30 Kasım 2024 Cumartesi

duvaR "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -30 Kasım 2024-

Bizans’a Yelken açmak, şehre bir iz bırakmak -Irmak Özel- FFassianos’un karakterleri ölümsüz mitolojiden gelen, hep genç olan karakterler. Artistik bir çabayla ölümü aşmaya çalışıyor sanki sanatçı. Barbaros Hayreddin Paşa, ömrünün son dönemlerinde Çinili Hamamı’nı ölümsüz mimar Sinan’a sipariş ediyor. Bir iz bırakmak istiyor bu dünyaya... Küratör, bu seçimlerde ve Fassianos’un eserlerinde olan hem iz bırakma hem ölümsüzlük arayışını yine bu hamamda bir araya getiriyor. Şahane değil de ne?

Burası yaşlı adamlara göre bir ülke değil. Gençler
Birbirlerinin kollarında, ağaçlardaki kuşlar,
-ölen nesiller- onların şarkısında...
Ve bu yüzden denizlere yelken açtım ve geldim
Bizans’ın kutsal şehrine.
William Butler Yeats, 
Bizans’a Yelken Açmak

500 yıllık bir binanın içine dalıyoruz. Ünlü denizci Barbaros Hayreddin Paşa’nın daha da ünlü Mimar Sinan’a yaptırdığı, bir zamanlar hamamın tüm iç mekân duvarlarının belli bir yüksekliğe kadar 16. yüzyılda İznik’te üretilen çinilerle kaplı olduğu, Zeyrek Çinili Hamam’ın binasındayız. Şahsına münhasır bir havası, aurası olan bu binada, merdivenlerden aşağı iniyoruz sarnıca doğru. Sanki gizli bir hazine bulmak için gizli bir tünele giriyoruz... O da ne?! Yüzümüze doğru beklenmedik, tatlı bir Ege rüzgarı esiyor. Modern Yunan sanatının ünlü isimlerinden Alekos Fassianos’un eserleri, meğer ilk kez Yunanistan sınırlarını aşıp İstanbul’a gelmiş de bu sarnıca yerleşmiş geçici bir süreliğine...

HER YERE EGE’SİNİ GÖTÜREN SANATÇI

1935 doğumlu Alekos Fassianos, müzisyen bir baba ve antik Yunanca öğretmeni bir annenin oğlu. Ulusal Konservatuvar'da keman, Atina Güzel Sanatlar Okulu'nda resim eğitimi alan Fassianos, biz Türklere de pek tanıdık bir hikaye olarak, 1960 yılında Fransız hükümetinin bursunu alarak École des Beaux-Arts'ta taşbaskı eğitimi almak üzere Paris'e gidiyor. Paris’te savaş sonrası Avrupa’nın kültürel ortamına hakim akımlardan ilham alan Fassianos, yine de özünden kopmuyor ve eserlerinin ana temaları, Yunan mitolojisi, halk hikayeleri ve günlük hayatı oluyor. Ege’nin mavisi, güneşin sıcak tonları, rüzgarda savrulan saçlar, yelkenliler, kuşlar, uçurtmalar ve tüm bunların ortasındaki sıradan, tanıdık insanlar, Fassianos’un görünce bir daha unutmadığınız Ege meltemi gibi tatlı tarzını oluşturuyor.

Ruhum da kütüğüm de Egeli olduğundan Atina’nın Goulandiris, Benaki, EMST gibi müzelerinde gördüğüm Alekos Fassianos eserleri aklımda ve kalbimde hemen yer bulmuştu. Yalnız değilmişim; hatta benden daha büyük hayranlar varmış. Zeyrek Çinili Hamam’da, Alekos Fassianos Müzesi işbirliğiyle devam eden Alekos Fassianos: Bizans’a Yelken Açmak sergisinin küratörü Anlam de Coster'in sanatçıya olan hayranlığı, İstanbul’a bu sergiyi kazandırmış. Atina’da olduğu bir dönem, hiç yüz yüze tanışmadığı bir Instagram arkadaşı, de Coster’in Fassianos hayranlığını bildiği için onu alıp sanatçının evine götürüvermiş bir gün. O dönem Fassianos Müzesi açma hazırlığında olan sanatçının eşi ve kızı Victoria ile tanışan küratör, kendini sanatçının notları, efemeraları, eserleri arasında, evinde bulmuş. Müze açıldıktan sonra tekrar Victoria ile buluşan Anlam’a, müzeye olan yoğun Türkiyeli misafir ilgisi anlatılmış ve pek de Yunanistan dışına çıkarılmasına izin verilmeyen Fassianos eserleri ile ilgili İstanbul’da bir sergi yapmak ile ilgili bir teklif yapılmış. Fassianos’un kızı Victoria, babasının eserlerini müzeler, galeriler, koleksiyonerler için değil; resmettiği sıradan insanlar için, kalpten resmettiğini anlatmış. Fassianos’un eserlerinin, üstelik de özellikle Bizans’tan referans alan eserlerin, Anlam de Coster’ın küratörlüğünü yaptığı kurumda, bir galeride değil de bir hamamda olması fikri, sanatçının ailesine göre, tam da sanatçının arzulayacağı gibi, kalpten bir sergi planı olmuş, her şey yerli yerine oturmuş ve Fassianos’un eserleri böylece bizlerin önüne çıkmış.

BİZANS’A YELKEN AÇMAK

Sergiyi detaylarına hakim olmadan gezip çok sevmiştim; sonra detayları küratör Anlam de Coster’den dinleyince, kalbimde ayrı bir yeri oldu. Bu güzelliği hep beraber paylaşalım...

İsmini William Butler Yeats’in Sailing to Byzantium (Bizans’a Yolculuk) şiirinden alan sergi, Alekos Fassianos’un referansını Yunan mitolojisi ve Bizans ikonografisinden alan eserlerini, hamamın restorasyonu sırasında keşfedilen Bizans sarnıcında, üstelik de hamamın inşaatında çalışan kürek mahkumlarının yaptığı düşünülen gizemli gemi grafitilerinin hemen yanı başında bizlere sunuyor. Küratörün yaptığı, pek hoşuma giden bağlantılardan ilkine hemen alalım sizi: Matisse, Picasso, Cocteau gibi sanatçılarla takılıp yine de Ege referanslarından ödün vermeyen, Ege’sini, denizini, yelkenlilerini kalbinde ve resimlerinde her yere götüren Fassianos, bu hamamda denizcilerle, kürek mahkumlarıyla buluşuyor. Ne Barbaros Hayreddin Paşa’nın ne kürek mahkumlarının gerçek hikayelerini biliyoruz, diyor Anlam de Coster; yıllardan beri kulaktan kulağa yayılan hikayeleri de adeta bir mitolojiye dönüşmüş. İşte bu hamamda, Fassianos’un günlük hayattaki karakterler ile resmettiği mitolojik hikayeler, sıradan kürek mahkumlarına mal olmuş mitolojik hikayelerle birleşiyor.

Geliyoruz ikinci bağlantıya; Zeyrek Çinili Hamam’ın bugün bulunduğu yer, Pantokrator Manastırı’na (bugün Molla Zeybek Camii) çok yakın. Dolayısıyla hamamın altındaki sarnıcın manastırın sarnıçlarıyla bağlı olduğu; hamamın bulunduğu yerde daha önceden bir Bizans/Roma hamamı olabileceği düşünülüyor. Büyükbabası rahip olan ve bir kilise hücresinde doğan Fassianos, Bizans ikonografisiyle büyümüş. Fassianos, daha çok antik Yunan ve mitoloji referanslarıyla bilinirken sanatçının Bizans ikonografisine gönderme yapan eserleri daha az biliniyor. Fassianos’un Bizans’tan referans alan eserleri, Bizans hamamı mirası olan bir sarnıçta, yüz yıllar sonra sarnıçta yapılan ilk solo sergide, miras ile eşleşiyor.

Son anlatmak istediğim (ve aslında bu kadarla sınırla kalmayan) bağlantı ise dünyada bir iz, bir miras bırakmak ile ilgili. Anlam de Coster, Fassianos’un karakterlerinin ölümsüz mitolojiden gelen, hep genç olan karakterler olduğuna dikkat çekiyor. Artistik bir çabayla ölümü aşmaya çalışıyor sanki sanatçı. Barbaros Hayreddin Paşa, ömrünün son dönemlerinde Çinili Hamamı’nı ölümsüz mimar Sinan’a sipariş ediyor. Bir iz bırakmak istiyor bu dünyaya... Rum kökenli Paşa, hamamı Beşiktaş’ta hamisi olduğu caminin yanına yaptırmak yerine, Bizans mirasının yoğun olduğu Zeyrek’te inşaa edilmesini istiyor. Küratör, bu seçimlerde ve Fassianos’un eserlerinde olan hem iz bırakma hem ölümsüzlük arayışını yine bu hamamda bir araya getiriyor. Şahane değil de ne?

İşte tüm bu ince düşüncelerin, bağlantıların eseri olan bir sergide, ilk koridorda yürürken Aleko Fassianos’un soyut eserlerini görüyorsunuz. Bir Adak Duvarı hissiyatı yaratmak istemiş küratör bu eserler ile. Kürek mahkumlarının yatakhane olarak kullandıkları düşünülen ikinci koridorda ise Fassianos’un melekler serisini görüyoruz. Bir zamanlar orada yaşamış, vakit geçirmiş, duvarlara gemi resimleri kazımış mahkumlara bir saygı duruşu bu.. Aralarında İstanbul’a dair bir tablonun da bulunduğu beş önemli eser, dünyada ilk kez bu sergide gösteriliyor; diğer eserlerin çoğu ise Yunanistan dışında ilk kez izleyicilerle buluşuyor. Hamama küratöryel, tarihi biz iz bırakılıyor. Gidin, hem Fassianos’u görün, hem güzelim binayı ve hamamın müzesini gezin, hem sanatsal ilklere, izlere şahit olun; hepsinin üzerine de bir hamam sefası patlatın. Daha iyi ne olabilir?

“Alekos Fassianos: Bizans’a Yelken Açmak” 31 Aralık’a kadar, pazartesi hariç her gün 10:00-18:00 arasında ücretsiz olarak gezilebilir.

Not: Sergiyi gezerken bize hevesle eserleri anlatmaya çalışan bir güvenlik görevlisi ile tanıştık. Sonra Anlam ile konuşurken kendisi bu güvenlik görevlisinin methini sergiyi gezen çok kişiden duyduğunu anlattı. Aklıma yıllar önce  Dot Tiyatro’da izlediğim, İbrahim Selim’in oynadığı “Bunu Ben de Yaparım” oyunu geldi. İyi ki işini severek yapan insanlar var! O güvenlik görevlisine çok selamlar!

                                                                            /././

Aristokrat aileden Bolşevik önderliğe: Elena Stasova -Kavel Alpaslan-

Stasova’nın yaşamına baktığımızda devrimciliği seçtikten sonra artık ‘soyun’ pek de bir şey ifade etmediğini görebileceğimiz neredeyse asırlık bir yaşam öyküsü görüyoruz. Kendisine sunulan sınırsız imkanların kaynağını keşfedip o kaynağın kavgasını veren gerçek bir 'aydındır’

Bazen insanların yaşamlarını tepkisel yönelimler şekillendirir. Aileye ve sosyal çevreye karşı tavırların belirleyici olduğu anlarda kişi hayatının direksiyonunu bambaşka bir yöne kırar. ‘Savrulmuş’, ‘kayıp’ ya da ‘arayışta’ olarak nitelenen bu insanlara siyasi spektrumun farklı uç noktalarında rastlamak mümkündür. Uzun yıllar örgütlü komünist bir mücadelenin içerisinde bulunan bir insan bakmışsınız kariyer peşinde koşan kravatlı bir soytarı olmuş. Ya da feci suretle varlıklı bir ailenin yalılarda konaklarda büyümüş evladı bir bakmışsınız militan işçi mücadelesinin içerisine girmiş. Daha yaygın olan ilk örnek ikincisinden biraz farklı. Zira çoğu zaman tepkileri ve hırsları kendine dairdir. Fakat ikinci örnek daha dikkat çekicidir.

Toplumsal mücadeleler tarihinde aristokrat ya da burjuva kökenli olup farklı bir sınıfın mücadelesine omuz veren isimlerin hepsinin ‘tercihlerini tepkisel bir buhran sonucu yaptıkları’ ve ‘heveslerini aldıktan sonra ait oldukları yerin kimliğine geri dönecekleri’ düşünülür. Böyle örnekler vardır kuşkusuz. Ancak pek aceleci olmamakta fayda var. Asıl önemli olan, şu ya da bu nedenle kimin nerede olduğu değil; kimin tutarlı, sürekli ve içten bir tavır aldığıdır.

Öyle ki örgütlü mücadeleye kendini veren ve sınıfsal olarak diğer uçtan gelen insanların sayısı, çok olmasa da aralarında bazen çok farklı örneklere rastlıyoruz. Kimim ‘hevesle’ kimin ‘adanmışlıkla’ bir mücadeleye bağlı olduğunu görmek için bir insan yaşamını bir bütün olarak incelemek gerekiyor.

Elena Stasova

Elena Stasova (1873-1966), Bolşevik Parti’nin en üst kademelerine kadar önderlik etmiş olmasına rağmen ismini pek bilmediğimiz bir komünist devrimci. Yine bizim için çok bir şey ifade etmeyen soyadı, Rusya’da gayet iyi bilinen bir aileye işaret ediyor.

Fakat kimileri kurnazca Stasova için bu ‘soyu’ ön planda tutmak istese de Stasova’nın yaklaşık bir yüzyıllık yaşamı, işçi okullarından yeraltı devrimci örgüt liderliğine; Sibirya sürgünlerinden hapishanelere… bize bambaşka bir hikayeyi vurguluyor.

Biz de bu vesileyle Ekim Devrimi’nden sonra Bolşevik Parti’nin Genel Sekreterliğini de yapmış olan Stasova’nın geri adım atmadan sürdürdüğü mücadele yaşamına göz atalım.

ÇARLARIN VAFTİZ ETTİĞİ AİLE

O kadar ‘soydan’ söz edildiğine göre biz de aile ile başlayalım.

Normalde bir kişinin hayatından söz etmeden önce birkaç cümle ‘aileye’ ayırırız. “Annesi şu, babası şu işi yapar” dediğimizde aslında yapmak istediğimiz, sözkonusu kişinin sosyo-ekonomik profiline dair bağlayıcı olmasa da fikir verici bir çerçeve çizmektir. Elena Stasova’nın örneğinde de amacımız farklı değil. Ancak bu bölümü biraz daha uzun tutmak gerekiyor. Çünkü karşımızda dönemin Rusya’sında son derece önemli bir yeri olan geniş bir aile var.

Vasili Stasov ve Stasov aile arması

Stasov’lar, renkli ‘armalarıyla’ geçmişini yüzyıllarca geri götürebilen Rusya’nın soylu bir ailesidir. Elena Stasova’nın dedesi Vasili Stasov (1769-1748), Çar I. Aleksandr ve I. Nikolas zamanında imparatorluğun önde gelen mimarlarındandır. Moskova ve Petrograd’da tasarladığı katedral, kışla ve zafer takı gibi pek çok eseri bugün hâlâ tüm ihtişamıyla görmek mümkün.

Vasili Stasov’un çocukları, Dimitri (Elena’nın babası), Nadezhda ve Vladimir de farklı alanlarda ses getiren isimlerdir. Hukukçu Dimitri Stasov, Çar II. Aleksandr’a yakın bir isimdir. Hükümette yer alan Dimitri Stasov (1828 - 1918), II. Aleksandr dönemindeki hukuk reformlarına öncülük eder. Liberal bir hukukçu olan Dimitri yer yer kimi devrimcilerin de savunusunu yapar.

Vasili Stasov’un çocukları, (soldan sağa) Dimitri (Elena’nın babası), Nadezhda ve Vladimir 

Vladimir Stasov (1824- 1906) Rus edebiyatının altın çağında, ülkenin en saygın edebiyat eleştirmeni olarak isminden söz ettirir. Nadezhda Stasova (1822-1895) ise Rusya’daki kadın hareketinin öncülerinden birisidir.

Varvara Stasova

İşte Çarların vaftiz ettiği çocuklarla dolu, Petrograd’lı bir ailenin içinde doğmuştur Elena Stasova. Ablası Varvara Stasova (1862-1952) müzikoloji ve yazarlık alanında kendini geliştirip üne kavuşurken, kendisinin önünde bambaşka bir yol uzanır.

AYRICALIKLARIN KEŞFİ

Çekirdek ailede Elena’nın üzerindeki en büyük rolü baba oynar. Sağlık sorunları nedeniyle annesi, üzerinde daha farklı bir iz bırakırken babanın siyasi tavrı Elena için belirleyici olur. Dimitri Stasov, Çar’a ikinci tekil kişiyi kullanarak hitap edecek samimiyete sahiptir. Fakat kendisini zamanla daha farklı bir yerde konumlandırır. Reform döneminin ardından bağımsız bir avukat olarak çalışan Dimitri Stasov, örneğin Narodnaya Volya devrimcilerinin davalarında sanık tarafında yer alır. Bunun bedelini de yer yer baskı ile öder.

Her ne kadar çocukları ile iyi bir ilişkisi olsa da talepkâr ve katıdır. Çocuklarının eğitimine büyük bir özen gösterir. Elena ise erken yaşlardan itibaren babasının kütüphanesinde zaman geçirmeye başlar. Burjuva ekonomi politiğin klasiklerini okur, babasının kendisine gösterdiği makaleleri inceler. Bunun haricinde amcası Vladimir ile yaptığı sohbetler de üzerinde şekillendirici etkiler bırakır.

Yaklaşık 13 yaşına kadar evde eğitim alır. Liseye girmeden önce Fransızca ve Almancaya çoktan hakimdir. Kendisine sunulan imkanları değerlendiren Stasova, okulunu da dereceyle bitirir ve öğretmenliğe adım atar. Bu süre içerisinde bir yandan öğretmenlik yaparken diğer yandan eğitime devam eder. İlkel insanların kültürleri üzerine aldığı dersler sayesinde mülkiyet ilişkileri üzerine kafa yormaya başlar. Stasova, otobiyografisinde bu dersler sayesinde ‘hayatı anlamanın ekonomi-politiği öğrenmekten geçtiğini’ fark ettiğini dile getirir. Siyasi bilinci şekillenirken kendisine sunulan ayrıcalıklı dünyanın çözümlemesini yapma fırsatı bulur.

‘Aydınların çoğuna bu ayrıcalığı verenlerin asıl olarak emekçiler olduğunun bilincine varan’ Stasova, bu doğrultuda kendine sunulanları işçilerle paylaşmak üzere işçiler için kurulan okullarda öğretmen olarak çalışmaya başlar. Genç yaşına rağmen, Pazar günleri ve mesai sonrasında işçi eğitimlerinde görev alır. Bilincini inşa ettiği bu sıralarda geleceğin Bolşevik Partisinde ve Sovyetler Birliğinde kilit roller oynayacak devrimci Nadejda Krupskaya ile tanışır. Tüm bu rollerinin yanı sıra Lenin’in eşi olarak anacağımız Krupskaya ile birlikte Stasova örgütlü alana adım atar. İleride yaşayacağı Bolşevik ve Menşevik ayrımı ile bildiğimiz 1898 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) kuruluşunda yer alan isimlerden olur.

Devrimciliğinin ilk aşamalarında Stasova çoğu örgütsel dökümanın saklanmasında sorumluluk alır. Ailesinin ‘soyunu’ yasak kitaplar için güvenli bir sığınağa çevirir.

SÜRGÜNLERDEN PARTİNİN BAŞINA

Bundan sonra Stasova’nın hayatı profesyonel devrimcilikle geçer. RSDİP’in yayın organı Iskra’nın çeşitli alanlarında görev alır. Parti içinde yaşanan ayrımda Lenin’den yana saf tutarak Bolşeviklerle birlikte hareket eder. Partinin yeraltı örgütlenmelerinde merkezi görevler alır. Bu sırada 1904 yılında Odessa’da yakalanır ve 6 ay cezaevinde kalır. Döndüğünde partinin Petrograd örgütünün başına geçer. Daha sonra Merkez Komite Sekreterliği görevini üstlenir. Bir süre sonra Finlandiya’dan örgüte silah da dahil olmak üzere çeşitli kaynakların ulaştırılmasını sağlar.

İkinci kez tutuklandıktan sonra Tiflis’e sürülür. Ancak siyasi faaliyetine burada tüm hızıyla devam eder, Bolşevik Parti’de merkezi çeşitli görevler almayı sürdürür. 1913 yılındaki üçüncü kez tutuklandığında bu sefer yeni sürgün yeri Sibirya’dır. Daha sonra Başkent Petrograd’a dönse de bir kez daha tutuklanır. Ancak bu tutukluluğu bir gece sürer, çünkü ertesi gün Çar’ın tahttan indirileceği Şubat Devrimi gerçekleşir.

Ekim Devrimi'ne kadar sürecek olan, zamanın normalden çok daha hızlı aktığı o sıcak günlerde Stasova da Bolşevik Parti’nin Merkez Komitesinde Teknik Sekreter olarak görev alır. Bu görevini devrimden sonra da sürdürecektir.

Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte Komintern’in Almanya temsilcisi olarak görev alır, Hertha kod adıyla Alman Komünist Partisi (KPD) ile birlikte çalışır. 1926’da Sovyetler Birliği’ne geri döndükten sonra Komintern’in çeşitli alanlarında sorumluluklar almaya devam eder ancak dönemin değişen iklimiyle birlikte yavaş yavaş siyaset sahnesinden çekilir. Daha sonra Uluslararası Edebiyat isimli derginin editörlüğü göreviyle bir bakıma farklı bir alana geçer.

Moskova’da 1966 yılında yaşamını yitirdiğinde 93 yaşındadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra aktif siyasi hayatına devam etmese de yaşamının sonuna kadar mücadelesine sadık kalır. Bugün külleriyle dolu olan vazo, Kremlin Duvarı’nda, Lenin Mozolesi’nin hemen arkasında bulunuyor.

Elena Stasova

**

Stasova’nın yaşamına baktığımızda devrimciliği seçtikten sonra artık ‘soyun’ pek de bir şey ifade etmediğini görebileceğimiz neredeyse asırlık bir yaşam öyküsü görüyoruz. Kendisine sunulan sınırsız imkanların kaynağını keşfedip o kaynağın kavgasını veren gerçek bir 'aydındır’. Anlayacağınız bir insanı ‘savruk’ ya da ‘tepkisel’ görmeden önce tanımak gerekiyor. Zira savrulmayı mümkün kılan şey kısa ömürlü olmasıdır. Tutarlı bir devrimci hayat, gerisinde kalan her arka planı ansiklopedik bir bilgiye dönüştürür.

                                                         /././

Yine mi “82 Halep” meselesi?-Ümit Kıvanç-

Ve saatli bombayı eline alıp bu kadar rahatça oynayabilmenin sırrı da, tıpkı İdlib açmazına herhangi bir inandırıcı çözüm formülünün kimse tarafından bulunamayışındaki acımasızca kesinliğe benzer şekilde, şu an için İdlib’e hükmeden Heyet Tahrir el-Şam devletçiğinin tek hayat kaynağının Cilvegözü (Türkiye-Suriye) sınır kapısından gelen mal ve para oluşunda. Ankara usulca kapıyı çekiverse, HTŞ de, İdlib’deki yapı da çöker.

Suriye’de denge değişiyor, yeni hesaplar ve temaslar yolda, Ankara’nın başrole soyunduğu oyun gündemimizin ortayerine oturmak üzere. Suriye’de cihatçı silahlı örgütlerle ordu arasında dört-beş yıldır büyük can kayıplı çatışmalar yaşanmıyordu. Korkulur ki sınırlı sükûnet son buluyor.

İdlib şehrinin adıyla anılan, Suriye devlet güçlerinden arındırılmış bölgenin silahlı örgütleri, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) komutası altında Halep’e doğru taarruza geçtiler ve kayda değer dirençle karşılaşmaksızın üç günde 20 km ilerleyerek şehre girdiler. Bu satırlar yazılırken şehrin batısındaki dış semtlerden bazılarını ele geçirmiş, merkeze ilerlemekteydiler. “Düştü düşecek”çilerin yüzü gülüyor.

İdlib şehri ve çevresinde HTŞ yönetiminde kurulan ve Türkiye tarafından yaşatılıp korunan devletçiğin yalnız imha tehdidiyle karşı karşıya kalmış Suriyeli cihatçılara ve Şam’ın denetimi altındaki yerlerden kaçan iç göçmenlere sığınak temin etme işleviyle sınırlı kalmadığı, fırsatı bulunduğu anda Suriye içindeki nüfuz-hakimiyet dengesini değiştirmek üzere harekete geçirilebilecek bir ordu barındırdığı böylece anlaşıldı.

Bu ordu İdlib’den doğuya, Halep’e doğru üç cepheden saldırıya geçti ve bu satırlar yazılırken Halep’in birkaç semtine girmiş, bazı mahalleleri ele geçirmişti.

Cihatçı ordusunun hem de süratle yaklaşması Halep halkı arasında paniğe yol açtı, şehirden göç başladı. Suriye’de yalnız devlet işlerinin ve askerî hareketlerin değil gündelik yaşamın da sürebilmesi için hayatî önemi olan ve biri kabaca kuzeyden güneye, öteki batıdan doğuya ülkeyi kat eden iki karayolu, bir ara adlarını sık duyduğunuz M4 ve M5, çok kritik yerlerinden kesildi. Halep’ten kaçmaya çalışanlar, çölden geçen eski uzun yolu kullanmak zorunda kalıyorlar.

Oysa bu yolların açık tutulması, Moskova ile Ankara’nın vardıkları anlaşmanın gereğiydi, ikisinin ortak sorumluluğundaydı. Öyle ki, M4 karayolunun, İdlib cihatçı bölgesinin güneyinde kalan (Lazkiye’ye uzanan) parçası ve iki yanındaki altışar km’lik güvenlik şeridi, o anlaşmadan bu yana yöre kaynaklı kimi haberlerde “Putin-Erdoğan Bölgesi” diye anılıyordu.

Bileşik cihatçı ordusu, Halep’e şehrin batısından saldırdı, tam da en sıkı korunması beklenecek yerden, neredeyse M5 karayolunun üzerinden ilerledi. İlerleyişin sürati, karşılarındaki savunma hattının çabucak çöktüğünü gösteriyor. Yani Suriye (+Rusya +İran), Halep için üç-beş gün dayanabilecek savunma imkânını bile meğer yitirmiş. İsrail’in Hizbullah ve İran’a verdiği hasarın Suriye’deki askerî dengeyi tepetaklak ettiği anlaşılıyor.

Belli ki sarsılan yalnız askerî denge değil, moral-maneviyat bakımından da İsrail’in Suriyeli cihatçılara büyük katkısı olmuş.

İdlib deyince ne anlıyoruz?

Batman ilinden büyük, Sakarya’dan küçük, Trabzon’a yakın büyüklükte bir yer. Savaştan önceki nüfusu 2 milyonun biraz üzerindeydi. Ne kadarı şu anda orada, ne kadarı yurtdışına göçtü, kesin bilinmiyor. İç göçmenler ve yabancı cihatçılarla hâlihazırdaki nüfusu 5 milyona yaklaşıyor.

Sırf savaşın ağırlaştırdığı geçim şartlarını da gözönüne alarak bütün bu nüfusun buraya sıkışıp kaldığını söylemek isabetli olur. Kaldı ki, silahlı on binlerce militan, şimdilik kısmen güvence altına alınmış bu bölgeden çıktıkları anda imha edileceklerini bilerek yaşayageldiler; ilaveten, Orta Asya, Kafkasya ve Mağrip’ten, kimi aileleriyle birlikte gelip buraya yerleşmiş cihatçıların dönebilecekleri yer de yok. Sırf Alevi nüfusun katliamlarla sürüldüğü Cisr el-Şuğur’a yerleştirilen Uygurların, beş yıl önce, çoluk çocuk 15 bin kişiden fazla olduğu söyleniyordu.

İdlibli cihatçılar, Suriye İçsavaşı’nın başlarında dışarıdan bol yardım alabiliyorlardı. Çatışmanın Rusya-Türkiye-İran anlaşmalarıyla denetim altına alınması ve rejimin silahlı muhaliflerinin -Ankara korumasıyla- geçici de olsa yaşam güvencesine kavuşturulmasıyla, Beşar Esad’ı devirme peşindeki Arap devletlerinin Suriye’ye ilgisi azaldı, yakın zamanda da Esad’ın yeniden benimsenmesiyle, Suriyeli cihatçılar için önemli kapılar kapandı.

Ankara’nın Şam’la anlaşma yolları aramaya başlaması, hoşnutsuzlukların basbayağı isyana yaklaştığı çeşitli protesto gösterilerinin de ortaya koyduğu üzre, İdlibli cihatçılar ve muhalifler için alarm zillerinin çalmaya başlaması anlamı taşıdı. “Savaşları bitirme” iddiasıyla atıp tutan, üstüne üstlük Putin sevdalısı yeni ABD başkanının başlarına açabileceği belaları da düşününce, İdlib cihatçılarının ne yapıp edip acil çıkış yolu araması mâkûl. Ellerine bir nevi hayat garantisi olarak kullanabilecekleri pazarlık kozları geçirmek istemelerinden daha doğal şey yok. Aslına bakarsanız, başka çareleri de yok.

Dolayısıyla, Moskova ve Tahran’a Ankara’nın verdiği, Suriye’deki kocaman saatli bombayı patlatmadan tutma güvencesi geçersiz kaldı. Şu anda yaşanan, muhtemelen tenhada kendini imhaya sürüklenmeden önce bu saatli bombadan Ankara’nın anlık azamî yararı sağlama operasyonu.

Ve saatli bombayı eline alıp bu kadar rahatça oynayabilmenin sırrı da, tıpkı İdlib açmazına herhangi bir inandırıcı çözüm formülünün kimse tarafından bulunamayışındaki acımasızca kesinliğe benzer şekilde, şu an için İdlib’e hükmeden Heyet Tahrir el-Şam devletçiğinin tek hayat kaynağının Cilvegözü (Türkiye-Suriye) sınır kapısından gelen mal ve para oluşunda. Ankara usulca kapıyı çekiverse, HTŞ de, İdlib’deki yapı da çöker.

Esad veya muadili herhangi bir müstakbel Suriye yönetimini, İdlib’deki silahlı elemanların pekâlâ sivil siyasete katılabilecek uyumlu yurttaşlar haline getirilebileceğine ikna etmek herhalde mümkün olmayacaktır. Bu yüzden, İdlib nüfusunun istikbali hayli karanlık. Çaresizsen, birilerinin oyunlarında rol alıyorsun. Oyunları kuranlar içinse “fırsat” kavramı, “açığını bulma”, “zaafını kollama” deyimleriyle birlikte, Ortadoğu sözlüğünün en çok başvurulan sayfalarında yer alıyor olmalı.

Buna, İdlib’deki militan takımından bazısının, eylemsizlikten ve birilerinin oyunlarına alet olmaktan duydukları hoşnutsuzluğu, HTŞ’yi rejime karşı eylemsizlikle suçladıklarını ekleyelim.

Yani on binlerce cihatçının, aylardır şimdiye kadar görülmemiş disiplinle hazırlanıp eyleme geçtiği söylenen son saldırının neden bu kadar geciktiğini sorsak yeridir.

O halde, niye şimdi?

En kısa geçeceğim fasıl bu. Muhtemelen bir-iki gündür, zamanlamanın Suriye rejimine karşı saldırıya geçmek için neden bu kadar uygun olduğuna dair pek çok şey okumuşsunuzdur.

Suriye yönetiminin, bırakın ülkenin bütününü, Şam’ın denetiminden çıkmış birçok parçayı mâkûl zayiatla yeniden ele geçirecek, elde tutacak, düzene sokup yönetecek gücü yok. Rusya’sız, İran’sız kendini ne ölçüde savunabilir, şüpheli.

Ukrayna savaşına odaklanmış Rusya, her ne kadar o savaşta üstünlük sağlamış bulunsa da, meseleyi halledecek ölçüde uçağını, pilotunu, askerini Suriye’ye ayıramıyor. Kuzey Kore’den takviye asker temin etmek zorunda kaldı. Son cihatçı saldırısının hemen başında, Tel Rıfat’tan, Menagh hava üssünden, hattâ bizzat Halep’ten askerlerini çekti. İran’sa, bildiğiniz üzre, zorda. İsrail’in Hizbullah’a vurduğu darbe ile Suriye’deki İran milisleri ve Kudüs Gücü’ne verdiği hasarlar çok ağır. Irak’taki milislerden Halep’e takviye yaptı, ancak Hizbullah’ın kırılan etkinliğini telafi etmesi zor. Ayrıca Suriye’deki İran varlığı her an yeni İsrail saldırılarıyla kan kaybedebilir.

Rusya ile İran’ın etkisizleştirildiği ortamda Esad yönetiminin, bırakın İdlib’deki yapıyı ortadan kaldırmayı, Halep düşerse onu nasıl geri alabileceği bile belirsiz.

Madem öyle…

Yani ortam hamleye elverişli, ama bunu daha da münasip kılan, anlaşılıyor ki, Ankara’nın “madem öyle” tepkisi. Çekilmeyi öngörmeyen “görüşme” arayışına Şam’ın yanaşmayışı, Moskova’nın yardımcı olmayışı, üstüne üstlük, Rusya yetkililerinin ağzından “işgalci güç”, “çekilme” gibi kavramların dökülmeye başlaması, Ankara’da cihatçıların “zayıf bulmuşken saldıralım” hevesini teşvik arzusu yaratmış olmalı.

Elbette, askerî vaziyetin nasıl gelişeceği bu yazı yazılırken belirsizdi. Ancak Halep’in kaderi şimdilik belirlense bile yarın ne olacağı yine belirsiz. Saldırı bugün püskürtülse yarın ne olur? Aksi ihtimalde Şam hangi güçle, nasıl geri alır? Cihatçılar koca Halep’le ne yapar? Yoksa oraya da Urfa valisi mi bakar?

Halep’e saldırı üstüne konuşulurken, daha önce niyetlenildiği ama Ankara’nın -Cilvegözü kozunu kullanarak- HTŞ’yi durdurduğu söyleniyor. Ancak “Esad açılımı” girişimlerinin sonuç vermeyişi üzerine, “madem öyle” tepkisi galiba “yürüyün böyle”ye varmış.

Türkiye’nin bu işteki rolü ne?

HTŞ komutasındaki orduya SİHA’lar vermek gibi doğrudan katılım söz konusu değil anlaşılan. Cihatçıların elindeki SİHA’ları Ukrayna’nın verdiği söyleniyor.

Ancak harekâta en azından meşruiyet kazandırma düzeyinde iştahla sahip çıkıldığı ortada. Resmî görevli olmayıp yönetenler adına temsilî roller oynayan ve düpedüz vazifeli sayılmaları gerekirken nesnel değerlendirmeci muamelesi yapılan “Tink Tonk”çulardan biri, bir uluslararası yayında şunları söyledi, silahlı örgütlerin askerî başarıları kalıcı kılıp kılamayacakları konuşulurken: “… Suriyeli isyancıların henüz oynamadıkları önemli bir kartları daha var: Türkiye’nin dolaylı desteği. 2020’de temelde Türk dronları ve Türk topçusu İdlib’i Esad ve Rusya’nın almasını önledi… Şimdi de isyancılar açısından zor bir durum doğarsa onlar Türkiye’nin desteğine güvenebilecekler… ve Esad birtakım geri adımlar atmak zorunda kalacak.”

Göz yumma ve teşvikten epey ötesinin kastedildiği açık. Resmî düzeyde de yeterli açıklık var. İdlibli cihatçılar, aylardır hazırlandıkları saldırının gerekçesi olarak, denetimleri altındaki bölgenin Rusya uçakları ve Suriye topçusunca sık sık vurulmasını gösterdiler ve Halep taarruzuna “Saldırıları Caydırma” türü bir isim verdiler.

TC Dışişleri de birkaç gün sonra bu gerekçelendirmeye katıldı ve, “İdlib’e saldırılar”ı bugünkü gelişmelerin kaynağına yerleştirdi: “İdlib’e yönelik son dönemdeki saldırıların, Astana mutabakatlarının ruhuna ve işleyişine zarar verecek boyuta ulaştığı ve ciddi sivil kayıplara yol açtığı konusunda gerekli uyarıları çeşitli uluslararası platformlarda yapmış ve bu saldırıların durdurulması gerektiğini kayda geçirmiştik. Nitekim, son günlerde yaşanan çatışmalar, bölgedeki gerginliğin istenmeyen şekilde artmasına sebep olmuştur.”

Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli’nin sözleriyle, “Türkiye bakımından büyük önem teşkil eden” bir sorunla karşı karşıyayız ve Ankara, “Gelişmeleri, Suriye’nin birliği ve toprak bütünlüğüne atfettiğimiz önem ve terörle mücadeleye verdiğimiz öncelik çerçevesinde çok yakından takip ediyor”.

Burada “terörle mücadele”den kasıt elbette İdlib’in on binlerce silahlı cihatçısı değil, “mevcut istikrarsızlık ortamından istifade etmeye çalışan Tel Rıfat ve Münbiç’teki terör grupları” (YPG). Ve zeytinyağı: “Bu bölgelerdeki terörist varlığının sonlandırılması amacıyla paydaşlarla daha önce varılan mutabakatların gereğinin yerine getirilmemiş olması endişelerimizi artırmakta”.

Sözcü gerçi, Ankara’nın, “2017 yılından bu yana”, “İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’yle ilgili” olarak “tesis edilen mutabakatlar”ın “gereğini hassasiyetle yerine getirmekte” olduğunu ileri sürüyor, ancak HTŞ öncülüğünde bileşik cihatçı kuvvetinin giriştiği harekât bunun aksini gösteriyor. Zira söz konusu mutabakatlara göre, Ankara’nın, İdlib’deki sayısız askerî mevzisi ile, oradaki silahlı güçleri denetimi altında tutması, oraya buraya saldırmalarını önlemesi gerekiyor. Oysa şu anda yaşananı en kısa yoldan ifade etmemiz gerekirse, “Soçi, Astana, vs. bitti,” diyebiliriz.

Moskova ile Ankara’nın Suriye’deki dansı zaten birlikte uyumlu harekete hiç dönüşmemiş, Ankara açısından, otuz üç askerin katledilmesinin hesabının sorulmayışı ölçüsünde tavizlerle, Moskova açısından, Ankara’nın icabında istediği yere savurabileceği sözkonusu saatli bombayı elinde tutmasını kabullenme eşliğinde sürdürülebilmişti. Uğursuz S-400 macerasının, âdetâ Türkiye’nin NATO üyeliğini Vladimir Putin’in kafasına kakmak üzere yazılmış TV dizisine dönüşmesi ve Ukrayna savaşının doğurduğu pürüzler, Ankara’nın zayıf haliyle yakaladığı Esad’a birşeyler dikte etmekten ibaret görünen “görüşme” ısrarıyla üstüste binince, Rusya’nın yetkili ağızlarından Suriye’deki TSK varlığı için “işgalci güç”, “çekilme” gibi kavramlar döküldü.

Gelsin konuşsun??

HTŞ öncülüğündeki Halep harekâtı, Suriye’deki kanlı savaş dengesinde Tahran’ın -eğer Hizbullah’ın boşluğunu bizzat Devrim Muhafızları’nın özel birlikleriyle falan gidermeye kalkmayacaksa- giderek geri plana sürükleneceğini, Moskova’nın -eğer gücünü Ukrayna’ya hasretmişliği yüzünden burada yeni bir atılıma girişemiyorsa- caydırıcılığının ve olaylar üzerindeki etkisinin azalacağını, Şam’ın -eğer hâlihazırda kimsenin ihtimal vermediği bir silkinişle otoritesini yeniden tesis etmesini sağlayacak mucize yaratamayacaksa- içeride denetimi altında tutabildiği toprakları, uluslararası düzlemde kaale alınırlığını bütünüyle yitireceğini, Ankara karşısında da büyük ölçüde dezavantajlı konuma düşeceğini gösteriyor.

Ya Ankara? Eğer bileşik cihatçı ordusunun şu andaki askerî başarısı sürer ve Halep düşerse, Ankara herhalde Şam’a “n’oldu bizim iş?” diyecek, belki bunu bile yapmayıp Esad’ın kapıyı çalmasını bekleyecek. Şart dayatma konusunda “elde Halep” pozisyonu elbette büyük avantaj. Yani topluca bir defa daha, “Bi top mermisi kaç para, biliyonuz mu siz!” fırçası yememiz ihtimal dahilinde. Yine Devlet Bahçeli’nin çıkış yapması, “Esad gelsin, burada konuşsun, derdi neyse anlatsın,” demesi ihtimali de… neden olmasın?

                                                                /././

Bodrum Belediyesi'nde 'evet' imzası tartışılıyor -Selçuk Arslan-

Bodrum'da 1. derece arkeolojik sit alanı içinde kalan bazı parsellerin yapılaşmaya açılmasının değerlendirilmesiyle ilgili yapılan toplantıda "evet" görüşü sunan Bodrum Belediyesi tepki çekti.

BODRUM - Muğla’nın Bodrum ilçesinde antik tiyatro ve Halikarnassos surlarının bulunduğu 1. derece arkeolojik sit alanı içinde kalan özel mülk statüsündeki bazı parseller için mülk sahibi, 'yapılaşma hakkı'nı gerekçe göstererek 2014 yılında Kültür Bakanlığı ve Muğla Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’na başvurarak bu parsellerin yapılaşmaya açılmasını talep etti.

Kurul, 15 Kasım 2024 tarihinde yaptığı toplantıda talebi değerlendirdi, 2024 yılındaki ödenek yetersizliğini gerekçe göstererek kamulaştırma işlemi yapmadı. Uzman görüşlerine de başvuran Kültür Bakanlığı ve Muğla Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu, gerekli çalışmalar yapıldıktan sonra konuyu tekrar değerlendirme kararı aldı.

'KONU YENİDEN DEĞERLENDİRİLECEK'

Muğla Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’nun kararında “Muğla İli, Bodrum İlçesi, Yeniköy Mahallesi, Göktepe Mevkii’nde yer alan ve 1. derece arkeolojik sit alanında bulunan, tapuda 1087 ada, 147, 148, 149, 150 ve 151 parsellerdeki taşınmazlarda yapılaşma talebiyle ilgili olarak, Kültür Varlıkları Koruma Yüksek Kurulu 10.04.2012 tarih ve 37 sayılı İlke Kararı doğrultusunda bir inceleme başlattı. Karara göre, taşınmazların tamamında bilimsel kazı çalışması yapılması gerekiyor. Çalışmalar sonucunda ortaya çıkarılan kalıntılara yönelik raporlar hazırlanacak ve tüm bilgi ve belgeler kurulumuza iletildikten sonra konu yeniden değerlendirilecek" ifadeleri yer aldı. 

Kurul kararı sonrası, yeni bir belge (sağdaki) çevrecilerin Whatsapp gruplarında paylaşılmaya başlandı.

BODRUM BELEDİYESİ ’EVET’ DEDİ

Bu karara Muğla Büyükşehir Belediyesi, karşı oy kullanarak yapılaşma talebine olumsuz cevap verdi. Muğla Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’nda tek üyesi bulunan Bodrum Belediyesi, kararın altına imza atarak “evet” dedi.

Bu durum, konuyu takip eden çevre örgütleri tarafından tepki çekti. Kurul kararının yer aldığı resmi belge dışında farklı bir belge çevre örgütlerinin Whatsapp gruplarında paylaşılmaya başlandı. Bu belgede Bodrum Belediyesi'nin "evet" yerine "karşı oy" kullandığı bilgisi yer aldı. Belgelerin sahte olup olmadığına ilişkin aradığımız Bodrum Belediyesi açıklama yapmadı. 

Adını vermek istemeyen bir belediye yetkilisi de karara sehven "evet" denildiğini iddia etti. 

                                                           /././

'Erdoğan, Demirtaş’ın ceketini asamaz' diyen kadın tutuklandı

"Erdoğan, Demirtaş’ın ceketini asamaz” sözleri üzerine hedef gösterilen G.K. adlı kadın,  “Cumhurbaşkanına hakaret” ve "Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla tutuklandı.(https://www.gazeteduvar.com.tr/erdogan-demirtasin-ceketini-asamaz-diyen-kadin-tutuklandi-haber-1738976)
                                                                 ***
(duvaR)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder