soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -30 Kasım 2024-

Akıl eksikliği(II): İslam bilimi mi?-Erhan Nalçacı-

İslam ülkelerinde bilimin hiç de gelişme kaydetmediği ve parlak olmadığı dönemler var. Konunun ele alınışında bir akıl eksikliği hemen göze çarpıyor.

Lise yıllarında TÜBİTAK’tan sorumlu Başbakan yardımcılığı yapan Necmettin Erbakan’ı dinlemiştim. İslam bilimini övüyor, sadece sıfırın icadının patenti alınsaydı, Müslümanların refah içinde olacağını söylüyordu. Bir “İslam bilimi” söylemi ve övgüsü çok yaygın olarak kullanıldı. Örneğin, Konya Bilim Merkezi’nde İslam bilginleri sergisi insanın düşünmesine izin vermeyecek şekilde ziyaretçinin üzerine boca ediliyor. 

Oysa İslam ülkelerinde bilimin hiç de gelişme kaydetmediği ve parlak olmadığı dönemler var. Konunun ele alınışında bir akıl eksikliği hemen göze çarpıyor.

Tarihselci yöntemin kategorileri ile geçmişi incelemediğimiz sürece akıl eksilmeye devam edecektir.

Belirli bir tarihsel dönemde ilk olarak hangi dinin geçerli olduğuna değil, tanımlı dönemin üretim ilişkilerine bakarsınız. Mülkiyet biçimleri, hangi sınıfların nasıl sömürüldüğü, ticaret, mal üretimi ve para ekonomisinin ne kadar yer kapladığı, üretilenin nasıl bölüşüldüğü, hangi sınıfların yönetici olduğu üretim ilişkilerini belirler. Sonra bu üretim ilişkilerinin varlığını kalıcılaştırmak üzere üst yapı kurumları oluşur.

Siyaset, felsefe, bilim, din, devlet ve kurumları, zor aygıtları vb. temelin üzerinde yükselen üst yapı kurumlarıdır. Tabi ki üst yapı da üretim ilişkileri üzerinde etkiye sahiptir, hatta tarihin bunalımlı dönemlerinde ikisi arasında gerilimler ortaya çıkar.

Verili bir tarihsel dönem temel olan üretim ilişkileri ve üzerinde yükselen üst yapının birlikte bir bütün oluşturduğu üretim tarzı kavramıyla soyutlanır. Dolayısıyla hiçbir tarihsel dönem üst yapısındaki din ile adlandırılmaz. İslam dönemi değil, üretim tarzları vardır. 

Şimdi kısa yazının izin verdiği kadar sürece üretim tarzları açısından bakalım.

M.S. 747 Emevi Devleti yerine Abbasi Devletinin kurulması basit bir hanedan değişikliği değil, toplumsal kalkışmayı örgütleyen bir siyasi bir devrimin sonucudur. Emevi dönemindeki fetihler Doğu ve Batı arasında Fırat’ı bir sınır olmaktan çıkarmış, Akdeniz ticareti, Hindistan ve Çin’den gelen ticaret yolları ile birleşmiştir. Ticaretle zenginleşen kentler büyümüş Arap aristokrasisinin yanında soya dayanmayan, hatta Arap kökenli olmayan tüccarlar ve bankerler sınıfı ortaya çıkmıştır.

Yoksul sınıfları da arkasına alan devrim silahlı bir mücadele sonrasında muzaffer olur. Başkent ticaret yollarının kesiştiği Bağdat’a taşınır. Devrime katılan yoksul sınıfların radikalliği ise önderleriyle birlikte tasfiye edilir.

Avrupa merkezcilik ayrı bir akıl eksikliği yayar, sanki bütün burjuva devrimleri Avrupa’da olmaktadır. Biçimsel farklılıklarına rağmen pekâlâ Abbasi Devrimi erken bir burjuva devriminin birçok özelliğini taşımaktadır.

Roma’daki gibi binlerce kölenin çalıştırıldığı büyük çiftlikler bu dönemin önemli bir özelliğiydi. Her bir çiftlikte 5 bin kadar hatta daha fazla köle çok ağır koşullarda çalıştırılıyordu. Tarımda kullanılan köleler Afrika’dan temin ediliyor ve büyük ölçekli bir insan ticareti ortaya çıkıyordu.

Her büyük tüccarın bir bankası vardı ve şubeleri bütün ticaret yollarına yayılmış olurdu. Bağdat’ta yazılan bir çek Fas’ta bozdurulabiliyordu. Kentler daha da büyüdü, kentleri tıpkı İtalyan Rönesans’ında olduğu gibi dokuma atölyeleri kapladı.

Abbasi döneminde Akdeniz, Hindistan ve Çin’den geçen yolların güzergâhları görülüyor. Abbasi başkenti Bağdat’ın ticaret yollarının kesişiminde kaldığı dikkat çekiyor.

Bu dönem feodal olmayan, aksine feodalizme karşı devrimle kurulan köle emeğine, meta üretimine ve sermaye birikimine dayalı farklı bir üretim tarzıydı. Tarihteki benzerleri gibi aydınlanmaya, bilimin gelişmesine açıktı.

Gerçekten birçok aydınlanma döneminin başında olduğu gibi Bağdat’ta bir tercüme okulu kuruldu. Çin’de icat edilen kâğıt Irak’ta üretilmeye başlandı ve sanki matbaanın icadı gibi bir etki yarattı. Antik dönemdekiyle kıyaslanabilecek yüz binlerce kitap içerdiğinden bahsedilen kütüphaneler ve üniversiteler kuruldu. Sadece önceki çağların bilimi anlaşılmadı, çok özgün katkılar yapıldı ve sayısız bilim insanı tarihe mal oldu.

İslamiyet burada baskıcı olmayan bir üst yapı kurumu olarak rol oynadı. Razi (865-925) gibi materyalist bilim insanları ortaya çıktı ve hoş görüldü.

Ayrıca bu dönemde tıpkı Spartaküs İsyanı gibi büyük bir köle ayaklanması olan Zenc İsyanına (869-883) tanıklık edildi. On yılı aşkın bir süre ikili bir iktidar yaratan isyan dünya emekçi sınıflar tarihine yazıldı, bu üretim tarzında temel sınıfların burjuvazi ve köleler olduğunu bize gösterdi.

Ancak tarihin nefes alış verişine benzettiğimiz süreç burada da işledi. Bir süre sonra Çin’deki olaylar, Moğol istilası, ticari yolların kesintiye uğraması, Abbasi devletinin küçük nüfuz alanlarına bölünmesi, bu coğrafyada feodal ağırlıklı bir üretim tarzının kurulmasına neden oldu.

Tarihin nefes alışverişi tabi ki devam etti, tekrar ticarete ve sermaye birikimine izin veren aralanmalar oldu ancak üretim ilişkileri toprak sahipliği ve köylünün sömürüsüne döndü esas olarak. 

Feodalizm çoğu kez kendiliğinden oluşmaz ve inşa edilir. Toprak mülkünün tasarruf hakkını askerlere, soylulara dağıtan bir sistem kuruldu. Köylünün artı ürününe el koymaya dayalı bu sistem kendine yeterli haliyle piyasayı ve para ekonomisini daraltan bir etki oluşturdu. Sünnilik ise çok daha otoriter bir uygulamayla köylünün ürününü teslim etmesi için bir rıza düzeni yaratmak için kullanıldı. Bu koşullarda bilimin gelişmesi ve öncülük etmesi mümkün olmadı.

1908 ve 1923 Devrimleri de burjuva devrimi karakterindeydiler, hanedandan iktidarı alma sürecinde bilime yaslandılar ve laik bir sistem oluşturmaya gayret ettiler. Modern Türkiye’nin kurulmasında çok önemli bir zemin oluşturdular.

Peki, şimdi günümüz Türkiye’sindeki İslamcılığa ne demeli?

Artık başka bir üretim tarzındayız. Emperyalizm çağında tekelci sermayenin toplumu adeta yağmalayarak oluşturduğu sermaye birikimine ve toplumun büyük çoğunluğuna dayattığı derin sömürüyü meşrulaştırmak için İslamiyet’ten yararlanmasına tanıklık ediyoruz.

Üç dönem, üç üretim tarzı, İslamiyet’in üç farklı şekilde üst yapı kurumu olarak kullanılması.

Büyük bir akılsızlıkla devinen günümüz dünyasında emekçi sınıfların en çok gereksinim duydukları şey akılla dünyayı kavramaları gibi gözüküyor. 

                                                               /././

Kürt sorununu yeni tartışmıyoruz…-Aydemir Güler-

Neden susacakmışız? Biz bu konuları çok eskiden beri tartışıyoruz ve ciddi bir birikime sahibiz. 

Sorun eski. Sorunun tartışılmasının baskılandığı da doğru. Ama bu baskı görmezden gelmeye değil, olsa olsa tartışmanın görünmez kılınmasına neden olmuş olabilir. Neyse, “biz” Kürt sorununu onlarca yıldır tartışıyoruz.

Biz derken; toplumsal bir sorunu aklı başında ve açık açık tartışmayı aşiret reisleriyle, tarikatlarla, ağalarla düşüp kalkan sağdan bekleyecek değiliz herhalde. Biz tartıştık. Sol, komünistler, devrimciler… Solun Kürt sorunuyla ilgilenmediği, her şeyi sosyalizm sonrasına ertelediği, Kürtlere yabancı olduğu yolundaki uyduruk iddialar palavradır. Bizim bu konuda bir tarih tezimiz var. 

Buna girmeye bugün sıra gelmez. Çünkü önce düzen cephesini hatırlatmak gerekiyor.

“Kürt açılımcılığında” Turgut Özal’a ayrıcalıklı bir yer ayrıldığını biliyoruz. Oysa işin özü, Özal’a atfedilen “bir koyup üç alma” lafıdır. Bu bir strateji değil, at pazarlıkçılığıdır. Birinci Körfez Savaşı fırsatçılığı!

1990 yazında, ABD, İran’a karşı destek verdiği Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesine el altından yol verir. “El altından”; zaten Washington 1980’de patlayan ve ölü-yaralı sayısının bir milyonun üstüne çıktığı İran-Irak savaşında da “resmen” tarafsızdı. 1991 başında emperyalizm suça teşvik ettiği Irak’ı cezalandırdığında, bölgede Sovyet ağırlığının çerçevelediği uzun süreli statükonun sonunu da ilan ediyordu. Dünyanın bütün anti-komünistleri yağmadan pay almak için gayrete geldi. Türkiye egemenlerinin payına, yaratıcılığı ve hatta devrimciliği övüle övüle bitirilemeyen Özal sayesinde aniden demokrat olmak düştü. Demirel’in yani 1950’lerden gelen, büyük sermayenin ana akım temsilcisi Türk sağının “Kürt realitesini tanıyoruz” demesi artık bir zorunluluk olmuştu. Demirel’in prensesi Tansu Çiller kimsenin ne olduğunu bilmediği bir “Bask modeli” uydurdu. Özal’ın prensi Mesut Yılmaz “AB yolu Diyarbakır’dan geçer” diye kervana katıldı. Ama turnayı gözünden vuran, Kürt siyasetçilerini seçim ittifakıyla meclise taşıyan Erdal İnönü’nün SHP’si oldu.

Bugün bütün bu hara güreden Kürt sorununun nasıl çözüleceğine ilişkin elde ne kaldı derseniz, yanıtım koskoca bir sıfırdır. 1990’lar PKK’nin “son isyanı” başlattığı 80’leri de, “aman dönmeyelim” denen 12 Eylül öncesini de aratan şiddette bir savaş ortamına döndü. 

Pardon, eksik söyledim; elde kalan sıfırın altındadır! Kürt milliyetçiliğinin, sağlı ve sollu liberallerin inşa ettikleri efsane daha önceki ilerici birikimin üstüne kürek kürek toprak atmış oldu. İddiaya göre Türkiye sermaye sınıfı çözümden yanaydı, demokrattı. Türkiye’de milliyetçi bir derin devlet ve onun karşısında demokrasi güçleri vardı. Bunlara devletin içinde de rastlanıyordu. Avrupa Birliği bu cepheyi güçlendirecekti. ABD Kürtleri devletsizliğe ve ezilmeye mahkûm eden eski dünya düzenini değiştirmek istiyordu. Ah şu lanet olası milliyetçiler olmasaydı. Akan kanın durması, “anaların ağlamaması” için en geniş cephe lazımdı. Hal böyleyken sınıf mücadelesi, sömürü düzeni, emperyalizm gibi kavramlara takılıp kalan bir grup solcu, eskimiş kafalarıyla seslerini kesmeliydiler… 

“Çözüme karşı” olanlar ise manzarayı Türkiye’yi “emperyalistlerle bir olup bölmeye kalkanlar” ile “vatanı sahiplenenler” kutuplaşması üstünden resmettiler. Vatan deyince orada başka anadilleri, farklı kültürleri olanlara düşen, boynunu eğmekti. Solcular, zaten toptan haindi. Aslında bu kesim de “yeni dünyada” fırsat peşine düşmüştü. Emperyalistler bölücülüğü destekliyordu, ama buna kızanların aklına “ne işimiz var NATO’da” demek hiç gelmedi! 

Bu tablo sıfırın altıdır. 

Hepsi bu kadar değildi elbette. Solda birileri de sınıf mücadelesinde ve ulusal sorunun sınıfsal çözümünde ısrar etmiştir. Sonuç “tarihe not düşmenin” ötesine geçemese de, birikimimizi kurda kuşa, şovene liboşa yem etmedik!
Fırsatçılık yarışından sadece kan, riyakârlık, halkların birbirlerine mesafelenmesi, derin yozlaşmalar, emperyalistlerle ve sermayeyle karmaşık bağlantılar çıkmıştır. Sürecin son noktası ise Abdullah Öcalan’ın 1999’da dönemin Ecevit-Bahçeli iktidarını çok aşan bir operasyonla yakalanıp İmralı’ya kapatılmasıyla kondu. Devrede İsrail’in, o varsa tartışmaya gerek yok, ABD’nin de olduğu açıktır. Sadece politik olarak değil operasyonel olarak bir ortak yapım söz konusuydu.

Bahçeli’nin o ara idam cezasının kaldırılmasına fazla ses etmemesinde, bugünkü açılımcılığının izlerini bulanlar olabilir. Oysa 2000’lerin sahne tasarımı, Kürt siyasi hareketinin Amerikan stratejisine, bir de rehin lider üstünden bağlanmasıyla başlamıştır. Sonra Irak’ın işgali gelmiş, bölgenin irili ufaklı Kürt siyasetleri, kendini anti-emperyalist sayanlar dâhil, “emperyalizm bize çalışıyor” noktasına çekilmiştir. Barzanistan yollarını aydınlatmaktadır. Başat Kürt siyasi dinamikleri kendi içlerinde ve diğer bölge güçleriyle işbirlikçilik rekabetine girerler. 

Solda sınıf bayrağını sallamaya devam edenlere ise “barışa mı karşısın!” deme edepsizliğinin dışında bir de “ne yapalım yani, denmeye başlanacaktır, bize destek verecek sosyalist devlet mi var, solda dayanacağımız bir güç mü var da, Amerikalıları tercih ettik!” denmeye başlanır. 

Erdoğan’ın imza attığı ikinci açılım, bu sefer sadece “80 öncesine” değil bir de “aman 90’lara dönmeyelim” diye ittirilecektir. Nereye ittirildiği ise yine muammadır. Türk dincileriyle Kürt laiklerinin “Türkleri ve Kürtleri birleştiren İslam’dır” tezinde buluşmalarına tanık olduk. Sahnede koşturanlar milliyetçiliğin eskide kalmış bir ideoloji olduğunda mutabıktı. AB yolunda sınırlar zaten önemsizleşecekti. Küreselleşme vaatlerinden heyecanlanan Kürt patronlar araya bölgesel asgari ücreti sıkıştırmaya kalktılar. Hep birlikte Cumhuriyet fikrini uçurumdan aşağı ittirdiler. Ne güzeldi Osmanlı zamanları! 

Oysa Türkiye’de yurttaşlık algısının geri dönülmez biçimde yerleşmesiydi Cumhuriyet. Aslında modern Kürt olgusu da varlığını bu dönüşüme borçludur. Osmanlı’da varsayılan barış ise tipik yerel feodallerin, aşiretlerin özerkliğinden ibaretti. Ama ne gam; Batı düşünce kuruluşlarının ve akademisinin, 21.yüzyılın yükselen yıldızı olarak Kürtleri “onurlandırmadığı” tek gün geçmiyordu. Tarihte tertemiz kalmış bir milliyetçilik varmış gibi, herhangi bir yeni devletin Ortadoğu’da sadece kanın içinden çıkabileceği bilinmiyormuş gibi, onur payesi egemenlere dağıtılırken milyonlarca yoksul emekçi yokmuş gibi…

Kürt sorununun nasıl bir çözüme götürüleceğini, birileri MI6’in davetlisi olarak ağırlandıkları İngiltere’de “İrlanda sorunu workshoplarında” tartışmış olabilirler. ABD’de think tank’lerle Dışişleri arasında mekik dokuyanlar da vardır. Ortadoğu’da İsrail’in yoktan var edilmesi Büyük Kürdistan için yararlanılacak bir deneyim midir? Suriye topraklarından geçip Akdeniz’e açılan bir yeni devlet fikri gökten düşmüş olamazdı. Ortaya çıkan işaretler Öcalan’ın “demokratik konfederalizm” teorisiyle uyumlu görünüyordu. Bütün bunların bir yerlerde konuşulmuş olduğu kesindir.

Ama biz bilmiyoruz! İkinci açılımdan bize, halka, kamuoyuna kalan “bildiğiniz gibi değil” fısıltısıdır. Elde kalan budur. Bir de kan gölü! 

Sadece 2015’te AKP’nin “açılım dedikse o kadar değil” yapmasından sonra değil. Sürecin bütününde en şaşaalı açılım yolları kanla sulanmıştır. Bir süre önce Bahçeli üçüncü açılım der demez Tusaş’ın patlamasına kimse şaşırmasın. Şaşırmak yerine dönüp on, on beş yıl öncesine bakılmalıdır.

Eksik bırakmayalım; 2009-2015’te çözüm diye diye inşaat sektörünün en güvencesiz, geçici istihdam alanları Kürt yoksullarıyla doldu. Uzun süre can pazarı olan Tuzla tersanelerine gömülenlerin çoğu Kürt işçisiydi. Diyarbakır’ın ve diğer Kürt kentlerinin çevresi sitelerle kuşatıldıkça oralı müteahhitler zenginleşmiş, oralı işçiler çocuklarını besleyemez hale gelmiştir. Elimizde bir de bu vardır. Günümüz dünyasında sınıfsal olmayan tek bir sorun yoktur. Elimizde bu gerçeğin çok kanıtı vardır.

Bugün açılan perdede aynı filmler gösterilemez, gösterilememelidir. Çözüm alanı olarak Türkiye’yi esas alan, emperyalistlere duvar çeken, laikliğin eşitliğin başlangıç noktası olduğunu kabul eden, hangi anadili konuşursa konuşsun, hangi bölgede doğmuş olursa olsun sınıflı bir toplumda yaşadığımız gerçeğine dayanan, mülksüzlerle mülk sahipleri için ortak bir çözümün koskoca bir yalandan ibaret olduğunu bilenler susmayacak. Neden susacakmışız? Biz bu konuları çok eskiden beri tartışıyoruz ve ciddi bir birikime sahibiz. 

                                                            /././

Koyu günlerden yarına seslenenler: KDK'lı kadınlar mücadeleyi yükseltiyor -İrem Yıldırım- 

KDK'lı kadınlar düzen içi tüm "tadilatları" karşılarına alarak manifestolarını yayımladı. Hem alınan kararları hem de manifestolarını enine boyuna konuştuk.

Kafamda dönen soruları bir sıraya oturtmaya çalışarak hızlı adımlarla Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ne doğru yol alırken, bir şarkının dilime takıldığını fark ediyorum.

“Bir şarkı olmalı özlemi söyleyen

Bu koyu günlerden yarına seslenen”

Bu koyu günlerde yarına seslenecek seslerden biri, Kadın Dayanışma Komiteleri (KDK), onu konuşmaya gidiyorum. 

Türkiye Komünist Partisi (TKP) Merkez Komite (MK) üyesi ve KDK Sorumlusu Senem Doruk İnam’la buluşuyoruz. Kültür merkezinin yüksek tavanlı, ışık alan odalarından birine geçiyoruz. 

KDK’ların 2. Kurultayı’na İnam’ın davetiyle katılan gazetecilerden biriydim. Kurultaydaki heyecanı sürüyor ve de inancı. Kurultay sonrasındaki ilk söyleşiyi de soL’la yapıyor. 

Büyük laflar ettiklerinin bilincindeler, büyük laflar etmeye devam edeceklerini bunların da lafta kalmayacağına dair iddialarının olduğunu gözlemliyorum.

Sadece kurultayla sınırlı kalmayan sorular ve cevapların olduğu bir söyleşi oluyor. Bazen kendilerine yönelen eleştirilere karşı savunma yapıyor, bazen de eleştirileri yönelten o oluyor. Sadece KDK’yı değil KDK’lı kadınları etkileyen her şeyi konuşuyoruz. 

'Hedeflerimizin gerçeklikle ne kadar bağlantılı olduğunu gördük'

Çaylarımızdan birer yudum alarak başlıyoruz sohbetimize.

KDK’nın ikinci kurultayı gerçekleşti. Genel olarak temposu yüksek; konuşanların da dinleyenlerin de coşkusunun hissedildiği bir kurultaydı. 7 ana başlığın olduğu karar metni yayımlandı, aynı zamanda da bir manifesto. KDK masasında olan sizlerin en önemsediği başlık ne oldu? Kurultaya dair genel değerlendirmeyle başlayalım.

Kurultaydaki heyecanın ana kaynağı, partinin 14. Kongresi’nde KDK ile ilgili aldığı karar. Kurultayın örgütlenme süreci bu sebeple çok heyecanlıydı ve bu herkese yayıldı, bulaştı. 200’ü aşkın delegenin bir araya gelmesi de başka bir enerji yarattı. Bir de daha önce yapılmayan bir şey yapıldı, partinin kadın çalışmalarından sorumlu masa yani KDK Masası, karar tasarıları hazırlayarak delegelerle birlikte yürüttü süreci. Bütünlük ve odaklamayı da sağladı bu. 

Bizim odak noktamız 14. Kongre’de alınan “düzenin zayıf noktalarına saldırmak, oralarda mevzii kazanmak, işçi sınıfının sesini ve örgütlülüğünü arttırmak” kararıydı. Düzenin en zayıf noktalarından biri kadınlar. Temel 4 başlığımız var; iş yerleri, mahalleler-semt evleri, Kürt kadınlar ve öğrenci ve gençler. 

Peki ya kurultay sonrasında, siz alınan kararların ve hedeflenenlerin somut bir karşılığının olduğunu düşünüyor musunuz? Bir heyecandan bahsettiniz ancak bu heyecan harekete geçirici olacak mı?

Tüm hazırlık sürecinde en çok endişe duyduğumuz nokta burasıydı. Sonuçta büyük laflar ediyoruz ve buna devam edeceğiz. Bizim devrimci iddialarımızla ilişkili bu laflar. Kurultay öncesinde çok yazıp çizdik, çok hazırlandık acaba bunların bir gerçekliği olacak mı? Kurultay’da bir tartışma ortamı yakalayabilecek miyiz?

Düzen tarafından kadınların siyasette konulduğu yere baktığımızda bizim de tedirgin olduğumuz yanlar yok değil. Ancak şöyle bir şeyle karşı karşıya kaldık; kurultay sonrası bir eylemimiz vardı ve konuşmalar, katkılar sebebiyle yetişememekten korktuk. Biraz daha vaktimiz olsa daha da söz alan çok kişi olacaktı.

Bu da bize hedeflerimizin gerçeklikle ne kadar bağlantılı olduğunu gösterdi. İşçi sınıfın örgütsüzlüğünün bu kadar kanıksandığı bir dönemde kadınlar arasında da hedeflenen bu kararların kolaylıkla gerçekleşmeyeceğini biliyoruz ancak ısrarcıyız.

Bu hedefler tüm delegelere yüklendi, artık top hepimizde.

Kurultayın gerçekleştiği salon. Kurultayda 203 delege vardı. Bunların yarısından fazlası Türkiye’nin dört bir yanındaki KDK sorumlularıydı. Yoğun ve çok coşkulu bir kurultaydı. Sonrasındaki eylem zaten KDK’lı kadınların heyecanını da kararlılığını ortaya koyan cinstendi. Zira yürümelerine müsaade etmeyen polise rağmen yürüdüler, eylemlerini yaptılar.

Sizin yaptığınız açılış konuşmasında iki önemli başlık olduğunu düşünüyorum. Birincisi, “Aklımızı sadeleştirmeliyiz” sözleri. Bir diğeri de “KDK’lı kadın kimliği yaratacağız, aidiyet oluşturacağız” söylemi. Sanırım üzerinde durmamız gereken iki önemli çıkış. 

Manifestomuzu yazarken şu soruyu sorduk: “Bir kadın bugün Türkiye’ye ve dünyaya baktığında kendi geleceği için, kurtuluşu için neleri bir kimlik olarak üstlenmeli?”

Düzen şu anda kadınların daha yalnız, çaresiz, sömürülen, şiddete uğrayan, öldürülen, hakkını arayamadığı bir pozisyonu dayatıyor; güçlü, mücadele eden, hakkını arayan, sömürüye dur diyen, gericilikle göğüs göğüse mücadele eden kadın istemiyor. 

Bunun karşısına bir kimlik koymak istedik. Neyi karşısına aldığını, neyle mücadele ettiğini bilir ve bu kimliği yaygınlaştırmak için kendisine bir sorumluluk addeder. Ve aidiyeti de buradan kurar. 

'Aidiyet duygusu, yalnızlığın karşısında önemli bir silah'

Biz Türkiye Komünist Partiliyiz, KDK’nın kuruluş fikri 13. Kongre’ye bağlı ancak, KDK’lar yalnızca TKP’den, TKP’lilerden oluşan bir mücadele zemini değil. Aksine, temas ettiğimiz her noktada, sözünü ettiğimiz kimliğe ait hisseden tüm kadınların bir arada olabileceği bir yer. 

Aidiyet duygusu, yalnızlığın karşısında önemli bir silah olduğunu düşünüyoruz.

“Sadece semt evinde gülebiliyorum” diyen kadınlar var, bu bahsettiğimiz aidiyetin çok önemli bir göstergesi.

Avrupa’da tartışılmaya başlanan ve Türkiye’ye de gelen bir gündem var, “çalışmama özgürlüğü”. Diyorlar ki “biz uzun saatler çalışıyoruz, hakkımızı almıyoruz, çocuklarımızı yetiştiremiyoruz, sağlıklı beslenemiyoruz bu yüzden çalışmamak da özgürlüktür”.

Bu, bugün Türkiye’ye de o kadar sirayet etti ki. Açın sosyal medyayı, fenomenler ekmeklerini kendilerinin yaptığı, çalışmadıkları, çocuklarına baktıkları, kocaları işten geldiğinde mutlu oldukları bir hayat pazarlıyorlar. Çok ithal bir tartışma ancak Türkiye’ye yediriliyor. Türkiye’de zaten dinci gericilik sebebiyle birçok kadının çalışma özgürlüğü elinden alınmış halde. Kadınların meslek edinme, çalışma hayatına katılma mücadelesi tarihsel bir mücadele. Bu bir kazanılmış hak! Özel bir anlamı var bu mücadele için. Bu yüzden bu bahsettiğimiz muazzam bir ideolojik saldırı. Kafa karışıklığı yaşatan bir saldırı. İşte bu noktada aklımızı, kafamızı sadeleştirmemiz gerekiyor. Bugün ihtiyacımız olan bu ithal tartışmalar değil kesinlikle. 

Sadeleştirmeye bu yüzden ihtiyacımız var. Biz çözümün kökten olması gerektiğini düşünüyoruz, eşitsizliğin kaynağı olan düzen içerisinde bir çözüm mümkün değil. Sadeleşeceğiz.

------------------

Kurultaydan bir örnek veriyor: “Kadın cinayetleri artık istatistiklerin, haberlerin ötesinde. Artık uzakta değil, televizyonda değil bizim mahallelerimizde şiddet. Biz mahallelerimizde öyle hava estirmeliyiz ki kadınlar bir arada olduğunu göstermeliyiz ki düzenin katile özendirdiği insanlar, o cinayetleri işleyemeyecek kadar korkmalı. Şu anda kimse korkmuyor.”

------------------------

Kim korkuyor kim korkmuyor, sorumu düşündüğüm o aralıkta kafamdaki şarkı devam ediyor:

“Bir sevgi olmalı senden de yükselen

Sonra benimle bir yarına yön veren”

Yarına yön verme iddiasında olanlara, iddialarının büyüklüğünü taşıyıp taşıyamayacaklarıyla ilgili bir soru yönlendirerek devam ediyorum.

Çok fazla alanda, başlıkta mücadele verme iddiasında ısrar ediyorsunuz. Hem işçi kadın örgütlenmesi, hem mahallede laiklik mücadelesi diyorsunuz. Ya da ne bileyim, çocukların beslenmesinden bahsederken bir yandan da şiddete-mobbinge-sömürüye diş biliyorsunuz. Bu kadar fazla şeyi nasıl aynı anda yürütebilirsiniz ki? 

Sadeleşmeyi konuştuk bir yandan ama bizim 7 değil 17 karar almamız lazımdı aslında. Saldırı o kadar büyük ki çünkü. Aslında KDK’ların bir araç olarak bu mücadele zeminini sağlayacağı nokta burası. Bir mahallede gündem laiklik mücadelesiyse o mahalle buna yoğunlaşacak, bir işyerinde mobbing varsa o KDK onunla uğraşacak. Yani, bulunduğumuz alanlar ve karşılaştığımız güncel sorunlara birlikte yanıt üretip kazanım elde etmeye çalışacağız. Her KDK her şeyi aynı anda yapamaz. Zaten gerçek de olmaz. Yürüttüğümüz mücadelelerin başka alanlara da yansımasını sağlamak için çalışacağız. 

Bizim bütünlüğü sağlayacak, Türkiye’nin genel siyasetinde söz söyleyebileceğimiz genel ilkelerimiz de var. Bütün KDK’larımız o ilkeleri kendi alanlarına taşıyıp güncel mücadele alanlarını besleyecek. 

Öte yandan bizim bütünlük konusunda elimizin rahat oluşunun bir başka sebebi, 2020 yılında kuruldu KDK’lar. Ciddi bir zemin ve birikimimiz var. 2. Kurultay kararları aslında ilk kurultayın kararlarını incelten, somutlaştıran hedefler yalnızca.

Senem Doruk İnam, aşiret düzeni ve dinci gericilik arasında büyük bir bağ olduğunu ve karşı çıkmayanların düzeni beslediğini savunuyor. (Fotoğraf: Etkin Kolbaşı)

'KDK’lar arkeolojik çalışmalar gibi'

Kadın çalışmaları bir yönüyle çok kolay, bir yandan da en zor çalışmalardan biri. Nelerle karşılaşacağının bir sınırı yok, aynı zamanda da anlamak ve yanında olmak çok daha mümkün. Tüm KDK çalışması sürecinde birçok hikâyeyle karşılaştığınıza eminim. Ki bazıları kurultayda da anlatıldı. Benim merak ettiğim, seni derinden etkileyen hikâye neydi? Bizimle paylaşır mısın?

Zor bir soru. Gerçekten kolay gibi görünen ama zor bir iş bu. Bu zorluk dirayetliliği de beraberinde getiriyor ama. Bizim yan yana geldiğimiz kadınların ortak özelliği ısrarcı olmalı. Yine konuşmacı arkadaşlarımızdan birinin örneği vardı, kadınların daha zor örgütlendiği ama örgütlendiği zaman da geri adım atmadığıyla ilgili. Bunu açıklarken, kadınların her şeyi her boyutuyla düşünmesine, öyle karar verdiğine dikkat çekiyordu. Zor evet, ama ulaştığımızda da hakikaten çok karşılık buluyoruz.

KDK’lar arkeolojik çalışmalar gibi, bu örnekleri yaratıyor. 4 yıldır da yaratıyor. Benim en etkilendiğim hikâye, bizi kurultayda selamlayan Van’dan bir yoldaşımız. Lisedeyken TKP’yle tanışmış, evlendikten sonra mücadeleyi bırakmak zorunda kalmış. Hem eşi hem de eşinin ailesi tarafından şiddete uğramış, yıllarca. Çaresiz anlarından birinde şunu düşünüyor, “ben yalnız değilim, partim var, KDK’lar var. Onlarla birlikte mücadele edersem karşısında durabilecek gücü de edinirim” diyor. Ve hakikaten bir gün ona el kaldıran eşinin karşısına dikilip, “Bana şiddet uygulayamazsın, benim arkamda ve yanım TKP var, KDK’lar var” diye haykırıyor. Bence çok gerçek ve etkileyici örneklerden biri.

--------------------------------

Kurultay günü tüm salona bir video izletildi. Videoda KDK’nın ilk kurultayında konuşan sırtı dönük bir kadın vardı. Umudunu, mücadelesini anlatıyordu. Sözlerini bitirirken “umuyorum ki sizlere bir sonraki seslenişimde sırtım değil, yüzüm dönük olacak, buna cesaret edebileceğim” diyordu. Bir anda ışıl ışıl parlayan gözlerle yüzünü döndüğü bir diğer video başladı… Tabii salonda alkış kıyamet ve gözyaşları da aktı gitti…

--------------------------------------

Van’daki KDK’lı kadının gözleri verdiği mücadelenin heyecanıyla umutla dolu bakıyordu, tıpkı şarkıdaki gibi:

“Bir umut olmalı gözlerinde senin

Gözlerimde benim yarına erişen”

Van’daki örnekten bahsederken şiddetin içinde olan bir aileden bahsettin. Bu şu soruyu aklıma getirdi. TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın 29 Ekim’de İstanbul’da TKP tarafından düzenlenen etkinlikte Kürt sorununa ilişkin yaptığı açıklamalar sosyal medyada gündem olmuştu. Orada, ”Aşiret düzenini parça parça edeceğiz" sözleri eleştirilmiş, “2024 yılında ne aşireti?” diyerek de tepki gösterilmişti. KDK’lar doğuda da çalışma yürütüyor ve pek çok da örneğiniz var. Siz aşiretler olduğunu düşünüyor musunuz? Aşiretler bir sorun mu? Kadınların hayatına müdahale ediliyor mu? 

Aşiretler her yerde. Siyasetin tam ortasında. Aşiret yapılanması dinin de etkisiyle kadınların ve çocukların hayatını karartan bir yapılanma. O yüzden “yıl 2024 aşiret mi kaldı?” lafı bir yalandan ibaret. Doğu bölgesinde nereye gitsek, nereye temas etsek bir aşiretle karşılaşıyoruz biz. 

Karşılaştığınız somut şey nedir?

Sadece doğuya gitmeye gerek yok, Küçükçekmece’ye gidelim. Kadınların aşiretler eliyle eve kapatıldığı örnekleri bizzat biliyoruz. Bir mahalle aşiretler tarafından kontrol ediliyor, yönetiliyor. Kadınlar ne o mahalle dışına çıkabiliyor ne de çalışabiliyor. Aşiretin yasakladığı bir şey bu, hem de İstanbul’un göbeğinde. 

Bugün o aşiretlerde büyüyen kız çocuklarının eğitim hakkının olmadığına ilişkin çok sayıda veri var elimizde. Dini eğitim veriliyor çocuklara. Çünkü aşiret dediğimiz şey dinci gericilikle çok iç içe şeyler. Böyle bir yerde zaten kadının özgürlüğünü tartışmayı bırakalım, yaşam hakkı dahi yok. 

'“2025’e girerken ne ağalığı?” diye sorarlar'

Bizim de karşılaştığımız ve temas ettiğimiz kadınların aşiret düzeninin yıkılacağına dair muazzam bir umutsuzluğu var. “Aşiretler yok” diyen düzen aslında aşiretlerin varlığını koruması için siyasi olarak da her şeyi yapıyor. Aşiretler ticaretin temel noktalarından biri. Dinci gericiliğin örgütlenmesi için büyük bir mekanizma. Aynı zamanda da aşiretler oy depoları. Bir önceki dönem AKP’den aday olan aşiret liderleri, sonrasında CHP’den çıkıyor. Böyle bir çok örnek var. 

Düzen eliyle beslenen aşiretler; kadınların ve çocukların hayatını elinden alıyor. En yakın sürede yaşadığımız örnek, Narin. Kocaman bir aşiret küçücük bir kızın öldürülmesine ortak oldu. Hiç kimse aşiretler yok demesin.

Ahmet Türk’ün 42 oğlak keserek, 600 kişiye yemek verdiği, konaklarda İBB Başkanı’nı ağırladığı örneği de unutmayalım. Bahçeli’nin de “değerli bir Kürt ağasıdır” diyerek selamladığı biri. “2025’e girerken ne ağalığı?” diye sorarlar. 

Böyle bir aşiret yapılanmasında kadının yeri yok. Ne kadar ikiyüzlüce. Kürt siyasi hareketi “eş başkanlık”, kadınların siyasete katılma hakkı gibi örnekler çıkarırken aşiretlerdeki kadınların eğitim alma hakkı yok. Yaşam hakkı yok. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.

KDK’nın çağrısıyla Kadıköy Mehmet Ayvalıtaş Meydanı’nda yüzlerce kadın “Yutkunmuyoruz, haykırıyoruz!” diyerek bir araya geldi. Polisin kaymakamlık yasağını öne sürerek engel olmaya çalıştığı yürüyüş KDK’ların ve eyleme katılan kadınların kararlılıkları sonucu yapıldı.

Aynı yerden devam edelim. Kurultay kararlarında da çünkü Kürt kadınlarıyla ilgili bir başlık ve alınan 9 maddelik kararlar var. Burada dikkatimi çeken ifadeler var. Mesela, “KDK’lar Kürt kadınların sorunlarına samimi bir şekilde çözüm üretmek isteyen aydınları, liberallerin eline bırakmamakta kararlıdır” diyorsunuz. “AB fonlarıyla desteklenen liberal projelerin karşısındayız” da diyorsunuz. Liberalleri burada eleştirme nedeniniz ne? Bir de projelere niçin karşısınız? 

Bugün yaşanan eşitsizliğin kaynağını görmeden, kimi başlıkları vurgulayıp inceleterek, kadınların eşitliği nasıl sağlanamayacaksa Kürtlerin de yaşadığı sorunun kaynağında işçi sınıfının yaşadığı eşitsizlik var. Kürtlerin özgürleşmesi, baskıların ortadan kalkması belli açılardan sadece özgürlük mücadelesinde sıkıştırılmış bir yan. Bu liberaller açısından olmazsa olmaz.

Aşiretleri karşına almadan, kız çocukları için AB projesiyle geldim dediğinde yalan söylüyorsun. Önce şunu konuşalım, aşiretlere karşı mısın değil misin? Çünkü çocukların okuyamamasının kaynağında aşiret düzeni var. Seçtiğimiz şu okuldaki şu çocuklarla eğitim paketi yapıyoruz demek, düzenin kendi yarattığı sorunları makyajlamaktır. Karşımıza aldığımız bu yöntemin bir çözüm olarak pazarlanması. Aşiretleri karşına almıyorsun, sömürüyle bir derdin yok, Kürt ağa ve patronlarıyla kavga etmiyorsun ondan sonra “kız çocuklarını eğitiyoruz ama” diyeceksin. Tabii ki iyi bir şey belli açılardan. Ancak sen çözümün bu olduğunu söyleyemez ve bu algıyı yaratamazsın. Bu nedenle karşımıza alıyoruz projeleri.

'Sözümüz ertelemecilik değil, gerçek olan'

Bu göz boyamaya Türkiye’de çok sayıda aydının, sanatçının da dahil olduğunu düşünüyoruz. Düzenin değişemeyeceğine olan bir inancı da besliyor. Aydınlarla, sanatçılarla sorunun kaynağına birlikte bakmak ve buradan bir çözüm üretmekte bir inadımız olduğu için karar tasarısında bu maddeler var. 

Bazen “ertelemecilik” eleştirileriyle karşılaşıyoruz. “Yaptıklarımıza da karşı çıkıyorsunuz, siz aslında sorunun çözümünü istemiyorsunuz. Düzen değişikliği mümkün değil, elimizden geldiğini yapıyoruz” diyorlar. Asıl gerçekçi olmayan bu söylem. Küçük kurtuluşlar yok. Küçük kurtuluşları sağlayan olanaklar düzenin devamlılığını ve aynı çarkın dönmesini sağlıyor. Sözümüz ertelemecilik değil, gerçek olan.

Gerçek olan neden sizin sözünüz? Sonuçta siz de “sosyalizme giden yolda yapabileceğimiz kadarını yapmak istiyoruz” düşüncesindesiniz, e onlar da aynı şekilde katkıda bulunan projeler yapıyor. AB projesi olduğu için neden kız çocuklarının okutulmasıyla ilgili bir proje kötü olsun ki?

Her birimizin hayatının bu kadar karanlık olmasının nedenlerinden biri holdingler. Türkiye’nin zenginliklerine el koyarak serpilen bir azınlık var. Bu azınlık her 8 Mart’ta bir sürü reklamlar yaparlar, kadın hakları üzerinden. Bu holdinglerde iş görüşmesine gittiğinde bir kadına ilk sordukları, “Ne zaman evleneceksin? Çocuk yapmayı planlıyor musun? Kaç yıl içerisinde yapmayı planlıyorsun?” olur. Ya da kadın erkek çalışanların ücretleri hiçbir zaman eşit olmaz. Bu çok büyük bir aldatmaca ve yalan. 

Düzenin ortaya çıkardığı karanlık tablo yeni değil, sınıflı toplumların sorunu. Ancak geldiğimiz noktada kadın cinayeti bir kavram olarak düzenin bir parçası haline geldi. Çünkü istatistiğin ötesinde bir yan taşıyor artık. Artık her gün 1 kadın ölmüyor, 3 kadın ölüyor. Bu devam edecek. Tarihten bugüne var olan sorunlar daha da büyüyerek geldiyse, bundan sonra kadınları, çocukları AB projeleri, holdinglerin reklamları-kampanyaları kurtaramayacak. 

Biz gerçekçiliği buradan kuruyoruz. Kurtarmayı bırakın, düzen var olsun diye yapılan küçük tadilatlar. Mücadele geçmişleri baktığımızda, küçük düzen içi iyileştirmeleri talep ettiğinde bir kazanım elde edemezsin. Ben daha az sömürülmek istiyorum diye bir talepte bulunabilir miyiz? Ben daha az kadının öldürülmesini istiyorum diyebilir misin? Diyemezsin. Ama yapılan tam olarak bu. Kadınların bu düzende kurtuluşu yok, bunu bilerek daha ilerisini isteyeceğiz. Düzenin yıkılmasını isteyeceğiz, bunu isteyen kadınların da işçilerin de artmasını sağlayacağız. 

Ancak güncel taleplerin hiçbirini geriye atmak değil yapacağımız. Çocukların eğitim hakkı bir problemse, sağlayacağız. Kararlarımızda var. Semt evlerinde bilimsel eğitimin aydınlanma seferberliğine dönüşmesi için mücadele veriyoruz. Bu mu ertelemecilik?

Ertelemecilik eleştirilerine verdiği yanıtlar çarpıcıydı. AB fonlu projelere karşı takındıkları tavrı ve nedenlerini uzun uzun anlattı. (Fotoğraf: Etkin Kolbaşı)

Bir yarın hayali taşıyor KDK’lar ancak kesinlikle başka türlü bir şeyi tarif ediyorlar: 

“Bir yarın olmalı, başka türlü bir şey

Bir aydın, bir güzel yarına varmalı”

'Kadınların başarısızlığının onlardan menkul olduğunu empoze ediyorlar'

Yıllardır tariflenen bir “güçlü kadın” var. Reklamlarla, şirketlerle, dergilerle şişirilen ve aslında kadınların hiç ihtiyaç duymadığı başka başka kimlikler yükleyen bir tavır. Yine karar metninde geçen, “bizler mağdur değil, güçlü kadınlarız” cümlesindeki “güç” nasıl bir güç?

Düzenin güçlü kadından anladığı ve öne çıkardığı şey sermaye sınıfının içerisinde yer alan kadın özneleri. Patron kulübünün başkanı olan kadın imajı. Temel şey burada güç ve sermayeyi eşit tutmaktan geçiyor. Ya da siyasi otoriteden alınan bir güç. Ve erkekleşen bir güç. “Hanım abla” olarak racon kesen bir tavır. Düzen içinde böyle başarılı kadınlar da var denilerek yapılan bu ayrıştırmayla toplumun geri kalanındaki kadınların başarısızlığının onlardan menkul olduğunu empoze ediyor. 

İçişleri Bakanı çıkıp diyor ki, “biz yapacağımız yaptık, ama o kafasız kadın kapıyı açtı, onun suçu” diyor. Hurdacılık yapan bir anne 5 çocuğunu nasıl yalnız bırakırmış, annelik yapabilseymiş yalnız bırakmazmış çocuklar da ölmezmiş. Ayşenur ve İkbal, eğer ki islam kurallarına göre yaşasalarmış hayatta olurlarmış.

Sadece kadınlara değil erkeklere de dayatılıyor bu. Eğer akıllı olursan düzen içerisinde bir yer kapıp zenginleşirsin, akılsızsan kötü şeylerle karşılaşırsın. Bu bir yalan. Gücü aldığımız yer mücadeleyle ve kendimizi koyduğumuz yerle ilişkili. Bugün dayattıkları şey örgütsüzlük ve başımıza gelenleri kanıksamak. düzenin mağdurlarıyız ancak mağdur hissetmek zorunda değiliz. Gücümüz de örgütlülüğümüz ve mücadelemizle gelir. 

Kurultay günü konuştuğum delegelerden biri bir benzetme yaptı, KDK’lar için “acil durum butonu” dedi. Katılıyor musunuz?

(Gülüyor) Çok güzel bir tanımlamaymış, çok hoşuma gitti. Kesinlikle diyebiliriz. Yaşanan bir sorunla ya da paylaşmak istediğin bir mutlulukta yanı başında olabilecek bir KDK var, tıpkı acil durum butonu gibi. 

Bizim birlikte üretken bir biçimde, yaratıcı, kendimizi ve bulunduğumu topluluğu geliştiren, birlikte vakit geçirebilme, öğrenebilme zeminlerine de ihtiyacımız var. Bu buton bunun için de var.

Kadıköy'de yapılan eylemde kadınların pankartları dikkat çekiciydi. Bir pankartta, “ne borçlanmak, ne saklanmak tek istediğimiz eşit yaşamak” yazıyordu.

Danışma-dayanışma hattınız da var. Başvuru nasıl oluyor? Sadece başları dertteyken mi başvurmalılar? Başlarına bir şey gelir mi?

Maalesef başlarına bir şey gelmiş kadınların başvurduğu, dayanışma ve mücadelesini yürüttüğümüz bir hat. KDK’lı kadınlar özgürleşiyor, mücadele azmi kazanıyor doğru ama bu onları şiddetten, sömürüden uzak tutmuyor. Böyle bir durumda, hatta ulaşarak ihtiyacının ne olduğunu birlikte anlamak için çalışıyoruz; hukuki, psikolojik asıl bir desteğe ihtiyacı varsa. 

Beyoğlu’nda hattımız üzerinden bize ulaşan bir kadın gördüğü şiddet sebebiyle boşanmak istiyordu ancak ne bir evi ne bir işi ne bir eşyası ne de boşanma davasını karşılayacağı bir maddi durumu vardı. Bunların her birisi KDK’lar tarafından sağlandı. Çıkmazda ve yalnız hisseden bir kadının böyle bir dayanışmasının varlığını hissetmesi bile güçlü olmasını sağlayabiliyor, yapmaya çalışacağımız şey de bu. 

KDK’lı olmak için de başvurabilirler mi?

Tabii ki. Gören, birlikte olmak isteyen, mücadele etmek isteyen, sorunlara çözüm arayan, çözüm için destek sağlayan her kadının ulaşabileceği bir hat bu.

Merak ettiğim bir şey var. Kurultayda da önemine hep vurgu yapıldı. Çok uzun süredir, sadece kadınların değil tüm insanların yapmadığı bir şeye dönüştü hayal kurmak. Halbuki kurduğumuz hayaller bizi yarına götüren. Senem Doruk İnam’ın KDK’yla ilintili hayali ne?

Hayallerimize de dönük saldırı var gerçekten de. Hayal kurmayı da engelliyor, gerçekleşemeyeceğini peşinen kanıksatıyorlar. Benim hayalim, sömürünün olmadığı bir düzen. Bu gerçekleşebilecek bir şey. Eşitliğin anlamını gerçekten de hayatımızda görmek istiyorum. Bu hayal bir yol. O yolun bu hayali kuran insanların tıka basa dolu olduğu ve en önde de güler yüzle, neşeli, ne yaptığını bilen, güçlü kadınların yürüdüğünü hayal ediyorum.

Söyleşi biterken Tülay German’ın insanı sarıp sarmalayan güzel sesi ve şarkının da sonuna geliyorum:

“Bir aydın, bir güzel

Yarına

Varmalı.”                                            /././

(soL)



 

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" - 30 Kasım 2024-

Çöküş ivmesi durabilir mi, durdurulabilir mi?-İzzettin Önder-

Türkiye’nin hem maddi hem de moral olarak ciddi çöküş aşamasında olduğunu düşünüyorum. İfademe kesin yargı koymadan, düşünüyorum demem, sanıyorum, sadece duygusal sebeplere dayanmaktadır. Zira cumhuriyetin birinci yüzyılını devirmiş olan milletimin bu hale gelmesinden hem ıstırap duyuyorum hem de değerli okurlarımı aşırı bedbin görüşlere sürüklemek istemiyorum. Belki de toplumsal kurtuluşun tek yolunun tüm toplumun bedbinliğe sürüklenerek, siyasi alanda kişisel ve ülkesel olarak daha isabetli kararlar alması olduğu düşünülebilir. Şimdi, beraberce hangi bağlamda ne demek istediğimi adım adım kısaca tartışalım.

Açmamız gereken birinci konumuz toplumsal çöküş meselesidir. Siyasetin sertleşmesi ve çok temel klasik demokrasi kurallarından dahi giderek uzaklaşması toplumsal kurumların çöküşünün çok vahim sinyalidir. İşte bu noktada kurumlar mı ekonomiyi ve toplumu oluşturur, yoksa ekonomik koşullar ve ona uyumlu davranan toplum mu maşeri vicdanı ile toplumsal kurumları oluşturur meselesi öne çıkıyor. Daron Acemoğlu’nun anlatımında temel olan ‘araçsal değişken’ (instrumental variable) yöntemine eleştirel bakarak, Türkiye örneğinde de görüldüğü gibi, toplumsal kuralların oluşumunda asıl olan insan davranışlarını belirleyen ekonomik koşullardır. Bu tartışmayı başka bir yazıya bırakarak, Türkiye’deki koşullara bakacak olursak, küresel krizin derin yansıması ve emperyalist sermaye ile birleşen içte yandaş sermayenin devleti de yanına alarak toplum üzerinde ekonomik baskı kurup ulusal birikimin aksine kişisel servet yığma çabalarına girişmesi ve servet birikiminde siyasileri de yandaş olarak kullanarak toplumun önemli bir kesimi için açlık sınırı altında yaşam standardı oluşturması yağmacı ekonomi uygulamasının sonucudur. Kurumların çıkarlara göre oluşturulmasının ekonomiyi daha da olumsuz aşamalara sürüklemesinin kurum-ekonomi ilişkisi olarak değil, ekonomi-kurum ilişkisi olarak görülmesinin daha doğru olduğu, kanaatindeyim.

Açmamız gereken ikinci konumuz, ekonomi-kurum çöküşü ivmesinin durdurulması ve sürecin geriye döndürülmesinin nasıl ve hangi süreçlerle gerçekleştirileceği meselesidir. Bu meseleye yaklaşımda, sistem mantığı gereği, bir sürecin olgunluk aşamasına gelmeden geri döndürülemeyeceği varsayımının geçerliliğinin testi söz konusudur. Bu varsayımı geçerli kılan nedensellik ilişkisinde, bir sürecin her aşamasında ve işleyişinde oluşan belirli çıkar gruplarının sistemin geri döndürülmesini engelleme, hatta değişim zorlamalarını sabote etmeye yeltenme mantığı başattır. Örneğin, günümüzde fevkalade çirkin şekilde yaşadığımız eğitim ve hukuk sistemlerinin geri döndürülmesi durumunda, bugünkü işleyişten çıkar sağlayan kesimlerin ciddi dirençleri, hatta zaman zaman karşı koyuşları ile karşılaşabilme olasılığının söz konusu olabileceğidir. Nitekim yaşanan diz boyu hukuksuzluk ve usulsüzlüklere rağmen, hiçbir medeni ülkede görülmeyecek derecede iktidar partisinin tüm elemanlarıyla sergilediği kenetlenmiş görüntünün herhalde demokrasi aşkına değil, usullü veya usulsüz ihraz edilmiş mevki veya makam avantajlarından uzaklaşmama amacından kaynaklandığı düşünülebilir. 22 yılda ülkeyi bu hale sürüklemiş olan bir siyasi partinin ancak Afrika kabilelerinde görülen örtülü despotik ve/veya yönlendirilmiş seçim benzeri manevralarla iktidara tutunması, yandaşlarının parti dağıldığında menfaat havuzlarının da yok olacağı ya da hesaplaşmalarla karşı karşıya kalınacağı endişesinden kaynaklandığı açıktır.  Bu nedenle kişisel kanaatim odur ki bugünkü koşullarda ciddi bir sosyal kalkış olmadan seçim you ile parti ve yönetim değişikliğinin ya da var olan yapılarda gerçekleştirilebilecek yüzeysel makyajlarla bazı ufak sorunlara el atabilmesinin olabilirliğine karşın, ciddi ters dönüşün gerçekleştirilmesi fazla olası görülemez.

Peki, hal bu iken, Türkiye aynı olumsuzluk çizgisinde devamlı olarak olumsuz aşamalara sürüklenmeye mahkum mudur? Umarım yanlış düşünüyorumdur, ancak sosyal dinamikleri ve oluşmuş çıkar havuzlarını dikkate aldığımızda kısa sürede başka bir çözüm gözükmemektedir. Bu durumda, ya çok derin bir sosyal çöküş ya da maalesef silahlı bir çatışma ancak bu kör düğümü çözebilir. Bu iki çözüm olasılığını dikkate almadan önce söz konusu olumsuzluklardan yarar sağlayarak Türkiye’yi içten sömüren, doğrudan ya da dolaylı yollardan Türkiye’yi buralara iten iç ve dış güçleri de mercek altına almalıyız. Türkiye’nin çöküşü uzun vadede gaflet içindeki iç güçlerin de aleyhine olduğu halde, felsefi ve uzak görüşten yoksun batıl sağ görüşlü tarikat yandaşlarının çıkar alanının genişlemesine neden olarak beslenmektedir. Siyasi alanda anlık hakimiyet kurarak gerek eğitim gerek hukuk alanındaki yozlaşmalar söz konusu gerici kesimin kısa vadeli menfaatinedir. Ne var ki nihai çöküşte tüm kesimler gibi gericiler ve bağnaz görüşlüler de nasibini alacaktır. Eğitimcilerin çok veciz ifadelerine dayanarak ileri sürebiliriz ki cahiller cahilliklerinin farkında olmayacağı gibi, felsefi görüşten yoksun olanlar da geleceği algılayamadan günün parıltısıyla iman ederler. Nitekim partinin geçmişi, dünya ekonomisinin ve Türkiye’nin durumunu bir an için olsun dikkate almayan AKP taraftarlarının “Yetmez ama evet” aymazlığında birleşmesi, AKP’ye bir nebze de olsa halkın bir kesiminden onay almasını sağlamıştır. Ne var ki bu günlerin geleceğini göremeyecek kadar kifayetsiz olan bu cahil kesim bu günlerden zerre kadar utanç duymamakta olmalı ki günümüzde sesleri duyulmamaktadır. Şimdi, hal böyle olunca, insan sormadan edemiyor, Türkiye içinde bu denli ehli cahil varken yabancının çomak sokmasına ne hacet var ki! Mesele şudur ki halkımızın Batı karşısındaki aşağılık duygusunun yarı cahil okumuş aydın yobazlarındaki yansıması da böyle cahil cesareti şeklinde tezahür ediyor olsa gerek! Osmanlı’nın sonlarına doğru yenilgilerden bezen ve aşağılık kompleksine sürüklenen yığınlar içindeki farklı kesimlerin Batıya besledikleri duygular ve ülkelerine yabancılaşarak bakışları farklı ve birbirine çok zıt olabilmiştir. Batı etkileşimi karşısında sinen birinci kesime karşın, ikinci kesim Batıcılığı bilinçsizce benimseyip özüne yabancılaşarak Batının görüşlerini ülke halkına uygulaması, toplumu AKP’nin dahi beceremeyeceği kadar güçlü şekilde bölebilmiştir. Dış ve iş güç karmaşasının profili böylesi içiçe geçmiş ve karmaşıktır; bu iki akım biri diğerine fazla gereksinme duymadan adeta simbiyotik yaşam formatında toplumsal yapıyı oluşturmaktadır. Ne var ki her iki güç de toplumsal ilerlemede güç ve yetki sahibi olamamaktadır. Toplumsal savrulmaya yol açan ve yabancı güçlerin yararlandıkları sosyal alan budur. Bu oluşumun ve sürgit devamının ekonomik altyapısının başka bir yazıda irdelenmesi kaçınılmazdır.

Ekonomik krizler avantacılara yeni ufuklar açarken, halklar lehine iki açıdan değerlidir. Birincisi, krizler sistemlerin en net şekilde anlaşılabilir halleridir. Sistemler anlaşıldıkça sitem karşıtı direniş ya da kalkışların provalarının yapılması toplumların dinamik güçlerinin önünü açar. Krizlerin halk adına ikinci yararları ise yürüyüşün en zayıf halkasını oluşturması sebebiyle, sistem karşıtı kalkışlara prova olanağı sağlamasıdır. 2014 Lenin’in yüzüncü ölüm yıl dönümüdür. Sistem krizlerinin sistem dönüşlerine yol açma provaları açısından büyük ustadan öğrenebileceğimiz çok şey olduğu kesindir. 

Tüm bu karmaşalar arasında, halkımızın mutluluğu için en uygun yolların açılması dileğimle!

                                                                 /././

Sağlık politikası kentin neresinden geçiyor?-Dr. Yağız Alp TANGÜN-

2025 yılı için sağlığa ayrılan bütçe 1 trilyon 20 milyar 317 milyon 291 bin TL ve bunun 104 milyar 602 milyon 82 bin TL kısmı şehir hastaneleri kira ve hizmet bedeli ödemeleri için ayrılmış. 2024 yılı bütçe teklifinde hizmet ve kullanım bedeli için 83 milyar 697 milyon 118 bin TL olarak teklif edilmişti. Fahrettin Koca görevdeyken bir konuşmasında bütçede şehir hastanelerine ayrılan payın giderek azalacağını, bu hastaneleri bugünün koşullarında yaptırmanın daha pahalıya mal olacağını söylemişti…

Ankara Tabip Odası Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Mine Coşkun, bu yılki şehir hastanelerine ayrılan ödeneğin, Sağlık Bakanlığı bütçesinin yüzde 10'una karşılık geldiğinin altını çizmişti ve şehir hastanelerine ayrılan bir yıllık kullanım bedeli ile en az 6 bin 718 aile sağlığı merkezi ya da 100 yataklı en az 90 tane devlet hastanesi yapılabileceğini eklemişti. Vekil Sevda Karaca da bütçe eleştirisinde Ankara’da kapatılan hastanelere atıfla çarpıcı bir hesap ortaya koymuştu: “Bütçe teklifinize göre, 17 şehir hastanesi müteahhidine üç yıl boyunca 273 milyar lira kira ödenecek. Bakın, bu parayla 109 tane Dışkapı Eğitim ve Araştırma Hastanesi yapılabiliyor.”

Şehir Hastaneleri henüz inşaat aşamasındayken kent merkezlerindeki bazı kamu hastanelerinin kapatılmaya/taşınmaya başladığını biliyoruz. Süreç boyunca Türkiye’de otuzdan fazla hastane kapatıldı ve devam ediyor. Bilkent Şehir Hastanesi için 7, Etlik Şehir Hastanesi için 6 hastane olmak üzere Ankara’da toplam 13 hastanenin kapatılması planlanmıştı. 2011 yılında, Bakan Recep Akdağ döneminde, yayımlanan Yataklı Tesis Planlama Kılavuzu’nda bunun nasıl yapılacağı zaten vardı. Aslında daha öncesinde şehir hastanelerinin mevcut hastanelerin kapatılmasına yol açacağı Başbakan Erdoğan ve Bakanlar Kurulu’nun imzalarının da bulunduğu 2009 yılındaki Yüksek Planlama Kurulu kararında açıkça belirtilmişti. Hem de yatak sayısını artmamasına rağmen… Dr. Sami Ulus Kadın Doğum Hastanesi ve Etlik Zübeyde Hanım Doğumevi Etlik Şehir Hastanesi açılsın diye kapatılacak hastaneler listesinde bulunuyordu. İki hastanenin kapatılması tekrar gündem olunca, bunun gündelik hayatımızda hatta sağlığımız üzerinden yarattığı sınıfsal gerilimi görünür kılmak gerekir. Sağlık politikasının kenti/mekânı sermayenin lehine biçimde nasıl yeniden düzenlediğini ve kullandığını görmek bugünkü müşterek gündemlerimizden olmalı.

Bugün sağlık hizmetinin niteliğinin önemli bir kriteri de kentsel mekânda ne kadar erişilebilir olduğu ve bu sınıfsal bir problem. Bunu daha net biçimde görebilmek için Ankara haritasında sarı işaretleri kapatılmış ya da kapatılacak/taşınacak durumdaki 13 kamu hastanesini, yeşil işaretleri ise bilinen en güncel haliyle faaliyette olan 65 özel hastaneyi göstermek üzere ekledim. Bunlardan 35 tanesinin harita üzerinde yoğunlaştığı yer Çankaya; geri kalanlar ise sırasıyla Yenimahalle (8), Keçiören (7,) Etimesgut (3), Sincan (3), Mamak (3), Altındağ (2), Gölbaşı (2), Polatlı (1) Kahramankazan (1).

Ankara Sağlık Haritası-1’de Bilkent (pembe işaret) ve Etlik (mavi işaret) Şehir Hastaneleri’nin merkezde öbeklenmiş kamu ve özel hastanelerinden ne kadar uzakta ve çeperde kaldığı görülebilir. Merkezde kamu hastaneleri kapandıktan sonra kolay erişim özel hastaneler için bir “pazar” avantajına dönüşmüş gözüküyor. 

Ankara Sağlık Haritası-1, Şehir Hastaneleri, Özel Hastaneler, Kapatılan Kamu Hastaneleri

2023 Sağlık İstatistik Yıllığı’na göre toplam 1.566 hastanenin 565 tanesi özel hastane. 2002 yılında ise 1.156 hastanenin sadece 271 tanesi özel hastane. Özel hastanelerin toplam yatak sayısı 55.067 ve bunun 17.332 tanesi yoğun bakım yatağı. 2002’de ise özel hastanelerin toplam yatak sayısı 12.387 ve bunun 992 tanesi yoğun bakım yatağı. Bu rakamlar, devasa Şehir Hastaneleri açılmasına rağmen bir türlü kamudaki toplam yatak sayısının artmaması açısından dikkate alınmalı diye düşünüyorum.

Halk sağlığı yürünebilir mesafelerde örgütlenmiş bir teşkilattan başlamalıdır. Şehir Hastaneleri gibi mega projeler ise ölçekleriyle atılan her adımı kent içinde sürgüne dönüştürmüştür. Bugün geldiğimiz noktada Sağlıkta Dönüşüm Programı, seçenekleri piyasa için yaratmış ve kamuda seçeneksizliğin dayatıldığı bir zorunda bırakmayla yıkıcı sonuçlara yol açmış durumdadır.

Ankara Sağlık Haritası-2, Şehir Hastaneleri altında yeniden merkezileşme ve kent merkezinin boşaltılması

Ankara Sağlık Haritası-2’de, kamu hastanelerindeki yatak sayılarının, personelin ve donanımın da Şehir Hastaneleri’ne aktarılıp çeperde yeniden merkezileştiği; erişimin kolay olduğu kent merkezinin ise özel hastaneler tarafından işgal edildiği görülebilir. Nitelikli sağlık hizmetine zamanında erişememek ile kolay erişmek arasındaki toplumsal eşitsizlik mekânda da somutlaşmıştır. Ancak yenidoğan ya da ambulans çeteleri gibi sistemin enformel işleyişine katkıda bulunan unsurlara iş veren özel hastanelerin kentsel mekândaki konumunu ve bunun sektöre faydasını unutmamak gerekiyor. Çeteler sağlık hizmetlerinde yapılan kapitalist reformun sonuçlarından bir tanesidir. Tüm bunları eşit, parasız, nitelikli sağlık hizmetine erişim problemiyle iç içe düşününce kentin de mekânın da sınıf çatışmasının hem zemini hem de hedeflerinden biri olduğu görülüyor.

                                                                    /././


Orhan Kemal’den Rahmi Koç’a kültürel değer üretimi -T Gül Köksal-

Hayli açık bir sınıfsal emek-sermaye çatışması nedeniyle, esasen karşı karşıya konumlanan bu iki ismi, Orhan Kemal ve Rahmi Koç’u, biraraya getiren bu başlık, İstanbul’un güncel kültürel gelişmeleri nedeniyle oldu.

Birazdan açacağım içerikle bu başlığı Orhan Kemal’den Kadir Has’a veya Necati Bereket’ten Rahmi Koç’a olarak çeşitlemek de mümkün. Toplumsal bağlamda daha geniş ölçekte bilinen Orhan Kemal, Rahmi Koç vb. isimler arasında, onlar kadar bilinmeyen Necati Bereket de kim derseniz, tersane işçisi Bereket’in adını anmam, tam da bu yazının mesele ettiği kültürel değer üretimi mevzusuyla ilgili…

Önce beni bu başlığa getiren ve adı geçen isimleri yan yana ifade etmemi sağlayan olayları açayım. CHP’den seçilen Beyoğlu Belediye Başkanı İnan Güney, 27 Kasım 2024 tarihinde X hesabından şu paylaşımı yaptı; “Beyoğlu'muzun hafıza mekânlarından olan Rahmi Koç Müzesi'nin 30. yılına özel düzenlenen serginin tanıtım gecesine katılmaktan onur duydum. Etkinlikte bulunan İBB Başkanımız Sayın Ekrem İmamoğlu'nun duyurduğu üzere, Rahmi Koç Müzesi'nin bulunduğu Hasköy Caddesi'nin adının Rahmi Koç Caddesi olarak değiştirilmiş olması da ayrıca mutluluk verici. Koç Holding Şeref Başkanı ve Vehbi Koç Vakfı Yönetim Kurulu Başkan Vekili, iş insanımız Sayın Mustafa Rahmi Koç'a kentimize on yıllardır kattığı değer için teşekkür ederim”.

Güney’in söz ettiği Koç’un kente kattığı değerlerden Rahmi Koç Müzesi, Haliç’in kuzey kıyısında 1991 ve 1996 yıllarında sırasıyla dönüştürülen Lengerhane ve Hasköy Tersanesi üzerine kurulu. Fenerbahçe Vapuru da Müze’ye devredilen tarihi değerler arasında. Bu devrin arka planını ve nelere mâl olduğunu açmazsak, sadece eski-yeni işlev bilgisi olarak eksik kalır. Nasıl oluyor da kamuya ait ve tarihi değeri olan yapı/alanlar sermayedarlara devrediliyor derseniz; nasıl diğer işletmeler, kıyılar, orman alanları vb. oluyorsa kültürel değerler de özelleştiriliyor. Politik-ekonomik ilişkiler kültürel sermaye ile de güçleniyor. 

Koç sermayesinin söz konusu alanlara, daha üretim sürerken el attığını sözlü tanıklıklardan biliyoruz. Haliç kıyılarındaki dönüşümü tanıklıklar üzerinden aktardığımız “Yaşayan Üreten Dönüşen Haliç (YÜD Haliç)” görsel belgeleme çalışmamızda Necati Bereket, Ali Çınar gibi tersane işçileri süreci yaşayan tanıkları olarak gayet detaylı anlatıyorlar (1).

Bu alanlar üretim bağlamında gözden çıkarılıp, işlevsizleştirilince, Koç sermayesi yeniden devreye giriyor ve bu kez kişisel koleksiyonlarını, oyuncak ve gerçek arabalarını vb. sergileyecek bir alan tesis ediyor. Sadece burası da yetmiyor; Koç’un Ankara ve Cunda’da da müzeleri var. Hepsi de kentlerin en keyifli yerlerinde, en güzel yapılarında.

Hasköy’deki yerleşke, bir endüstri müzesi oldu. Diğer bir deyişle buradaki endüstriyel birikimi var edenlerin emeğinin üstüne çöken bir müze. Şimdi de caddenin ismi kendisine sunuluyor. Belediye Başkanı İmamoğlu da buna karar veren kişi.

YÜD Haliç belgeselinde Necati Bereket, özelleştirmeler karşısında, “…kimin malını kime veriyorsunuz” diyordu.

Yerel yönetim gibi, merkezi yönetim de Koç’a imkân vermeye devam ediyor. Camialtı ve Taşkızak Tersanelerini, önce Haliç Port, ardından Tersane İstanbul adıyla dönüştürmek üzere Fettah Tamince ortaklığına devreden hükümet, buradaki bir fabrika yapısını Sadberk Hanım Müzesi için Koç’a verdi. Yapının sadece cephelerinin/kabuğunun tutulduğu, içine-etrafına müzenin inşa edildiği bu yapı, endüstri mirasına saygı olarak tarif ediliyor. Oysa belgeselde tersane işçisi Kamile Çiftçi diyor ki; “…tamam müze yaptınız, ama bari bize biraz saygı gösterseydiniz”…

Bu sözleri tersanelerdeki direnişlerden müzeleştirme sürecine dek, bu değeri üretenlere yönelik muamele karşısında söylüyor. Öte yandan 30. yılı kutlanan Müze’de kültürel ideoloji üretimi süregidiyor. Bu yazının görseli de olan ve YÜD belgeselinde yer alan Alper Şen’e ait fotoğraf, söz ettiğim ideolojinin sanırım en etkileyici tezahürü; Trabant Otomobili önündeki Berlin Duvarından taş parçalar, izleyenlere “Komünizmin Çöküşünün Sembolleri” olarak sunuluyor…

Orhan Kemal’e gelirsek, 1954-1966 yılları arasında Cibali’de yaşadığı evin satışa çıkarılması gündeme düştü. Çok uzun süredir başta oğlu Işık Öğütçü ve Türkiye Yazarlar Sendikası olmak üzere, yereldeki insanlar yapının yaşatılması için mücadele veriyor. Sadece evi için değil, Cibali otobüs ve tramvay duraklarına Orhan Kemal’in adı verilsin diye de kampanya yapıldı -bu kampanya da Cibali Tütün Fabrikası’nı kendi adını vererek üniversiteye dönüştüren sermayedar Kadir Has ile çarpıştı. Cibali’deki caddenin adı da Kadir Has-. Orhan Kemal isim önerisi için yerel yönetim ile görüşüldü. “Cibali’deki Umudun Yazarı: Orhan Kemal” isimli bir belgesel hazırlığı yapıldı (2).

Yine Lefebvre’e referansla kent çelişkilerin ortamı olmanın ötesinde üreticisidir de. Zira kent; sınıfsal, etnik, cinsiyet türlü çatışmaların da üretim yeridir. Bu bağlamda Orhan Kemal’in evi üzerinden ortaya çıkan çelişkilere de dikkat çekmek isterim.

Çok sayıdaki eserinin yanında “Yoksul Evler”in de yazarı olan Kemal’in evi, aynı maddi yoklukla sınanıyor. Evi kullanım değeri üzerinden yaşatmak mümkün olamıyor. Evin yaşaması için, “yaşayanı-öldüren” müzeleştirme akla geliyor, ya da miras olarak kayda geçirip “kapma aygıtına” sunma riski doğuyor veya Kadir Has’a, Rahmi Koç’a tesisler, isim hakları veren yönetimlerin “popülist-seçmeci-değer-üretimi zihnine” yüz dönülüyor.

Başlığa dönersek, Orhan Kemal’den Rahmi Koç’a kültürel değer üretimi emek-sermaye çatışması bağlamında süregidiyor. Sistem-içi kentleşme, sürdürülebilirliğini, sermaye ile kurduğu işte bu organik bağlarla sağlıyor. Bu organik bağlar, yukarıdaki iki örnekte görüldüğü üzere, kültürel değer üretimi için de geçerli oluyor. Kültür-sanat sermayenin gücüne güç katarken, sermayenin/sermayedarın suçlarının üstünü örtüyor, görünmezleştiriyor ve hatta Güney’in deyimiyle “kente değer kattığı” için -kendileri gibi- minnet duymamız bekleniyor…

Burada kısaca açtığım koruma politikası 21. yüzyılda “anaakım/resmi -yetkili- miras söylemi” olarak tarifleniyor ve hayli eleştiri alıyor. Daha önce de bu sayfalarda söz ettiğim “eleştirel miras çalışmaları”, Türkiye’de okullarda okutulan, sahada uygulanan kültürel değer üretiminin kök sorunlarıyla yüzleşiyor. Benim de parçası olduğum bu çalışmaların yaygınlaşması, daha da çok önem kazanıyor…

1. https://x.com/yudhalic; https://www.instagram.com/yasayanuretendonusenhalic/

2. https://x.com/cibalidekiumut?s=21; https://www.instagram.com/cibalidekiumut?igsh=MWVoZmxvNHU2ejM4Nw%3D%3D

                                                             /././

Öne Çıkan Yayın

Vatandaşa cefa patronlara sefa -Erdoğan Süzer / SÖZCÜ-

Vatandaşın elektrik faturasına yüklenen yüzde 25’lik fahiş zam elektrik şirketlerine yaradı. Vatandaşın cebinden alınan milyarlar, şirketler...