 19.08.2024)
https://ogm.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2016_11/03111224_ooky.pdf (Erişim: 26.08.2024)
https://www.unicef.org/turkiye/%C3%A7ocuk-haklar%C4%B1na-dair-%C3%B6zle… (Erişim: 26.08.2024)
ILO 138 No’lu Asgari Yaş Sözleşmesi Kabul Tarihi: 6 Haziran 1973. https://www.ilo.org/tr/resource/138-nolu-asgari-yas-sozlesmesi (Erişim: 25.08.2024)
https://www.ilo.org/tr/projects-and-partnerships/projects/calisma-yasam… (Erişim: 25.08.2024)
https://www.ilo.org/tr/regions-and-countries/europe-and-central-asia/il… (Erişim: 25.08.2024)
https://sgb.meb.gov.tr/www/resmi-istatistikler/icerik/64 (Erişim: 25.08.2024)
19.06.1986 tarih 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu, T.C. Resmî Gazete No: 19139.
24.06.1973 tarih ve 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu T.C. Resmî Gazete No: 14574.

                                                     

 /././

Numan Kurtulmuş laf cambazlığı peşinde: Can Atalay'ın 'gelmeyen dilekçesi' nerede? -İrem Yıldırım-

Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’a göre “AYM’nin onlara yazdığı bir metin yok”. Yasal olarak konunun tüketildiğini savunan Kurtulmuş, AYM'nin kararından bihaber.

Can Atalay konusunda bu sefer sahnede olan isim TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş.

Vekilliğin düşürülmesi oturumunda dahi olmayan Kurtulmuş’a göre “AYM’nin onlara yazdığı bir metin yok”muş.

Resmi Gazete’de yayımlanan kararı uygulamayan Meclis’in başkanı, bir yandaş gazeteye verdiği mülakatta şunları söylüyor:

“Gelmeyen dilekçe hakkında niye kanaatimi belirteyim? Geldi, konuşuldu ve yasal olarak da tüketilmiş bir konu var. Aynı konuda olağanüstü toplantı talep edilemez.”

Yargı sürecinde ne yaşandı?

Adım adım ne olduğunu hatırlayalım.

Can Atalay, 14 Mayıs 2023 Genel Seçimleri’nde TİP’in Hatay Milletvekili seçildi.

Atalay’ın Yargıtay’a yapılan tahliye talepli başvurusu reddedilince “kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği” gerekçesiyle AYM’ye başvurdu.

AYM 25 Ekim 2022’de görüşerek “hak ihlali” kararı verdi ve kararı İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi.

13. Ağır Ceza Mahkemesi ise dosyayı 30 Ekim 2023‘te Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne gönderdi. 3. Ceza Dairesi, “Milletvekili, Türkiye Cumhuriyeti Anayasanın 83/2 maddesinde öngörülen yasama dokunulmazlığından yararlanamayacaktır” dedi. 

Kaos böylece daha da büyüdü.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi ve AYM arasında gerginlik sürerken Daire, AYM’nin “hak ihlali” kararına uyulmamasına hükmetti.

Atalay’ın avukatları yine AYM’ye başvurdu. 21 Aralık 2023’te bir daha görüşen AYM Genel Kurulu, ikinci kez “hak ihlali” kararı verdi.

Kısa karar yine 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. İlk derece mahkeme ise gerekçeli kararı bekleyeceğini söyledi. AYM’nin gerekçeli kararı ise 27 Aralık 2023 Çarşamba gecesi Resmi Gazete’de yayımlandı.

13. Ağır Ceza Mahkemesi yine AYM kararını uygulamayıp dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne gönderdi.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi 3 Ocak 2024’te bir kez daha AYM’nin Atalay hakkında verdiği “hak ihlali” kararının hukuki değeri olmadığına ve karara uyulmamasına hükmetti.

Tüm bu yaşananların sonunda Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’nda Can Atalay’ın milletvekilliği 30 Ocak 2024’te düşürüldü.

Vekilliğin düşürülmesine gelen itirazlar sonucu AYM’den bir tespit daha geldi. 

Bu tespitle aslında AYM "İhlal kararı açık, TBMM dahil herkes uymalı" diyerek başkaca bir karar vermesine gerek olmadığına işaret etti.

AYM, gerekçesinde kararın Meclis'te okunmasının fiili bir durum oluşturduğunu, bunun ise Anayasa kapsamındaki bir yasama faaliyeti olmadığını vurguladı ve "AYM'ye başvurunun konusu kalmadığından bu konuda karar verilmesine yer olmadığını" ilan etti.

Kurtulmuş ne diyor?

Tüm bunları bilen Kurtulmuş laf cambazlığıyla konuyu başka bir yere çekme çabasında.

Kurtulmuş, “Biz AYM’nin hangi kararını okutacağız? Bana birisi bir yol söylesin; TBMM Başkanı yazı yazmış ve falanca mahkemenin vermiş olduğu kararı ortadan kaldırsın. Böyle bir şey yok” diyor.

AYM eski raportörü ve soL yazarı Ali Rıza Aydın, “Meclis Başkanı zaten ‘hangi kararı’ diyerek bir nevi kendisi durumu açıklayıcı bir gönderme yapıyor” görüşünde.

Aydın şöyle özetliyor:

“AYM’nin Meclis’i muhatap aldığı ve gereğinin yapılması için Meclis’e gönderdiği bir hak ihlali kararı var. Bu, Yargıtay’ın direnmesi ve bu zat-ı muhteremlerin ‘Yargıtay kararını AYM denetleyemez’ gibi başka bir polemiğe girmeleri nedeniyle okunmayan karar.

Başkana şunu anımsatalım, AYM’nin Meclis’e gönderdiği bir karar var, 3 numaralı karar. 3 numaralı kararda seçilme hakkının iadesi için muhatap olarak gösteriliyor. 

Kurtulmuş işin içinden çıkamıyorsa hukukçularına okutsun, hak ihlali kararında hüküm bölümünde Meclis de var. Bu Meclis’e gönderildi. Ama Meclis bunun gereğini yerine getirmeden, kesin hüküm ifade etmeyen bir metni okudu. Kurtulmuş bu sebeple laf cambazlığıyla işin içinden çıkamaz.”

Resmi Gazete’de yayımlanan bir karar, bir yere ayrıca tebliğ edilmeksizin o kararla ilgili taraflar için zaten bağlayıcı.

Öyle ki hak ihlali kararında, “Kararın bir örneğinin bilgi için ve ilgileri nedeniyle Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ve Hâkimler ve Savcılar Kurulu'na da gönderilmesi gerekir” ifadeleri yer alıyor. 

Hatta yok hükmünde olduğu için karar verilmesine yer olmadığına karar verilen son kararda da bu duruma gönderme yapılıyor. 

Özetle "Benim hak ihlali kararım karşısında Meclis’te okunan bir kesin hüküm kararı kalmamıştır" diyor.

Aydın, Kurtulmuş’un kelime oyunu yaptığı görüşünde: “Böyle bir kararın zaten Meclis’e tebliğine gerek yok. Resmi Gazete’de yayımlandığı o gün, Anayasa gereği zaten ilgilileri bağlar.”

Kurtulmuş’a göre AYM “‘Milletvekilliği düşürülmüş olanlar hakkında ben zaten karar veremem.’ Yani AYM’nin yetkisi alanında değildir” demiş. Hatta Meclis Başkanı'na göre AYM, “Yani ‘Parlamentoda kesinleşmiş bir kararı okunarak düşürülenin hakkında hak ihlali davasına bakamam.’ Bununla ilgili ‘Yürütmeyi durdurma istemine de yer yoktur’ diyor” bile demiş. 

Oysa AYM, “kesinleşmemiş bir kararın okunarak milletvekilliğinin düşürülmesi hukuken olanaksız” diyor. 

Tam anlaşılabilmesi için AYM’nin asıl ne demek istediğiyle ilgili Ali Rıza Aydın'ın soL'da kaleme aldığı “Can Atalay hakkında AYM'den açık uyarı” başlıklı, alttan ulaşılabilecek yazı özetle şöyle diyordu:

“Şimdi yapılması gereken, Can Atalay’ın hukuken var olmayan oluşumla elinden alınan ‘seçilme ve siyasi faaliyette bulunma’ hakkının, ‘kişi hürriyeti ve güvenliği’ hakkının verilmesidir.”

                                                                 /././

Fındık: Dünyanın en büyük üreticisi Türkiye'de üretenler niye mutsuz? -Özkan Öztaş-

Türkiye, dünya fındığının yüzde 65'ini üretiyor. Bir nevi tekel. Oysa kendi üreticisini, bir başka yabancı tekele ezdiriyor. Bu yıl da aynısı oldu. Fiyat hüsran, randıman düşük, emekçiler mutsuz.

Karadeniz'de bir kez daha "yılın o vakti" geldi çattı: Fındık toplama mevsimi.

Barış Tüysüz, Giresunlu. Gazeteci. Yerel basında çalışıyor.

Bölgenin birçok insanı gibi, o da "yılın o vakti"nde, kendi fındık bahçelerinde ter döküyor.

Eskiden üreticinin tek işi fındıktı. Şimdilerde, Tüysüz'e göre, birçokları için fındık tek iş değil, ek iş.

Çünkü artık birçok üretici, fındıktan kazandığıyla geçinemiyor.

"Fındık tarımı, bölge insanın geçim kaynağı olmasının yanı sıra, sosyal ve kültürel hayatı da şekillendirir. Evlenecek çiftler nişan ve düğün parasıdır fındık, öğrenciler için okul masrafları, herkes için eve eşya alma parasıdır. Borcu olanlar için güvencedir fındık. Yani normalde öyleydi."

Peki şimdi?

"Geldiğimiz noktada, iktidar eliyle fındık tekelleri ve baronların menfaatlerine yönelik atılan adımlar, fındık üreticisinin emeğinin karşılığını alamamasına neden oluyor. Dolayısıyla büyük toprak sahipleri dışındaki yurttaşların fındıktan geçimini sağlamasını olanaksız kılıyor. O yüzden sadece fındıkla geçimini sağlayan insanların sayısı yok denecek kadar azaldı."

Her sene fındık toplama sezonu geldiğinde binlerce bahçede on binlerce tarım emekçisi zor şartlarda fındık topluyor. Ancak piyasayı büyük tekeller belirliyor, üretici yalnız ve çaresiz kalıyor. Yevmiyeler, artan giderler ve hayat pahalılığı derken birçok fındık üreticisi "babadan kalan bahçe, eksen olmaz yaksan olmaz" diye serzenişte bulunuyor. 

Giresun'da Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) 2024 ürünü fındık alımına başladı. Görüntüde alım öncesinde fındıkta yapılan randıman ölçümü yer alıyor.  (Fotoğraf: AA)

'TMO'nun alım fiyatları hayal kırıklığı'

Fındık üreticisinin hasat öncesinde birçok masrafı var: gübreleme, ilaçlama, bahçe ve ot temizliği, hasattan sonra fındığın kabuktan ayrılması...

Tüysüz, maliyetlerin had safhada olduğunu, bunlara bahçede çalışan işçilerin yevmiyeleri de eklendiğinde üreticilerin aldığı karşılığın, verdikleri çabaya değmediğini söylüyor. 

"Girdi maliyetleri önceki seneye oranla yüzde yüz artış gösterdi. Buna karşın Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) tarafından açıklanan 130 TL’lik fındık alım fiyatı üreticiler tarafından hayal kırıklığı ile karşılandı."

İktidar bu yıl taban alım fiyatını levant kalite fındık için 130 lira, Giresun kalite fındık için 132 lira olarak belirledi. Ziraat odaları ve üreticiler fiyata tepki gösterdi, iktidar sözcüleriyse bu tutarı lütuf gibi dillendirdi.

Karadeniz Bölgesi'nde Ordu'dan sonra üretimde 2. sırada yer alan Samsun'da fındık hasadı ağustos ayının ilk haftasında başlarken, üreticinin mesaisi kurutma işlemiyle devam ediyor. Üreticiler, tarladan hasat ettikleri fındığı çotanaklarından ayrılması için patoz makinesinden geçiriyor. Fındık, daha sonra serilerek kuruması için güneşe bırakılıyor. Evlerin önündeki uygun alanlara fındığı kurutmaya bırakan üreticiler, uygun olmayanları da seçerek ayırıyor. Ailelerine fındık kurutma mesaisinde yardım eden minik çocukların zaman zaman harmanın içinde vakit geçiriyor.  (Fotoğraf: AA)

Kahverengi kokarca

Ancak bu yılki hayal kırıklığının tek sebebi TMO'nun alım fiyatı değil.

Üretici, bu yıl düşük randıman alabildi. Sebep, kimi zirai hastalıklar.

Ünye-Fatsa havzasında bu yıl kahverengi kokarca hastalığı görüldü. Tüysüz, "normalde 50-55 seviyelerindeki randıman, 35-40 seviyelerine düştü" diyor. Yani bir kilo kabuklu fındıktan, yarım kilonun altında iç fındık elde edilebiliyor.

Yeni elek sistemi

Ama Karadenizli fındık üreticilerinin bu yıla has dertlerine bir diğeri daha eklenmiş durumda: Yeni elek sistemi.

Bu yıl, çapı 11 mm'nin altındaki fındıklar, sağlıklı dahi olsalar, buruşuk sayılmaya başlandı.

Bu yeni dayatmanın arkasında, bölgedeki fındık alımının yabancı tekeli Ferrero var.

Ferrero'nun talebini uygulayan tüccarlar 11 mm altındaki mahsul için çiftçiye yarı fiyat teklif ediyor. Oysa 9-11 mm aralığındaki fındıklar kuruyemiş dışında kalan, püre, kıyılmış, ezme yapımı gibi endüstriyel üretiminin en önemli kısmını oluşturmakta. Kullanım değerleri var, piyasada ihtiyaç duyulan

Fındıkta artan maliyetleri düşürmek isteyen üreticiler, fındık dallarının ve ocaklarının zarar görmeden toplanmasını sağlayan hasat filesine yöneliyor. (Fotoğraf: AA)

Ferrero soruşturması sessiz sedasız sonlandırıldı

Ferrero, üreticileri zarara sokup kendi kârını artırmak için her yolu deniyor. 2022 yılında Rekabet Kurumu, Türkiye'de fındık piyasasıyla olağan dışı yöntemlerle oynadığı gerekçesiyle Ferrero'ya soruşturma açmıştı.

Kurum, bir buçuk yıl şirketi soruşturdu. Sonunda, geçtiğimiz Mart ayında, soruşturma sessiz sedasız kapatıldı. Rekabet Kurumu, "Yürütülen soruşturma Ferrero'nun endişeleri gideren taahhütleriyle sona erdirilmiştir" dedi.

Türkiye'de tarım, uzun süredir alarm veriyordu. Son birkaç haftadır farklı yörelerde, bambaşka ürünler eken çiftçilerin büyük çoğunluğu eylemler düzenlemeye başladı. Marketlerde tarım ürünleri çok pahalı, buna rağmen çiftçiler zarar ediyor.

Kimilerine göre ortada "düzensizlik", veya "işlemeyen bir düzen" var.

Ancak, tam olarak böyle işlemesi istenen bir düzenin kurulduğu da düşünülebilir. Zira AKP hükümeti, düzensizliğe son vermek için "Çiftçi Kayıt Sistemi"ni kurdu. Hükümet, bu sistemi, "üretimi planlayacağız" diye pazarladı.

Sistemde kayıtlı 500 bin civarında fındık üreticisi var. Aileleriyle birlikte fındıktan geçinen nüfus 2 milyonu buluyor.

Bolu'nun Mudurnu ilçesine bağlı Taşkesti beldesinde hazırlıklarını tamamlayan üreticiler, fındıkların olgunlaşmasıyla toplama işlemlerine başladı. (Fotoğraf: AA)

Ancak planlama, fındık üreticisini yabancı tekele daha fazla ezdirmekle sonuçlandı.

Tüysüz, "Dünya fındık pazarında yüzde 65’lik payıa açık ara lider konumda olan ülkemizde fiyatlama, iktidar eliyle yabancı bir tekel firmanın iki dudağının arasına terk edilmiş halde" diyor.

Hükümet, bu yıl tepkilerden korktuğu için fındık taban fiyatını açıklamayı geciktirdi.

"Çok ilginç" diyor Tüysüz, "CHP’nin Giresun’da düzenleyeceği mitinge saatler kala fiyatı açıkladılar. Bu bakımdan fındık mitinginin gündemi şekillendirdiğini düşünebiliriz. Ayrıca, fındık üreticileri açıklanan taban fiyata tepkilerini miting alanında gösterdiler, 'erken seçim' sloganları attılar."

Fındık üreticileri mutsuz.

Tarım işçilerinin durumu daha kötü. Yevmiye, bu yıl 800 lira olarak belirlendi. Ancak bu paraya çalışacak kişi bulmak zor. Tüysüz, yevmiyenin 1300-1500 lira civarına kadar çıktığını belirtiyor.

Ancak ülkedeki hayat pahalılığı, tüm masraflarını kendileri karşılayıp çok zor şartlarda kalan mevsimlik tarım işçilerini daha fazla kazanabilecekleri işler aramaya itiyor.

İşçi kazanamıyor, çiftçi kazanamıyor. Halk markette fiyatlardan dolayı fındığın yanına yaklaşamıyor.

İnsan, "madem bu halka hiç faydası yok, bu fındık niye üretiliyor" diye soruyor.

                                                             /././

Kayıp Narin'i iki çubuk ve terlikle arayanlar: AFAD bu saçmalığı akredite edecek mi? -Yalçın Çuğ-

Eski ÖSO'cu, elde bir terlik ve iki çubuk, kaybolan Narin'i arıyor. Bu yepyeni arama kurtarma örgütünün adı, ARAF. AFAD, bu saçmalığı akredite edecek mi?

21 Ağustos günü 8 yaşındaki Narin Güran, Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde kayboldu.

Narin'in bulunmasına yönelik çalışmalar devam ederken dün Show TV de arama çalışmalarına dair canlı bir yayın yaptı.

Arama çalışmalarının yapıldığı bölgeden son gelişmelere dair bilgiler veren muhabir, ARAF isimli arama kurtarma ekibini tanıttı ve "Beyefendi elinde tutmuş olduğu alet vasıtasıyla Narin'e ait bir iz arıyor" dedi.

O sırada görüntülere yansıyan kişinin üzerinde söz konusu oluşumun önlüğü ve şapkası, elinde de muhabirin bahsettiği "alet" vardı.

Alet mi? Narin'in terliği ve 90 derecelik iki çubuk...

Muhabir "Narin'i bulacak aleti" anlatmaya devam etti:

"Daha önce de kendileri bu şekilde kayıp şahıslara ulaşmışlar. Tekniğini de şöyle söylüyor 'Kayıp şahsa ait bir eşya, mümkünse bir ayakkabısı, terliği benim elimde olacak'. Bu cihazı kullanarak Narin'e ait bir iz bulmayı hedefliyor beyefendi."

Muhabir "aletin" nasıl bir yöntemle çalıştığını soruyor, "arama kurtarma personeli" ise "Bu kan grubuyla çalışır. Gösteriyor bu" yanıtını veriyor.

Hayır. Bu görüntüler, yayında zaman doldurmak ve dikkat çekmek için geçmişte sık sık haberleştirilen "Odun parçasıyla su kaynağı buldu" başlıklı haberlerden bir kesit değil. Bu haber ulusal çapta yayın yapan bir kanalın haber bülteninde yayınlanmış, günlerdir kayıp olan 8 yaşındaki bir çocuğun arama çalışmasına dair görüntüler...

Yapılan haberin meslek ilkelerine uymamasını bir yana bırakırsak, arama kurtarma ekibi oldukları iddiası taşıyan bu oluşumun çalışmalara katılmasına nasıl izin veriliyor? AFAD'dan eğitim alan ve kurumla çeşitli çalışmalara katılan bu oluşum, akredite edilerek başka operasyonlara da katılacak mı?

Kurucusu ÖSO militanı

Peki, ARAF Arama Kurtarma'yı kim, ne zaman kurdu?

ARAF Arama Kurtarma, geçmişte Ardeşen Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış olan Murat Kutanis tarafından kuruldu. Kutanis ARAF’ı kurmadan önce, TSK'nin Suriye'de gerçekleştirdiği operasyonlarda yer alan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) isimli cihatçı grup için faaliyetler yürütüyordu.

Yeri geldi ülkücü mafya Sedat Peker'in cihatçılara yolladığı askeri malzemeleri cepheye ulaştırdı, yeri geldi Suriye'de eline silah alıp savaştı, yeri geldi Afrin duvarlarına "Erkek tarafı geldi, kız tarafı nerede" yazdı.Ancak Kutanis'in silah sevdası Türkiye'ye döndükten sonra da devam etti. Birçok fotoğrafında silahla poz veren Kutanis, Tunceli il sınırı levhasının önünde silahla çekildiği fotoğrafı hiç çekinmeden "Biz bu devletin öz evlatlarıyız. Devletimizin ihtiyaç duyduğu her yerdeyiz" notuyla paylaştı.

Dört ayda çalışmalara katıldılar, bir protokol imzaladılar

Sosyal medyayı oldukça aktif kullanan Kutanis'in paylaşımları kısa bir süre önce ÖSO, silah, bozkurt işareti fotoğraflarından ARAF Arama Kurtarma'ya ilişkin fotoğraflara dönüştü.

soL'un edindiği bilgilere göre ARAF Arama Kurtarma, 11 Nisan'da Murat Kutanis öncülüğünde kuruldu.

Mayıs ayında Kutanis ve oluşumun gönüllülerden oluşan personeli AFAD'dan eğitimler almaya başladı: Deprem arama ve kurtarma eğitimi, birey ve aileler için afet bilinci eğitimi, kişisel stres yönetimi, liderlik programı, afet risklerini azaltma programı, afet risklerini anlama programı...

Oluşum kısa süre içinde AFAD ekipleriyle birlikte çalışmalara katılmaya ve operasyonlar yürütmeye başladı. Hatta oluşum geçen ay AKP’li Hassa Belediyesi'yle işbirliği protokolü imzaladı.

AFAD'a akreditasyonları yapılacak mı?

Katıldığı son operasyonda iki çubuk ve bir terlikle kayıp Narin'i "arayan” ARAF Arama Kurtarma, çalışmalarına devam edecek mi, AFAD’la operasyonlara katılacak mı?

AFAD tarafından kurulan akreditasyon sistemiyle Türkiye Afet ve Acil Durum Yönetim Sistemi içerisinde faaliyet göstermek isteyen STK, özel sektör kuruluşları ve gönüllü bireylere uygunluk belgesi verilmesi durumunda bahse konu kurum ve kişiler AFAD koordinasyonunda faaliyet gösterebiliyorlar.

AFAD, AKP'nin, afet durumlarındaki çalışmaları merkezileştirmek ve koordine etmek için yarattığı kurum.

Kağıt üzerinde makul gelen fikir, beceriksiz kadrolar, yanlış politikalar, hükümetin kötü tercihleri, sözde eğitimler gibi sayısız açık nedeniyle, kurulduğu günden bu yana tüm afet durumlarında skandal niteliğinde uygulamalara yol açtı.

Yine de AFAD nezdinde akredite olmak, afet durumunda tüm bu merkezi koordinasyonun parçası olmak anlamına geliyor.

soL’un edindiği bilgilere göre ARAF da akreditasyon sürecini başlatmış bulunuyor. Eğer oluşumun akreditasyonu onaylanırsa, evet, ARAF iki çubukla insan aramaya devam edecek.

Uzmandan soL'a ARAF değerlendirmesi

soL, ARAF'ın sosyal medyadan paylaştığı görüntüleri, arama kurtarma alanında otuz yıllık deneyimi olan bir uzmana incelettirdi.

Uzman, gerek kentsel gerek doğa ortamında yürütülecek olan operasyon ve destek faaliyetleri için ilkyardım, navigasyon, vb. temel eğitimlerle doğada arama, köpekli arama ve çeşitlendirilebilecek özel branş eğitimlerinin alınması gerektiğini vurguladı.

“Bu branşlardan birinde aktif olabilmek için eğitimlerin tamamlanması, tatbikatlarla desteklenmesi ve akredite olunması gibi aşamalar ortalama 1 yıl ve üzerindedir” diyen uzman, söz konusu faaliyetlerin ancak özel üretilmiş ekipmanlar, kıyafetler ile uluslararası standartlar dahilinde bilimsel teknik ve imkanlarla icra edilmesi gerektiğini de sözlerine ekledi.

ARAF Arama Kurtarma’nın orman yangınına “müdahale ettiği” videoyu yorumlayan uzman şu ifadeleri kullandı:

“Videoda görüldüğü gibi sıradan günlük kıyafetler ile Orman Genel Müdürlüğü’nden eğitim almamış kişiler - giysi ve davranışlarından anlıyoruz - bu tür müdahalelerin içinde bulunmamalı. Örneğin giysiler aleve, ısıya dayanıklı malzemelerden üretilmeli ve belirli uluslararası standartlarda olmak zorundadır. Burada hiçbirini göremiyoruz bu hali ile kişilerin can güvenliği de tehlikeye atılmakta.”

Uzmanın, ARAF ve AKUT ekiplerinin Fırtına Deresi’nde yan yana geldiği operasyona yönelik değerlendirmeleri ise şöyle:

"Suda arama özel eğitim, ekipman ve donanım gerektirir. Kask yok, can yeleği yok, su giysisi yok. Bu kişiler akıntıya kapılabilir. Ayrıca bu videoda tam donanımlı ve eğitimli AKUT ile ARAF’ın yan yana olması iyi ve kötü örneği açıkça gösteriyor."

Son olarak ARAF’ın “köpek çalışmasına” dair videoyu da inceleyen uzmanın değerlendirmesi şöyle oldu:

“Arama köpekleri öncelikle uygunluk testlerinden geçmekte, uygun olanlar eğitime alınmaktadır. Ardından doğa ve kentsel arama çalışmalarında kullanılacak köpekler, yaptığı işe uygun olarak uluslararası standartlarda ve bilimsel eğitim metotları ile yetiştirilmektedir. Köpeklerin tabii olduğu eğitimler gerçek koşullar birebir simüle edilerek verilmekte ve sonrasında sınav yapılmaktadır.

İlaveten köpek sahibi de koku teorisi, bulma olasılığı hesaplama, arama teknikleri, köpek davranışları gibi konularda eğitimden geçmektedir ve sonrasında köpekleri ile ilgili yeterlilik sınavlarından geçerek göreve hazırlanmaktadır."

                                                           /././

                                               soL - GÜNDEM

Cumhurbaşkanı danışmanı tehdit etti: Aklınızı başınıza alın, kalkışmaların başı çok sert ezilir

Erdoğan'ın danışmanlarından Ayhan Oğan tehditler savurdu, "Haddi aşan davranış ve yorumları toplumsal hafıza kaydeder, devlet not eder. Gayrimeşru kalkışmaların başı çok sert ezilir" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/cumhurbaskani-danismani-tehdit-etti-aklinizi-basiniza-alin-kalkismalarin-basi-cok-sert-ezilir)

                                                         ***

Türkiye Barış Komitesi: Filistin’deki soykırım, emperyalizmin maskesini bir kez daha düşürdü

Türkiye Barış Komitesi, Dünya Barış Günü vesilesiyle yaptığı açıklamada, "Barışa ulaşmak için, emperyalizmin savaş örgütü olan NATO’nun dağıtılması mutlak bir gereklilik" değerlendirmesine yer verdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/turkiye-baris-komitesi-filistindeki-soykirim-emperyalizmin-maskesini-bir-kez-daha-dusurdu)

                                                                        ***

İşsizliğe 'harçlıklı' yama: Kamu hizmetleri işsizlere yüzde 60 daha ucuza yaptırılacak

İşsizlik yeniden şaha kalktı, kamu daha fazla kişiyi daha ucuza çalıştırmanın yolunu buldu. İŞKUR'un yeni programıyla işsizler kamuda "esnek" modelle çalışacak. İşgücü maliyeti yüzde 60 düşecek.(https://haber.sol.org.tr/haber/issizlige-harclikli-yama-kamu-hizmetleri-issizlere-yuzde-60-daha-ucuza-yaptirilacak-394842)

                                                                ***

'Enflasyon düzeltmesi'nde geri adım: Patronlar sıyrıldı, vergi yükü yine halka kaldı

Büyük patronlar sembolik paketle, küçük patronlar yeni bir muafiyetle vergi yükünü hafifletti. "Mali sıkılaşma" yine emekçilere kaldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/enflasyon-duzeltmesinde-geri-adim-patronlar-siyrildi-vergi-yuku-yine-halka-kaldi-394839)

                                                      ***

SİHA düştü, taraflar toparlamaya çalışıyor: Irak 'düşürüldü' demedi, Türkiye 'hadise' dedi

İstanbul’da Kalkınma Yolu Projesi için toplantının yapıldığı gün Kerkük’te sınır ihlali yapan Türk SİHA’sı düşürüldü. Ankara ve Irak’tan resmi açıklamalar temkinli.(https://haber.sol.org.tr/haber/siha-dustu-taraflar-toparlamaya-calisiyor-irak-dusuruldu-demedi-turkiye-hadise-dedi-394841)

                                                              ***

TKP: Yeni zaferler emekçi halkın olacak

TKP'den 30 Ağustos dolayısıyla yapılan açıklamada "Bu zafer günü hakkıyla, emekçi halkımız Cumhuriyet’i yeniden ayağa kaldırdığında, sosyalist Türkiye’de kutlanacak" denildi.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) 30 Ağustos‘un yıldönümünde "Yeni Zaferler Emekçi Halkın Olacak" başlıklı bir açıklama yayımladı.

30 Ağustos'un halkın işgalcilere, işbirlikçilere, saraya, hilafet ve saltanat düşkünlerine vurduğu tokatın en şiddetlilerinden biri olduğu ifade edilen açıklamada "En çok da bu nedenle, kutlu olsun!" denildi.

Aradan geçen 102 yılın ardından ülkenin yerli ve çokuluslu şirketlerin işgali altında olduğuna ve topraklarında NATO’nun üsleri ve ABD askerlerinin bulunduğuna dikkat çekilen açıklamada "Şimdi bir kez daha, bize bir zafer gerek" denildi.

TKP "Bugün ikiyüzlü ve riyakarca 30 Ağustos’u kutlayacak olanlar bilsinler, bu zafer günü hakkıyla, emekçi halkımız Cumhuriyet’i yeniden ayağa kaldırdığında, sosyalist Türkiye’de kutlanacak!" diye belirtti.

Açıklamanın tamamı şöyle:

"Yeni Zaferler Emekçi Halkın Olacak
 
Bir yanda ülkenin dört bir yanındaki işgal ordularını görüp kurtuluşu onlardan umanlar vardı.
 
İngiliz, Fransız ve İtalyan işgalcilerine bakıp kendi kurtuluşunu bu üniformalarda gören hainler…
 
Vahdettin’i, Damat Ferit’i, saltanat ve hilafet düşkünleri bu saftaydı, unutmadık!
 
Bir yanda ise yoksul Anadolu halkı, halkımız vardı…
 
İşgali ve ihaneti gördüler, dayandılar!
 
Bu safta öne atılan Mustafa Kemal’i, onun önderliğinde işgalcilere karşı direnen yoksul halkımızı unutmadık!
 
Ülkesi işgal altındayken yola düşen TKP militanlarını, bu yolda kaybettiğimiz yoldaşlarımızı, unutmadık…
 
30 Ağustos halkımızın işgalcilere, işbirlikçilere, saraya, hilafet ve saltanat düşkünlerine vurduğu tokatın en şiddetlilerinden biriydi.
 
En çok da bu nedenle, kutlu olsun!
 
Peki, şimdi aradan 102 yıl geçti ve zaferden geriye ne kaldı?
 
Ülkemizin dört bir yanı, yerli ve çok uluslu şirketlerin işgali altında. Topraklarımızda dünyanın en büyük terör örgütü NATO’nun üsleri, ABD askerleri bulunuyor.
 
102 yıl önce başaramadıklarını işbirlikçiler eliyle, patronlar eliyle ve onların temsilcisi olan düzen partileri eliyle başardılar.
 
Aradan geçen 102 yılın ardından şimdi bir kez daha, bize bir zafer gerek!
 
Bunun için Cumhuriyet’i bir daha yıkamayacakları şekilde, eşitlik ve özgürlük temelinde yeniden kurmaya ihtiyacımız var.
 
Şimdi sıra bunun için öne atılmakta.
 
Bugün ikiyüzlü ve riyakarca 30 Ağustos’u kutlayacak olanlar bilsinler, bu zafer günü hakkıyla, emekçi halkımız Cumhuriyet’i yeniden ayağa kaldırdığında, sosyalist Türkiye’de kutlanacak!
 
102 yıl önce öne atılan, işgalcileri bu topraklardan söküp atan halkımıza sözümüz olsun…
"

(soL)