Çöküş ivmesi durabilir mi, durdurulabilir mi?-İzzettin Önder-
Türkiye’nin hem maddi hem de moral olarak ciddi çöküş aşamasında olduğunu düşünüyorum. İfademe kesin yargı koymadan, düşünüyorum demem, sanıyorum, sadece duygusal sebeplere dayanmaktadır. Zira cumhuriyetin birinci yüzyılını devirmiş olan milletimin bu hale gelmesinden hem ıstırap duyuyorum hem de değerli okurlarımı aşırı bedbin görüşlere sürüklemek istemiyorum. Belki de toplumsal kurtuluşun tek yolunun tüm toplumun bedbinliğe sürüklenerek, siyasi alanda kişisel ve ülkesel olarak daha isabetli kararlar alması olduğu düşünülebilir. Şimdi, beraberce hangi bağlamda ne demek istediğimi adım adım kısaca tartışalım.
Açmamız gereken birinci konumuz toplumsal çöküş meselesidir. Siyasetin sertleşmesi ve çok temel klasik demokrasi kurallarından dahi giderek uzaklaşması toplumsal kurumların çöküşünün çok vahim sinyalidir. İşte bu noktada kurumlar mı ekonomiyi ve toplumu oluşturur, yoksa ekonomik koşullar ve ona uyumlu davranan toplum mu maşeri vicdanı ile toplumsal kurumları oluşturur meselesi öne çıkıyor. Daron Acemoğlu’nun anlatımında temel olan ‘araçsal değişken’ (instrumental variable) yöntemine eleştirel bakarak, Türkiye örneğinde de görüldüğü gibi, toplumsal kuralların oluşumunda asıl olan insan davranışlarını belirleyen ekonomik koşullardır. Bu tartışmayı başka bir yazıya bırakarak, Türkiye’deki koşullara bakacak olursak, küresel krizin derin yansıması ve emperyalist sermaye ile birleşen içte yandaş sermayenin devleti de yanına alarak toplum üzerinde ekonomik baskı kurup ulusal birikimin aksine kişisel servet yığma çabalarına girişmesi ve servet birikiminde siyasileri de yandaş olarak kullanarak toplumun önemli bir kesimi için açlık sınırı altında yaşam standardı oluşturması yağmacı ekonomi uygulamasının sonucudur. Kurumların çıkarlara göre oluşturulmasının ekonomiyi daha da olumsuz aşamalara sürüklemesinin kurum-ekonomi ilişkisi olarak değil, ekonomi-kurum ilişkisi olarak görülmesinin daha doğru olduğu, kanaatindeyim.
Açmamız gereken ikinci konumuz, ekonomi-kurum çöküşü ivmesinin durdurulması ve sürecin geriye döndürülmesinin nasıl ve hangi süreçlerle gerçekleştirileceği meselesidir. Bu meseleye yaklaşımda, sistem mantığı gereği, bir sürecin olgunluk aşamasına gelmeden geri döndürülemeyeceği varsayımının geçerliliğinin testi söz konusudur. Bu varsayımı geçerli kılan nedensellik ilişkisinde, bir sürecin her aşamasında ve işleyişinde oluşan belirli çıkar gruplarının sistemin geri döndürülmesini engelleme, hatta değişim zorlamalarını sabote etmeye yeltenme mantığı başattır. Örneğin, günümüzde fevkalade çirkin şekilde yaşadığımız eğitim ve hukuk sistemlerinin geri döndürülmesi durumunda, bugünkü işleyişten çıkar sağlayan kesimlerin ciddi dirençleri, hatta zaman zaman karşı koyuşları ile karşılaşabilme olasılığının söz konusu olabileceğidir. Nitekim yaşanan diz boyu hukuksuzluk ve usulsüzlüklere rağmen, hiçbir medeni ülkede görülmeyecek derecede iktidar partisinin tüm elemanlarıyla sergilediği kenetlenmiş görüntünün herhalde demokrasi aşkına değil, usullü veya usulsüz ihraz edilmiş mevki veya makam avantajlarından uzaklaşmama amacından kaynaklandığı düşünülebilir. 22 yılda ülkeyi bu hale sürüklemiş olan bir siyasi partinin ancak Afrika kabilelerinde görülen örtülü despotik ve/veya yönlendirilmiş seçim benzeri manevralarla iktidara tutunması, yandaşlarının parti dağıldığında menfaat havuzlarının da yok olacağı ya da hesaplaşmalarla karşı karşıya kalınacağı endişesinden kaynaklandığı açıktır. Bu nedenle kişisel kanaatim odur ki bugünkü koşullarda ciddi bir sosyal kalkış olmadan seçim you ile parti ve yönetim değişikliğinin ya da var olan yapılarda gerçekleştirilebilecek yüzeysel makyajlarla bazı ufak sorunlara el atabilmesinin olabilirliğine karşın, ciddi ters dönüşün gerçekleştirilmesi fazla olası görülemez.
Peki, hal bu iken, Türkiye aynı olumsuzluk çizgisinde devamlı olarak olumsuz aşamalara sürüklenmeye mahkum mudur? Umarım yanlış düşünüyorumdur, ancak sosyal dinamikleri ve oluşmuş çıkar havuzlarını dikkate aldığımızda kısa sürede başka bir çözüm gözükmemektedir. Bu durumda, ya çok derin bir sosyal çöküş ya da maalesef silahlı bir çatışma ancak bu kör düğümü çözebilir. Bu iki çözüm olasılığını dikkate almadan önce söz konusu olumsuzluklardan yarar sağlayarak Türkiye’yi içten sömüren, doğrudan ya da dolaylı yollardan Türkiye’yi buralara iten iç ve dış güçleri de mercek altına almalıyız. Türkiye’nin çöküşü uzun vadede gaflet içindeki iç güçlerin de aleyhine olduğu halde, felsefi ve uzak görüşten yoksun batıl sağ görüşlü tarikat yandaşlarının çıkar alanının genişlemesine neden olarak beslenmektedir. Siyasi alanda anlık hakimiyet kurarak gerek eğitim gerek hukuk alanındaki yozlaşmalar söz konusu gerici kesimin kısa vadeli menfaatinedir. Ne var ki nihai çöküşte tüm kesimler gibi gericiler ve bağnaz görüşlüler de nasibini alacaktır. Eğitimcilerin çok veciz ifadelerine dayanarak ileri sürebiliriz ki cahiller cahilliklerinin farkında olmayacağı gibi, felsefi görüşten yoksun olanlar da geleceği algılayamadan günün parıltısıyla iman ederler. Nitekim partinin geçmişi, dünya ekonomisinin ve Türkiye’nin durumunu bir an için olsun dikkate almayan AKP taraftarlarının “Yetmez ama evet” aymazlığında birleşmesi, AKP’ye bir nebze de olsa halkın bir kesiminden onay almasını sağlamıştır. Ne var ki bu günlerin geleceğini göremeyecek kadar kifayetsiz olan bu cahil kesim bu günlerden zerre kadar utanç duymamakta olmalı ki günümüzde sesleri duyulmamaktadır. Şimdi, hal böyle olunca, insan sormadan edemiyor, Türkiye içinde bu denli ehli cahil varken yabancının çomak sokmasına ne hacet var ki! Mesele şudur ki halkımızın Batı karşısındaki aşağılık duygusunun yarı cahil okumuş aydın yobazlarındaki yansıması da böyle cahil cesareti şeklinde tezahür ediyor olsa gerek! Osmanlı’nın sonlarına doğru yenilgilerden bezen ve aşağılık kompleksine sürüklenen yığınlar içindeki farklı kesimlerin Batıya besledikleri duygular ve ülkelerine yabancılaşarak bakışları farklı ve birbirine çok zıt olabilmiştir. Batı etkileşimi karşısında sinen birinci kesime karşın, ikinci kesim Batıcılığı bilinçsizce benimseyip özüne yabancılaşarak Batının görüşlerini ülke halkına uygulaması, toplumu AKP’nin dahi beceremeyeceği kadar güçlü şekilde bölebilmiştir. Dış ve iş güç karmaşasının profili böylesi içiçe geçmiş ve karmaşıktır; bu iki akım biri diğerine fazla gereksinme duymadan adeta simbiyotik yaşam formatında toplumsal yapıyı oluşturmaktadır. Ne var ki her iki güç de toplumsal ilerlemede güç ve yetki sahibi olamamaktadır. Toplumsal savrulmaya yol açan ve yabancı güçlerin yararlandıkları sosyal alan budur. Bu oluşumun ve sürgit devamının ekonomik altyapısının başka bir yazıda irdelenmesi kaçınılmazdır.
Ekonomik krizler avantacılara yeni ufuklar açarken, halklar lehine iki açıdan değerlidir. Birincisi, krizler sistemlerin en net şekilde anlaşılabilir halleridir. Sistemler anlaşıldıkça sitem karşıtı direniş ya da kalkışların provalarının yapılması toplumların dinamik güçlerinin önünü açar. Krizlerin halk adına ikinci yararları ise yürüyüşün en zayıf halkasını oluşturması sebebiyle, sistem karşıtı kalkışlara prova olanağı sağlamasıdır. 2014 Lenin’in yüzüncü ölüm yıl dönümüdür. Sistem krizlerinin sistem dönüşlerine yol açma provaları açısından büyük ustadan öğrenebileceğimiz çok şey olduğu kesindir.
Tüm bu karmaşalar arasında, halkımızın mutluluğu için en uygun yolların açılması dileğimle!
/././
Sağlık politikası kentin neresinden geçiyor?-Dr. Yağız Alp TANGÜN-
2025 yılı için sağlığa ayrılan bütçe 1 trilyon 20 milyar 317 milyon 291 bin TL ve bunun 104 milyar 602 milyon 82 bin TL kısmı şehir hastaneleri kira ve hizmet bedeli ödemeleri için ayrılmış. 2024 yılı bütçe teklifinde hizmet ve kullanım bedeli için 83 milyar 697 milyon 118 bin TL olarak teklif edilmişti. Fahrettin Koca görevdeyken bir konuşmasında bütçede şehir hastanelerine ayrılan payın giderek azalacağını, bu hastaneleri bugünün koşullarında yaptırmanın daha pahalıya mal olacağını söylemişti…
Ankara Tabip Odası Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Mine Coşkun, bu yılki şehir hastanelerine ayrılan ödeneğin, Sağlık Bakanlığı bütçesinin yüzde 10'una karşılık geldiğinin altını çizmişti ve şehir hastanelerine ayrılan bir yıllık kullanım bedeli ile en az 6 bin 718 aile sağlığı merkezi ya da 100 yataklı en az 90 tane devlet hastanesi yapılabileceğini eklemişti. Vekil Sevda Karaca da bütçe eleştirisinde Ankara’da kapatılan hastanelere atıfla çarpıcı bir hesap ortaya koymuştu: “Bütçe teklifinize göre, 17 şehir hastanesi müteahhidine üç yıl boyunca 273 milyar lira kira ödenecek. Bakın, bu parayla 109 tane Dışkapı Eğitim ve Araştırma Hastanesi yapılabiliyor.”
Şehir Hastaneleri henüz inşaat aşamasındayken kent merkezlerindeki bazı kamu hastanelerinin kapatılmaya/taşınmaya başladığını biliyoruz. Süreç boyunca Türkiye’de otuzdan fazla hastane kapatıldı ve devam ediyor. Bilkent Şehir Hastanesi için 7, Etlik Şehir Hastanesi için 6 hastane olmak üzere Ankara’da toplam 13 hastanenin kapatılması planlanmıştı. 2011 yılında, Bakan Recep Akdağ döneminde, yayımlanan Yataklı Tesis Planlama Kılavuzu’nda bunun nasıl yapılacağı zaten vardı. Aslında daha öncesinde şehir hastanelerinin mevcut hastanelerin kapatılmasına yol açacağı Başbakan Erdoğan ve Bakanlar Kurulu’nun imzalarının da bulunduğu 2009 yılındaki Yüksek Planlama Kurulu kararında açıkça belirtilmişti. Hem de yatak sayısını artmamasına rağmen… Dr. Sami Ulus Kadın Doğum Hastanesi ve Etlik Zübeyde Hanım Doğumevi Etlik Şehir Hastanesi açılsın diye kapatılacak hastaneler listesinde bulunuyordu. İki hastanenin kapatılması tekrar gündem olunca, bunun gündelik hayatımızda hatta sağlığımız üzerinden yarattığı sınıfsal gerilimi görünür kılmak gerekir. Sağlık politikasının kenti/mekânı sermayenin lehine biçimde nasıl yeniden düzenlediğini ve kullandığını görmek bugünkü müşterek gündemlerimizden olmalı.
Bugün sağlık hizmetinin niteliğinin önemli bir kriteri de kentsel mekânda ne kadar erişilebilir olduğu ve bu sınıfsal bir problem. Bunu daha net biçimde görebilmek için Ankara haritasında sarı işaretleri kapatılmış ya da kapatılacak/taşınacak durumdaki 13 kamu hastanesini, yeşil işaretleri ise bilinen en güncel haliyle faaliyette olan 65 özel hastaneyi göstermek üzere ekledim. Bunlardan 35 tanesinin harita üzerinde yoğunlaştığı yer Çankaya; geri kalanlar ise sırasıyla Yenimahalle (8), Keçiören (7,) Etimesgut (3), Sincan (3), Mamak (3), Altındağ (2), Gölbaşı (2), Polatlı (1) Kahramankazan (1).
Ankara Sağlık Haritası-1’de Bilkent (pembe işaret) ve Etlik (mavi işaret) Şehir Hastaneleri’nin merkezde öbeklenmiş kamu ve özel hastanelerinden ne kadar uzakta ve çeperde kaldığı görülebilir. Merkezde kamu hastaneleri kapandıktan sonra kolay erişim özel hastaneler için bir “pazar” avantajına dönüşmüş gözüküyor.
Ankara Sağlık Haritası-1, Şehir Hastaneleri, Özel Hastaneler, Kapatılan Kamu Hastaneleri
2023 Sağlık İstatistik Yıllığı’na göre toplam 1.566 hastanenin 565 tanesi özel hastane. 2002 yılında ise 1.156 hastanenin sadece 271 tanesi özel hastane. Özel hastanelerin toplam yatak sayısı 55.067 ve bunun 17.332 tanesi yoğun bakım yatağı. 2002’de ise özel hastanelerin toplam yatak sayısı 12.387 ve bunun 992 tanesi yoğun bakım yatağı. Bu rakamlar, devasa Şehir Hastaneleri açılmasına rağmen bir türlü kamudaki toplam yatak sayısının artmaması açısından dikkate alınmalı diye düşünüyorum.
Halk sağlığı yürünebilir mesafelerde örgütlenmiş bir teşkilattan başlamalıdır. Şehir Hastaneleri gibi mega projeler ise ölçekleriyle atılan her adımı kent içinde sürgüne dönüştürmüştür. Bugün geldiğimiz noktada Sağlıkta Dönüşüm Programı, seçenekleri piyasa için yaratmış ve kamuda seçeneksizliğin dayatıldığı bir zorunda bırakmayla yıkıcı sonuçlara yol açmış durumdadır.
Ankara Sağlık Haritası-2, Şehir Hastaneleri altında yeniden merkezileşme ve kent merkezinin boşaltılması
Ankara Sağlık Haritası-2’de, kamu hastanelerindeki yatak sayılarının, personelin ve donanımın da Şehir Hastaneleri’ne aktarılıp çeperde yeniden merkezileştiği; erişimin kolay olduğu kent merkezinin ise özel hastaneler tarafından işgal edildiği görülebilir. Nitelikli sağlık hizmetine zamanında erişememek ile kolay erişmek arasındaki toplumsal eşitsizlik mekânda da somutlaşmıştır. Ancak yenidoğan ya da ambulans çeteleri gibi sistemin enformel işleyişine katkıda bulunan unsurlara iş veren özel hastanelerin kentsel mekândaki konumunu ve bunun sektöre faydasını unutmamak gerekiyor. Çeteler sağlık hizmetlerinde yapılan kapitalist reformun sonuçlarından bir tanesidir. Tüm bunları eşit, parasız, nitelikli sağlık hizmetine erişim problemiyle iç içe düşününce kentin de mekânın da sınıf çatışmasının hem zemini hem de hedeflerinden biri olduğu görülüyor.
Orhan Kemal’den Rahmi Koç’a kültürel değer üretimi -T Gül Köksal-
Hayli açık bir sınıfsal emek-sermaye çatışması nedeniyle, esasen karşı karşıya konumlanan bu iki ismi, Orhan Kemal ve Rahmi Koç’u, biraraya getiren bu başlık, İstanbul’un güncel kültürel gelişmeleri nedeniyle oldu.
Birazdan açacağım içerikle bu başlığı Orhan Kemal’den Kadir Has’a veya Necati Bereket’ten Rahmi Koç’a olarak çeşitlemek de mümkün. Toplumsal bağlamda daha geniş ölçekte bilinen Orhan Kemal, Rahmi Koç vb. isimler arasında, onlar kadar bilinmeyen Necati Bereket de kim derseniz, tersane işçisi Bereket’in adını anmam, tam da bu yazının mesele ettiği kültürel değer üretimi mevzusuyla ilgili…
Önce beni bu başlığa getiren ve adı geçen isimleri yan yana ifade etmemi sağlayan olayları açayım. CHP’den seçilen Beyoğlu Belediye Başkanı İnan Güney, 27 Kasım 2024 tarihinde X hesabından şu paylaşımı yaptı; “Beyoğlu'muzun hafıza mekânlarından olan Rahmi Koç Müzesi'nin 30. yılına özel düzenlenen serginin tanıtım gecesine katılmaktan onur duydum. Etkinlikte bulunan İBB Başkanımız Sayın Ekrem İmamoğlu'nun duyurduğu üzere, Rahmi Koç Müzesi'nin bulunduğu Hasköy Caddesi'nin adının Rahmi Koç Caddesi olarak değiştirilmiş olması da ayrıca mutluluk verici. Koç Holding Şeref Başkanı ve Vehbi Koç Vakfı Yönetim Kurulu Başkan Vekili, iş insanımız Sayın Mustafa Rahmi Koç'a kentimize on yıllardır kattığı değer için teşekkür ederim”.
Güney’in söz ettiği Koç’un kente kattığı değerlerden Rahmi Koç Müzesi, Haliç’in kuzey kıyısında 1991 ve 1996 yıllarında sırasıyla dönüştürülen Lengerhane ve Hasköy Tersanesi üzerine kurulu. Fenerbahçe Vapuru da Müze’ye devredilen tarihi değerler arasında. Bu devrin arka planını ve nelere mâl olduğunu açmazsak, sadece eski-yeni işlev bilgisi olarak eksik kalır. Nasıl oluyor da kamuya ait ve tarihi değeri olan yapı/alanlar sermayedarlara devrediliyor derseniz; nasıl diğer işletmeler, kıyılar, orman alanları vb. oluyorsa kültürel değerler de özelleştiriliyor. Politik-ekonomik ilişkiler kültürel sermaye ile de güçleniyor.
Koç sermayesinin söz konusu alanlara, daha üretim sürerken el attığını sözlü tanıklıklardan biliyoruz. Haliç kıyılarındaki dönüşümü tanıklıklar üzerinden aktardığımız “Yaşayan Üreten Dönüşen Haliç (YÜD Haliç)” görsel belgeleme çalışmamızda Necati Bereket, Ali Çınar gibi tersane işçileri süreci yaşayan tanıkları olarak gayet detaylı anlatıyorlar (1).
Bu alanlar üretim bağlamında gözden çıkarılıp, işlevsizleştirilince, Koç sermayesi yeniden devreye giriyor ve bu kez kişisel koleksiyonlarını, oyuncak ve gerçek arabalarını vb. sergileyecek bir alan tesis ediyor. Sadece burası da yetmiyor; Koç’un Ankara ve Cunda’da da müzeleri var. Hepsi de kentlerin en keyifli yerlerinde, en güzel yapılarında.
Hasköy’deki yerleşke, bir endüstri müzesi oldu. Diğer bir deyişle buradaki endüstriyel birikimi var edenlerin emeğinin üstüne çöken bir müze. Şimdi de caddenin ismi kendisine sunuluyor. Belediye Başkanı İmamoğlu da buna karar veren kişi.
YÜD Haliç belgeselinde Necati Bereket, özelleştirmeler karşısında, “…kimin malını kime veriyorsunuz” diyordu.
Yerel yönetim gibi, merkezi yönetim de Koç’a imkân vermeye devam ediyor. Camialtı ve Taşkızak Tersanelerini, önce Haliç Port, ardından Tersane İstanbul adıyla dönüştürmek üzere Fettah Tamince ortaklığına devreden hükümet, buradaki bir fabrika yapısını Sadberk Hanım Müzesi için Koç’a verdi. Yapının sadece cephelerinin/kabuğunun tutulduğu, içine-etrafına müzenin inşa edildiği bu yapı, endüstri mirasına saygı olarak tarif ediliyor. Oysa belgeselde tersane işçisi Kamile Çiftçi diyor ki; “…tamam müze yaptınız, ama bari bize biraz saygı gösterseydiniz”…
Bu sözleri tersanelerdeki direnişlerden müzeleştirme sürecine dek, bu değeri üretenlere yönelik muamele karşısında söylüyor. Öte yandan 30. yılı kutlanan Müze’de kültürel ideoloji üretimi süregidiyor. Bu yazının görseli de olan ve YÜD belgeselinde yer alan Alper Şen’e ait fotoğraf, söz ettiğim ideolojinin sanırım en etkileyici tezahürü; Trabant Otomobili önündeki Berlin Duvarından taş parçalar, izleyenlere “Komünizmin Çöküşünün Sembolleri” olarak sunuluyor…
Orhan Kemal’e gelirsek, 1954-1966 yılları arasında Cibali’de yaşadığı evin satışa çıkarılması gündeme düştü. Çok uzun süredir başta oğlu Işık Öğütçü ve Türkiye Yazarlar Sendikası olmak üzere, yereldeki insanlar yapının yaşatılması için mücadele veriyor. Sadece evi için değil, Cibali otobüs ve tramvay duraklarına Orhan Kemal’in adı verilsin diye de kampanya yapıldı -bu kampanya da Cibali Tütün Fabrikası’nı kendi adını vererek üniversiteye dönüştüren sermayedar Kadir Has ile çarpıştı. Cibali’deki caddenin adı da Kadir Has-. Orhan Kemal isim önerisi için yerel yönetim ile görüşüldü. “Cibali’deki Umudun Yazarı: Orhan Kemal” isimli bir belgesel hazırlığı yapıldı (2).
Yine Lefebvre’e referansla kent çelişkilerin ortamı olmanın ötesinde üreticisidir de. Zira kent; sınıfsal, etnik, cinsiyet türlü çatışmaların da üretim yeridir. Bu bağlamda Orhan Kemal’in evi üzerinden ortaya çıkan çelişkilere de dikkat çekmek isterim.
Çok sayıdaki eserinin yanında “Yoksul Evler”in de yazarı olan Kemal’in evi, aynı maddi yoklukla sınanıyor. Evi kullanım değeri üzerinden yaşatmak mümkün olamıyor. Evin yaşaması için, “yaşayanı-öldüren” müzeleştirme akla geliyor, ya da miras olarak kayda geçirip “kapma aygıtına” sunma riski doğuyor veya Kadir Has’a, Rahmi Koç’a tesisler, isim hakları veren yönetimlerin “popülist-seçmeci-değer-üretimi zihnine” yüz dönülüyor.
Başlığa dönersek, Orhan Kemal’den Rahmi Koç’a kültürel değer üretimi emek-sermaye çatışması bağlamında süregidiyor. Sistem-içi kentleşme, sürdürülebilirliğini, sermaye ile kurduğu işte bu organik bağlarla sağlıyor. Bu organik bağlar, yukarıdaki iki örnekte görüldüğü üzere, kültürel değer üretimi için de geçerli oluyor. Kültür-sanat sermayenin gücüne güç katarken, sermayenin/sermayedarın suçlarının üstünü örtüyor, görünmezleştiriyor ve hatta Güney’in deyimiyle “kente değer kattığı” için -kendileri gibi- minnet duymamız bekleniyor…
Burada kısaca açtığım koruma politikası 21. yüzyılda “anaakım/resmi -yetkili- miras söylemi” olarak tarifleniyor ve hayli eleştiri alıyor. Daha önce de bu sayfalarda söz ettiğim “eleştirel miras çalışmaları”, Türkiye’de okullarda okutulan, sahada uygulanan kültürel değer üretiminin kök sorunlarıyla yüzleşiyor. Benim de parçası olduğum bu çalışmaların yaygınlaşması, daha da çok önem kazanıyor…
1. https://x.com/yudhalic; https://www.instagram.com/yasayanuretendonusenhalic/
/././
HTŞ’nin Halep saldırısının arkasındaki güçler ve hesaplar -Yusuf Karadaş-
Halep kentine büyük bir saldırı başlatan HTŞ (Heyet Tahir eş-Şam) ile Suriye ordusu arasındaki çatışmalar devam ediyor. HTŞ’nin Suriye’nin Şam’dan sonra en stratejik önemdeki kenti Halep’e yönelik saldırısına Erdoğan iktidarının maaşa bağladığı ÖSO/SMO’ya bağlı bazı grupların da katıldığı belirtiliyor. 2015’ten bu yana Suriye’nin Türkiye sınırındaki İdlib kentinin önemli bir bölümünü elinde bulunduran HTŞ’nin (önceli El Nusra) Halep’e başlattığı saldırı, bir yandan İsrail’in Suriye’ye yönelik saldırı ve tehditlerinin arttığı ve öte yandan Erdoğan iktidarının Suriye rejimi ile siyasi ilişkileri yeniden kurmak için çaba gösterdiği bir döneme denk gelmesi bakımından dikkat çekiyor. Dolayısıyla Halep’e yönelik saldırıyı anlamak için HTŞ’yi hangi gelişme ve güçlerin cesaretlendirdiği ve bu saldırı üzerinden kimlerin hangi hesapları yaptığına bakmak gerekiyor.
Suriye’de egemenlik mücadelesine taraf olan güçlerin HTŞ’ye nasıl baktığından başlayalım.
Suriye rejimi, Rusya ve İran’ın El Kaideci Nusra’nın devamcısı HTŞ’yi terör örgütü olarak gördüğü biliniyor. Bu güçler bugün ‘İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’nde Türkiye’deki Erdoğan iktidarı ile belli bir uzlaşma içinde olsalar da Türkiye’nin buradaki askeri varlığını geri çekmesini ve İdlib’in HTŞ’den temizlenmesini Suriye’de ‘normalleşme’nin zorunlu koşullarından biri olarak görüyorlar.
HTŞ, Birleşmiş Milletlerin (BM) terör örgütleri listesinde yer aldığı için Erdoğan iktidarı da resmiyette HTŞ’yi terör örgütü olarak tanımlıyor. Ancak gayriresmi olarak MİT üzerinden ilişkilerini sürdürüyor ve dahası İdlib’deki gözlem/kontrol noktalarında konuşlu Türk askerleri HTŞ’ye kalkan yapılıyor. Türkiye’deki iktidarın HTŞ’ye yaklaşımını Rusya’nın İdlib’e yönelik hava saldırına karşı Erdoğan’ın söylediği “Rusların söylediği şey: Teröristlere karşı mücadele ediyoruz... Kim terörist? Kendi toprağını savunanlar mı terörist? Bunlar direnişçi” sözleri özetliyordu.
2022’de de HTŞ, yanına bazı ÖSO/SMO gruplarını alarak Afrin’in önemli bir bölümünü ele geçirmiş ve ardından MİT’in devreye girmesiyle geri çekilmişti.
İsrail, 2013’te Lübnan sınırında stratejik önemdeki Kuneytra kasabasının ele geçirilmesi konusunda Suriye rejimini destekleyen Hizbullah ile El Nusra arasında çatışmalar yaşanırken hava bombardımanı ile El Nusra’yı açıktan desteklemişti. İsrail; Suriye yönetimi, İran yanlısı milisler ve Hizbullah’a karşı dün Nusra ve bugün de HTŞ’yi doğal müttefik olarak görüyor ve destekliyor.
ABD emperyalizmi de resmiyette terör örgütü olarak tanısa da HTŞ’yi bölgesel politikaları için kullanışlı bir araç olarak görüyor. Dönemin ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in 2020’de yaptığı değerlendirme, Erdoğan’ın değerlendirmesi ile benzerlik taşıyor: “Bunlar doğrudan El Kaide’nin uzantıları, terör örgütü olarak kabul ediliyorlar ancak öncelikli olarak Esad rejimiyle mücadeleye odaklanmış durumdalar. Henüz biz bu iddiaları kabul etmedik ama kendileri, terörist değil vatansever muhalif savaşçılar olduklarını iddia ediyorlar. Bir süredir uluslararası bir tehdit oluşturduklarını görmedik.”
El Kaideci HTŞ’ye verdiği örtülü destek, Suriye’deki askeri varlığını “IŞİD ile mücadele” ile açıklayan ABD emperyalizminin cihatçı çetelere yaklaşımda kendi çıkarları dışında bir ölçütünün olmadığını çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor.
Dolayısıyla ABD’nin Rojava’da Kürtlerle sürdürdüğü iş birliği nedeniyle aralarında anlaşmazlık bulunsa da İdlib konusunda Türkiye ile ABD (ve İsrail) görüş birliği içinde bulunuyor. HTŞ’nin son Halep saldırısı da aralarında bazı nüans farklılıkları olmasına rağmen Türkiye’deki iktidar, İsrail ve ABD’nin hesaplarıyla önemli oranda kesişiyor.
Rusya’nın dikkat ve enerjisini önemli oranda Ukrayna’da yoğunlaştırmış olması, Çin’in açık bir çatışma içine girmek istememesi ve İran’ın da hem iç ve hem dış politikada karşı karşıya kaldığı zorluk ve açmazlar, İsrail’in Filistin ve Lübnan’da Hamas ve Hizbullah’a darbeler vurmasını kolaylaştırdı. Ardından İsrail saldırganlığının bölgenin yeniden dizayn edilmesinin (İran’ın başını çektiği direniş eksenini parçalamanın ve İran’ın etkisini sınırlamanın) aracı olarak kullanılması politikası, Suriye sınırına dayanan tanklar ve İran yanlısı milis güçlere havadan yapılan saldırılar ile Suriye’de devam ettirildi.
Karşı karşıya olduğumuz tablo, HTŞ’nin sadece İsrail saldırganlığından güç aldığını değil, aynı zamanda bu yeniden dizayn politikasının aracı olarak harekete geçtiğini/geçirildiğini gösteriyor.
Erdoğan, Esad ile görüşmek için bütün kapıları zorlamaya çalışıyorken Türkiye’nin HTŞ’nin Halep’e yönelik saldırısını desteklemesi ilk bakışta çelişkili bir durum olarak görünebilir. Ancak İdlib’deki kontrol/gözlem noktalarından MİT’in kurduğu ilişkilere ve Türkiye destekli cihatçı grupların bir kısmının bu saldırının içinde yer almasına kadar HTŞ’nin Halep’e yönelik saldırısının Erdoğan iktidarının bilgisi ve bölgedeki hesaplarından bağımsız olmadığını görmek için öyle derin analizler yapmaya gerek yok. İktidar yanlısı medya organlarının HTŞ’nin Halep’e yönelik saldırısından büyük heyecan duyması bile durumu anlamaya yetiyor.
Erdoğan iktidarının bu saldırganlık üzerinden yaptığı hesaplar konusunda birbiriyle bağlantılı iki nokta öne çıkıyor:
Birincisi; Suriye’deki gelişmelere seyirci kalmayacak olsa da güçlerini buraya yığma durumunda da olmayan Rusya’nın Erdoğan’la görüşme konusunda Esad üzerinde baskı kurmasını sağlamak. İkincisi de Halep gibi stratejik bir kent üzerinden Esad’ı sıkıştırarak Erdoğan ile görüşme ve siyasi ilişkilerin yeniden kurulması için öne sürdüğü cihatçı gruplara verilen desteğin son bulması koşulunu ortadan kaldırmak.
Erdoğan, Netanyahu ve ABD, HTŞ saldırganlığının Suriye rejimi ve destekçilerinin bölgesel gücünün zayıflatılmasının aracı olarak devreye sokulması konusunda uzlaşıyor. Ancak Erdoğan, bu durumu Esad’ı siyasi ilişki ve iş birliğine zorlamak ve bu iş birliğini Rojava’da Kürtlerin özerk yönetimini yıkmak için kullanmak istemesi noktasında ise ABD ve İsrail’den ayrılıyor.
El Kaide’nin devamcısı HTŞ’nin Halep’e yönelik saldırısı ve bu saldırı üzerinden hesap yapan güçler, bölgede cihatçı terör örgütlerinin kimler tarafından ve niçin korunduğunu gözler önüne seriyor. HTŞ’nin yeniden devreye sokulması; bölgede savaş ve çatışmaların son bulması, halkların barış içinde yaşayacağı demokratik bir geleceğin kurulması için ABD emperyalizmi ile Erdoğan iktidarı ve İsrail gibi bölgesel gericiliklerin saldırı ve işgallerinin son bulması ve bu güçlerin beslemesi cihatçı çetelerin tasfiye edilmesi dışında bir çıkar yol bulunmadığını bir kez daha gösteriyor.
HTŞ’ye şu ya da bu şekilde verilen destek ve Halep saldırısından duyulan heyecan, bugün Suriye ile ‘normalleşme’ diyen Erdoğan iktidarının gerçekte Suriye savaşındaki yıkıcı rolünden ne kadar ders çıkardığını da ortaya koyuyor!
/././
İşkencecilerin peşinde bir Yılmaz...-Sultan Özer-
Gazetemizin en ısrarlı okurlarından, haber kaynaklarından, destekçilerinden biriydi Yılmaz Cerek. Biriydi diyorum, çünkü iki gün önce onu son yolculuğuna uğurladık. O da 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden bir silindir gibi geçtiği, insanlığını esir almaya çalıştığı yüz binlerden biriydi. O dönem yediği darbeler, gördüğü işkenceler Yılmaz’ı aramızdan erken kopardı. Şimdi O aramızda yok, ama hesap sormadaki ısrarı, sorgulaması geride kalanlara miras…
Kenan Evren komutasındaki darbeciler iktidara el koyup, binlerce, yüz binlerce insanı işkence tezgahından geçirirken, bugünkü iktidarın da köşe taşlarını döşediler. Hazırladıkları anayasa hem kendilerini, hem sermayeyi güvence altına almış, özellikle geçici 15. madde ile “Darbeciler yargılanamaz” denilmişti.
Darbe, sermaye kesimi, onların savunucuları tarafından “Biraz da biz gülelim” diye karşılanıp, işçilerin, emekçilerin adeta kanları sömürüldü, karşı koyanlar ağır işkencelerden geçirildi. Uygulamaya konulamayan 24 Ocak kararları bir bir uygulandı, başta sendikal ve örgütlenme hakları, bütün haklar bir bir kırpıldı. Baskı ve zor yoluyla yüzde 95 ile geçirilen darbe anayasası sonrasında gelen iktidarların da adeta can simidi oldu. "Bundan daha kötüsü olamaz" denilerek darbe düzeni eleştirilirken, tek adam rejimi 12 Eylül darbesinin üzerine adeta tüy dikti.
***
Niye böyle bir giriş yaptım, neden Yılmaz’dan bu iktidara geldim diye sorulacak belki. Kurucuları ve ilk yöneticileri arasında yer aldığı Devrimci 78’liler dernek ve federasyonu olarak hep 12 Eylül düzenini sorguladı Yılmaz…
Ellerde yüzlerce siyah-beyaz fotoğraf, Sıhhıye Köprüsü üzerinden yürüyen binler... Her biri 12 Eylül faşizmi ve sonrası uygulamalarının işkence tezgahlarından geçmiş, idam edilmiş, öldürülmüş, kaybedilmişlerin fotoğrafları... Sanki ayağa kalkmışlar, işkencecilerden hesap sormak için yürüyorlar…
Sonrasında Çağdaş Sanatlar Merkezinde bir salonu doldurmuşlar, “Bize yaptıklarınızın hesabını sormaya geldik” der gibi yüzlerce siyah-beyaz fotoğraf… İşte bunların hazırlanmasında başta emeği geçenlerden biriydi Yılmaz Cerek. Elbette Mehmet Özer’i, Ruşen Sümbüloğlu’nu, Aysun Cerek ve onlarca emeği geçeni de unutmadan, ama Yılmaz’ın ömrünü 12 Eylül ile hesaplaşmaya adadığını da ıskalamadan…
***
12 Eylül darbesinde Kastamonu Azdavay ilçesinde bir köy okulunda öğretmendi Yılmaz Cerek. Aynı zamanda TÖBDER üyesi, Merzifon YDGD kurucularından… 1981 yılı başında gözaltına alınan, kitapları, dergileri suç unsuru sayılan Yılmaz Cerek, getirildiği Mamak’ta polis otosundan indirildiği andan itibaren nasıl coplarla dövülüp, küfre maruz kaldığını, hayvanların konulduğu gibi bir kafese konulduğunu, tüm tutukluların ilk geldiklerinde konuldukları kafeste kaldıkları 3-4 günlük süre boyunca işkence ve baskıların, hakaret ve küfürlerin devam ettiğini, aç ve susuz bırakıldıklarını anlatmıştı Evrensel gazetesinde…
1980 yılı ağustos ayından itibaren Mamak Askeri Cezaevine müdür olarak atanan, işkenceci Raci Tetik, döneminde Mamak’ta ağır işkenceler gördü. Yayıncı İlhan Erdost’un dövülerek öldürüldüğü, idam cezası alan Erdal Eren’in idam sürecine kadar işkence altında baş eğdirilmeye çalışıldığı, kadın mahkumların direniş öykülerine sahne olan dönem…
Öğretmenlik hakkı da elinden alınan Yılmaz, kendi deyimi ile “Yıllarca hem fiziki hem de psikolojik olarak travmalar yaşamış, tahliye olduktan sonra da uzun yıllar psikolojik travma durumu devam etmişti.”
Ama o Yılmaz’dı ya. Yılmadı… Yıllarını 12 Eylül ile hesaplaşmaya verdi. AKP iktidarının 12 Eylül ile “hesaplaşma” adı altında getirdiği ancak bugünkü tek adam iktidarının yolunu açan anayasa referandumuna karşı da “hayır” dedi. Referandum geçince de ’78’liler olarak 12 Eylülcülerin peşini bırakmadı, göstermelik de olsa yapılan yargılamada Kenan Evren’den diğer paşalara, Mamak işkencecisi Raci Tetik’e kadar işkencecileri teşhir etti, suçlarını çarşaf çarşaf ortaya serdiler.
***
Yılmaz Cerek elinden alınan öğretmenlik hakkının da peşine düştü. Bir inşaat şirketinde yöneticilik yaparak SSK’den emekli olduktan sonra, öğretmenlikte geçirdiği 4 yıl 1 ay 11 günlük emeklilik ikramiyesini de almayı başardı, hatta bu durumdaki herkese “emsal” olsun diye kararı göndermeyi de ihmal etmedi...
10 Ekim 2015’de de Gar’daydı Yılmaz, “barış” istemek için. Patlayan canlı bombalar, etrafa saçılan bomba parçaları, bilyeler… Yüzlercesi gibi Yılmaz da yaralandı, bacağına bilye parçaları girmişti, uzun sürdü tedavisi ama o yargılama sürecinde hep olmaya çalıştı, tıpkı 12 Eylülcüler gibi, Gar katliamcılarına yol verenlerin de peşini bırakmadı.
Yaşadığı gibi de gitti, aniden, sessiz… Tabutu sevenlerinin, mücadele arkadaşlarının omuzlarında yükseldi, üzerinde kızıl bayrak ve ’78’lilerin sembol önlüğü ile…
/././
Sosyal medyaya yaş sınırlaması çocukları koruyabilir mi?-İsmail Gökhan Bayram-
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) ile Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının 13 yaşın altındaki çocukların sosyal medyaya erişimini engellemek için bazı çalışmalar yaptığı hafta içi medyaya yansıdı. Sosyal medya platformları özünde, çocukların kullanımı dikkate alınarak tasarlanmış platformlar değil. Bu platformlarda çocukların yaşlarına uygun olmayan içeriklerle kolayca karşı karşıya kalabildiğini biliyoruz. Bu nedenle platformların belirli bir yaşın altındaki çocuklara yasaklanması ilk bakışta gözünüze makul bir yaklaşım gibi görünebilir. Ancak çevrimiçi yaş doğrulaması pratikleri kolayca göz ardı edemeyeceğimiz düzeyde risk taşımaktadır.
Riskin kaynağında çevrimiçinde yaş ayırdının nasıl yapılacağı sorusunun olası yanıtları yatıyor. Öncelikle “Kim çocuk, kim değil?” birbirinden ayırabilmek için seçtiğiniz doğrulama metodunu herkes için uygulamak zorundasınız. Bu verili bir platformu kullanmak isteyen tüm yetişkin ve çocuklardan bir takım verilerin toplanması ve işlenmesi anlamına geliyor. Hangi verilerin toplanacağı ya da oluşabilecek diğer riskler büyük ölçekte seçilecek metoda bağlı. Yaş doğrulaması için dünyada yaygın olarak kullanılan yöntemler olası riskleri biraz daha anlaşılır kılacaktır:
- Beyana dayalı bildirim: Internet’in ilk yıllarından beri kullanılan bu yöntem yaş ya da doğum tarihi dışında bir veri toplamıyor ancak sahte beyanla kolayca atlatılabilir olduğundan herhangi bir işlerliği de yok.
- Biyometrik doğrulama: Kameradan alınan görüntünün çeşitli yüz tanıma algoritmaları ile yaşının değerlendirilmesine dayanan bu metod biyometrik verilerin iletimini gerektiriyor. Yüzün hatlarına bakarak yaşın kesin tespiti mümkün olmadığından ve maske vb. yöntemlerle algoritmalar şaşırtılabildiğinden çocukların erişimini ne kadar engelleyebileceği de tartışmalı.
- Kredi kartı ile doğrulama: Kredi kartından oldukça küçük bir miktarın çekilmesine dayanan bu yöntemde kullanmak istediğiniz tüm platformlar ile kredi kartı verilerinizi paylaşmanız anlamına geliyor. Kredi kartından çekilen miktar dökümünde pek dikkat çekmeyecek kadar küçük olduğundan çocukların yetişkinlerin kartlarını gizlice kullanarak yaş doğrulamasını atlatabilmesi mümkün.
- Alışkanlıklarının incelenmesine dayalı doğrulama: Tarayıcı geçmişinin ya da daha önceki çevrimiçi satın almaların vb. niteliği üzerinden kullanıcının yaşının tahmin edilmesine dayanıyor. Davranış örüntülerine dair verileri kullanıma açan bu tipteki yöntemler de sahte veriler vb. ile kolayca aldatılabiliyor.
- Kimlik No ya da dijital kimlik ile doğrulama: Çin, Avustralya ve Kanada’da kullanılan, resmi kimlik bilgileri ile devletin sağladığı araçlar üzerinden yaşınızın onaylanmasına dayalı bu yönteme dair esas sorun anonimlik hakkını neredeyse tümüyle ortadan kaldırarak devlet tarafından geniş kapsamlı fişlemeye olanak sunması.
Mevcut yaş doğrulama yöntemlerinin büyük bir kısmının işe yararlığı fazlasıyla tartışmalı. Her bir yöntemin tek tek arkadan dolaşma yollarının yanısıra VPN vb. uygulamalarla görünen konumun kullanım yaşına dair yasal düzenlemelerin olmadığı bir ülkeye değiştirilmesiyle neredeyse tüm metodlar baypas edilebiliyor. Dahası yetişkin ya da çocuk ayırmadan nitelikli kişisel verileri risk altına sokuyorlar. Aldatılma riski daha az olan resmi kimliğe dayalı doğrulama ise yanında fişlenme olasılığı ile birlikte geliyor.
Meselenin bir diğer yanı da yaş doğrulamasını aşamayan çocukların ne yapacağı. Yaygın sosyal medya platformlarına erişemeyen çocukların bir kesiminin Internet’in karanlık sokaklarında güven içinde bir yer alan küçük ve kontrolsüz platformlara kayacağı neredeyse kesin. Yaş doğrulamasını hayata geçirebilecek büyük platformların çocukların güvenliği açısından çokça eksiğinden bahsedebiliriz ama küçük platformlarla kıyaslanamayacak kadar ileride olduklarını da kabul etmek gerek. Sorunun kesin bir çözümü yok ama hem ebeveynlerin hem de erken yaşlardan başlayarak çocukların Internet okuryazarlığını arttırmak iyi bir başlangıç olabilir. /././
Kayseri'de mobilya fabrikasında çıkan yangında 2 işçi hayatını kaybetti
Kayseri Organize Sanayi Bölgesi'nde bir mobilya fabrikasında çıkan yangında 2 işçi hayatını kaybetti. Organize Sanayi Bölgesi 29. Cadde'deki bir mobilya fabrikasında henüz belirlenemeyen nedenle yangın çıktı. Olay yerine çok sayıda itfaiye, polis ve sağlık ekibi sevk edildi. Yangında 2 işçinin hayatını kaybettiği belirlendi.Fabrikaya gelen Büyükşehir Belediye Başkanı Memduh Büyükkılıç ve Organize Sanayi Bölgesi Başkanı Mehmet Yalçın, yangına ilişkin ekiplerden bilgi aldı. Ekiplerin yangına müdahalesi sürüyor.
***
Cihatçılar kent merkezini ele geçirdi: 8 yıl sonra savaş uçakları Halep'i bombalıyor
Suriye'de Heyet Tahrir Şam (HTŞ) liderliğindeki cihatçı grupların, Halep’te Suriye ordusuna karşı başlattığı geniş çaplı saldırı dördüncü gününde. Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO, eski adıyla ÖSO) unsurlarının da destek verdiği saldırıda cihatçılar Halep kent merkezinin büyük bölümünü ele geçirdi. İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevinden (SOHR) yapılan açıklamaya göre, HTŞ ve beraberindeki cihatçı gruplar Halep'in büyük bir bölümünün kontrolünü ele geçirdi. Buna karşın Halep savunmasına destek veren Rusya'nın 2016'dan bu yana ilk kez Suriye'nin ikinci büyük kentinin bazı bölgelerine hava saldırısı düzenlediği bildirdi. Hava saldırıları, kara bombardımanı ve Suriye güçlerinin karşılık vermesi sonucunda 20 HTŞ üyesinin öldüğü bildirildi.(https://www.evrensel.net/haber/535610)
***
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder