İşadamı Tan Sağtürk’ün DOB’un başına getirildiği günden bu yana geçen bir yılı aşkın sürede olup bitenler, İslamcı projenin yürürlüğünde en ufak bir sapma yaşanmadığının başlıca kanıtıdır.
Gazeteci Melis Gönenç'in 7 bölümlük yazı dizisinin ikinci bölümünü yayımlıyoruz. Gönenç, Devlet Opera ve Balesi üzerine soL'da çok sayıda makale yayımladı, "İslamcı Yıllarda Devlet Opera ve Balesi" kitabı Yazılama Yayınevi'nden çıktı. Gönenç'in yeni yazı dizisini pazar günleri soL'da okuyabilirsiniz.
Devlet Opera ve Balesi (DOB) şirketleşirken… (I)
(https://haber.sol.org.tr/haber/devlet-opera-ve-balesi-dob-sirketlesirken-1-396326)
***
Yazı dizimizin ilk bölümünde anlattık; İslamcıların sanat alanındaki stratejik hedefi, Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat” kavramını tek kalemde değiştirip, kurumlarını da doğrudan kapatmaya tarihsel meşrulukları yetmediği için, bunları popüler kültür unsurlarıyla aşılayıp, içlerini boşaltarak, başkalaştırmaktır. Çünkü Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat” algısı ve kurumları, Osmanlı kültür- sanat anlayış ve kurumlarının karşıt kutbu olarak tasarlanmış, yaşama geçirilmiştir. Dolayısıyla, güçlü bir siyasal içeriğe sahiptirler. Bu nedenle, Laik Cumhuriyet’e karşı olan bütün siyasal akım ve yapılanmalar, eninde sonunda, söz konusu anlayış ve kurumlarına karşı çıkmak zorundadır.
Sürecin ilk adımı, yüksek sanat ve kurumlarının “kamusal” niteliğini daraltmak olmalıdır. Bunun da yolu, her ikisine de liberal gömlek giydirmekten geçer.
İşte, Milli Tacir Tan Sağtürk, İslamcıların bu amaçla DOB’un başına yerleştirdikleri son kukladır. Sözleşme hükümleri gayet basit: Tacir DOB’u şirketleştirecek; bununla ilgili tüm emirleri Bakan Yardımcısı delikanlıdan alacak; karşılığında da, devlet olanaklarını kullanarak kendi özel dershanesine yüzlerce müşteri çekip, daha da zenginleşecek.
Peki, bu proje bir yılı aşkın ilk dönemde nasıl uygulandı?
Konuyu iki farklı düzlemde ele alalım: Yönetsel ve sanatsal.
A) Yönetsel düzlem
Milli Tacir Tan Sağtürk DOB’u nasıl yönetecek?
Neden? Bir sorun mu var?
Var:
Milli Tacir, DOB’un ne tarihini, ne yasal armatürünü, ne işleyişini, ne zihniyetini, ne de ilişki ağlarını bilir. Sanatsal otoritesinden ise söz bile edilemez. Saray’ın isteğiyle 50 yaşında kuruma alınmış popüler bir heykel. Yani, DOB’u asla yönetebilecek durumda değil. Kurumu iyi tanıyan ama sıkı da piyasacı bir genel müdür yardımcısı olmadan adım bile atamaz.
1309 sayılı DOB yasası iki genel müdür yardımcısı öngörüyor. Oysa Şeyh Rengim Gökmen’den bu yana, yönetim merkezileştirilip, tek adama indirgendiği için, genel müdür her şey anlamına geliyor. Peki, ya bu genel müdür, Milli Tacir gibi, kurumu tanımayan biri olursa? İşte o zaman, genel müdür yardımcılarının önemi artıyor. Koltuk değneği oluyorlar.
İyi de, bütün stratejik kararlar zaten Batuhan delikanlıdan gelmeyecek mi?
Elbette. Ama bunların kuruma uygun ve tepki çekmeyecek biçimde yedirilmesiyle, günlük işlerin döndürülmesinde, kurumu iyi tanıyan birilerine gereksinim var.
Solgun bir gül: Solmaz Haberal
Milli Tacir, 15 Eylül 2023’te atandığında, iki genel müdür yardımcılığı koltuğundan birini boş, diğerini dolu bulur. Dolu olanda, soyadı ağır sıklet biri oturmaktadır: Solmaz Haberal. Nam-ı diğer, Solmaz Abla. Ünlü ve güçlü Mehmet Haberal’ın kızı. 2015-2023 arasında iki dönem MHP milletvekili olan Erkan Haberal’ın ablası. Hani, sırtı epey sağlamlardan…
Gel gör ki, Milli Tacir’in onunla çalışmasına olanak yok. Çünkü genel müdür yapılma koşulu, kamusallığını seyreltip DOB’u şirketleştirmesi; kurumsallığı inceltmesi. Oysa Solmaz Abla MHP’ye çok yakın; “Devlet…” diyor, başka bir şey demiyor. Üstelik, “Makamın lezzeti, cebimizin bereketi” düsturuna epey şehla bakıyor. Şirketmiş, ekstraymış, kazan kazanmış tarzı liberal sofra takımlarının müşterisi değil. Büyük işadamı doktor babasının kültürel genlerinden nasiplenmiş görünmüyor. Gerçi Şark usulü iş yapmayı pek seviyor ama…
Nasıl yani?
Ufak bir örnek: Ankara Operası’nda, Erdem Kapusuz adında bir bas var. Daha doğrusu, vardı. Davası halen sürmekte olan bir nedenle, 18 Ocak 2023 tarihinde DOB ile ilişiği kesilmiş. Konumuz o değil. Şu:
Bu Erdem, 21 Eylül 2022 tarihinde, elindeki sağlık raporuyla, Ankara-Esat Şehit Fahri Demir Polis Merkezi Amirliği’ne gidip, Ankara Devlet Opera ve Balesi (ADOB) Müdiresi Feryal Türkoğlu’nun damadı Berkay Veli tarafından darp edilmek suretiyle burnunun kırıldığını, müdirenin eşinin de darp suçuna iştirak ettiğini belirterek, her ikisinden de şikâyetçi oluyor. Durumu öğrenen Solmaz Abla, “Kol kırılır, yen içinde kalır; devletim ve kurumum ziyana varır” endişesiyle olaya hemen el koyuyor. 23 Eylül saat 20.00’de, Erdem Kapusuz’u alarak, adı geçen polis merkezine geliyor. Tabii, Ankara’da, o kallavi soyadıyla Solmaz Abla’yı tanımayan yok. Lafı da pattadanak söylemesiyle ünlenmiş:
-Bu çocuk iki gün önce bir şikâyette bulunmuş. O ifadeyi kayıtlardan çıkarın.
-Aman, Solmaz Hanım, devlette öyle şey olmaz. Genel Müdür Yardımcısısınız; bunları bilirsiniz. İfadesini değiştirsin, olsun bitsin.
-Yahu, niçin olmasın?! Biz devletimiz için her şeyi yapmaya amadeyiz. O da bizim şu küçük isteğimizi yerine getiriversin…
Polis amirinin, tek çözümün Erdem Kapusuz’un şikâyetinden vazgeçtiğini belirten yeni bir ifade vermesi olduğuna Solmaz Abla’yı ikna edene kadar göbeği çatlıyor. Nihayet 20.47’de yeni ifade düzenleniyor, sorun çözülüyor.
Gerçekten Şark usulü… Ama beklenmedik bir kapıyı aralıyor:
Kurumu evi kabul ettiğinden, Solmaz Abla’nın DOB ile feodal denebilecek alaturka bir ilişkisi var. Bu ise sonuçta, içgüdüsel de olsa, kurumu koruma refleksine dönüşüyor. O kadar ki, Milli Tacir’in 50 yaşında DOB’a alınması söz konusu olduğunda, AKP Meclis Grup Başkanı Naci Bostancı’ya gidip, “Kurumda bu kadar genç yıllardır kadro beklerken, bu hurdayı niçin alıyorsunuz?” diyor.
Zavallı Solmaz Abla… “Devletim… Devletim…” diye sayıklamaktan, hazırlanmakta olan İslamcı operasyonu göremiyor. Hele ki, gün gelip, amiri yapılacak o “hurda”nın, kurumdan sürülmesinin temel nedeni olacağını hiç mi hiç öngöremiyor.
Peki, liberal yelken kuşanmasının olanağı yok mu?
Hemen hiç… Baleden olsaydı, o soyadıyla piyasada iş yapma olanağını kolaylıkla yaratabilirdi. Ama korodan. Alaturka, arabesk, rock, caz falan işlerine de girmemiş.
Yani, zorunlu kamusal; yeni dönem ve yönetim ile esastan uyumsuz.
Tamam, bu anlaşıldı da, DOB’da olup bitenin Naci Bostancı ile ilişkisi anlaşılmadı. Solmaz Abla neden ona gidiyor?
Yoksa bilmiyor musun? Milli Tacir Tan Sağtürk’ün o koltuğa oturtulmasını sağlayan iki önemli isim, Naci Bostancı ile Orhan Gencebay… Allah bilir, Arzu Kalkan adını da duymamışsındır.
O da kim?
Biraz sabır; anlatacağız.
Genel müdürlük yolları taşlı; dost Orhan ve Naci ağabeyler karakaşlı.Bale liberal operasyonun kumanda merkezi oluyor
DOB’un şirketleştirilme ihalesinin baleye verilmesinin temel nedeni Milli Tacir’in bale çıkışlı oluşu değildir. Onun, bu sürecin gerektirdiği tüm nitelikleri bünyesinde taşıyor olması, İslamcılar açısından yalnızca işi kolaylaştıracak çok mutlu bir tesadüftür. Onların jargonunda “tevafuk”tur.
İslamcıların bale ile “mazoşist” denebilecek bir ilişkisi var:
İnançları gereği, şeytan işi kabul ediyorlar. Edep ve adaba aykırı, her yönüyle günah, tahrik edici… Çürümüş Batı medeniyetinin yoz ürünü…
Ama, Laik Cumhuriyet’in ortodoks “yüksek sanat” anlayışını seyreltmenin de en işlevsel unsurlarından biri. İslamcılar her şeyden önce liberal olduklarından, bu konuya çok hassaslar. Kapatamadıklarına göre, DOB’un kamusal ve kurumsal kimliğine liberal aşı, Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat” heyulasından kurtulmanın tek yolu.
Peki, bale, operaya göre neden daha liberal ki?
1) “Yüksek sanat” kavramının ortodoks tanımı ve içeriği, 1936’da kurulan Ankara Devlet Konservatuarı (ADK) eğitim programıyla belirlenmiştir. Tiyatro, müzik, opera üçgeni içine, o günkü siyasal koşullar gözetilerek, bale alınmamıştır. Alınmış olsaydı, Sovyet/Rus eğitmenlere kurdurulması gerekecekti. ADK’nın kurucusu olan Almanların bunu kabullenmesi olanaksızdı. O yıllarda Alman klasik balesi yok denecek düzeyde olduğundan, Alman eğitmen bulunamaması sonucu, Fransız balesinin ağır topu Serge Lifar ile kurulan ilişki, neoklasik okuldan oluşunun yanı sıra, özellikle Rus kökeni nedeniyle sonuçsuz kalacak, İstanbul’da bale eğitimi veren Arzumanova’nın da Rus oluşu, dirsek temasının resmi görünüm kazanmasına engel teşkil edecektir. Bunun üzerine, gündeme alınan Sovyetler’e bale eğitimi için öğrenci gönderme projesi de aynı şekilde Alman vizesine takılacağı, yanı sıra, siyasal kaygı kaynağı olacağı değerlendirmesiyle bir kenara atılacaktır.
1936’da balenin Sovyet eğitmenlere kurdurulmamış oluşu, yanlış bir siyasal karar olmanın ötesinde, bale sanatı açısından büyük bir talihsizliktir.
Sonuçta, bale, 1936’nın ortodoks kültür ve ruhundan uzak kalıp, tam tersi bir dönemde, Türkiye’nin liberal anafor içine girip, Anglo-Amerikan eksene oturma sürecinde İngilizlere kurdurulacaktır. Balenin ADK’ya eklemlenmesi Menderes yıllarına denk gelecek, Demokrat Parti’nin liberal siyaseti, başta balenin kurucusu Ninette de Valois olmak üzere, İngilizleri epey memnun edecektir. Ninette de Valois’nın Sovyet alerjisi ise DP hükümetleri için hayli yeterli bir güvencedir.
Klasik bale topluluğu oluşturmak üzere tasarlanan eğitim ve 1961’den itibaren kurumsal nitelik kazanan topluluk, yıllar içinde, değişen siyasal koşulların etkisiyle, ortodoks tutum ve zihniyeti en az sahiplenen konumuyla dikkat çekecektir.
2) İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra başlayan Soğuk Savaş, Sovyetler Birliği ile Batı Bloku arasında çetin bir kültür savaşına da ev sahipliği yapar. Kapitalist Blok Sovyetlere karşı, “yüksek sanat” sınıfına almaya çalıştığı üç önemli silahı sınırsızca pazarlayıp, dağıtım ve kutsanmalarını liberal sol çevrelere yaptırarak, “sol içerik/estetik” izlenimi vermelerine büyük çaba harcar: Atonal/deneysel müzik, caz ve modern dans.
Modern dans, Devlet Balesi ile 60’ların ilk yarısından itibaren ilişkilenir. İkinci yarıdan itibaren ise akademik düzeyde karşılık bulacak, doğal olarak, neoklasik kökenden gelen Ninette de Valois’nın da desteğini alacaktır. Onun getirip, ADK’daki bale eğitimini zimmetlediği Molly Lake ve Travis Kemp de koşulsuz ortodoks olmayan tutumlarıyla bu yönelime ilgisiz kalmazlar. 1974’te İngilizlerin tasfiye edilip, yerlerine Sovyet sanatçı ve eğitmenlerin gelişi, klasik-modern gerginliğini arttıracak, 12 Eylül ile birlikte önü açılan Özal liberalizmi modern dansın meşruluk alanını genişletmeye çalışarak kuluçka işlevi görecek, 90’ların Sovyetler’siz neoliberal ortamında Modern Dans Topluluğu (MDT) adıyla DOB bünyesine alınmasına yol açacaktır (1992). MDT, zaman içinde, Devlet Balesi’ndeki sanatsal, ideolojik ve kurumsal çöküşün en önemli etmeni olacaktır.
3) Baledekiler ile opera ve orkestradakiler arasındaki en önemli farklardan biri, baledeki birçok ismin şirket sahibi olmasıdır. Buralarda her türlü dans eğitiminin yanı sıra, tiyatro, drama, müzik, spor gibi bir dizi ders de verilmektedir. Opera sanatçıları ile orkestra üyelerinin piyasa ile ilişkileri çoğu kez “ekstra”lara gitmekle sınırlı iken, baledekiler doğrudan şirket sahibi olarak piyasa oyuncularıdır ve kamu personeli niteliklerinin yanına iş insanı sıfatı da eklemektedirler. Bunun, yüksek sanat kamu kurumlarını kemirici yönü, etik düzlemi çok aşan boyutta olup, doğrudan sanatsal düzey ve liyakat sorunlarına uzanmaktadır. Öte yandan, kamu-özel sektör geçişkenliğinin/işbirliğinin bu ülkede ne anlama geldiği, herkesin malumu olan bir sırdır: Kamu olanaklarıyla kişisel zenginleşme.
Yukarıda sayılı üç liberal içerikli neden, İslamcıların DOB’u şirketleştirme çabalarında niçin baleye yaslandıklarının meşru zeminini oluşturuyor.
Geriye, mazoşist -hadi, yumuşatarak “paradoksal” diyelim- görüntüyü ortadan kaldırmak için, bale ile İslamcıların aslında pek barışık olduklarını kanıtlayacak bir çıkışa gereksinim kalıyor.
Yandaşlar arasında bale tezgâhı
İslamcılar, aralarında koftiden bir tartışma düzenliyorlar. Tam bir mizansen…
Şeriatçı Yeni Akit yazarlarından, TV100’de boy gösteren Hacı Yakışıklı adlı gazeteci, tesadüf bu ya, tam da DOB genel müdürlüğüne yapılacak atama sürecinde, durup dururken, 21 Ağustos 2023’te, “Devlet Opera ve Balesi mi olur?” başlıklı bir yazı kaleme alıyor. Kuran kursları, İmamoğlu, TOGG gibi konuların arasına, başlık ile orantısız denebilecek iki paragraf sıkıştırıyor:
“Ben “Bale" isimli etkinliği sevmiyorum. “Çocuklarınızı baleye göndermeyin” diyebilirim, gidilmemesini tavsiye edebilirim. Ama ötesine geçemem; gidenlere “hakaret” edemem, onları “ilkel, çağdışı” diye yaftalayamam!
Yalnız ben “Devlet Opera ve Balesi" diye bir şeyin olmasına karşı çıkarım. Bizim kültürümüzde olmayan bir şeyi koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti niye sahipleniyor? Göktürkler’de bale mi vardı? Balçiçek Hatun, Gökçe Kız, Bilge Kağan, Kültigin bale mi yapıyordu?”
DOB’a karşı olduğunu söylüyor ama, hedefine nedense yalnızca baleyi koyuyor. Operadan hiç söz etmiyor. “Göktürkler’de opera mı vardı?” demiyor. O kadar damacana usulü ki, Selçuklular ve Osmanlıları atlayarak, doğrudan “Göktürkler’de bale mi vardı?” derken, iki seçenek önünde olduğunuzu hemen anlıyorsunuz: Ya stand up mizahında geyik yapıyor, ya da kültür düzeyi ancak müsamere sahnesinde yer bulabilecek birine pas atıyor ki, yanıt versin. Eksik halka Selçuklu-Osmanlı dönemini herhalde o biri dolduracak.
O biri, Batuhan delikanlı.
İslamcı Batuhan, aynı gün, İslamcı Hacı’ya, balenin Osmanlı’da derin kökleri bulunduğunu, Laik Cumhuriyet’in 400 yıllık Osmanlı balesinin mirasına konduğunu, operanın da, bale kadar geriye gitmemekle birlikte, Osmanlı işi olduğunu belirten sıkı bir yanıt veriyor. Meğer bale bizde 1524’ten beri icra edilen bir sanatmış, bu nedenle de, İslamcı iktidar, “sanat ve sanatçıları desteklemeye devam edecek” imiş.
Meğer balemiz 500 yaşındaymış!/Muhalif Cumhuriyet Batuhan delikanlıyı haklı buluyor!Bu mizansenden üç hafta sonra, baleci Tan Sağtürk DOB’un başına getiriliyor. Artık, DOB, balenin liberal kasırgasına teslim edilebilir.
Peki, bu çıkışın yapıldığı 2023 Ağustos’unda ne oldu ki, İslamcıların kafasına tuğla düştü ve birdenbire opera ve balenin Osmanlı’nın köklü sanatlarından olduğunu resmi ağızlardan ifade etmeye başladılar?
Mayıs 2023 seçimlerini kazanmış olmaları, muhalefet cephesinin taktik yanlışları sonucu elde edilmiş, yalnızca kâğıt üzerinde bir başarıydı. Nitekim 10 ay sonraki yerel seçimlerde gerçek durum açığa çıktı. İslamcıların hareket alanı daraldığı için, Laik Cumhuriyet’in kültürel simgelerini Osmanlı üzerinden meşrulaştırarak kabullenmek, siyaseten atacakları tek gerçekçi adımdı. Oysa bu modeli, işbirlikçi Genel Müdür Şeyh Rengim Gökmen DOB’un 2011-2015 Stratejik Planı’na yerleştirerek çoktan resmileştirmiş, hemen aynı zaman diliminde, İngiliz liberalizminin militan temsilcisi Emre Aracı, üstelik bale özelinde -V. Murad- onlara önermişti. Ama o dönemde Ergenekon zaferinin sarhoşluğu içinde, kendilerini çok güçlü gördüklerinden, ileride, başları siyaseten sıkıştığında kullanmak üzere ceplerine koymuşlardı. Zamanı geldi; kartı çıkardılar.
İzleyen bölümde, Emre Aracı ve V. Murad balesinin siyasal koordinatları yer alıyor.
Batuhan-Hacı mizanseninden iki ay önce, 27 Haziran 2023 tarihli yandaş Hürriyet’te, bu kez, “bale-Anadolu taşrası” ilişkisi kurularak, baleyi “yerli ve milli” anlam alanına oturtmaya çalışan bir sipariş söyleşi/haber yer alır. DOB sanatçısı Volkan Ersoy’un Yozgatlılığı üzerine bina edilen metne, gereksiz biçimde Tan Sağtürk de ithal edilmiştir. Birinin genel müdür, diğerinin genel müdür yardımcısı yapılacağı çoktan bellidir.
Artık, balecilerin DOB’u nasıl liberalleştirdiklerine bakabiliriz:
Sahne teri kuruyacak; genel müdürlük inşallah nasip olacak.Cavlak Volkan sahnedeki yerini alıyor
Operasyonun iki ayağı var:
a) Genel müdürlük ve il müdürlüklerindeki karar mercilerine baleden gelenleri yerleştirmek. Buna, değişik nedenler ile olanak ya da gereklilik yok ise, piyasa veya iktidar çevreleri ile iç içe olan opera/orkestra elemanlarını o koltuklara oturtmak.
b) Baleden gelenlerin seçiminde de, “şirket sahibi”, “yöneticisi” ya da” piyasa becerisi” ile, “MDT bünyesinde bulunmak” ölçütlerini temel almak.
Milli Tacir, Solmaz Abla’dan hayır gelmeyeceğini zaten bildiği için, kendi değerler dünyasına çok uygun bir genel müdür yardımcısı seçiyor: Volkan Ersoy. Nam-ı diğer, Cavlak Volkan. Zaten birkaç yıldır piyasaya ortak iş yapıyorlar.
O kadar doğru bir seçim ki, Cavlak neredeyse tek başına kurum. Takım çantasında piyasanın istediği her tür alet var. Tabii, bunları kullanma irade ve becerisi de. Öyle, “yüksek sanat”mış, “Laik Cumhuriyet”miş, “kamu hizmeti” imiş gibi ölçü birimlerine yüz veren familyadan değil. Parayı nerede bulursa, orayı sanat mabedi ilan edenlerden. Milli Tacir’in eli, ayağı, gözü, kulağı… Her şeyi olacak.
Peki, kim bu Cavlak?
Para, beceri ve aklın çok özgün bir sentezi. Her iş insanının sahip olmak isteyeceği rüya nitelikler ile donanmış.
Paraya olan tutkusu, yüzyılların eskitemeyeceği sayfalara esin kaynağı olabilecek düzeyde. Hani, “magma tabakasına dolar sakladık, çıplak elle arayıp bulanındır”, desen, gönüllü gidecek ilk isim. Üstelik parayı da bulur gelir ha.
DOB’a, 1993’te, MDT’nin kuruluşundan birkaç ay sonra giriyor. İyi bir dansçı. 1980’lerde, Ankara Devlet Konservatuarı’nda (ADK), Sovyet klasik bale okulunun ortodoks geleneğinde yetişmiş. Ancak, neoliberal değerlerin dişlerini göstermeye başlamasıyla beraber, hayalini kurduğu rakamlara yalnızca dans ederek ulaşamayacağını anladığı gibi, klasik bale ile uzun atlayamayacağını da kavrıyor.
Memur çocuğu. Baba Maliye’den; para işinden iyi anlıyor. Oğlan, Yozgatlı babanın memleketini günü geldiğinde akıllıca pazarlayacak.
DOB’da geçirdiği birkaç yılın ardından, bir kamu kurumu sanatçısının hatırlı banknot istifi yapabilmesinin dört altın kuralı olduğunu keşfediyor:
- Piyasada iş yapmak,
- Yönetim kademesinde görev almak,
- Kurumsal işleyiş boşluklarını iyi değerlendirmek,
- Siyasal iktidarın dümen suyundan ayrılmamak.
İlk yöneticilik stajını 1999-2002 yılları arasında, Devlet Konservatuarları Mezunları Dayanışma Derneği’nde yapıyor. Buranın genel sekreterliğini yürütüyor. Bakanlık, bu derneğe verdiği paraların bir kısmının “amaca aykırı” kullanıldığı savıyla, 11 Kasım 2005’te, yasal faizi hariç, 283 223,45 TL’lik alacak davası açıyor. 250 000 dolar civarında bir para. Mahkeme, paranın iç edilmesinin faillerinden birinin Cavlak olduğuna karar veriyor. Seninkiler derneği çoktan kapatmışlar. Bakanlık muhatap bulamayınca, bu sefer, derneğin o dönemki yöneticilerine dava açıyor. Ankara 9. Asliye Hukuk Mahkemesi, 17 Şubat 2023 tarihli bilirkişi raporuna dayanarak, söz konusu tutarın yasal faizi ile birlikte, Cavlak dahil, ilgili dernek yöneticilerinden tahsil edilmesine karar veriyor. (10haber.net, 11 Ekim 2023)
Nedense, Bakan, bakanlığını zarara uğrattığı tescillenmiş bir personelinin genel müdür yardımcısı yapılmasında hiçbir sorun görmüyor. Çok doğal; Bakanımız büyük işadamı. Böyle gereksiz “eski Türkiye” ayrıntıları ile ilgilenecek değil.
Zaten Cavlak da istifini hiç bozmuyor; gülüp geçiyor:
“Konuyla ilgili açıklama yapma gereği duymuyorum.” (BirGün, 21 Kasım 2023)
Arkası çok sağlam olmalı…
Öyle.
2000-2004 arasında, bu kez kurum içi yöneticilik stajı denebilecek konumları tutuyor: DOB Genel Müdürlüğü Bale Başöğretmen Yardımcılığı ile Bale Disiplin Kurulu Temsilciliği. DOB’un işleyiş, ilişki ve denge unsurlarını yakından gözlemliyor.
Cavlak piyasaya giriyor
2002’de, artık piyasaya girme zamanının geldiğini düşünüyor. İslamcıların iktidara geldikleri yıl. Neoliberal rüzgâr fırtınaya dönüşmek üzere. Havayı iyi kokluyor. Yıllar sonra dile getireceği bir gerçeğin ilk harcında onun da parmak izleri var:
“Özel bale okulları (…) giderek artıyor ama mesleki tercih ilgisi azalıyor… Özel okul patlaması var [ama] konservatuara başvuran sayısı çok azaldı. 80, 90’larda birkaç bale kursu vardı. Şimdi her yerde bale kursu, bale kelimesini duyabilirsiniz.” (Sahne Tozu Kulis Sohbetleri, open.spotify.com, 31 Aralık 2023)
“Kamu kurumu konservatuar” ile “liberal özel kurs” ters orantısına işaret ettiği bu sürecin en başında, yanına iki arkadaşını, Ankara DOB orkestrasından Yalçın Baygın ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ndan (CSO) Bahadır Başabak’ı alarak, daha sonra adını Hayal Sahnesi Sanat Kursu’na çevireceği Point Sanat Merkezi’ni kuruyor (2002). Müzik bölümünde tüm enstrüman derslerinin yanı sıra solfej, konservatuara hazırlık, şan dersleri; dans bölümünde klasik bale, modern dans, hip-hop, jazz dans, pilates ve yoga; tiyatro bölümünde ise çocuklar için yaratıcı ve eğitici drama, yetişkinler için diksiyon ve oyunculuk ile ilgili eğitimler var. Dersler, DOB, Devlet Tiyatrosu (DT), CSO, devlet konservatuarları ve müzik fakültelerinde öğretim üyesi olan sanatçılar tarafından veriliyor.
Yetmiyor; daha çok para kazanmanın yolunun yurt dışı bağlantılardan geçtiğini anlayınca, “London College of Music”in (LCM) önce Ankara, ardından İç Anadolu’daki tek yetkili sınav ve eğitim adresi oluyor. 7-14 Nisan 2014 tarihleri arasında dördüncüsü/beşincisi gerçekleştirilen sınavları, İngiltere’den gelen bir heyet yapıyor.
Öngörülebileceği üzere, uluslararası geçerliliği olan bu sertifika ve diplomalar için her yıl daha fazla öğrenci başvuruyor. Güzel para bırakıyorlar. Öyle ki, Cavlak ilk kez bu yıl, şehir içi ve dışında temsilcilikler veriyor. Diğer kentlere yayılma atılımına ise Alanya’daki Bahçeşehir Koleji ile başlıyor. Her hafta sonu Ankara’dan Alanya’ya giden öğretmenler, bale, gitar, piyano dersleri veriyorlar.
Cavlak liberal profesyonel topluluk peşinde
2007’nin sonlarına doğru, Hayal Sahnesi Sanat Kursu’nun yalnızca özel bir amatör eğitim merkezi oluşu, pehlivanımızı kesmemeye başlıyor. Profesyonel sanat topluluğu kimliği de kazanmasını istiyor. Liberal vitesi büyütüyor. Yurt dışına açılmanın bu projeye can suyu olacağını değerlendiriyor:
Viyana'daki Kahve Üreticileri Birliği’nin geleneksel balosu, 2008’de, "Kaffee Alla Turca" sloganıyla tarihi Hofburg Sarayı’nda yapılacak. Viyanalı kahveciler, baloda Türkiye’den sanatçıların da bulunmasını istiyorlar. Ticaret Odaları Başkanı Christoph Leitl, Türkiye'nin Viyana Büyükelçisi Selim Yenel salonda yerlerini alacaklar.
Kaçırılmaz fırsat!
Viyanalı kahveciler balo salonunda açtıkları standları çikolatadan yapılmış ay-yıldız, Topkapı Sarayı ve Yeniçeri maketi gibi Türk motifleriyle süslemişler.
Büyükelçi ile eşi geleneksel balo müziği eşliğinde salona "onur konukları" olarak giriyorlar. Balo organizasyon komitesi başkanının sembolik olarak bir fincan Türk kahvesi içmesi, Büyükelçi’nin de yine sembolik biçimde kahve falına bakarak, Viyanalı kahvecilere geleceklerine ilişkin yorumlarda bulunması büyük alkış alıyor.
Balonun en ilginç gösterisi, Hayal Dans Topluluğu’nunki (Dream Dance Company). Cavlak, Mozart’ın Rondo Alla Turca’sına (Türk Marşı) mizah ve dansı üst üste diken bir koreografi yapmış. DOB’dan Serhat Güdül, Arzu Kıran, Nazlı Dirin, Müge Uyan ve Can Gökdoğan dans ediyorlar. Canlandırılan Mozart, ünlü beyaz peruğuna Yeniçeri bıyığı eklenerek sunuluyor. Sonrasında, Candan Erçetin, Kerem Görsev falan. (hurriyet.com.tr, 2 Şubat 2008)
Mozart’ta yeniçeri bıyığı, Cavlak’ta yaratıcılık kıymığı.Bir yıl sonra ise, 2009’da, Polonya’nın Legnica kentinde bulunan Modrejewska Tiyatrosu’nun düzenlediği Uluslararası II. “Miasto” (City) Festivali’ne, Hayal Sahnesi Dans Tiyatrosu olarak katılıyorlar. Kemal Başar’ın, Can Atilla’nın Osmanlı Üçlemesi’nden (Cariyeler ve Geceler-2005, 1453 Sultanlar Aşkına-2006, Aşk-ı Hürrem-2007) yaptığı müzikal seçkiye, Cavlak’ın hazırladığı koreografi yüklenip, Aşk-ı Hürrem (Loving Hurrem) adıyla dans tiyatrosu formatında sahneleniyor. Sahnedeki Cavlak, Arzu Kıran ve Serhat Güdül’e, Modrejewska Tiyatrosu’ndan 20 sanatçının yanı sıra, oyuncu Özüm Arkan ve timpanici Yalçın Baygın eşlik ediyorlar. Temsil, kentteki eski Yahudi Tiyatrosu’nun yıkıntılarında yapılıyor.
Yer, tarih ve sunulan yapıt güçlü siyasal anlamlar taşıyor. Oraya geleceğiz.
Aşk-ı Hürrem’in, 2010’da Romanya’nın Targovişte kentinde düzenlenecek (Haziran) Babel Festivali ile Rusya’nın Kurgan kentindeki festivalde (Temmuz) yer alması konusunda prensip anlaşmasına varıldığı basına yansıyor (evrensel.net, 1 Eylül 2009).
2010’a gelindiğinde, liberal vites biraz daha büyüyor: Hayal Sahnesi Solistleri Orkestrası. Resim ve Heykel Müzesi Operet Sahnesi’nde ilk konserini vereceği duyurulan orkestra, Ankara’nın ilk profesyonel özel orkestralarından biri olma hedefi ile kurulmuş. 21 müzisyenin 11’i ADOB orkestrasından. Kalanları, Hacettepe Senfoni Orkestrası, Başkent Akademik Orkestra üyeleri ile Hayal Sahnesi Sanat Kursu eğitmenlerinden. Bu arada, bir fikir vermesi için, konserin, Selman Ada’nın Jazz String’i ile başlayacağını belirtelim. (hurriyet.com.tr, 16 Mayıs 2010)
2011’de dört şube, 60’a yakın eğitmen, yüzlerce öğrenci ve üç profesyonel topluluk ile tam bir piyasa oyuncusuna dönüşmüş olan şirketin Kavaklıdere şubesinde, 24 Aralık’ta verilen yılbaşı partisinde, Cavlak, 2012 hedeflerinin çok daha büyük olduğunu söylüyor. (hurriyet.com.tr, 25 Aralık 2011)
Cavlak müşteriyi, müşteri PR’ı sever
Bu arada, her yılın sonunda yapılan Hayalden Gerçeğe adlı temsiller ile müşteri çekiciliğinde değişik yöntemler uyguluyor. 2008’dekinde, “Uçan Türk” Serhat Güdül, “Rachmaninov Suite”, Cavlak ve Almula Ersoy çifti de, “Çigan” adlı dans gösterisinde öğrencilerle dans ediyorlar. CSO viyola sanatçısı Bahadır Başabak ile ADOB Orkestrası'ndan Yalçın Baygın yönetimindeki yaylı çalgılar, gitar, pop ve vurmalı çalgılar orkestrası da sevilen yapıtları seslendiriyor. Sahnede 200 öğrenci yer alıyor.
2019 gösterisi ise müşteri avcılığında çok daha radikal: Türkiye’de ilk kez Carlo Collodi’nin ünlü yapıtı Pinokyo’yu, “video mapping” yöntemi ve özel makyaj teknikleriyle sahneye taşıyor. Özel bir şarkı besteletiyor. Başka ve daha vurucu bir ilki, Cavlak, AA muhabirine şöyle açıklıyor:
“Pinokyo balesini hayal ettiğimizde 3 yaşındaki çocuklardan, anneler ve babalara kadar uzanan bir yaş yelpazesinde nasıl bunu bir sahne prodüksiyonu haline getirebiliriz diye düşündük. Daha sonra librettoyu ve tabloları oluşturduk.”
Tamamen öğrenci ve velilerden oluşan kadrosu ile üç temsil olarak planlanan, yaklaşık 450 kişinin sahneye çıkacağı bir gösteri.
Cavlak artık tam bir piyasa kurdudur. Onun gözünde sanat, dokunma eyleminin paraya dönüşmesi; yüksek sanat, dokunma eyleminin yüksek paraya dönüşmesi anlamı taşıyor. Doğal olarak, sanatçı da, bu eylemi gerçekleştiren canlı türü oluyor.
Lakin üçgeni kapatmaya yetmez şirket ve kâr; lazımdır üçüncü kenar; yani, PR.
Kâr ile PR ikiz kardeş. O halde, medya ile ilişkiler dolgun olmalı.
Öyle de oluyor. Birkaç örnek ile yetinelim:
2008-2014 arasında işleri ve iştahı epey açılmıştır. Büyük bir ivme yakalıyor. Siyasal arka planına birazdan geleceğiz. Ancak, 2008’in, sahnedeki dans kariyerini erken noktaladığı yıl olduğunu da belirtelim. Bale ticareti ve kurum içi ek gelir olanakları, gözüne, artık sahnede atlayıp zıplamaktan çok daha cazip gelmektedir.
Bale ticareti sayesinde başkentin yüksek bürokrasi, siyaset ve tabii, ticaret çevreleriyle yakın ilişkiler kurmuş, 2020’de dükkânı kapatana kadar, 18 yıl boyunca, Emek, Ümitköy, Kavaklıdere, Batıkent şubelerinde yüzlerce öğrenciden heybetli paralar kazanmıştır. “Piyasa-şirket-PR” altın üçgeninin tüm dehlizlerini ve para yollarını öğrenmiştir.
2020’de, dükkânı aniden kapatma nedeni mi?
Kimilerine göre başını ağrıtmaya aday mali usulsüzlükler; kimilerine göre ise pandemi.
Başka türden şikâyetler de yok değil:
Neyse, yine de şu iyimser soruyu görmezden gelip, adamcağızın hakkını yemeyelim:
Sizce, Cavlak, dükkânı kapattıktan sonra, kendini bütünüyle Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat”ına, dolayısıyla da “kamu hizmeti”ne adamaya karar vermiş olabilir mi? Hatta, dükkânı bu nedenle kapatmış olamaz mı?
Çok safsınız!
Duende Global adını duydunuz mu?
Ama önce, şu ünlü 2008-2014, yani, İslamcıların Ergenekon saldırısının başlayıp bittiği zaman diliminde, Cavlak’ın yakaladığı ivmenin DOB ayağına bakalım.
Koreograflık adlı para makinesi
Yukarıda, Milli Tacir Tan Sağtürk’ün kendine yardımcı olarak seçtiği Cavlak Volkan’ın piyasacılığı ile ilgili ayrıntıları verdik. Şimdi, kurum içi liberal etkinliğine ve siyasal tercihlerine değinelim ki, Milli Tacir’in onu hiç de boşuna yardımcısı yapmadığı daha iyi anlaşılabilsin.
Cavlak ile ilgili ne demiştik?:
“DOB’da geçirdiği birkaç yılın ardından, bir kamu kurumu sanatçısının hatırlı banknot istifi yapabilmesinin dört altın kuralı olduğunu keşfediyor:
- Piyasada iş yapmak,
- Yönetim kademesinde görev almak,
- Kurumsal işleyiş boşluklarını iyi değerlendirmek,
- Siyasal iktidarın dümen suyundan ayrılmamak.”
Bakın, kurumsal işleyiş boşluğunu nasıl dolduruyor:
Cavlak aktif dans yaşamını 2008’de bırakır. O günden bugüne DOB’da hem yöneticilik, hem bale öğretmenliği, hem de özellikle koreograflık yapmaktadır. Şu ana kadar çoğunu Armağan Davran ile birlikte hazırladığı 16 büyük ve bir dizi küçük yapıt koreografisi ile Devlet Balesi’nin en verimli, kendisine en çok olanak sunulup, alan açılan koreografı sıfatını taşımaktadır.
Ne güzel işte! Çalışkan adam. Kötülük bunun neresinde, diyeceksiniz.
Şurasında: Cavlak bu işi yaparken, kurumu liberal kazanç kapısına çeviriyor. Bu da kurum bilinci ve işleyişini törpülüyor.
Şöyle:
1309 Sayılı DOB yasası kurumda “koreograf” kadrosu öngörüyor. Bu kadroda bulunanlar, görevleri olan koreografi yapma işleri için maaşları dışında ek bir ücret almıyorlar. Tıpkı dansçıların dans ettiklerinde ek ücret almadıkları gibi. Ancak koreograf kadrosunda bulunmayan biri koreografi yapar ve bu da ilgili komisyon nezdinde kabul görürse, o zaman ek bir ücret ödeniyor. “Ama ben librettosunu da hazırladım” dediğinizde, onun için de ayrı para alıyorsunuz. Bitmedi; bale repertuarının büyük klasikleri var. Koreografileri zaten yapılmış. Sağına soluna ufak rötuşlarla dokunup, “Ama ben farklı bir yorum getirdim” ayağına yatarsanız, yine ayrı para. Müzikallere, operalara, operetlere, çocuklar için yapılanlara, “Koreografi yaptım, libretto hazırladım” dediğinizde, para akışına devam. Üstelik öyle dişin kovuğunu doldurmaz türünden falan değil, yanak yırtacak oylumda. Neredeyse çift maaşlı oluyorsunuz. Ne kadar çok yaparsanız, o kadar çok para geliyor.
İlgili komisyonun adı, Telif Ücretleri Değerlendirme ve Tespit Komisyonu. Tamamını genel müdürün atadığı 7 kişiden oluşuyor. Genel müdürün kararını tasdik etmekten başka işlevleri yok. Tabii, genel müdürün de “yukarı”nın kararını…
Rakamları verelim; ilgili komisyon, “Evet, bu özgün bir çalışmadır” dediğinde, büyük bale ya da modern dans yapıtları (en az 2 perde, en az 75 dakika) için, 750 izleyiciye kadar alan salonlarda gişe hasılatının %26’sını (koreografi+libretto) alıyorsunuz. Salon büyüdükçe, oran % 17 ve % 11 olarak belirleniyor.
Örneğin, 700 kişilik bir salonda, ortalama 170,00 TL bilet ücretiyle, cebinize giren, her temsil için yaklaşık 31 000,00 TL; 1500 kişilik bir salon için ise 66 000,00 TL. Sezonda en az 8 temsil olsa… Hele bir de aynı sezonda, aynı sahnede birden fazla yapıtınız, ya da aynı sezonda birden fazla müdürlükte yapıtlarınız sahnelense, kendi maaşınıza tur bindiriyorsunuz.
Küçük bale ve modern dans yapıtlarında (tek perde) da durum hiç fena değil; yukarıdaki sırayla, %20, %13 ve %8.
Kuğu Gölü, Uyuyan Güzel falan gibi koreografisi hazır klasiklerde, “Billahi çok özel bir yorum getirdim” sabunuyla ortaya çıktığınızda, oranlar yine sempatik: %13, %9, %6. Millet, “Klasik literatürün dev yapıtı canım; mutlaka görmeli!” diye salonları doldurdukça, sizin de cebiniz doluyor.
Ya müzikaller? En çok full çeken onlar; o halde bolca müzikal yapmalı: %12, %8, %4.
Tamam da, DOB müzikal yeri değil ki. O işe DT bakıyor olmalı. DOB için sanatsal düşüklük anlamına geleceği gibi, şan tekniği dışında, farklı bir gırtlak gerektirdiğinden, sakıncalı bile.
Ama çok iyi para bırakıyor! Önemli olan bu değil mi?
İşte, bizim liberal Cavlak, “Ben artık dans etmeyip, yalnızca koreografi yapacağım; beni koreograf kadrosuna geçirin” diyeceğine, bale öğretmeni kadrosuna yerleşip, sürekli yeni koreografilerle 15 yıldır cüzdanı şişiriyor. Birinci sınıf tüccar; öyle utanma, sıkılma, etik filan gibi mevzulara takılmaz.
İyi de, buna kim göz yumuyor?
Genel müdür.
2008’den itibaren, işleyişi, İslamcıların isteği doğrultusunda merkezileştiren Şeyh Rengim Gökmen’in tek adam olma saplantısı, zaman içinde bütün kurulların, komisyonların genel müdürün dümen suyuna girmesine yol açtı. Doğal olarak da, Şeyh ile birlikte başlayan yeni dönemde, DOB’daki kurullar, komisyonlar artık yalnızca kâğıt üzerinde yer alan, yasal zorunluluktan ibaret varlıklara dönüştüler. Bu durum sonraki genel müdürlerin yönetiminde değil düzelmek, daha da belirginleşti. Ara sıra dişli bir kurul üyesi çıkarsa, gereği yapıldı. İslamcıların ülkeyi soktukları deli gömleği Saray rejiminin doğrudan yansısı… Bir koreografinin “özgün” olup olmadığına, niteliğine ve telif ücretine karar verecek olup, yalnızca genel müdürlük bünyesinde bulunan Telif Ücretleri Değerlendirme ve Tespit Komisyonu da bu felaketten nasibini bolca aldı. DOB’un ne kuruluş yasasında, ne yönetmeliğinde, ne de her yıl yayımlanan resmi organizasyon şemasında yer alan bu hayalet komisyon, genel müdürlerin elinde tam bir “para ile terbiye etme” şifahanesine dönüşmüş durumda. Genel müdürün tuttuğu, ya da daha yukarıdan kendisine tutması gerektiği söylenen kişilerin koreografileri, besteleri hiçbir zorlukla karşılaşmadan onaylanıp, sahne yüzü görür hale gelince, genel müdür ve yukarısı ile iyi geçinmenin farz hükmünde kabulü sürpriz sayılır mı?
Bütün tek adam rejimlerinde olduğu gibi, o kadar laubali, o kadar adam kayırma ve liyakatsizlik temelli bir işleyiş ki… Sahnelenmesini istediğiniz iki perdelik bir koreografinin konusunu, bir, iki sayfalık bir metin halinde veriyorsunuz. Bu bir “synopsis”. Ama Telif Komisyonu synopsis’e para ödemiyor.
Peki neye ödüyor?
“Libretto”ya.
O halde, tüccar koreograf sahnelemeyi düşündüğü dansın konusunu yatırdığı kâğıdın üzerindeki synopsis sözcüğünü çizip, libretto yazar, olur biter.
Zaten öyle oluyor.
İyi de, libretto’ya çok para verilmiyor ki (büyük yapıt %6, küçük yapıt %5)
Libretto meze parası. Ana yemeğinki ise koreografiden geliyor (büyük yapıt %20, küçük yapıt %15).
Kısacası, koreografi yapan kişi üç kalemli gelir yelpazesine sahip: Kurumdaki aylığı, koreografiden ve librettodan gelen telif ücretleri. Öyle mi?
Evet. Ama bir koşulla; eğer koreograf kadrosunda değilse.
Yahu, bu durumda kimse koreograf kadrosuna geçmek istemez ki. Başka kadroda kalıp, ekstradan koreografi parası alır.
Zaten öyle oluyor.
Ancak bu tezgâhın sorunsuz kurulabilmesi için, dediğimiz gibi, ya genel müdürün, ya da siyasal otoritenin tam desteğine gereksinim var.
Cavlak her ikisinin de desteğini bugüne kadar kesintisiz elde etti. Zaten siyasal desteğiniz varsa, genel müdür tırnaksız minnoş…
Yani, Cavlak Volkan İslamcıların değirmenine…
Hem de nasıl!
Koreograf Cavlak İslamcı siyasetten nemalanıyor
2008-2014 arası Cavlak’ın atılım dönemi. İslamcıların Ergenekon kumpası yılları. Bu dönemde, piyasa’daki yüksek ticari etkinlik yelpazesine, kurumu DOB’daki liberal girişimleri eklemlenir. Bulunduğu her yerde, attığı her adımda işadamı zihniyet ve reflekslerine yaslanacaktır: Fırsatçı, ilkesiz, yalnız cebini düşünen…
Kozmik Beyhan ve MDT özelinde, yükselen değer modern dansın liberal meşruluğu ve sıkletini yakından gördüğü için, 2008-2010 arasında A.Ü. Devlet Konservatuarı Modern Dans Anasanat Dalı’nda öğretim görevlisi olur. Yatırım anlamında oldukça akıllıcadır.
2009-2012 arasında ise ADOB Bale Başöğretmenliği koltuğundadır. Bu görevin özel bir anlamı vardır: İslamcıların merkezileştirme siyaseti doğrultusunda, DOB’un yasal çerçevesi ve kurumsal işleyişine bütünüyle aykırı biçimde Genel Müdürlük-ADOB ayrımı gerçekleştirilmiş, bu oldubittinin meşrulaştırılması için kurum içi destek gerekmiştir. Bu desteği ilk sağlayanlardan biri Cavlak’tır. Şeyh Rengim Gökmen’in has adamı olacaktır:
“2009’da ADOB kuruldu. Genel Müdürlükten ayrıldı. Biz oranın ilk idarecileri olduk. Armağan [Davran] ile 2009-2012 arasında ADOB’un başkoreograf ve bale başöğretmeni olarak idarecilik görevi üstlendik.” (Sahne Tozu Kulis Sohbetleri, opera.spotify.com, 31 Aralık 2023)
2014’te, DOB Genel Müdürlüğü Festivaller, Yarışmalar ve Turne Organizasyonu Koordinatörü yapılır. Kurum adına, onu çok mutlu eden “Piyasa” ile temas olanağı sağlamanın en elverişli yeridir.
Aynı yıl, Samsun Devlet Opera ve Balesi’ne (SAMDOB) müdür ve sanat yönetmeni olur. SAMDOB İslamcıların kurduğu (2009) tek opera-bale müdürlüğüdür. Ergenekon saldırısını kamufle etmenin “kültürel” araçlarından biri olarak, laik cumhuriyetçi/ilerici kesime “ödün” görünümlü bir girişimdir. Öte yandan, DOB’u merkezileştirme sürecinin yararlarını kanıtlayıp (DOB’u büyütmek, yeni kadrolar açmak, sisteme yüklü miktarda para şırınga etmek vb.), Şeyh Rengim Gökmen’in meşruluk alanını genişletmenin de aracı yapılacaktır. Ancak, SAMDOB’un genetiğinde bulunan İslamcı irade, buranın hep sorunlu, karanlık bir yer olmasına yol açar. İlk bölümde belirtmiştik; şizofrenik bir ilişki görünümüne karşın, İslamcılar balenin “fıtrat”ındaki liberal dokuya sempatiyle bakarlar. Modern dansınkine daha da fazla. İşte, kendi kurdukları SAMDOB, bu anlamda, Devlet Balesi’nde bir ilke tanık olacaktır: Kerim Soysal’ın kısa süreli kurucu müdürlüğünden sonra, arka arkaya atanan üç müdür ve sanat yönetmenini de baledendir: Erdoğan Şanal (2009-2012), Volkan Kıran (2012-2014), Volkan Ersoy (2014). Ardından gelen Mehmet Ortaç ise İTÜ Türk Müziği Konservatuarı’ndan mezun bir isimdir. Bu okulun İslamcılar için “müzikal kültür karargâhı” meşruluğu taşıdığını defalarca belirttik.
Cavlak’ın yükselişi arasız devam edecektir:
2018 Eylül, DOB Genel Müdürlüğü Bale Başkoreografı.
2018 Aralık, ADOB Müdürü ve Sanat Yönetmeni.
2023 Eylül, DOB Genel Müdür Yardımcısı.
Geriye yalnızca DOB Genel Müdürü koltuğuna oturmak kalmıştır.
Bu arada, her geçen yıl artan sayılarla koreografileri sahnelenmeye devam eder. Tabii, yukarıda belirttiğimiz çerçevede.
Neden ayağı tökezlemiyor? DOB’u tanıyanlar, oradaki yaşamın hiç de kolay olmadığını, 15 yıl boyunca kesintisiz izlenen bir yükseliş grafiğinin oldukça istisnai sayılması gerektiğini bilirler.
Tamam, Cavlak’ın yaşam felsefesinin bundaki payı görmezden gelinemez ama, yine de yeterli sayılmaz:
“Ortaokuldayken rekabeti öğreniyorsunuz. Yanındakinden daha iyi olmak zorundasın, çünkü başrol oynamak zorundasın. Onu ezeceksin ki, yukarı çıkabilesin.” (hurriyet.com.tr, 27 Haziran 2023)
Yeterli olabilmesi için siyasal destek gerekir. O destek koreografiler üzerinden İslamcılardan gelecektir.
Soru şu: ADK gibi, Laik Cumhuriyet’in çok özel bir okulunda, kamusal kültür koordinatları içinde, Sovyet okulunun ortodoks geleneğini temsil eden Nugzar Magalaşvili’nin eğitmenliğinde yetişmiş biri, nasıl olur da Laik Cumhuriyet’i ve “yüksek sanat”ını yıkmaya çalışan İslamcıların eksenine bu kadar kolay oturur?
Bu sorunun yanıtı, yaşanan tarihsel dönemde, tabii, bir ölçüde de Cavlak’ın kişiliğinde gizlidir.
1985’te girdiği ADK’dan 1993-1994 öğretim döneminde mezun oluyor. Bu dönem, ADK’nın Laik Cumhuriyet ile temellenen “yüksek sanat” kurum ve kültür algısının sorgulanmaya başladığı, neoliberal yıllara geçiş köprüsü olan dönemi. İhsan Doğramacı-Ersin Onay ikilisinin kurumu liberalleştirme kararlılığının 12 Eylül şiddetine yaslanarak görünürlük kazandığı karanlık zamanlar… Cavlak, Magalaşvili’nin siyah beyaz kasetlerinden Sovyet okulunun “devleri” Vasiliev, Barışnikov, Muhammedov, Yuri Vladimirov’u izlerken, Sovyetler’in geri çekilmeye başlamasıyla etkinliğini arttıran neoliberal dalganın getirdiği İngiliz rehabilitasyonu ve modern dans meşruluğu ile karşılaşır. Bu iki çelişik, zıt kutup arasında kalınca, küçük burjuva aile kültürünün doğal tepkisini verir: İkisinden ortaya karışık yapamaz mıyız?
“[Ninette de Valois’ya övgüler dizdikten sonra] Dame Ninette de Valois, sağlam altyapısının yanında, Türk balesinin kimliğini oluşturdu… Sovyetler dönemi ile daha farklı bir dönem yaşanıyor.” (Sahne Tozu Kulis Sohbetleri, open.spotify.com, 31 Aralık 2023)
İngilizlerin rehabilitasyonu gereği Ninette de Valois’yı kutsuyor. Sovyet dönemini ise “daha farklı” olarak niteleyip, içini doldurmaktan kaçınıyor. Meşruluk göstergesi olarak da, Magalaşvili’ye “babamdı” demekle yetiniyor.
Bu süreç Cavlak’ın bale kültürünün iki temel parametresini belirliyor: Estetik açıdan eklektik, yığma biçem; siyasal açıdan iktidar kültürü.
Balenin, kuru kuruya “yüksek sanat”tan çok daha fazlası olduğunu çarpıcı biçimde örnekliyor:
“Ben dünyaya bir daha gelsem, yine bu mesleği seçerim; o kadar büyük avantajlarını gördüm ki… Devlet başkanlarıyla tanışıyorsunuz. Şimdiye kadarki cumhurbaşkanlarımız ile yan yana fotoğraflarımız oldu. Uluslararası alanda, gezmediğimiz dünya ülkesi kalmamıştır. Altın anahtar bir meslek. O tayt çok büyük bir anahtar.” (Sahne Tozu Kulis Sohbetleri, open.spotify.com, 31 Aralık 2023)
İşadamı Cavlak’ın balenin getirileri arasında üst sıraya yerleştirdiği bu siyasal alan duyarlılığı, hem piyasacılığının, hem de eklektik, abur cubur sanat kültürünün türevidir.
2009’da, Kemal Başar’ın, Can Atilla’nın Osmanlı Üçlemesi’nden (Cariyeler ve Geceler-2005, 1453 Sultanlar Aşkına-2006, Aşk-ı Hürrem-2007) yaptığı müzikal seçkiye koreografi hazırlayıp, Aşk-ı Hürrem (Loving Hurrem) adıyla dans tiyatrosu formatında sahnelediğini yukarıda belirttik. İslamcıların sevgili kulu Can Atilla’dan söz etmeye gerek yok. 2005’ten itibaren Osmanlıcılığa yönelen Atilla’nın Osmanlı Üçlemesi, İslamcıların iktidarını kutlayan ilk büyük müzikal armağandır. 2007’deki Aşk-ı Hürrem ise Ergenekon saldırısının başladığı yıla denk geliyor. THY uçuşlarının milli müziği yapılıyor. 2008’de, bu kez Mevlana 800. Yıl Oratoryosu ve yine aynı yıl, koreografisini TÜSAK’çı Mehmet Balkan’ın yapacağı Mevlana’nın Çağrısı balesi.
İslamcılar Osmanlı’ya çok duyarlıdırlar. Hele tasavvufa. Ödülü derhal geliyor:
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 13 Mayıs 2008’de İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth onuruna verdiği yemekte Can Atilla’yı kraliçeye dinletiyor. Aynı yıl, beklenebileceği üzere, Damacana Serhan, “Tek kişilik orkestra” nitelemesiyle Can Atilla’yı Andante PR dergisinin kapağına taşıyor.
Yine 2008’de, Aşk-ı Hürrem, Kral TV “Yılın En İyi Klibi” ödülünü alıyor.
İşte, Cavlak’ın Osmanlıcı yürüyüşü, 2009’da, modern dansa yatırılmış Aşk-ı Hürrem ile başlıyor. Üstelik Polonya’da, FETÖ’nün 3 üniversite, 6 okulu ile Avrupa’daki en ciddi yapılanmalarından birine sahip olduğu ülkede. Temsilin verildiği Legnica kenti eski Yahudi tiyatrosu yıkıntılarının simgesel değeri için ayrıca yoruma gerek yok.
2012’ye gelindiğinde, İslamcılar Ergenekon sürecini neredeyse tamamlamış, Laik Cumhuriyet direncinin en sağlam kabul edilen kolonunu kesmeyi başarmışlardır. Artık kutlama zamanıdır. Devlet Balesi’ndeki kutlamanın adı V. Murad olacaktır.
İşte dünya bale tarihinin önemli merkezlerinden Osmanlı Sarayı’ndasın…İki perdelik V. Murad balesi, DOB ile siyaset ilişkinin en görünür olduğu yapıtlardan biridir. Laik Cumhuriyet’in Osmanlı’ya yönelik olumsuz tarihsel yaklaşımının ilk kez “yüksek sanat” bağlamında da “revize” edilmesi gerektiği inancını DOB sahnesine taşımasıyla öne çıkacaktır.
Açıklayalım:
İslamcılar ile doğal son durağına ulaşan liberal siyasetin kültür ayağındakiler, Laik Cumhuriyet’in “müzik devrimi”ni temellendiren, “alaturka müzik milli değildir, çağdaş ulusal çoksesli müziğimize kaynaklık edemez” çıkış noktasını hiçbir zaman haklı ve meşru bulmamış, bu müziğin eğitim kurumları müfredatına, resmi/kamusal kültür alanlarına girmesi için ilk günden beri savaşım içinde olmuşlardır. Bunu iki değişik biçimde yapageldiler:
- Opera, bale ve klasik Batı müziğini “yabancı” sayıp, bütünüyle reddederek,
- Opera, bale, klasik Batı müziğini reddetmeden, alaturkayı onların içine yerleştirmek suretiyle, Laik Cumhuriyet’in “çağdaş ulusal çoksesli müzik” paradigmasının meşru kaynaklarından biri haline getirmeye çalışarak.
Bilindiği üzere Laik Cumhuriyet, söz konusu kaynağın yalnızca halk müziği olabileceği konusunda hiçbir tereddüte sahip değildir.
Neoliberal dönem ile birlikte, alaturkanın bale sahnesinde de giderek artan ağırlığına tanık olunur: Post (1994), Afife (1998), Harem (1998), Çalıkuşu (2003)… Ancak bu yapıtların bütünüyle siyasal bir tepkinin sonucu olarak ortaya çıkmış olmaları, geçiş dönemlerine özgü taşkınlıklar ile malul durumları, sanatsal kalibrelerinin cılız kalmasına yol açacak, bu ise Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat” kavramını seyreltme amacına umulan ölçüde kalıcı hizmet sağlanamamasına neden olacaktır.
İslamcıların iktidara gelişi ve Ergenekon süreci, Osmanlıcılığa yeni bir ivme kazandırırken, alaturkanın da meşruluk alanını genişletir. Fakat her iki olgu da zorlamadır çünkü İslamcılığın Türkiye’de tarihsel meşruluğu yoktur. Sovyetler’in geri çekilmesi sonucu oluşan siyasal anaforun beklenebilir ama yapay bir uzantısıdır; kültürel açıdan sürdürülebilir değildir. Ne Osmanlı, ne de alaturkanın ihyası olasıdır; her ikisi de tarihsel evrime ayak uyduramadığı için, canlı dokularını kaybetmiş mumyalardır.
İşte bu nedenle, “yüksek sanatı” aşındırma işlevinde çok daha gerçekçi, “çağdaş” bir kanal açılması gerekecektir: Caz ve “fusion” bohçasının genel adı olarak New Age. Can Atilla ve Mercan Dede’nin DOB sahnesine taşınmasının nedeni budur. Böylece, Osmanlı konulu balelere, alaturkanın yanı sıra, New Age de kaynatılır.
Oysa o saate kadar kimsenin aklına gelmeyen bir seçenek daha vardır: Osmanlı’yı, Osmanlı patentli klasik Batı müziği ile sahneleyerek, on yıllardır süren Osmanlı-Cumhuriyet müzik savaşını ateşkese bağlamak.
Nasıl yani? Osmanlı’da klasik Batı müziği bestecilik geleneği mi var?
Laik Cumhuriyet’in “müzik devrimi”, Osmanlı sarayının resmi müziği olan alaturkanın reddi üzerine kurulu değil mi? Peki, “Osmanlı sarayında Batı müziği de besteleniyordu, üstelik bu işi bizzat sultanların kendileri yapıyordu. Dolayısıyla, sarayın tek resmi müziği alaturka değildi”, dense ve bu da bir şekilde Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat” sahnesine taşınsa, sorun çözülmez mi? Osmanlı-Cumhuriyet çatışması değil, devamlılığı/sentezi sağlanır. Müzikten başlanır, kademeli olarak diğer alanlara uzanılır.
Komik olma! Fantezi olarak bile ayakları havada. Hangi senfonik sultanlarmış onlar?
Örneğin, V. Murat.
Delirdin mi?! Adam akıl hastası. Üstelik alkolik. Tahtta 93 gün zor dayanmış. Apar topar indirmişler. Tahta çıkaranlar da, tahttan indirenler de Jön Türkler’in ilk kuşağı. Yani, siyasal komplo falan yok. Bestelerine gelince; vals, polka, galop türü ufak tefek piyano parçaları. En uzunu 40 saniye. Buradan kalkıp da, klasik Batı müziğine Osmanlı sarayının resmi müziği payesi vermek, hele bir de bestecilik geleneği varmış izlenimi doğuracak sunumlar yapmak, Abdülhamit’in Almanya’dan getirtip içtiği maden suyundan yola çıkarak, Osmanlı’da maden suyu tüketimi geleneği vardı demeye benzer.
Tamam da, bunu söyleyen kişi müzikolog. Üstelik V. Murat’ı konu alan iki perdelik bir balenin hem fikir babası, hem de librettisti.
Yoksa Emre Aracı’dan mı söz ediyorsun?
Evet.
Hay sen çok yaşa! Onu uzun anlatmak gerek. Özellikle, Saygun’u konu alan doktora tezi (1998) evlere şenlik. Analitik yönü oldukça zayıf olan betimleyici çalışmaları bu yazının çerçevesini çok genişletir. Oraya girmeyelim. Zaten onun esas önemi, yazdıklarının arka planını oluşturan siyasal kimliğinde. Bu konu açık hale gelirse, neyi hangi amaçla yaptığı, ortaya koyduklarının “akademik” niteliği çok daha kolay anlaşılır.
İngiliz Emre, kraliçesinin elinden bir bardak su için neler vermezdi ki!..Lübnanlı Maruniler için ne denir, bilir misin? Kendilerini Fransız zanneden Araplar. İngiltere’de yaşayan Emre Aracı da kendini İngiliz zanneden Türklerdendir. O kadar ki, Kraliçe II. Elisabeth’in tahta çıkışının 50. Yılı nedeniyle, 2002’de büyük orkestra için beste bile yapmıştır: In Search of Lost Time [Kayıp Zamanın İzinde]. (For the Golden Jubilee of HM Queen Elizabeth II/Kraliçe II. Elisabeth’in altın jübilesi için). Kraliyet, aristokrasi, hanedan, ekselansları, lord, lady, düşes, baron… falan gibi sözcükler bizim müzikoloğun kendinden geçmesi için yeterli oluyor. İngiltere’nin kraliyet modeline hayran olduğundan, Osmanlı’ya da o gözle bakıyor. Örneğin, tarihte bir “Osmanlı uygarlığı” olduğu fantezisine kapılıp, müthiş bir Batılı Saray aristokrasisi yaratıyor: Beethoven çılgını şehzadeler, opera, bale delisi sultanlar, yüksek bürokrasinin piyanokolik üyeleri… Neler, neler… CSO yazı dizimizde bu konuyu ayrıntılı olarak ele alacağız. Müzik kültürü ve geleneğinin ölçütleri değerlendirilirken, Cumhuriyet düşüncesi ve kamusal kültür referanslarından uzaklaşıldıkça, liberal yanılsamanın tuzağına nasıl düşülebileceğinin son otuz yıldaki en parlak örneği, kuşkusuz, İngiltere’de ülkemizi mi, yoksa ülkemizde İngiltere’yi mi temsil ettiğine kolay karar verilemeyen ilm-i mûsiki erbabından bu Aracızâde Emre Efendi’dir. Şimdilik yalnızca şu kadarını söyleyip geçelim: Osmanlı hanedan ailesinin 1924 öncesi son 100 yıldaki bütün üyelerinin klasik Batı müziği ile nitel bağlarını toplasanız, Aida operasının doğuşunu hazırlamış olan Mısır Hidivi İsmail Paşa’nınkinin (1830-1899) yarısı bile etmez.
İngiliz muhibbi Emre Aracı kardeşimiz, doğal olarak, İngiliz liberalizminin en ateşli savunucularından. “Sovyetler Birliği, Türk-Sovyet dostluğu, Laik Cumhuriyet’in müzik devrimi, Osmanlı’nın çürümüşlüğü” türünden ifadeler duyduğunda tansiyonu yükseliyor. Onun kültür dünyasının incileri çok başka. Epey de gırgır:
“Osmanlı İmparatorluğu’ndan Batı formlarında eserler yazan hanım besteciler de çıkmıştır… Ekselansları Ömer Paşa’nın hanımı.” (V. Murad program kitapçığı, s. 25-26)
“[Çırağan Sarayı inşa edilirken mezarları hapis kalan Mevlevi dervişlerin kederli öyküsü…Beni]…sufizmin engin maneviyatından insan benliğine çile ve zikirle gelen disiplin ve aydınlanmanın, benzer sıkıntıları bir çile doldurmuşçasına geçiren V. Murad’ın en sonunda huzura ermesinde etken bir olgu olarak değerlendirmeye itti.” (A.g.y., s.4)
Neoliberal yılların kalıcı olacağının anlaşıldığı 90’larda, İngiliz siyasetinin çizdiği doğrultuda Osmanlıcılığa başlıyor. Giderek artan bir koyuluk ile şu “misyon”a yazılıyor: Osmanlı’da opera, bale, klasik Batı müziği varlığının köklü olduğunu ve bunun Cumhuriyet’e miras kaldığını kanıtlamak. Dönemin siyasal koşullarıyla çok uyumlu… Bu misyonun finansal ayağını Çarmıklı ailesinin Nurol Holding’i, resmi ayağını ise Dışişleri Bakanlığı oluşturuyor. Liberal müzikoloğumuz işini iyi biliyor. Dışişleri’nin desteğini almak için, 1998’de, Özal’a yakın diplomatlardan, bakanlığın ağır topu, Londra Büyükelçisi Özden Samberk ve eşine ithaf ettiği, yaylı çalgılar için bir beste yapıyor: Turkish Ambassador’s Grand March (Türk Büyükelçisi’nin Merasim Marşı). Sonrasında, beklenebileceği üzere, dünyanın birçok ülkesindeki Türk büyükelçiliklerinde konferans ve konserler veriyor.
Bu “misyon” içinde yalnız kitap, makale yazmak yok. Yine 1998’de Londra’da, Londra Osmanlı Saray Müziği Akademi Orkestrası’nı kuruyor. Önce onunla, ardından Prag Senfoni Orkestrası ile, Osmanlı Sarayı’ndan Avrupa Müziği (Kalan, 2000), Barış: Kırım 1853-56 (Kalan, 2002), Boğaziçi Mehtapları’nda Sultan Portreleri (Kalan, 2004), İstanbul’dan Londra’ya (Kalan, 2005) CD albümlerini kaydediyor. Bu albümlerden bazı seçkiler Invitation to the Seraglio (Warner Classics, 2004) ve Euro-Ottomania (Brilliant Classics, 2008) adlarıyla pazarlanıyor. Sponsor: Nurol Holding.
Çarmıklı ailesine ait Nurol Holding’i biliyorsunuzdur; hani, özelleştirme furyasında İslamcıların kıyağına mazhar olmuş holdinglerden; Tekel’in içki bölümünü 2004’te 292 milyon dolara devletten alıp, 2006’da Amerikan Texas Pacific Group’a 810 milyon dolara satan MEY şirketinin kurucularından… Gürcistan’ı Amerika’nın 51. eyaleti yapma hırsıyla iktidara gelen, Atatürk’ten sonra en büyük lider olarak Erdoğan’ı işaret eden, Gürcistan’ın İzmir Fahri Konsolosu yapılmış olan Nurettin Çarmıklı’ya üstün hizmet madalyası veren (2013) Saakaşvili’nin, o topraklarda çok güzel paralar kazandırdığı holdingimiz…
Gelelim bizim Türkçemizle V. Murat, Emre Aracı’nın Osmanlıcasıyla V. Murad’a;
2010’da İslamcıların Ergenekon saldırılarının kapsayıcı ve kalıcı içeriği belli olmuş, hazırladıkları anayasa değişikliklerini içeren referandum için, FETÖ, “Mezardakileri kaldırıp evet oyu kullandırmak lazım” demiş, başta İngiltere ve AB’nin desteğiyle, hem Ergenekon’da, hem de referandumda başarı kazanmışlardır. Büyük Ortadoğu Projesi’nin uzantısı olarak Arap Baharı’nın fitili de bu yıl ateşlenecektir. İslamcı yığılmanın oylumu çok ciddi boyutlara ulaşmıştır.
V. Murad’ın kuluçkası işte bu siyasal ortamdır. Osmanlıcılık resmileşmektedir:
“24 Temmuz 2010’da Sultan V. Murad’ın, oğlu Selaheddin Efendi kanadından, dördüncü kuşak torunu Osman Selaheddin Osmanoğlu’nun Bodrum’da kızı Ayşe Osmanoğlu’nun evinde gerçekleşen 70. Doğum günü davetinde V. Murad’ın orijinal bestelerinden oluşan bir konser takdim etmiştim. O konserde vaktiyle Hadice Sultan’ın babası V. Murad’ın doğum günlerinden biri vesilesiyle besteleyerek kendisine hediye etmiş olduğu marş da çalınmış, herkes üzerinde müziğin maziden gelen bu tarihsel ve hassas bağlantısı büyük etki uyandırmıştı.” (A.g.y., s.2)
Murat yerine Murad, Selahattin yerine Selaheddin, Hatice yerine Hadice yazımı İngiliz Emre’nin Osmanlı kültürü ile kurmuş olduğu ideolojik bağın tipik göstergelerindendir. Bunların resmi bir kurum olan DOB’un program kitapçığında yer alması ise, Laik Cumhuriyet kültürüne efelenmekten öte bir anlam taşımamaktadır.
Hanedan üyelerinin doğum günü partisine davetli olup, onlara, mazinin ihtişamlı saray san’atından mücevherat sunup, kendilerini mütehassis kıldıktan sonra, sıra, bu göz kamaştırıcı uygarlık numunelerinden halkımızı da nasiplendirmeye gelir.
Genel Müdür Şeyh Rengim Gökmen böyle bir girişim için neredeyse canını verecektir. Zaten genel müdürlük koltuğuna oturtulup, orada tutunabilmesinin tek koşulunun, Laik Cumhuriyet’in “müzik devrimi”ne karşı Osmanlı’yı rehabilite etmek olduğu, İslamcılar tarafından kendisine söylenmiş, o da bu amasız fakatsız işbirlikçiliği kabul etmemiş midir? Gereğini yapmakta tereddüt etmeyecektir:
Kendi denetiminde hazırlanan Stratejik Plan’a, efendilerine verdiği söz gereği, DOB’un “Güçlü” yönleri arasında var olduğunu savladığı şu değerlendirmeyi yazdırır:
“Kurumun köklü sanat geçmişi: Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü tarafından temsil edilen opera, bale ve müzikli sahne sanatlarının üretimi, icrası ve yorumlarının Cumhuriyetimizin kurulmasından çok önceleri başlaması, cumhuriyetin başlangıç yıllarında özellikle teşvik edilmesi.” (DOBGM Stratejik Planı 2011-2015, s.50)
Yani, Osmanlı’da opera ve bale hem üretiliyor, hem icra ediliyor/yorumlanıyor. Cumhuriyet ise zaten var olanı yalnızca “teşvik” ediyor.
İyi de, üretmek demek, bestelemek demektir. Osmanlı’da opera, bale bestecisi mi var?
Şeyh’e göre var. Bırak besteciyi, opera kumpanyaları bile var:
“… azınlıkların kurduğu opera kumpanyaları da ayrı bir önem taşır. Dikran Çuhacıyan'ın, Güllü Agop'un, Küçük İsmail ile Mınakyan'ın kumpanyaları bunların arasında en önemlileridir.” (A.g.y., s.9)
Doğal olarak, Osmanlı’da opera, balenin bu derece köklü oluşu, izleyici sayısı ve ilgi açısından da Cumhuriyete yüklü bir miras kalmış olduğu anlamına geliyor:
“…operalarla ilgili afişler ve dönemin gazetelerinde gösterilerle ilgili yazıların yayınlanmasından da anlaşılıyor ki büyük bir izleyici grubuna hitap edilmekteydi.” (A.g.y., s.9)
Şanslı Cumhuriyet! Köklü bir opera, bale geleneği, toplulukları, izleyici kitlesi, yazı ve yazarlarıyla Osmanlı’dan okkalı bir miras ediniyor…
Tiyatro-kanto-tuluat üçgeninde opera keşfine çıkmak, Murat Karahan, Caner Akın, Caner Akgün filan gibi neoliberal dönemin daha zayıf kültür ve bilgi birikimine sahip genç kuşak temsilcilerinde şaşırtıcı sayılmayabilir. Ama Rengim Gökmen bu türden bir salaklığın hiçbir tarihsel ve sanatsal gerçekliğe yaslanamayacağını bilebilecek biridir. Onunki, siyasal işbirlikçiliğin hain kuyusundan ses verme eylemidir. O kadar ki, aynı Stratejik Plan’da yer alan, “DOB’un Zayıf Yönleri” arasına, Laik Cumhuriyet’in “müzik devrimi”nin tarihsel mayasını yadsıyan o arsız değerlendirmeyi sıkıştırmaktan gocunmaz:
“Klasik Türk Müziği’nin… opera, bale ve çok sesli müzik yapıtlarında yeterince değerlendirilememesi.” (A.g.y., s.51)
Tabii, aynı resmi metinde, Darülelhan’ı da tıpkı Musiki Muallim Mektebi (M.M.M.) gibi, Laik Cumhuriyet’in kurduğunu ileri sürmek (A.g.y., s.9), Osmanlı-Cumhuriyet kopuşu değil de devamlılığı yaklaşımının mantıksal sonuçlarından bir diğeri olacaktır. Çoksesli müzik alanında İslamcılar ile işbirlikçilik o kadar kaba ve çaresiz yollara sürükler ki, bu örnekte de görüldüğü üzere, bırakın yorumu falan, en açık maddi tarih yanlışları bile işbirlikçiyi frenleyemez olur.
Sonuçta, Laik Cumhuriyet’in tanımladığı opera-bale konseptinin İslamcıların talebi doğrultusunda “revize” edilme zorunluluğunu, Şeyh Rengim Gökmen DOB 2011 Performans Programı’nın “Stratejik Amaç”larından biri yapar:
“Var olan Türk Opera ve Bale konseptini… yeniden tanımlamak ve genişletmek.” (DOBGM 2011 Performans Programı, s.20)
İşte bu “stratejik amaç” hiç değişmedi. 2017’deki Saray rejimi referandumuna kadar aynı söylem ekseninde devam etti. 2018’den itibaren bir kademe daha yukarı çıkarak, hepten koyulaşacaktır.
Şeyh’in siyasal nabza çok duyarlı oluşunun diğer bir göstergesi, Selman Ada’nın 2008’de bestelemiş olduğu, ancak o tarihte henüz başında olduğundan, nasıl gelişeceği belli olmayan Ergenekon sürecini dikkate alarak seslendirilmesine temkinli yaklaştığı Mevlit Kantat’ın da, artık büyük bir iştahla sahne yüzü görmesini desteklemesi değil midir?
Peki, FETÖ’cülerin Kutlu Doğum Haftası için bir şeyler yok mu?
Olmaz olur mu?! Şeyh Rengim Gökmen, Laik Cumhuriyet Ergenekon kumpasında gırtlaklanırken, 30 Aralık 2009 tarih ve B.16.1.DOB.0.65.00/6-132 sayılı yazıyla, DOB’da, Kutlu Doğum yıldönümü kutlamaları dolayısıyla, “Hz. Muhammed’i Tanıma ve Tanıtma” konulu “çocuk şiirleri” ve “çocuk şarkıları” yarışması yapılmasını ister.
Uzatmayalım…
V. Murat, Mevlit Kantat, Mevlana’nın Çağrısı, Çalıkuşu, Aşk-ı Memnu, IV. Murat… İslamcıların Ergenekon zaferini kutlamak için 2011-2012’de sahnelere sıralanan yapıtlardan yalnızca bazılarıdır.
Genel müdür, V. Murad’ı DOB için nurlu bir ufkun müjdecisi sayarken, ADOB Müdürü Erdoğan Davran hiç geride kalır mı? Hele ki, koreografisini kardeşi Armağan Davran, Cavlak ile yapacaksa.
Neoklasik tarzda, “içinde klasik baleden de öğeler barındıran”, prömiyer tarihi 28 Nisan 2012 olan V. Murad, ne müzik, ne de koreografi açısından dikkate alınabilir sanatsal bir değer taşımamakla birlikte, güçlü siyasal mesaj içeren yapıtlar listesine girer. Rahat bir ortamda çalışırlar; 2011 genel seçimlerinde İslamcılar büyük bir başarı elde etmiş, Ergenekon süreci, farklı adlarla daha da genişletilmiştir.
DOB sahnesine taşınan o siyasal mesaj mı nedir?
Opera, bale, klasik Batı müziği Osmanlı’nın vazgeçilmeziydi.
“19. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Osmanlı hanedan mensupları arasında eğlence unsuru olarak piyano çalmak, özgün bestelerle karşılıklı mukabelede bulunmak gündelik saray yaşantısı içerisinde çok doğal bir hâl almıştı. Bu gelenek hanedan bünyesinde 1924 sürgününü yaşayan nesile kadar devam etti.” (E. Aracı, A.g.y., s.33)
“Eğitimini Avrupa’da gören genç Osmanlı öğrencilerin II. Mahmud sarayında Beethoven’dan varyasyonlu sonatlar çaldığı…” (A.g.y., s.33)
“Kendisi opera ve baleyi severek imparatorluğunda kurumsallaştırmaya gayret eden V. Murad’ın babası Sultan Abdülmecid’in…” (A.g.y., s.4)
“1836 yılına gelindiğinde geleneksel Türk musikisinin İstanbul’da acı içerisinde öldüğü…” (A.g.y., s.34)
V. Murat Batı müziğinde “dehâ sahibi bir amatör” imiş, padişah olarak kalabilseymiş, Osmanlı’da derin bir Batı müziği temeli atılırmış, saraydaki İtalyan opera merakı, askeri bandolar ve “opera soirée”lerinden sonra solo enstrümantal piyano müziğine de sirayet etmişmiş, müziği sevmek Osmanlı ailesinin “fıtrî bir istidadı” imiş, 1924’te hanedanın “apar topar sürgüne yollanmış olmaları” aileye ait notaların da dağılmasına yol açmışmış vb.
Her şey, Osmanlı’da çoksesli Batı müziğinin köklü bir gelenek ve yoğun bir yaşantıya sahip olduğu izlenimini doğurarak, Laik Cumhuriyet’in müzik alanında gerçekleştirdiği Osmanlı’dan radikal kopuş gerçeğini sorgulayıp, meşruluğunu tartışmalı hale getirebilmek için.
Hazırladığı program kitapçığı o kadar kaba bir Osmanlı militanlığı ürünü ki… Hanedan ailesinin üç üyesi, Osman Selaheddin Osmanoğlu, Kenize Murad, Edhem Eldem yazı ve söyleşileri ile boy gösteriyorlar. Çocukları Türkçe dahi bilmeyen, İngiliz vatandaşı Osman Osmanoğlu, “Yarım asır İngiltere’de yaşadığımdan oranın kültürüne de alıştım” diyerek, ser-muallim Emre Aracı’yı mest ediyor olmalı. İngiliz şehzademizin “aklı fikri sporda, eğlencede” imiş (A.g.y., s. 66-67).
Tek kelime Türkçe bilmeyen Kenize Murad ise siyasal fırsatı ıskalamıyor:
“[Dostum Emre Aracı] Bu bale ile sadece düşmüş Sultan’ı yeniden yaşatmakla kalmıyor, onun, zamanında sorduğu farklılık, tolerans gibi önemli soruları bizlere soruyor.” (A.g.y., s.74)
Yani, bu bale, Laik Cumhuriyet’in, Osmanlı kültür normlarına karşı takındığı jakoben tutuma eleştirel yaklaşarak, “farklılığa tolerans” çerçevesinde, Osmanlı’yı ihya ediyor, demek istiyor. Tabii, çok memnun oluyor.
Şöyle denebilir: Bütün bunlardan Cavlak’a ne? Zaten olup biteni anlayacak kültüre sahip değil. O yalnızca alacağı paraya bakar.
Durum hiç de öyle değil:
“Sultan V. Murad’ın hayatının dramatik öyküsü, müziklerin Sultan imzaları, o dönemin saray hayatının aristokrasisi, bizim heyecanımızı arttırmaya başladı.” (A.g.y., s.30)
Cavlak’ı heyecanlandıran ayrıntılara biraz daha yakından bakalım:
“…dev bir saltanat kayığının sahne üzerindeki ihtişamı, Sarayın Anıtsal rıhtım kapısının görkemi, Çırağan Sarayı’nın altında yatan bir Mevlevi Tekkesi bulunması ve Sultan Murad’ın onlardan yardım istemesi…” (A.g.y., s.31)
Daha ne desin? Bizim tüccar bas bas bağırıyor… Yetmiyor, biraz daha koyulaştırıyor:
“…Sultan Abdülaziz’in esrarengiz şekilde ölümünün…” (A.g.y., s.31)
Abdülaziz “esrarengiz” şekilde ölmedi; intihar etti. Ölümünü “esrarengiz” ve ”şüpheli” bulan Osmanlıcı kesimdir. Laik Cumhuriyet’in “intihar” kabulünü tartışmalı hale getirip, “Ulu Hakan” dedikleri, Osmanlı tarihinin en baskıcı, paranoyak sultanlarından II. Abdülhamit’in, “Mithat Paşa ve yandaşlarınca öldürüldü” savını meşrulaştırmak için kullandıkları aparattır.
Bu kadar Osmanlı sırnaşıklığına, fiyakalı bir liberal son iyi gider, değil mi ama?:
“[Desteklerini bizden esirgemeyen Aydıner Şirketler Grubu Yön. Kur. Bşk. Turgut Aydıner’e] Ayrıca diğer sponsorlarımız Nurol Holding, Çırağan Palace Kempinski İstanbul ve MAC Kozmetik gruplarına yanımızda oldukları için teşekkürlerimi sunmak isterim. Sanata ve sanatçıya verilen özel destekler artarak sürer ise, bizler de kendi misyonlarımızı bir adım daha öteye taşıyarak önemli projelere imza atmaya devam edeceğiz.” (A.g.y., s. 32)
Özel sektör bize para versin, ne dilerse dilesin; her şeye amadeyiz.
Cavlak’ın mesajı İslamcıları memnun edecek, iki yıl sonra, 2014’te, yeni bir Osmanlı ürünü, Piri Reis ile işi galvanizleyecek, ardından koreografi yağmuru başlayacaktır.
Akla şu soru gelebilir: İki perdelik balenin müziği gerçekten de Osmanlı saray erbabının bestelerinden mi oluşuyor?
Elbette, hayır. O sarayda üç beş dakikalık eğlencelik çerez dışında ciddi beste yapabilecek birileri yoktu. Hiç olmadı. Nitekim İngiliz Emre kardeşimiz de siyasal militanlığın getirdiği ateş ile bir noktadan sonra ölçüsüz salladığını anlayıp, el altından düzeltmeleri zorunlu görür:
“Bu gibi örnekler… [V. Murad’ı] müthiş bir opera tutkunu veya eksperi olarak değerlendirmemizi mümkün kılmasa da…” (A.g.y., s.34)
“Sultan Murad’ın müzisyenliği 19. yüzyıla damgasını vurmuş olan ve küçümsenmemesi gereken popüler salon müziği repertuvarı içerisinde değerlendirilmelidir. Dolayısıyla,…onu klasik eğitim görmüş bir piyanist veya bestekâr olarak tanımlamak doğru olmaz. Kaldı ki bu bakış açısından bestelerini değerlendirmek ise son derece hatalıdır.” (A.g.y., s. 38)
Peki, bu durumda, V. Murad balesinin müziği nasıl kotarıldı?
V. Murat’ın bodur dans parçalarının böyle bir bale yapıtı için çok hafif ve yetersiz kalacağı belli olunca, müziğin omurgasını Macar besteci August d’Adelburg’un beş bölümlük senfoni-fantezisi Aux Bords du Bosphore’unun (Boğaziçi Kıyılarında) oluşturmasına karar veriliyor. Aralara, Charles d’Albert, Callisto Guatelli, Bartolomeo Pisani’nin yapıtlarından serpiştiriliyor.
Saray erkânının mahsullerine gelince; V. Murat’tan dört küçük dans parçası, Hadice Sultan’dan doğum günü marşı, Rifat Bey’den Prière, Sultan Abdülaziz’den La Gondolle Barcarolle, “Ekselansları Ömer Paşa’nın Hanımı” Saide’nin bir marşı. Sorun şu ki, Osmanlı kabul ettiğimiz bu hanımın gerçek adı İda. Kendisi Macar. Olsun, sorun değil; milli yengemiz sayılır.
Bu çıfıt çarşısına bir zabıta gerek. Zavallı Bujor Hoinic; adamcağız bunlardan bir yemek yapabilmek için epey uğraşmış olmalı. Pişmeyen yerleri de zaten kendisi doldurmuş.
DOB sahnesinde ilk kez Osmanlı’nın Batı müziği yapıtlarına yaslı bir bale temsili savındaki siyasal PR’ı anladık da, müzikal sürenin büyük bölümünü oluşturan yabancıların yapıtlarını da Osmanlı müziği mi sayıyoruz?
Ama onlar Osmanlı’yı seviyorlar. Ayrıca, örneğin, August d’Adelburg “şövalye”, annesi Franchini ise “kontes”. Yani, asil insanlar. Bu bile yeter…
Dedik ya, İngiliz Emre öncelikle siyasal bir kimlik. Yaptıkları ve yazdıklarında sanatsal/müzikal olandan önce, siyasal mantık ve kaygıyı görmeli. V. Murad istisna değil. Amacı, klasik Batı müziğini “Osmanlı” anlam alanına vidalamak. Buradan bakınca, Osmanlı topraklarında doğmuş, ya da görevi gereği Osmanlı’da çalışan, veya bahşiş koparabilmek için Osmanlı sultanına beste yapmış her yabancı müzik insanı, siyaseten Osmanlı’da Batı müziği öznesi rütbesine erişebiliyor. Sanatsal/müzikal açıdan başsız, kuyruksuz olan bu garabet, siyaseten, hele bir de İslamcılar ile iş tutuyorsanız, gayet tutarlı görünebilir.
Peki, sahnedeki Osmanlı nasıl canlandırılıyor?
Tek sözcük: İhtişamla.
Neredeyse birebir yapılmış olan “Dolmabahçe Saray Tiyatrosu”, “saltanat kayığı”, “sarayın rıhtım kapısı”nın sahneye taşınmış olmasının yanı sıra, kostümler ile sağlanan gerçekçiliğe, “Apollo ve Diana” dansı ile “illüzyonist” gösterisi katkıda bulunuyor. Kraliyet düşkünü müzikoloğumuz bütün göndermelerin “Osmanlı” özlü olmasına dikkat ediyor: Halife Abdülmecid Efendi’nin Sis tablosu, Mevlevi mezarları, Abdülhak Şinasi Hisar, Yahya Kemal… Hepsi, ihtişam yanılsamasından türetilecek büyük ayaklı bir nostalji için.
Zavallı İngiliz! Ölünün dirilebilmesi için, ölmemiş olması gerektiği kuralını bilmiyor.
Ama Damacana Serhan (Bali) şunu biliyor: İslamcı ile işbirliği yapmayanın cebi kuru kalır. Kuru cep fantezisi bile Damacana’yı hastanelik etmeye yeteceğinden, Donizetti ödüllerinin mimarı AKP Beyoğlu Belediye Başkanı Misbah Demircan’ın önüne listeyi koyuyor.
-Hocam, yılın bale-dans yapımı olarak, V. Murad’ı mı, Afife’yi mi, Hürrem Sultan’ı mı düşünürsünüz?
-Serhancığım bu nasıl soru? Elbette, bahtsız sultanımız V. Murad’ı.
Misbah bir der, Damacana üç yapar: 2013 Donizetti ödülleri yılın bale-dans yapımı V. Murad; yılın bale-dans koreografı, V. Murad’ın koreografları, Cavlak Volkan ile Armağan Davran; yılın kadın dansçısı, Sancan Ergüler; V. Murad’da “Kadın Efendi” karakterini çok iyi canlandırdığı için.
Şaşıracak bir şey yok, değil mi?
Ne mutlu Piri Reis’e ki, kendini Cavlak’ın elinde görmedi.Piri Reis’in halatında bir Cavlak
V. Murad İslamcıların elindeki kartlara bir yenisini ekler: “Osmanlı’da opera, bale, klasik Batı müziği gani ganiydi. Dolayısıyla, Laik Cumhuriyet’in bu alandaki tarihsel tekeli meşru değildir”. Bu kartı ceplerine koyarlar. Günü gelince çıkaracaklardır. Gerçi konu, alaturkanın resmileştirilmesine dayalı kırk yıllık kendi temel kültür siyasetleri açısından ilk bakışta hayli yırtıcı görünmektedir ama, Laik Cumhuriyet’in kültür ve sanat tekeline indirilecek her darbe de amasız pertavsız hoş gelmektedir.
DOB’da bu yemeği kotaranları melek cetveline kaydederler. Cavlak Volkan voliyi vurduğunu düşünür. Haksız da sayılmaz. Çok sevinçlidir. Bir yanda piyasadaki kasası Hayal Sahnesi, öte yanda, kamudaki koreograflığı. Her ikisinden de para kazanabilmenin tek yolu, İslamcıların hoşafına gitmekten geçtiğine göre…
Yine de geride bir endişe gölgesi kalmıştır.
Kim için?
Genel Müdür Şeyh Rengim Gökmen için.
Oturduğu her koltuğa, elde ettiği her olanağa, tıpkı Vale Gürer (Aykal) gibi, “Atatürk’ün müzik devrimi, çağdaş Türkiye, Laik Cumhuriyet, ilericilik…” naralarından yıldızlar kırparak gelip, en sefil işbirlikçiliklere razı olmuş oportünist Şeyh, Ergenekon kumpasının laik cumhuriyetçi/ilerici kesimde yarattığı tepkiyi ölçebilecek durumdadır. Elbette, böyle bir ortamda, V. Murad türü yapıtların siyasal içeriğinin yaratabileceği tepkiyi de. Hemen bir kamuflaj önlemi düşünür:
Şu Çılgın Türkler operası.
Turgut Özakman’ın 2005’te yayımlanmış, çok kısa sürede birkaç yüz baskısıyla, İslamcı dalgaya karşı moral dayanak simgesi olmuş aynı adlı romanından Sıtkı Tekmen’in librettosu, Çetin Işıközlü’nün bestesi… Şeyh, prömiyeri 10 Kasım 2011 tarihini taşıyan, İzmir Devlet Opera ve Balesi ürünü yapıtın, zaten muhalefetin kalesi kabul edilen İzmir dışına çıkmasına cevaz vermeyerek, hem İslamcıların aferinini, hem de muhalif kesimin gazını alacaktır.
2013’e gelince; İslamcılar açısından sarsıcı bir yıldır. Nisan’da, Ergenekon sürecinin yeni bir çekmecesi olarak açtıkları 28 Şubat davasını, Mayıs’ta başlayan Gezi olayları izler; kısa sürede bütün ülkeye yayılır. Laik cumhuriyetçi/ilerici kesim, 2007’den beri yaşananlara, örgütsüz de olsa, sert tepki vermiş, iktidarın meşruluğu sokakta tartışılmaya başlamıştır. Karizmaları fena halde çizilen İslamcılar, durumun hızla düzeltilmesi gerektiğinde hemfikirdirler. Siyasal ajandalarında değişiklik olmadığını göstermeye özellikle önem verirler; psikolojik üstünlük sağlama açısından temel bir yönetim ilkesidir: Ekim’de, kamuda türban serbestisi getirilir, öğrenci andı kaldırılır, Ergenekon türevlerinden Balyoz Davası mahkûmiyetleri onanır.
Aynı mesajı kültürel ajandaları için de vereceklerdir. Söz konusu mesajdan DOB’un payına düşecek olanın adı, Piri Reis balesidir.
Kozmik Beyhan’a 2010’da yaptırılan Barbaros’tan sonra, yine bir Osmanlı donanma komutanı, Piri Reis’in sahneye bale olarak taşınması, siyasal açıdan anlamlıdır:
*Ergenekon sürecinde, “İrticayla Mücadele Eylem Planı” üzerinden neredeyse simge hedef haline getirilen Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, muhafazakâr ve liberal solcu kamuoyu nezdinde “Laik Cumhuriyet’in darbeci ordusu” algısına oturtulmuş, “laiklik” ile “darbecilik” eşanlamlı sözcükler kılınmıştır. Karşısına, Osmanlı donanmasının muzaffer ve âlim, saltanata kayıtsız şartsız bağlı komutanı Piri Reis konarak, Osmanlı güzellemesi yapılmak amaçlanmıştır.
*DOB sahnesindeki “Osmanlı”, daha önce ya sultanlar, ya eşleri, ya da harem gibi kategoriler ile görünürlük kazanmıştı. Barbaros ile Ergenekon sürecinin başı, Piri Reis ile sonu işaretlenirken, iki denizci komutanın konu edilmesi, yaşanan siyasal sürecin doğrudan yansısıdır: İslamcılık ile Laik Cumhuriyet ordusu savaşımı.
*Piri Reis balesinde, dramatik akış açısından hiçbir işlev taşımamakla beraber, librettonun başına yerleştirilmiş olan, Piri Reis’in, Kemal Reis’in yanında Endülüs’teki Müslümanları zulümden kurtarmaya gidiyor oluşu, Osmanlı’nın sözde “korumacı” siyasetine övgü niteliğindedir. 2014’te bunun vurgulanma nedeni ise, Arap Baharı ile birlikte İslamcı iktidarın Suriye’ye müdahale ederek, 2011 Nisan’ında başlayıp, 2014’te bir buçuk milyonu aşacak olan Suriyeli sığınmacı sorununa yol açması ve bunun da sorumluluğunun Osmanlı aynasında meşrulaştırılma çabasıdır.
*2008-2014 Ergenekon süreci zarfında, İslamcılara daha büyük sahne desteği baleden gelmiştir. Bu dönemde, bir röpriz (IV. Murat), üç prömiyer (Cem Sultan, Muhteşem Süleyman, Lale Çılgınlığı) opera yapıtına karşı, iki röpriz (Hürrem Sultan, Harem), üç prömiyer bale yapıtı (Barbaros, V. Murad, Piri Reis) sahnelenecektir.
Piri Reis’in Mersin DOB projesi oluşu da tesadüf değildir. O sırada, DOB’un altı müdürlüğü içinde yalnızca Mersin’inkinin başında baleden biri vardır: Erdoğan Şanal. Daha önce de yazdık: Türkiye’de muhafazakâr/sağ iktidarlar, siyaseten sıkıştıklarında, laik cumhuriyetçi kamuoyuna yönelik ödün paketine opera-baleyi de koyarlar. Kadro, gelir artışı, yeni il müdürlükleri kurma vb. Mersin’in kuruluş kararnamesi 1990’da, Özal ve ANAP’ın zayıfladığı bir dönemde imzalanmıştır. Seçim yatırımlarından biridir. Nitekim 1991’de yapılan seçimleri ANAP kaybedecektir. Yerine kurulan DYP-SHP koalisyon hükümetinin kültür bakanı Fikri Sağlar Mersinli olmasaydı, orada bir opera-bale faaliyete geçebilir miydi, tartışılır. Aynı biçimde, İslamcılar da, kuruluş kararı 1993’te alınan ama kurulmayan Samsun DOB’u, 2009’da, Ergenekon sürecinde, laik cumhuriyetçi kesimin gazını almak için faaliyete geçirdiler. Samsun’da da, Mersin’de de baleden gelen yöneticilerin belirleyicilikleri dikkat çekicidir. Her iki müdürlüğün kilit ismi ise işte bu Erdoğan Şanal’dır.
2014 Mart’ında İslamcıların yerel seçim zaferi ve Ağustos’ta Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi, Piri Reis hazırlıklarının rahat bir ortamda yapılmasına katkı sağlar.
Bu arada, UNESCO’nun 25 Ekim-10 Kasım 2011 tarihlerinde gerçekleştirilen 36. Genel Konferansı’nda alınan karar gereğince “Piri Reis Haritasının 500. Yıldönümü”nün, 2013 UNESCO Anma ve Kutlama Yıldönümleri arasına alınmış olması, içeride, kamuflaj unsuru olmanın ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Piri Reis tek başına o kadar güçlü bir siyasal simge durumuna gelmiştir ki, Osmanlı hayranı Cemal Reşit Rey’in izinden giden öğrencisi Aydın Karlıbel, bestelediği Piri Reis operasını 2010’da tamamlamış, 2014’te ise bu kez Ali Hoca Piri Reis adlı bir opera bestelemiştir.
Prömiyeri 16 Ekim 2014’te Mersin’de yapılan, libretto ve koreografisinin Cavlak Volkan ve Armağan Davran’ın elinden çıktığı Piri Reis’in müzikleri Can Atilla’ya aittir. New Age’ci Can Atilla’dan söz etmeye gerek yok. Bir nebze değindik. Bakın, önceki albümlerinden derleyip, düzenlemesini yaptığı müzik için ne diyor?:
“Osmanlı ve orkestral yeni Türk müziği benim kendi albümlerimin içinde var olan bir müzik dokusu… içinde kanunlar, neyler, mızraplı tamburlar ve arkada büyük bir senfoni orkestrası.” (egeninsesi.com, 17 Ekim 2014)
Librettoda Piri Reis’in nasıl öldüğüne yer verilmeyip, Endülüs’e vurgu yapılmış olması bile, bu yapıtın bütünüyle İslamcı siparişi olduğunun kanıtıdır. Cavlak Volkan, İslamcılarla işbirliğinden o derece mutlu ve umutludur ki, Piri Reis’i nerelere koyacağını bilemez:
“Bu projenin Türk bale sanatını tanıtmakta, Türk kültürünü tanıtmakta önemli bir yer tutacağının kesinlikle inancı içindeyim. İnşallah önümüzdeki dönemde Avrupa’da kendi değerlerimizi sergilemek amacıyla yüksek sanatlar olarak adlandırılan opera ve bale sanatını yurt dışında kendi kültürümüzle yoğrulmuş şekilde görmekten de mutluluk duyacağız.” (A.g.y.)
Umduğu gibi olmaz. 2018’de Türkiye-Tayland karşılıklı kültür yılı kapsamında Tayland Ulusal Tiyatrosu’nda, bir de 2019’da Japonya’da Türk Kültür Yılı kapsamında, diplomatik temsil konumunu aşmayan vitrin ile yetinmek durumunda kalır.
Yine de, “kendi kültür ve değerlerimiz”in kaynağı zannettiği Osmanlı sarayına hayranlığında, yurt dışında olmasa bile, ülke içinde ona destek olan ilginç isimler de yok değil. Biri, Piri Reis balesine bayılmış, Gaziantep Üniversitesi’nin 2008-2016 yılları arasında sekiz yıl rektörlüğünü yapmış sıkı İslamcı Yavuz Coşkun:
“…bir Batı sanatıyla bu kadar güzel sentezlenebilir. Batı’dan enstantanelere Türk musikisi tınılarını yerleştirirken de, tam tersine bize ait sahneleri de Batı’dan bazı melodilerle süsleyen her biri birbirinden güzel enstantanelerle dolu çok güzel bir gösteriydi.” (habermerkezi.gantep.edu.tr, 22 Şubat 2016)
Değerli Rektörümüz FETÖ yargılamaları konusuna da epey duyarlı:
“Maide Suresi’nde insanlara, düşman oldukları kavimlere adaletsizce davranılmaması gerektiği emrediliyor.”
Belki merak eden olur; Cavlak’a, sahneye taşınmasının hiç de uygun olmayacağı söylenen Piri Reis’in yaşamının sonlanma biçimi, Osmanlı’nın yüzünü ağartacak olaylardan değildir. Onun yerine, şöyle bol Yeşilçam soslu Malkoçoğlu filmlerinden bir tema alınsa; hani, Bizans sarayının prensesleri hep bizim cengâver yağızlara âşık olur ya, bu sefer de, gâvurun kızı Piri Reis’e vurulsa, güzel olmaz mı? Cavlak ve arkadaşının beceriksiz, saçma salak fantezileri ortaya ciddi bir bale yapıtı çıkarmaz ama, en azından, Piri Reis’in 80 yaşının üzerinde, Muhteşem Süleyman’ın fetvası üzerine idam edilerek öldürülmesini gizler. Osmanlı aklansın da, gerisi teferruat…
Tarihsel gerçek mi?
16. yüzyıl, deniz yolları ve ticaret ilişkisinin Osmanlı aleyhine dönmeye başladığı bir dönemdir. Piri Reis durumun farkında olarak, yıllarca çalışıp, ünlü haritasını oluşturur. Deniz yollarına egemen olma savaşlarının sahne aldığı bir zaman diliminde, denizcilik ve kartografya bilgisinden yararlanarak, yeni yönelimler üzerinde çalışılacağına, adamı idam etmeyi tercih eden Osmanlı sarayı, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yavaş yavaş tarihsel gelişimin önündeki en büyük siyasal engel olmaya başlayacaktır.
Piri Reis sonrasında, Cavlak, Saray’ın ser-koreografı nişanı ile taçlandırılır. Tabii, koreograf kadrosuna geçirilmeden. Yani, para akışının önü kesilmeden. Ne yapsa, sahnelenir. Doğal olarak, düzey de hızla düşer. Troya, Göbeklitepe sefaletlerinden, Muhteşem Gatsby rezaletine… Olsun, paralar dolsun…
Ve son: İslamcı siyaseti bale sahnesine taşımayı “yüksek sanat” bellemiş tüccarımız bununla da yetinmez. AKP’li olduğunu ilan etmeyi zorunlu görür:
Yer: Ankara Spor Salonu. Tarih: 18 Ekim 2022. Cavlak’ın “Reis”i Erdoğan kürsüde, AKP’nin seçim programını açıklıyor: “Türkiye Yüzyılı”. Önce, Laik Cumhuriyet’in 99 yılını özetliyor:
“Cumhuriyet'imiz maalesef, bu bir asırlık geçmişinin önemli bir kısmında, kendi içinde barışık yaşayamadı... Ülkemiz, milli iradenin üstünlüğüne dayanmak yerine vesayet güçlerinin güdümünde kalan yönetimlerin elinde altın kıymetinde yıllarını heba etti. Şehit Başbakan Menderes'in, 'Yeter söz milletin.' diyerek başlattığı demokrasi ve kalkınma hamlesi, idam sehpasında kesintiye uğradı. Rahmetli Özal'ın 'Devlet, millet içindir.' diyerek ülkeyi tekrar demokrasi ve kalkınma rotasına sokma girişimi, koalisyon dönemlerinin kaosu içinde kaybolup gitti."
Sonra, son 20 yılda İslamcı iktidarların başarısını anlatıyor:
“Menderes'in ilk kazmayı vurduğu, Özal'ın ilk gediği açtığı bu seti kökünden söküp atmak hamdolsun bize nasip oldu. Tabii bu arada kaybolup giden nesillerin hesabını sormak da bize düştü… İnancından ve kültüründen dolayı aşağılanan mütedeyyin vatandaşlarımızın, Yassıada'da onurları çiğnenen milli irade temsilcilerinin…”
“Sadece nesillerin hayali olan Ayasofya'yı Fatih'in emanetine uygun şekilde yeniden cami olarak hizmete açmış olmamız bile küresel vesayete karşı gerçekleştirilmiş bir büyük meydan okumadır.”
“Ekonomiyi büyüterek, refahı tabana yaymak suretiyle ülkemizi tüm fertleriyle birlikte zenginleştirdik.”
"Dünya, göçün sembolü haline dönüştüğü derin ekonomik adaletsizlikler, sosyal parçalanmalar, siyasi savrulmalar yaşarken, biz tam ortasında bulunduğumuz bu sıkıntılı fotoğraftan da ayrışıyoruz.”
“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'yle garanti altına aldığımız güven ve istikrar iklimi.”
“Yürüyeceksin, millet yürüyecek arkandan. 'Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan'dan' diyerek yolumuza devam ediyoruz.”
Toplantıya değişik meslek gruplarını temsilen birçok kişi katılıyor. Aralarında sanatçılar da var. Biri, Cavlak Volkan. Çok mutlu; içinden, “Reis ne kadar doğru söylüyor. Ben de Ulubatlı Hasan’ın selamı üzere yürüyüp, DOB Genel Müdürlüğü koltuğuna ulaşabilirim” diyor. Hadi hayırlısı!
Erdoğan, Laik Cumhuriyet’in kültür politikasını eleştiri bağlamında, konuşmasının içine ilginç bir cümle sığdırıyor:
“Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasını kendi statülerinin sembolü olarak gördükleri için oraya gelen halk çocuklarını küçümsüyorlardı.”
Cavlak mesajı alıyor. Türkiye Yüzyılı toplantısından sekiz, Reis’inin Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasından yalnızca bir ay sonra, 27 Haziran 2023’te, o halk çocuklarından biri olup, epey sıkıntı çektiği izlenimi doğuracak ifadeler taşıyan bir söyleşi veriyor. DOB’un yeni yönetimini oluşturacak, Tan Sağtürk, Volkan Ersoy ikilisinin PR’ı için hazırlandığı belli olan haber, Cavlak’ın Yozgatlılığına vurgu ile başlıyor:
“Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin eski ve yeni başbaletleri Anadolu’nun bağrından çıktı. Dünya çapında pek çok ödülün sahibi olan eski baş balet ve koreograf Volkan Ersoy yerini, Yozgatlı hemşerisi İlhan Durgut’a bıraktı. İki Yozgatlı balet hem zorluklarla hem de trajikomik enstantanelerle örülü sıra dışı kariyer hikâyelerini Hürriyet’e anlattı...” (Bozkırın Baletleri, hurriyet.com.tr, 27 Haziran 2023)
Ardından, Cavlak, Yozgatlılık-bale ilişkisinin zorluğuna değiniyor:
“Yozgat ve bale. Kırmızı siyah kadar ters hikaye. Bunun sentezini yapmaya çalışan kimlikleriz. Zor bir kimlik taşıyoruz.” (A.g.y.)
Sonrasında ise, onca bale yapıtı varken, Yozgatlı Cavlak’ın meşruluğu, Harem balesindeki padişah karakteriyle ilişkilendiriliyor. Hani, yukarıda değindiğimiz, şu baştan sona alaturka ile dans edilen garabet:
“2000 yılında Harem Balesi’nde ‘Padişah’ başrolünde dans eden Ersoy’un yerinde şu anda Durgut bulunuyor. Halen eserin repertuvarda olduğunu belirten Ersoy, “Kavuğu İlhan’a devrettim. Ben ilk padişah, son padişah da İlhan. Bizim kavuk da onda” hatırlatmasını yapıyor.” (A.g.y.)
Böylece, Cavlak, özel sektör işadamlığı ile kamu sektörü işadamlığını liberal madalyonun tersi yüzü yapıp, yoluna devam ediyor. 2020’de kendi şirketini kapatıyor. Ancak bu, piyasadan koptuğu anlamına gelmiyor. Tam tersine.
Sormuştuk ya; Duende Global adını duydunuz mu?
Haftaya: LİBERAL BİR SİLAH: MODERN DANS VE BEYHAN MURPHY
Melis Gönenç/soL-Kültür
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder