Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı!

Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. Yeni düzenlemeye göre belediyelerde bulunan öğrenci yurdu açma ve ruhsat verme yetkisi Milli Eğitim Bakanlığı ile Gençlik ve Spor Bakanlığına devredildi. Belediyeler artık üniversite, ortaokul, lise yurdu açamayacak.
Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilen “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” ile belediyelerin öğrenci yurdu açma ve ruhsatlandırma yetkisi kaldırıldı. Yeni düzenlemeyele yurt açma izin ve ruhsat verme yetkisi ortaokul ve lise düzeyindeki yurtlar için Milli Eğitim Bakanlığına, yükseköğrenim düzeyindeki yurtlar için Gençlik ve Spor Bakanlığı'na geçti.
Öte yandan her iki bakanlığın bu yetkileri valiliklere devredebilmesi de düzenlendi. Teklif, belediyelerin doğrudan yurt açma yetkisini de kaldırdı. Buna göre Milli Eğitim Bakanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı izin vermezse belediyeler yurt açamayacak.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 14 Mayıs’taki grup toplantısında yaptığı konuşmada belediyelerin yetki paylaşımının gözden geçirilmesi gerektiğini ifade etmiş ve “Vali ve kaymakamlarımızın görevlerini daha aktif hale getirmeliyiz” demişti.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 8’i kız, 6’sı erkek öğrenciler için olmak üzere 14 öğrenci yurdu bulunuyor. Ankara Büyükşehir Belediyesi ise yaklaşık 3 bin kişi kapasiteli barınma hizmeti veriyor.
***
Zeytinlikleri madenlere açan tartışmalı madde TBMM'de kabul edildi.

AKP’nin Meclis’e sunduğu torba kanunun zeytinliklerin madencilik faaliyetlerine açılmasını öngören 11. maddesi, muhalefetin tüm itirazlarına rağmen TBMM komisyonunda kabul edildi. Teklif, kaçak madenlere af ve özel çevre koruma alanlarında ruhsat kolaylığı gibi düzenlemeler de içeriyor.
AKP milletvekilleri tarafından Meclis’e sunulan ve kamuoyunda büyük tepki çeken “zeytinlik düzenlemesi” komisyondan geçti. Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’nda dün saat 10.00’da başlayan görüşmeler yaklaşık 24 saat sürdü. Tepkilerin odağındaki 11. madde, muhalefetin tüm itirazlarına rağmen kabul edildi.
Söz konusu maddeyle, zeytinlik alanların madencilik faaliyetlerine açılmasının önü resmen açılmış oldu. Görüşmeler, komisyon başkanı AKP’li Mustafa Varank yönetiminde yapıldı.
Zeytinlikler madenciliğe açılacak
Cumhuriyet'in aktardığına göre, TBMM’ye sunulan enerji alanındaki torba yasa teklifi, zeytinliklerin yanı sıra özel çevre koruma bölgeleri, milli parklar, sulak alanlar, yaban hayatı koruma sahaları ve kültürel SİT alanlarını da kapsıyor. Teklife göre bu alanlarda yürütülecek madencilik ve enerji projeleri için Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) yetkilendiriliyor. MAPEG’in ilgili kurumlardan ruhsat için görüş istemesi yeterli olacak; eğer dört ay içinde yanıt alınamazsa, ruhsat verilmiş sayılacak.
ÇED sürecinde kolaylık ve hızlandırma
Yeni düzenleme, ruhsat sahibi şirketlere Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) sürecinde kolaylıklar tanıyor. Şirketler, ÇED süreci sırasında diğer yasal izinleri de alabilecek. Bu durumun, çevre örgütlerine göre doğa tahribatını hızlandırma riski taşıdığı ifade ediliyor.
Kaçak madenlere af
Yasa teklifinde yer alan bir diğer dikkat çekici madde ise kaçak madenleri kapsıyor. Buna göre yapı ruhsatı bulunmadan faaliyete başlayan enerji yatırımlarından belgeler istenmeyecek; mevcut üretim süreci devam edecek. Böylece daha önce verilen cezalar ve yıkım kararları uygulanmayacak.
Stratejik madenlerde acele kamulaştırma
Teklif ayrıca stratejik ve kritik maden sahalarında acele kamulaştırma yapılmasını öngörüyor. Kamulaştırma kararları, tapu hükmünde sayılacak.
Yasa teklifinin genel kurulda oylanarak yasalaşması halinde zeytinliklerde ve koruma altındaki alanlarda madencilik faaliyetleri yasal hale gelecek.
***
Resul Emrah Şahan’dan cezaevi koşulları ve tutuklamalara tepki: Yetmedi mi?
"Bir kişi değil, bir grup değil, adalete ihtiyacı olan herkes güvensizlik içinde"
Silivri'deki Marmara Cezaevi’nde tutuklu bulunan Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan’ın tutuklanmasına tepki gösterdi. Beylikdüzü Belediye Başkanı Mehmet Murat Çalık’ın sağlık sorunlarına rağmen başka bir şehre nakledilmesini de gündeme getiren Şahan, “Yetmedi mi?” diye sordu.
Resul Emrah Şahan açıklamasında şu ifadelere yer verdi: “Silivri’de her gün, haksız ve gereksizce uzatılan tutukluluğumuzun içinde bir hukuksuzluğa isyan ederken bir yenisiyle yüzleşiyoruz. Canım abim, yol arkadaşım, meslektaşım, Beylikdüzü Belediye Başkanımız @mmuratcalik’ın rahatsızlığına rağmen başka bir şehre nakledilmesi, süreçte 15 kilo kaybederek kritik bir sağlık aşamasına gelmesi aklımdan çıkmıyor. Tutukluluğuna acilen son verilmeli, tedavisine tam teşekküllü bir hastanede devam etmesi sağlanmalıdır.”
Şahan, açıklamasında ayrıca İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan’ın tutuklanmasına da tepki gösterdi: “Kamuoyu, tutuklu mağduriyetlerine zaten ciddi bir tepki gösteriyorken, bu kez de Sn. Ekrem İmamoğlu’nun avukatı @mehmettpehlivan’ın tutuklanma haberiyle sarsılıyoruz.Sağlığa erişim hakkının, savunma hakkının, adalete güvenin bu kadar kolay çiğnenmesi vicdanlara sığmaz. Bir kişi değil, bir grup değil — adalete ihtiyacı olan herkes güvensizlik içinde. Milletimiz, küçük siyasi hesaplardan, bitmeyen huzursuzluktan yorgun.
Yetmedi mi?” ***
15 yıllık hak arayışı / Onur Yaser Can'ı intihara sürükleyen polisler, 'iyi hal indirimi' istemiyle yeniden yargılanıyor: Mahkemenin kararda direnmesini talep ediyorum -Can Öztürk-
Gözaltına alınarak polislerin kötü muamelesine maruz kalmasının ardından 28 yaşında intihar eden Onur Yaser Can’ı intihara sürükleyen polislerin, “resmî belgeyi bozmak, yok etmek veya gizlemek” suçundan 6 yıl ceza almalarının üzerine istinaftan “iyi hâl indirimiyle” yargılanmaları yönünde karar çıkması nedeniyle yeniden yargılanmaları bugün 41. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapıldı. Duruşmaya Onur Yaser Can'ın kardeşi Ezgi Sevgi Can'ın "Mahkemenizin alt sınırdan uzaklaşarak sanıklar hakkında verdiği hükûm kararında direnmesini talep ediyorum" ifadeleriyle başlandı. Can'ın avukatı Ömer Kavili mahkemede, "Gece yarısı kaçak saraydan çıkma bir fetva yoksa eğer Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden çıkan bir karar herkesi bağlamalıdır" ifadeleriyle kararın bozulmasına tepki gösterdi. Savcı 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde olan dosyanın akıbetinin sorulmasını istedi. Sanıkların katılmadığı duruşmada mahkeme heyetinin dosya talebi nedeniyle bir sonraki duruşma 9 Ocak 2026'ya ertelendi.
İstanbul-Beyoğlu’nda 2 Haziran 2010’da narkotik polisi tarafından gözaltına alındıktan sonra çıplak arama ve işkenceye maruz bırakılan Onur Yaser Can davasında yargı yolu açıldı. İstanbul-Beyoğlu’nda narkotik polisi tarafından gözaltına alınıp, işkence gören ve üç hafta sonra tekrar ifadeye çağrılınca intihar eden Onur Yaser Can’ın ölümüyle ilgili davada sanıkların “işkence”, “cinsel saldırı” ve “intihara sürükleme” suçlarından yargılanacağı dava görülüyor. İstanbul 8. Sulh Ceza Hakimliği aldığı kararla 2011 yılında tanzim edilen ve sanık polislerin “işkence”, “cinsel saldırı” ve “intihara sürükleme” suçlarından yargılanmasının önüne geçen takipsizlik kararını kaldırdı. Onur Yaser Can'ın davasının duruşması bugün Çağlayan Adliyesi, İstanbul 41. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görüldü.
"Basit bir resmi belgeyi bozma davası değil"
Yaser Can'ın kardeşi Ezgi Can, şunları söyledi:
"Bu basit bir resmi belgeyi bozma davası değildir. Hayata derin bağlarla bağlı abim Onur Yaser Can’ın intihara sürüklenerek hayatını kaybetme davasıdır. Abimin ölümünden sonra sanık polisler tarafından bilinmesine rağmen ölmüş abim hakkında fezleke düzenlemişlerdir.
Suçun oluşturduğu neticenin ağırlığına rağmen sanıkların yargılama boyunca bir milim bile pişmanlık göstermeden, nasıl adaleti kandırmaya yönelik ifadeler verdikleri de açıktır. Dolayısıyla iyi hal indirimi ile ilgili bu gerekçe de tamamen hukuka aykırı bir bozma sebebidir. Hem bu suçları gizlemek ve hem de sanıkların olay tarihinde yürüttüğü uyuşturucu operasyonuyla ilgili satıcılara ait referans bilgileri ifadesine ekleyerek istedikleri doğrultuda kullanmak saikiyle yapılmıştır.
"Suçlarını itiraf ettiler"
Sanık polise sorulduğunda ‘Ben bu işi 18 yıldır böyle yapıyorum’ yanıtını vererek suçlarını ifade etmiştir. Sanık polisler verdikleri ifadelerde abimin yakalanması konusunda çelişkili ifadeler vermişlerdir. Belgeyi değiştirme, başkasının şifresiyle işlem yapma gibi birçok suçu mahkemede itiraf etmişlerdir. Ardından ‘Cezaevinde yattım hafızamı kaybettim’ gibi ifadelerde bulunmuşlardır. Ancak işlerine geldiğinde her şeyi hatırlar hâle gelmişlerdir. İstinaf mahkemesinin iyi hâl indirimi talebine karşı mahkemenizin suçu kamu görevlisi olarak işlemelerini göze alarak, kararı gerekçelendirerek vermenizi istiyorum. Bu dava kamuoyu vicdanını derinden yaralayan bir davadır."
"Sanık avukatı Ayhan Baykal, bir celsede ölmüş abimi suçladı"
Sanık avukatı Ayhan Baykal'ın yüzüne bakarak konuşan Ezgi Sevgi Can, şöyle konuştu:
"Sanık avukatı Ayhan Baykal, yargılama sırasındaki bir celsede 'Onur Yaser Can uyuşturucu kullanmasaydı bütün bunlar gerçekleşmezdi' diyerek ölmüş abimi suçlama cüreti göstermiştir. Ve hatta daha da ileri gidip sanık polislere yapılan suçlamaların olayı gereksiz yere büyüterek bu durumun annemin ve babamın da ölümüne sebep olduğu gibi akıl almaz bir mağdur suçlama yoluna gitmiştir.
"Alt sınırdan uzaklaşarak sanıklar hakkında verdiği hüküm kararında direnmesini talep ediyorum"
Sonuç olarak, mahkemenizin daha önce resmî belgeyi bozma ve yok etme suçuyla ilgili, suçun işleniş şekli suç konusunun önem ve değeri, meydana gelen neticenin ağırlığı, sanıkların kastı ve kastın yoğunluğunu dikkate alarak alt sınırdan uzaklaşarak sanıklar hakkında verdiği hüküm kararında direnmesini talep ediyorum.
İstinaf Mahkemesinin iyi hal indirimi ve 205/1-2 maddesinin uygulanmasına dair usule yönelik bozma talebine karşı da, mahkemenizin, huzurunuzda ifade vermiş tüm tanık beyanlarını, dosyanın ve olayın bütününü ve yukarıda belirttiğim sanıkların adaleti kandırmaya yonelik, birbiriyle çelişen gerçeğe aykırı beyanlarını, ve suçu kamu gorevlisi sıfatıyla işledikleri gerçeğini de dikkate alarak verilen hüküm kararını usuli yönden herhangi bir boşluğa ve tartışmaya yer vermeyecek şekilde gerekçelendirerek yinelemesini talep ederim.
"Bu dava kamuoyu vicdanını derinden yaralayan davalardan biridir"
"Gece yarısı kaçak saraydan çıkma bir fetva yoksa eğer..."
Can ailesinin avukatlığını üstlenen Ömer Kavili, duruşma salonunda şu şekilde konuştu:
Dikkatinize sunmak isterim ki bu dosyanın diğer Yargıtay'da bekleyen dosyasında da bulunmuştum. Oradan alıntılarla bu olayın özünü anlatmak gerekiyor. Siz bunu anlamazsanız bu iş sağ tarafınızdaki dosyayı sola geçirmekten başka bir şey değildir. Usulü uygulamanız gerekmektedir. Bozma kararının sanıkların yüzüne okunması gerekir ama onları burada göremiyoruz. Bu bakımdan öncelikle sanıkların bu salonda hazır edilmeleri gerekiyor. Bu dava sistemin röntgeninin ortaya çıktığı bir davadır."
En çarpıcı ifadesiyle sanığın biri ‘Ben yıllardır böyle’ yapıyorum diyerek suçunu zaten itiraf etmiştir. İşte o noktada arama yönetmeliğinin neden detaylı düzenlendiğini biliyor musunuz? Orada beden çukurlarında arama yönetmelikte bulunmaktadır. Sanıklar çeteleştikleri, kanun dışı yaptıkları her şey yanlarına kâr kaldığı için bunun da kalacağına güvenmiş ve bir insanın onuruyla oynamışlardır. Müvekkilimizin hayatına son vermesini sağlamışlardır. Diğer duruşma tutanağını okumamış olabilirsiniz ama sanığın bir tanesinin bütün akrabaları Emniyet’te yönetim kadrosundalar. O nedenle bu bir çete suçudur. Gece yarısı kaçak saraydan çıkma bir fetva yoksa eğer Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden çıkan bir karar herkesi bağlamalıdır."
"Müvekkilimize sürekli katil denilmesi gibi ifadeleri kabul etmiyoruz"
Sanık müdafii Hakan Ünay, müvekkiline 'katil' denmesini kabul etmediklerini ifade ederek; "Daha önce de buradan beyan etmiştim. Katılan tarafın acısını tabii ki anlıyoruz ancak müvekkilimize sürekli katil denilmesi gibi ifadeleri kabul etmiyoruz. Bunlar yargılamayı psikolojik olarak baskı altına almayı amaçlayan ifadeler. Bu tür konularda katılan tarafın uyarılmasını talep ediyoruz. Eğer adil bir yargılama yapılmayacaksa da heyetinizin bu davadan çekilmesini istiyoruz" dedi.
Mahkeme, iki polisle ilgili dosyanın yargıtaydan akıbetinin sorulmasın istedi; duruşmayı erteledi
Mahkeme sanık Onur Ülker'in savunmasının alınması için talimat yazılmasına karar verdi. İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nin yargılayıp mahkûm ettiği iki polisle ilgili dosyanın yargıtaydan dönüp dönmediğinin sorulmasına hükmetti. Heyet, Can ailesinin avukatlarının sanıkların duruşma salonuna getirilerek tekrar savunmalarının alınması talebinin dosyaya bir katkı sağlamayacağı gerekçesiyle reddine karar verdi. Heyet sanık Onur Ülker dışındaki sanıkların savunmalarının ve ek savunmalarının alındığını hatırlatarak, sanıkların duruşma salonunda bizzat hazır olma hususunda bir talepleri bulunmadığını belirtti.
Bugün görülen duruşmanın ardından dava, 9 Ocak 2026'ya ertelendi.
Ne olmuştu?
Onur Yaser Can, Haziran 2010’da Harbiye’de esrar satın aldığı iddiasıyla gözaltına alındı. 28 yaşındaki genç mimar, nöbetçi savcının talimatıyla ifadesi alındıktan sonra serbest bırakıldı. İki gün sonra tutanaklarda eksiklik olduğu gerekçesiyle tekrar karakola çağrıldı. Kötü muameleye maruz bırakılan Can, baskı altında tutanakları imzalamak zorunda kaldı.
Can daha sonra 23 Haziran’da bir kez daha karakola çağrıldı. İfadeye çağrılmasının ardından Can, 23 Haziran 2010’da odasının penceresinden atlayarak intihar etti. Can’ın 3 Haziran 2010’da 01.00’de salıverildiği ancak ifadesinin aynı gün saat 15.48’de değiştirildiği yer alıyor. Anne Hatice Can, oğlunun intiharından sonra kot pantolonun arka cebinde bir not buldu. Notta, “Narkotik Şube’de çırılçıplak soyulup yere çöktürülüp öksürtüldüm. Onurumla oynadılar. Korkuyordum” yazıyordu. Oğulları Onur’un ölümünün ardından Can ailesi hukuk mücadelesi başlattı. İki polis memuru hakkında “resmî belgede sahtecilik” suçlamasıyla dava açıldı. Polisler dava sırasında çıplak arama yapıldığını itiraf etti. Ancak 2011’de polisler hakkında işkence ve kötü muameleyle ilgili kovuşturmaya yer olmadığına karar verildi.
İki polis, “evrakta sahtecilik” suçundan altı yıl beş ay hapis cezasına çarptırıldı. Anne Hatice Can, mahkemenin kararını Yargıtay’a taşıdı. Ancak sürecin adaletsizliğine dayanamadı ve Mart 2014’te yaşamına son verdi. Bu süreçte sağlığı bozulan baba Mevlüt Can da 2019’da hayatını kaybetti.Danıştay 27 Mart’ta oybirliğiyle karar verdi. Can’ı intihara sürükledikleri iddiası ile yargılanan dört polis ve bir bilirkişi hakkında Haziran 2023’te verilen kararda sanık polis memurları Hakan Aydın, Muhammet Ongun, Onur Ülker ve Yunus Başay hakkında “resmî belgeyi bozmak, yok etmek veya gizlemek” suçundan altışar yıl hapis cezası verildi. “Gerçeğe aykırı bilirkişilik veya tercümanlık”, “resmî belgede sahtecilik” ve “resmî belgeyi yok etmek” suçlarından yargılanan Zafer Kökdemir ise beraat etti.
/././
Etkin pişmanlıktan faydalanıp tahliye edilmişti; makam şoförü Servet Yıldırım, İmamoğlu'nun avukatı Pehlivan'la ilgili ne söyledi?-Türker Karapınar-

İBB operasyonunda tutuklanan iş insanı Hüseyin Köksal'ın makam şoförü Servet Yıldırım'ın da etkin pişmanlıktan yararlandığı; 2 Haziran 2025'te, dün tutuklanan, görevden uzaklaştırılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun avukatı Mehmet Pehlivan'ı suçlayan bir ifade verdiği ortaya çıktı. Yıldırım, ilk ifadesinden yaklaşık 2 ay sonra verdiği ifadede, Pehlivan'ın kendisine, "'Seni ifadeye çağırabilirler, dik dur, bunu ailen ve çocukların için yap' şeklinde tehditvari bir konuşma gerçekleştirmiştir" dedi ve serbest bırakıldı.
İBB operasyonunda tutuklanan iş insanı Hüseyin Köksal'ın makam şoförü Servet Yıldırım, ilk ifadesini 15 Nisan 2025'te verdi. Bu ifadesinde Pehlivan'a yönelik bir iddiada bulunmadı. Yıldırım, "Etkin pişmanlıktan yararlanmak istiyorum" diyerek yaklaşık iki ay sonra 2 Haziran 2025'te savcılıkta verdiği ifadesinde ise Pehlivan'ı suçladı. Yıldırım'ın ifadeleri şöyle:
15 Nisan 2025: "Benim iddialarla ilgili olarak doğrudan görgüm ya da bilgim yoktur. Şoför olduğum için toplantılarda veya görüşmelerde ne konuştuklarını bilmem. Para taşınmasına aracılık etmedim. Benim iddialarla ilgili ilgim yoktur. Bildiklerimi de samimi bir şekilde anlattım. Herhangi bir suça da karışmadım. Serbest bırakılmayı talep ediyorum."
2 Haziran 2025: "Cumhuriyet Başsavcılığınızca operasyon yapılmadan yaklaşık 1 hafta önce Av. Mehmet Pehlivan beni arayarak seni ifadeye çağırabilirler, senden dik durmanı istiyorum, bunu ailen ve çocukların için yapacaksın, benim için değil şeklinde tehditvari bir konuşma gerçekleştirmiştir. Ben bugüne kadar hem ilk ifademde hem de cezaevinde bulunduğum süreç içerisinde bildiklerimi Cumhuriyet Başsavcılığınıza anlatmak için niyetlenmiş olsam da ceza infaz kurumunda avukatlar tarafından ciddi gözetim altında tutularak ifade vermemizin engellenmesi nedeniyle bu ana kadar ifade veremedim. Bana rızam dışında atanan avukatı değiştirmek istediğimi beyan ettiğimde de böyle bir şeyin mümkün olmadığını ilettiler. Ben bildiklerimi, şahit olduklarımı tüm çıplaklığıyla anlatmış bulunmaktayım. Görüleceği üzere şahsen herhangi bir suça bulaşmadım. Kurulan bu yapının da üyesi değilim. Hüseyin Köksal'ın yanında çalışmam nedeniyle bu yapının bir parçası gibi gözüksem de hiçbir zaman bu şahısların yapmış olduğu usulsüzlükleri tasvip etmedim. Yaklaşık bir buçuk, iki yıl önce CHP İl Binasının satın alınma sürecinde benim ses kayıtlarımın ortaya çıkması neticesinde beni zaten yanlarından uzaklaştırdılar. Sulh Cezaya sevk edilerek tahliyemi talep etmekteyim."
Pehlivan'ın tutuklamaya sevk yazısı
Pehlivan'ın tutuklanmasında Yıldırım'ın bu ifadesi de etkili oldu. Pehlivan'ı tutuklamaya sevk yazısında, Yıldırım'ın etkin pişmanlık kapsamında vermiş olduğu 2 Haziran 2025 tarihli ifadesi doğrultusunda, "dosya kapsamında tutuklu bulunan şüphelilere baskı yapmak ve kontrolündeki avukatları şüphelilerin bulunduğu cezaevlerine yönlendirdiği, şüphelilerle görüşen bu avukatların şahısların konuşmamaları yönünde telkin ve baskılarda bulunmak, örgütün çözülmemesine yönelik eylemlerde bulunmak" suçlamaları yer aldı.
"Muğlak ve öznel 'tehditvari'nin Ceza Hukuku'nda hiçbir karşılığı yoktur"
Pehlivan, dünkü sorgusunun ardından tutuklandı. Pehlivan ifadesinde, Yıldırım'ın etkin pişmanlık ifadesinde geçen "tehditvari" suçlamasına ilişkin şunları söyledi:
"Hiç gerçekleştirmediğim bir telefon görüşmesi üzerinden 'tehditvari' konuştuğum yönünde bir iftirayla karşı karşıyayım. Dikkat çekicidir ki; ilgili şahıs doğrudan tehdit edildim diyememekte, bunun yerine Ceza Hukuku bakımından hiçbir karşılığı olmayan muğlak ve öznel bir ifade olan, 'tehditvari' kavramına başvurmaktadır. Bu tercihin kendini dahil isnadın ne denli dayanaksız olduğunu ve yargı mercilerinin belirsizliklerle yönlendirilmeye çalışıldığını açıkça ortaya koymaktadır, bugüne kadar ortaya koyduğum avukatlık pratiği tehdit üzerine değil, mücadele, hukuk ve hakikat üzerine kuruludur. Tehditte, iftira da bizim avukatlık pratiğimizde yeri olmayan, asla başvurmadığımız yol ve yöntemlerdir, tüm bu mesnetsiz iddialar ve gerçekle bağdaşmayan kurgular artık münferit vakalar olmaktan çıkmış, bilinçli ve organize şekilde savunma makamına yöneltilmiş, sistematik bir hedef göstermeye dönüşmüştür. Buradan açıkça sormak isterim, bir avukatın yalnızca mesleki görevini ifa ettiği için böylesine planlı biçimde hedef alınmasından kim, ne tür bir çıkar ummaktadır. Bu yüzden çok açık söylüyorum, bu iftiralara, bu hedef göstermelere boyun eğmeyeceğim."
Shakespeare örneği: Bütün avukatları öldürelim…
Pehlivan'ın avukatı Hasan Fehmi Demir de mahkemede yaptığı savunmasında Shakespeare örneği verdi: "Her ne kadar kime, nasıl, ne zaman, nerede ve ne şekilde bir baskı yapıldığı sevk yazısında ve sorguda belirtilmemiş olsa da, bugüne kadar kamuoyuna yansıyan bilgilerden de açıkça görüldüğü üzere onlarca kişinin gözaltına alınıp tutuklandığı, kısa bir süre sonra cezaevinden tekrar Başsavcılığa ifade için çağrıldığı hatta bununla yetinilmeyerek üçüncü kez cezaevinden alınarak ifadelerin alındığı ve bugüne kadar somut hiçbir delil ortaya konulamayan soruşturmada etkin pişmanlar yaratarak bir sonuca varılmak istendiği, kamuoyunun dikkatindedir, şimdi gelinen noktada tıpkı Shakespeare'in bir oyununda geçtiği gibi; oyunda diktatör sorar: Bu ülkeyi nasıl yöneteceğiz… Danışmanı yanıtlar: Bütün avukatları öldürelim… 17. yüzyıldan beri iktidarların savunmaya bakışı çok da değişmemiştir."
"Savcılığın hayal dünyasında avukatların dosyaları bomboştur"
Pehlivan'ın avukatı Tora Pekin ise, şunları söyledi: "Savcılık diyor ki görevini yapmaya çalışan avukata; sen dosyadaki ifadeleri toplamaya çalışıyorsun, sevk yazısına bakılırsa çok net görülecektir. Avukatlık Savcılığa göre suçtur, sevkte görebilirsiniz, avukatlık faaliyeti olarak sıralanan birtakım faaliyetlerin önüne bunlar örgüt kapsamında işlenmiştir dendiğinde avukatlık faaliyetinden çıkmıyor, savcılık gerçekten neredeyse avukatlığın suç olduğu görüşünü geçirmiştir, böylesini görmemiştim. Savcılık gerçeklik zeminini kaybetmiştir, savcılığın hayal dünyasında bir hayal dünyası vardır, orada avukatlar birbirleriyle konuşmuyorlar, orada müvekkillerinin menfaatlerini en iyi şekilde korumuyorlar, dosyadaki ifadelerle ilgilenmiyorlar, avukatların dosyası bomboş olmalı savcılığa göre. Savcılığın hayat ettiği böyle bir avukatlıktır, gerçeklikle ilgisi yoktur."
İmamoğlu ne demişti?
İmamoğlu'nun, Cumhurbaşkanlığı Aday Ofisi X hesabından yayımlanan açıklamasında şu sözleri dikkat çekmişti: "Buradan dostlarıma sesleniyorum: Onurunuzu, haysiyetinizi, ailelerinizi ve evlatlarınızı koruyun. Gerekirse önünüze konulan o iftiranameleri düzmece olduğunu bilerek imzalayın. Hiçbirinizin çocuğunun geleceği benim özgürlüğümden daha kıymetsiz değil. Ben o imzaların yükünü tek başıma taşırım."
***
Bodrum’dan sonra sırada Marmaris mi var?-Tolga Şardan-
Marmaris'te bazı eğlence merkezlerinde çekilen görüntülerin sosyal medyada hızla yayılması üzerine İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, yardımcılarından birisini, Emniyet Genel Müdürü’nü ve bir de Jandarma Genel Komutan Yardımcısı’nı süreci incelenmesi konusunda görevlendirdiğini duyurdu. İlçeden gelen bilgilere göre turistlere hizmet eden eğlence merkezlerinin genel çalışma modeli tıpkı görüntülerdeki gibi olmuş. Madem öyle, hem yerli hem de yabancı turistlerin tepkisini böylesine çeken çalışma yöntemleri varsa, devletin yerel otoritesi ne güne duruyor?
Marmaris’te bazı eğlence yerlerinde turistlerin de bulunduğu ortamları aktaran müstehcen görüntülerin ortaya çıkması Ankara’da infial yarattı.
İçişleri Bakanlığı, görüntüler üzerine harekete geçti. Bizzat İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, yardımcısı Münir Karaloğlu, Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş ve bir de Jandarma Genel Komutan Yardımcısı Orgeneral Hüseyin Kurtoğlu'nu süreci incelenmesi konusunda görevlendirdiğini duyurdu.
Yerlikaya, üç üst düzey bürokratın valilerle bir araya geleceğini ve “benzeri olayın/olayların bir daha yaşanmamasını sağlamak” amacıyla çalışacağını açıkladı.
Her ne kadar görüntüler infial yaratmış olsa da yaşanan nahoş görüntüler, “sabahtan akşama ya da akşamdan sabaha kadar” gelişen bir süreç değil kuşkusuz.
Zaman içinde yereldeki kamu otoritesince gerekli müdahalelerin yapılmamasının günümüze taşıdığı tablo olarak karşımıza dün çıktı. Kamuoyuna görüntüler sosyal medya üzerinden yansımasaydı, rezaleti belki halen bilmiyordu ülkenin insanı.
Fakındaysanız devlet otoritesinde uzunca zamandır, eskilerin deyimiyle, “testinin kırılmasından sonra harekete geçme” gibi çalışma veya idare yaklaşımı uygulamada maalesef.
“Olacaklar olsun, sonrasına bakarız” temel yaklaşımı sayesinde testi kırılmadan harekete geçme işlemi/işlemleri rafa kalkmış durumda. Hâl böyle olunca istismar, tahammül edilemeyecek noktaya geldiğinde devlet otoritesi yani idare “sanki yeni yaşanmış/yeni duyulmuş” refleksiyle harekete geçiyor.
Peşinden “aspirin tedavisi” başlıyor, toplumun tansiyonunu düşürmek için. Aradan geçen bir zaman sonra işini bilen yine bildiğini yapmaya kaldığı yerden devam ediyor.
Yeni Türkiye’nin idare modeli budur!
Geçmişten gelen sorunmuş!
Marmaris’ten yansıyan görüntüler ilk kez kamera kaydı yapıldığı zaman mı yaşanmış acaba?
Tam tersi, ilçeden gelen bilgilere göre, turistlere hizmet eden eğlence merkezlerinin genel çalışma metodu olmuş bilakis.
Madem öyle, hem yerli hem de yabancı turistlerin tepkisini böylesine çeken çalışma yöntemleri varsa, devletin yerel otoritesi ne güne duruyor?
Mülki idare amirleri, polis ve jandarma kolluk birimleri ve belediye, mevcut yasaları uygulamak için neden eleştirilerin tahammül sınırlarını zorlamasını bekliyor?
Ya da diğer deyişle, çirkin görüntülerin yaşandığı iş yerlerini çalıştıranlar, kimlerden ne karşılığında güç alıyor?
Görüntülerin sosyal medyaya düşüp Ankara’nın canını sıkmasının ardından Muğla Valisi İdris Akbıyık, apar topar açıklama yaparak devlet otoritesinin savunma mekanizmasını devreye soktu.
Mülki idare eğitimiyle birlikte aynı zamanda polis amirliği eğitimi de alan, olaylara yabancı olmayan Vali Bey, sosyal medyada paylaşılan birçok görüntünün geçmiş yıllara ait olduğunu ifade etmekten geri durmadı.
Ve iktidarın böylesi durumlarda kullanmaya alışık olduğu model üzerinden hareketle, “bu yolla kamuoyu yanıltılmakta, haksız yere kurumlarımız yıpratılmaya çalışılmaktadır” tespitinde bulundu!
Vali Akbıyık, 2025’te 27 işletmeye 39 işlem uygulandığını, 16 işletmenin de kapatıldığını açıkladı.
Açıklamadan anlaşıldığı üzere; Vali Akbıyık, yaşananların kendi döneminde olmadığını ve herhangi bir sorumluluğu olmadığını ifade etti.
O halde Vali Bey, böyle bir durumu tespit etmişse, geriye doğru ihmali ve sorumluluğu olanların tespit edilmesini neden gerçekleştirmedi? Geçmişi neden sorgulamadı? Belki de sorguladı, işlem yapmak istedi ancak araya girenler sürece engel koydu, bilemiyoruz.
Bunların hiçbirisi, o yakışıksız görüntülerin gerekçesi olamaz elbette.
Tabii Vali Bey’i konuşurken Marmaris’in mülki idare amiri Kaymakam Nurullah Kaya’yı unutmak doğru olmaz. İlçesinde kendisini aşan sorunların çözümünde valiyi harekete geçirecek olan devlet otoritesi kaymakamdır.
Şimdi sorulsa, Vali Akbıyık’ın açıklamasının benzerini Marmaris Kaymakamı Kaya da yapacaktır.
Kadro değişimi sonuç vermedi
Bu arada hem Vali Akbıyık hem de Kaymakam Kaya, mevcut Bakan Ali Yerlikaya tarafından Muğla ve Marmaris’te görevlendirildi. Yerlikaya, selefi Süleyman Soylu’nun kadrosunu tasfiye etme çerçevesinde Muğla’da kadro değişimi gerçekleştirdi.
Kente yeni vali ve emniyet müdürü ataması yapıldı.
Yeni kent yönetimiyle beraber şimdi size bir Marmaris fotoğrafı çekeyim.
Büyüteç’in takipçileri anımsayacaktır, geçen yıl Marmaris’le ilgili dört yazı kaleme aldım. Kentte özellikle kolluk yönetiminde yaşananları ortaya koydum.
Dönemin Marmaris İlçe Emniyet Müdürü Oktay Kapsız’ın görev yaptığı ilçede tekne yaptırdığının ortaya çıkmasıyla beraber önce Kapsız, ardından da Marmaris Kaymakamı Ertuğ Şevket Aksoy’un tayinleri çıkarıldı.
Her iki yerel yöneticinin Muğla dışına tayinlerinin tek gerekçesi elbette bu değildi. Kentteki yönetimsel sorunlar her iki tayinde etkin konumdaydı.
Peki her iki yönetici tayin edilip yeni kamu görevlilerinin gelmesiyle beraber ilçede işler yoluna girdi mi?
Sorunun yanıtı hayır, ne yazık ki.
Kapsız’ın görevden alınmasından ardından bugüne kadar tam beş ilçe emniyet müdürü ataması yapıldı, arka arkaya.
İki yıl içinde beş polis müdürünün değişmesinin bir açıklamasının olması lazım kuşkusuz.
Beş polis müdüründen ikisinin, doğu görevi ve sağlık sorunu sebebiyle değiştirilmesine karşın diğer üç polis müdürü ataması da ilçedeki kamu güvenliği sorununun çözülmesine ilaç olmadı.
Hele ki geçen yıl ilçede, iki işletme sahibi arasında yaşanan silahlı çatışmada yabancı uyruklu turistin yaralanmasıyla başlayan süreç nedeniyle İçişleri Bakanlığı müfettiş görevlendirmesi yaptı.
Olaya adı karışan işletme sahiplerinden birisinin ‘yaşananlarda Kaymakam Nurullah Kaya’nın sorumluluğu olduğu’ yönündeki şikâyeti sonrasında İçişleri Bakanlığı, diğer işletme sahibiyle Kaymakam Kaya arasındaki yazışmalara ulaştı. Yazışmalarda Kaya’nın tanıdığı işletme sahibiyle yakın diyalog içinde olduğu görüldü.
Süreci fazla detaya girmeden aktarmak gerekirse, İçişleri Bakanlığı son kaymakamlar kararnamesinde Kaya’yı görevde tuttu. Bu durumun iki olasılığı var. Ya Kaya’nın herhangi bir sorumluluğu bulunamadı ya da bakanlık soruşturması henüz tamamlanmadı.
Sözün özü, tıpkı Bodrum gibi Marmaris’te de kamu güvenliği ve devlet otoritesinin eksikliği bulunduğu anlaşılıyor.
İçişleri Bakanlığı’nın üç üst düzey yönetici marifetiyle gerçekleştirdiği denetleme ve incelemenin ne sonuç vereceğini kamuoyu merak edecek doğal olarak.
* * *
AKP’de ibre yeniden Alevilere döndü
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik soruşturmalar zincirine rağmen, iktidar partisinin henüz istediği siyasi ivmeyi yakalayamaması, AKP’nin PKK’yla çözüm süreciyle birlikte Alevi toplumuna yönelmesine neden oldu son günlerde.
Başkentin siyasi kulislerine yansıyan bilgilere göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında bir ekip, daha önce yakın diyalog halinde bulunulan ‘Alevi toplumuyla yeniden temasa geçilmesi’ projesini başlattı.
Bilindiği üzere, gerek 2007’de, gerekse 2011’deki genel seçimlerde Alevi toplumunun hatırı sayılır bir bölümü AKP’yi destekledi. Ancak her iki seçimden sonra Alevi toplumuna yönelik verilen sözlerin yerine getirilememesi sonucunda AKP ile ayrışma yaşandı.
Halen Alevi toplumunun seçmendeki yüzde 2’lik payının peşine düşen AKP yönetimi, bir kez daha Alevileri çözüm ortağı olarak değerlendirmeye aldı.
Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem ilgili devlet kurumlarıyla hem de Alevi toplumun önde gelenleriyle görüşmeler yürütüyor bir süredir.
Raporlar alıyor, yüz yüze görüşmeler yapılıyor.
Özellikle anayasa değişikliğinin gerçekleşmesini sağlamak amacıyla temaslarını yürüten Erdoğan ve AKP yönetiminin, söz konusu destek karşılığında Alevi bir siyasetçiye yeni kabinede yer vermesi kimseyi şaşırtmasın.
Kabine açıklandığında Alevi toplumunun gözü, aralarından bir ismin bakan yapılıp yapılmayacağının üzerinde olacak.
/././
‘3. Dünya Savaşı neden çıktı’ diye sorulduğunda ‘Çünkü tanrı emretti’ mi denecek?-Tuğçe Tatari-
Ancak cahil ve gelişmemiş toplumlarda insanlar aslında kendi iktidarları için dini öne sürerek kutsal kitap adına savaşabilir, kan dökebilir denmiyor muydu? Peki şimdi bunu yapan İsrail ve Amerika olunca, dünyanın geri kalanı ne diyecek, ne yapacak?
Tarih, içinde insanı barındırdığı hâliyle tekerrüre mahkûm maalesef.
Modernite, çağ değişimi, insanın evrim sürecinin devamı, gelişim, teknoloji ve beraberinde gelen bilgiye ulaşımın kolaylığı gibi unsurlar da, hayrettir ki bu tekerrür işini önleyemiyor, değiştiremiyor.
İnsan günün iktidarlarınca yine ve yine aynı yerlerden yakalanıp, aynı tuzağa defalarca düşüp her seferinde kendini kullanıma açıyor.
Tarihe baktığımızda yaşanmış vahşeti, dökülmüş kanı toplumların zihinsel veya algısal geriliğinden, bilgisizlikten ve cehaletten sebep gibi yorumlamaya meylimiz olsa da 2025 yılında, yapay zekâların, insansı robotların, klonlamaların, yapay organların mevcut olduğu bir yaşam düzleminde ‘Allah’ veya ‘Mesih’ adına savaşma fikri öne sürülerek; savaşı makul karşılaması, hatta bir mecburiyet gibi savunması, neferi olması yolunda toplumları ikna etme siyaseti yapılıyor, yapılabiliyor.
Bu taktiklerin hâlâ ve birçok toplum üzerinde çalışıyor olması insanı hayrete düşürüyor. Artık bunun sadece Ortadoğu’daki siyasal İslamcı rejimlerce değil de Amerika’da Hristiyanlığa inananlar eliyle de yapıldığına tanık oluyoruz.
Elbette bize de boşuna ‘küçük Amerika’ demiyorlar.
Modernite ve serbest yaşamın sadece bazı şehirlerle sınırlandırılması, görüntüde farklı bir yapı ama altında işleyen, oynanmaya müsait bir inanç sistemiyle, yeri geldiğinde inancı ve milliyetçi duyguları, bayrağı da kullanarak tüm sesleri bastırma, destekçi yaratma yöntemlerini ve bu uğurda tüm tuşlara basmakta sınır tanımama siyasetini kimin kimden aldığı, kopyaladığı ve uyguladığı tartışılır!
Bunun sebebi sadece siyasi biat mekanizması da değil kuşkusuz, aynı şekilde aynı metotlar kullanılarak ‘güdülen’, bu güdülüşe asla uyanamayan ve dur diyemeyen halklar oluşumuz aslında!
Bakınız ABD Başkanı Trump’ı o kadar uzun yıllardır tanıyoruz ki, kendisi başkan olmanın çok daha öncesinde bir magazin figürü aynı zamanda.
Adeta skandallarla ünlenmiş biri. Trump, arsız sayılabilecek yaşam tarzının, ahlaksız olarak tanımlanabilecek insani ilişkilerin ve doymayan iştahın da bir sembolü.
'Yedi günah’ diyorlar ya Hristiyanlar, işte Trump o yedi günahın da beden bulmuş hâli gibi. İşini yürütmek, kazanması gerekeni kazanmak için hiçbir yolu kullanmaktan çekinmeyecek biri.
Yani bu adamın hayatını incelediğinizde herhangi bir inançla, kitapla veya spiritüel bir konuyla işi olabilir mi dersiniz! Zaten işler de asla öyle gerçekten inanca ihtiyaç duyacak şekilde yürümüyor!
Trump’ın seçim süreci ve seçildikten sonra sıklıkla dile getirdiği “yeniden Hristiyanlığı yücelteceğiz, kiliselerin önemini arttıracağız” söylemleri son günlerde İran-İsrail savaşıyla daha farklı bir hâle dönüşmüş bulunmakta.
Trump bir gün çıkıp açıkça “biz bu savaşı destekleyeceğiz, çünkü dinimiz bunu emrediyor” diyebilecek kadar ileri gidebilecek mi onu bilemiyorum -ki seçilmesi için verilen destekte alabildiğine ileri gidebilme potansiyelinin yüksek olmasının da rolü yadsınamaz.-
Ama hâlihazırda bunu bir miktar üstü örtülü biçimde önce Amerikan halkının zihninde sonra da tüm dünyanın gözleri önünde farklı şekillerde konuşmaya- tartışmaya açmış görünüyor.
Nasıl mı?
Hemen örnekleyelim…
Misal; Trump ABD’nin İsrail Büyükelçisi’nin kendisine gönderdiği bir SMS mesajını sosyal medya hesaplarından “Okumanızı öneririm” notuyla yayımladı. Özetle Trump’ın Tanrı tarafından korunduğunu, İsrail’le beraber yürüme şansının Trump’ın şahsına özel olarak Tanrı tarafından sunulduğunu ve bunun bir aşamada mutlaka Mesih İsa’dan Trump’ın birebir mesaj almasına varacağını, yani İsa’nın Trump’a görüneceğini anlatan bir mesaj. Mesajın alt metninde bayrak siyaseti ve milliyetçi duygular da mevcut.
Çok acayip değil mi?
Eş zamanlı olarak Cumhuriyetçi ABD Teksas Senatörü Ted Cruz, gazeteci Tucker Carlson’un programında “İsrail’i inancım gereği destekliyorum. İsrail’i kutsayanlar kutsanacak, lanetleyenler lanetlenecek diyor İncil. Bir Hristiyan olarak ben de buna inanıyorum” diyor.
“İncil’e göre İsrail’e destek bir emirdir” diyor.
Oysa dünyanın siyasal İslam adına savaşan yönetimlere ve hareketlere ilişkin en büyük eleştirisi neydi, cehalet! Ancak cahil ve gelişmemiş toplumlarda insanlar aslında kendi iktidarları için dini öne sürerek kutsal kitap adına savaşabilir, kan dökebilir denmiyor muydu?
Peki şimdi bunu yapan İsrail ve Amerika olunca, dünyanın geri kalanı ne diyecek, ne yapacak? Bu ülke vatandaşlarına vize zorluğu mu yaşatılacak mesela? Veya ticari ambargo mu uygulanacak. Hepsini geçtim, ülkesel statü ve itibar kaybına mı uğratacaklar bu ülkeleri?
Hiç sanmıyorum!
Çünkü bu ‘sistem’ her zaman beyaz ve güçlü olandan yana pozisyon almasıyla ünlü. Amerika eliyle girilip karıştırılmış, savaştırılmış ve sefaletle baş başa bırakılmış ülkeleri alt alta yazın lütfen.
Güncel kıyamet bilançosunu da ekleyin!
Filistin yok oldu, sırada İran var…
Yine milyonlarca mülteciye, açlık, sefalet, acı ve ölüme tanık olacağız. Onunla da işleri bittiğinde iyice şeytanlaşmış bu liderlerin komutanlığında “vaat edilmiş topraklar” gerekçesiyle, din, inanç ve Tanrı diyerek “Türkiye’ye ye de sıra gelebilir” diyorlar.
Neden olmasın, bunun önünde bir engel göremiyorum!
“NATO üyesiyiz bu mümkün değil” diyenlere de “Muhataplarının bir statüyü düşürmekte çok da zorlanacağını düşünmüyorum” diye cevap verilebilir bence. O yüzdendir aslında mültecilere nefret kusmak yerine savaşı kutsayanlara, buna yeltenenlere yönelip tüm dünya insanları birleşmelidir, diyoruz yıllardır.
Ama nafile, yüzyıllardır uyanamamış insandan söz ediyoruz sonuçta!
/././
Sıkı para politikasına sıkı sıkı sarılmak: Fed ve TCMB faiz kararlarının ardından -Binhan Elif Yılmaz-
Jeopolitik risklerin ortaya çıkışından önce zaten hasar almış bir ekonominiz varsa, piyasa tepkileri ve makro ekonomik göstergeler bozuksa, riskler daha ağır bir fatura çıkaracaktır.
Son üç-dört yılda olduğu gibi bu yıl da jeopolitik gelişmeler, çatışmalar küresel ekonomi üzerinde büyük izler bırakmaya devam ediyor. Üç yıl önce başlayan ve Trump’ın “24 saatte çözerim” dediği Rusya-Ukrayna savaşı hâlâ devam ederken, Ortadoğu’da İsrail, Hamas’tan sonra İran ile de savaşta.
İsrail-İran çatışmasında bir haftayı geride bırakırken büyüme ve enflasyon beklentileri oldukça kötümser. Petrol ve doğalgaz kaynaklarıyla zengin olan bu bölgedeki gerilim fiyatları yukarı doğru hareketlendirdi. Brent petrolün varil fiyatı 77 doları aştı. Oysa daha geçtiğimiz ay OPEC ülkeleri üretim artışına gideceklerini duyurmuştu ve küresel ekonomik aktivitenin yavaşladığı ortamda mayıs ayı başında Brent petrol 60 doların altına gerilemişti. Ancak son bir haftada fiyat artışı yüzde 30’a yaklaştı. Hatta Hürmüz boğazının kapanma olasılığıyla ilgili söylentiler de burada kısa süreliğine fiyat artışına yol açacak nitelikte.
İran, her ne kadar uluslararası toplumdan izole ve ambargo uygulanan bir ülke olsa da doğalgaz ve petrolün yanında, gübre ve bakır-çinko-alüminyum gibi emtialara sahip bir ülke. Uluslararası ticarette ve tedarik zincirindeki tıkanıklık, enflasyonda yükseliş olarak kendisini gösterecek. Ayrıca gübre arzının düşüşü fiyatları yükseltici etki yaparak gıda fiyatlarını arttırma potansiyeline sahip. Diğer yandan emtialardaki fiyat hareketleri üretimi ve piyasa tepkisini belirleyici olmaya devam edecek.
Tüm bu gelişmelerden küresel enflasyonun yeniden artacağını anlıyoruz. Oysa Türkiye dahil pek çok ülke enerji maliyetinin düşeceği varsayımıyla, yurtiçi enflasyonun düşeceğini hatta cari açığın beklentilerin üstünde iyileşeceğini öngörüyordu.
Tüm bu yaşananlar küresel ekonomide riskleri ve belirsizlikleri arttırırken karar alıcılar hasarı minimum düzeye indirecek ekonomik önlemleri almaya, merkez bankaları da bir şekilde cevap vermeye çalışıyor.
Fed, bilindiği gibi iki hedefe odaklanmış durumda: güçlü istihdam ve fiyat istikrarı. İleriye yönelik olarak tarifelerle ilgili belirsizliğin bir miktar azaldığını ve işsizlik tarafında panikleyecek bir durum olmadığını söylese de hizmet PMI ve kapasite kullanımı beklentinin altında geldi. En önemlisi enflasyon tehdidi devam ediyor. Hatta kısa vadede fiyatlar artarken uzun vadede enflasyon beklentilerinin kötüleşmesinden endişe ediliyor. Çünkü bu durumda uzun vadede enflasyonu dizginlemek daha zor hale gelecek.
Fed 18 Haziran 2025 toplantısında politika faizini yüzde 4,50’de sabit tuttu:
Fonlama faizi de değişmeyerek yüzde 3,9’da kaldı. Fed'in 2026 ve 2027 medyan faiz oranı tahmini yüzde 3,6 ve yüzde 3,4’ü gösteriyor. 2025’te minimum bir, maksimum iki faiz indirimi bekleniyor.
Fed, 2025 yıl sonu beklentilerini de değiştirdi. 2025 yıl sonu için büyüme tahmini IMF’nin tahmininin altında ve hiç de ümit verici değil. Yıl sonu büyüme beklentisini Mart ayına göre (yüzde 1,7 idi) yüzde 1,4’e düşürdü.
Trump’ın “tarife tutkusu” henüz ABD başkanlığına seçilmeden önce nam salmıştı. Başkan seçilince de ABD’li üreticilerin çok önemli kısmı tarifelerin getireceği fiyat artışlarından kaçınmak için ithalatı büyük ölçüde arttırdı. Hatta ilk çeyrek büyüme verisi üzerinde söz konusu ithalattaki sıçrama negatif etki yarattı.
Diğer yandan Fed işsizlik ve enflasyon ile ilgili beklentilerini de arttırdı. İşsizlik beklentisini yüzde 4,4’ten yüzde 4,5’e ve enflasyon beklentisini de yüzde 2,7’den yüzde 3’e çıkardı.
Bu değişim, büyük ölçüde tarifelerin yanında jeopolitik gerilimlere söylem-eylemle müdahilliğin ABD ekonomisine yaratması beklenen hasarı yansıtıyor.
Ancak Trump hâlâ faiz indiriminde ısrar devam etmeye ve Powell’a bu konuda “seslenmeye” devam ediyor.
TCMB de bugün yani 19 Haziran 2025 toplantısında politika faizini yüzde 46’da, gecelik borç verme faizini de yüzde 49’da sabit tuttu:
2023 yılında dokuz ay boyunca yüzde 50 olarak belirlenen politika faizini, enflasyon beklentilerindeki bozulmanın azalması, iş aleminden gelen talebin etkisiyle aralık ayında indirmeye başlayarak 6 mart toplantısında yüzde 42,5’e kadar indirmişti.
TCMB, İBB Başkanı E. İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve ardından tutuklanmasıyla başlayan süreçte 20 martta ara toplantı yapmıştı. Bu toplantıda gecelik borç verme faizini yüzde 46’ya yükseltirken, yüzde 42,5 olan politika faizinden fonlamayı askıya aldı. Bunun yerine gecelik borç verme faiz oranını kullandı. Önlemler ve durum geçici olarak nitelendirilirken fiili faiz artışına gidilmiş oldu.
Ancak izleyen aylarda kredi ve mevduat faizlerindeki yükseliş, 20 Mart ara toplantısındaki yüzde 42,5’te devam eden politika faizinden uzaklaşmıştı. Ardından TCMB 18 Nisan’daki toplantısında, 20 Mart ara toplantısındaki geçici adımları kalıcı hale getirecek şekilde politika faizini yüzde 46’ya çıkardı. Ancak bugünkü faiz kararına kadar sayılı gün dışında fonlama faizi politika faizinin ortalama 2 puan üzerinde gerçekleşti.
TCMB’nin; mayıs enflasyonu beklentilerin altında gelmesine, haziran için de görece düşük bir enflasyon beklentisine, pozitif reel faize, konkordato ilan eden şirket sayısının artmaya devam etmesine, kredi faizlerinin yüksekliği nedeniyle finansmana erişimin zorlaşmasına rağmen faiz indirimini büyük ölçüde gündemden çıkararak sıkı para politikasına sıkı sıkı sarılmasına neden olan ana faktör; dolar talebinin önüne geçmek ve yeniden rezerv biriktirmek. Yani daha kritik olan finansal istikrar. Bir başka faktör elbette ki yukarıda ayrıntılı olarak yazdığım jeopolitik risklerin ekonomimize yansımaları.
Ancak jeopolitik risklerin ortaya çıkışından önce zaten hasar almış bir ekonominiz varsa, piyasa tepkileri ve makro ekonomik göstergeler bozuksa bu riskler daha ağır bir fatura çıkaracaktır.
/././
Otoriterliğin panzehri (2): Direniş ve ortak mücadele -Mustafa Durmuş-
Barış ve demokratikleşme süreçlerinin korunması ortak hedefine odaklanmak için iç anlaşmazlıkları geçici olarak bir kenara bırakarak, akut, büyük resimdeki otokratik tehlikeye karşı birleşmiş “geniş bir demokrasi cephesi” inşa edilmelidir.
Demokratikleşmenin (ve Türkiye özelinde barışın) bir diğer önemli ögesi örgütlü direnç ya da direniştir. Nakagawa direnci üç ana başlıkta ele alıyor: “Yapısal Direnç”, “Kültürel Direnç” ve “Ortak Mücadele”. (1)
Yapısal direnç
Demokratik kurumların otoriterleşmeye set oluşturabilmesi için öncelikli olarak yapısal bir direnç örülmelidir. Bunun için de sırasıyla kurumsal/örgütsel çokluğa ihtiyaç duyulur. Yani aynı anda iktidar tarafından ele geçirilemeyecek kadar çok kurumun varlığı, farklı güç merkezlerinin birbirini kontrol etmesi, gerektiğinde sığınak sağlayacak yerel yapıların varlığı ve uluslararası bağlantılar gereklidir.
Bu bağlamda taban hareketleri, demokrasinin sadece oy vermekten ibaret olmadığını göstererek demokrasiyi anlamlı ve erişilebilir kılan yerel örgütlenme yoluyla güçlerini ortaya koyarlar. Çünkü demokrasi hem seçimler yoluyla hem de seçimler arasında ve ötesinde topluluklar harekete geçtiğinde ve taleplerde bulunduğunda etkin olarak işler. Yerel düzeyde direniş mücadelesine başlamak ise daha doğrudan etki yaratmaya olanak tanır ve temelden dayanıklılık inşa eder. Ayrıca, yerel örgütlenmeler daha şeffaf ve hesap verebilir hale geldiklerinde halkın yerel kurumlara olan güvenini de artırır.
Güçlü yerel yapılar örgütlenmeli
Bu nedenle yerelleşme ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi çok önemlidir. Nitekim bugünlerde gücü tek elde toplayabilmek için İktidar Blokunun yeni bir yerel yönetimler yasası ile yerel demokratik güçleri tamamen pasifize etmek istemesi tesadüf değildir.
Ayrıca birbirini çapraz kesen çıkarların ortaya çıkarılarak, aradaki bağların sıkılaştırılması gereklidir. Çünkü Türkiye’de yaşandığı gibi, bir kısım sermaye de otoriterlikten payını alıyor. Yani iş dünyasının da hukukun üstünlüğüne ihtiyaç duyduğu gerçeği pragmatik olarak değerlendirilmelidir.
Bunun dışında otoriter rejimi uluslararası anlaşmalara bağlı kalmaya zorlamak, bu yönde uluslararası ekonomik ilişkileri devreye sokmak (AB üyeliği gibi), diaspora topluluklarının baskı yapmasını sağlamak ve uluslararası af örgütü ya da insan hakları örgütleri gibi örgütlerin rejimi takibe almalarını sağlamak son derece önemlidir.
Kültürel direnç
İkinci olarak, çoğulcu kültür otoriterliğe karşı antikorlar yaratır. Bu nedenle de demokratik alışkanlıkları, barışçıl protesto becerilerini; meslek etiğini (gerçeğe bağlı gazeteciler, hukukun üstünlüğünü savunan avukatlar, bağımsızlığını koruyan akademisyenler, tüm hastalara hizmet veren doktorlar gibi) ve sivil ağları (dayanışmayı önceleyen dernekleşmeyi, durumdan bağımsız iletişim kanalları, karşılıklı yardım geleneklerini) harekete geçirmek gerekir.
Sorunları içselleştirmek!
Bu bağlamda öncelikle soyut politikalara değil, insanlara odaklanmak için eylemleri insan hikayeleri etrafında biçimlendirmek yani sorunları insanileştirmek (içselleştirmek) gerekir.
Ayrıca adaletsiz bir iktidarla mücadele etmek için mizah da kullanılmalıdır. Bu bağlamda, eleştirmek istenilen kurumların kişiliğine bürünmek, onların dilinden konuşup, mantıklarını saçmalığa kadar yükselterek, kusurlarını ve çelişkilerini ortaya çıkarmak yararlı olabilir.
Mizahın ve hicvin gücü
Otoriter rejimler “yanılmazlık” imajını korumaya dayanırlar. Onların seslerini taklit etmek onları silahsızlandırır ve izleyicileri rahatsız edici gerçeklerle yüzleşmeye zorlar. Ancak mizah ve eleştiriyi her zaman iktidarda olana yöneltmek gerekir. Hiciv ise kontrolü elinde tutanların başarısızlıklarını ortaya koyarak marjinalleştirilmiş olanları güçlendirmek amacıyla kullanılmalıdır.
Diğer yandan, otoriter iktidarlardan karşı saldırılar geleceği de bilinmelidir. Böylece dezenformasyona veya yasal zorluklara karşı net mesajlar ve kamuoyu desteği ile karşı koymaya hazır olmak gerekir. Mizahın bir başa çıkma mekanizmasından daha fazlası olduğunu, değişim için bir silah olduğunu unutmamak gerekir.
Otoriterlik karşısında absürtlük, iktidardakilerin çelişkilerini ve ahlaki başarısızlıklarını yansıtan bir aynadır. Hiciv ve ‘yaratıcı şiddetsiz direniş’ ten yararlanarak otoriter anlatılara meydan okunmalıdır. Kamuoyu desteği harekete geçirilmeli ve dünyaya başka bir yolun mümkün olduğu gösterilmelidir.
Kışkırtıcı, esprili ve görsel olarak ilgi çeken eylemler oluşturarak medyanın dikkati çekilebilir ve internette viral olmak sağlanabilir. Medyada yer almak mesajın erişimini artırır ve normalde göz ardı edilebilecek konuların konuşulmasını sağlar. Günümüzün dijital çağında, iyi uygulanmış şakalar küresel görünürlük kazanabilir ve ulus ötesi dayanışma oluşturmak gibi önemli bir amaca hizmet edebilir. (2)
Ortak mücadele
Son olarak, demokratikleşmenin en önemli ögesi ortak mücadeledir. Bu otoriter tehditlere karşı geniş koalisyonlar oluşturmak anlamına gelir. Tarihsel örneklere bakıldığında bu yönde olmak üzere; dini ve seküler grupların iş birliği yaptıkları, kırsal ve kentsel çıkarların yan yana hizalandığı, eski rakiplerin yeni müttefikler oluşturdukları çok sayıda örneğin var olduğu görülebilir.
Nitekim Şili'de geniş bir demokrasi koalisyonunun referandumda diktatör Pinochet'i yenmesi böyle bir ortaklaşmanın ürünüdür. Keza güncel bir örnek olarak Güney Kore’de darbenin püskürtülmesi verilebilir. Bu ülkede askeri yönetime direnen güçlü bir sivil toplum, protestolara öncülük eden öğrenci hareketleri, işçi sendikalarının grevler düzenlemesi, ahlaki otoriteye sahip dini grupların desteği, iş dünyasının son tahlilde demokrasiye sahip çıkması darbeyi boşa çıkardı.
19 Mart sivil darbe girişimi geniş halk koalisyonlarının kurulmasına neden oldu!
Keza Türkiye’de 19 Mart sivil darbe girişiminin başta öğrenciler olmak üzere sokakları tutan yüzbinlerce insan tarafından püskürtülmesi, en geniş koalisyonların demokrasi için başarılı bir mücadele verebileceklerinin somut kanıtıdır.
Bu bağlamda TÜRK-İŞ’in, 18 Haziran’da binlerce işçinin katılımıyla, iktidarın tavrı yüzünden tıkanan Kamu Çerçeve Protokolü görüşmelerini protesto etmek için, Hazine ve Maliye Bakanlığı önüne kadar yürüyerek eylem yapması ve bu ayın sonlarına doğru bazı sendikaların greve gidecek olması son derece önemlidir.
Diğer yandan bu eylemlerin, en az 600 bin işçiye yüksek enflasyon karşısında eriyen ücretlerini yükseltebilme imkânı sağlarken, aynı zamanda demokratikleşmeye hizmet edeceğinin de bilincinde olmak gerekir. Bunu sağlayacak olan şey kuşkusuz, sendikaların işçileri bu yönde bilinçlendirmeleri ve bu eylemleri birer emek, demokrasi ve barış mücadelesi aracı olarak görmelerini sağlamalarıdır.
Sonuç olarak
▪Tarih, otoriterliğin şiddete, durgunluğa ve nihayetinde çöküşe yol açtığını, çoğulcu demokrasilerin ise dikkate değer bir direnç ve uyum kabiliyeti gösterdiğini defalarca ortaya koydu. Bu yüzden de çoğulcu demokrasi ve alternatifleri arasındaki seçim sadece entelektüel ya da akademik bir seçim değildir. Aslında çoğulcu demokrasi bir seçim değil, acilen inşa edilmesi gereken acil olarak yerine getirilmesi gereken bir görevdir.
▪Diğer yandan çoğulcu demokrasinin inşası ve sürdürülmesi asla tamamlanmış bir iş olarak görülmemelidir. Aksine demokratikleşme sürekli bir mücadeleyi gerektirir. G. Orwell’in dediği gibi (1984), “insanın burnunun önündekini görebilmesi için sürekli mücadele etmesi gerekir”. Yani demokratikleşme mücadelesi yılları alabilir.
▪Her kuşak; mevcut çoğulcu kurumları otoriter tehditlere karşı savunmak, bu kurumları yeni zorluklara ve fırsatlara uyarlamak, daha önce marjinalize edilmiş gruplara doğru kapsayıcılığı genişletmek, demokratik kültür ve uygulamaları derinleştirmek, farklılıklar arasında köprüler kurmak ve tüm bunları barış içinde yapmak zorundadır.
▪ Barışı ve demokratikleşmeyi sağlamak için; yerel demokratik ağlar, işçi sendikaları, diğer emek ve meslek örgütleri, barış örgütleri, kadın ve ekoloji hareketleri, akademisyenler, demokratik kitle örgütleri ve sivil toplum ağları gibi örgütlü ve güçlü bileşenler harekete geçmeli ve bu yönde olmak üzere muhalefet partilerini ve Meclisteki milletvekillerini harekete geçirmelidirler.
▪Yurttaşların dijital alan dışında bağlantı kurabilecekleri, örgütlenebilecekleri ve dayanışma inşa edebilecekleri diğer kamusal alanlar oluşturulmalıdır. Bunun için ülke çapında yerel meclis örgütlenmelerinin (HDK, THM ve diğer yerel sivil inisiyatifler gibi) örgütlenmesi ve yaygınlaştırılması gereklidir.
Çünkü böyle fiziksel alanlar demokratik direniş için çok önemli bir altyapı sağlarlar. Yerel örgütlenmeler, dirençli ağlar kurarak, yerel düzeyde örgütlenerek, demokratik kurumları destekleyerek ve amaç birliğini koruyarak, otoriter eğilimlere karşı güçlü bir karşı güç olarak hizmet edebilirler. (3)
▪Çoğulculuk, toplumu organize etmek için birçok seçenek arasından sadece biri değil, zaman içinde farklı popülasyonları barışçıl, meşru ve etkili bir şekilde yönetmeyi uman herhangi bir siyasi sistem için temel ön koşuldur. Hukukun üstünlüğü bunun yapısal temelini ve demokratik kurumlar da operasyonel çerçevesini oluşturur.
Yani bugünün birbirine bağlı ve hızla değişen çoklu krizlerin yaşandığı dünyasında, çoklu perspektifleri bir araya getirme, yeni koşullara uyum sağlama ve çatışmaları barışçıl bir şekilde çözme kapasitesi her zamankinden daha önemli hale geldi. Çünkü bunun alternatifi olan otoriter-faşizan iktidarlar bütünsel bir toplumsal çöküşe yol açıyor.
Bu nedenle çoğulcu demokrasinin savunulması partizan bir tutum değil, insanın ve doğanın geleceği açısından bir zorunluluktur. Sürekli uyanık kalma, sürekli adaptasyon ve her kuşağın yenilenmiş bağlılığını gerektirir. Bu iş zordur ve asla tamamlanamaz, ancak alternatifi olan otoriterliğe-faşizme ve savaşlara doğru gidiş, bu çabayı sadece değerli değil aynı zamanda zaruri de kılıyor.
Özcesi, küresel olarak artan otoriterleşme sorunlarıyla ve hemen yakınımızda devam eden savaşlar nedeniyle, çoğulcu demokrasiyi ve barışı anlamak ve güçlendirmek her zamankinden daha önemlidir. İnsan özgürlüğü, onuru ve refahının geleceği, farklılıklarımızı yıkıcı değil, yapıcı bir şekilde yönlendiren sistemler altında çeşitliliğimiz içinde birlikte ve barış içinde yaşama becerimize bağlıdır.
▪Sonuç olarak, bu perspektif doğrultusunda; barış ve demokratikleşme süreçlerinin korunması ortak hedefine odaklanmak için iç anlaşmazlıkları geçici olarak bir kenara bırakarak, akut, büyük resimdeki otokratik tehlikeye karşı birleşmiş “geniş bir demokrasi cephesi” inşa edilmelidir. Bu bağlamda, seçilmiş milletvekillerinden tabandaki aktivistlere; işçi sendikalarından diğer emek ve meslek örgütlerine kadar, tüm demokratik yapılarca, barışçıl grev, boykot, şiddetsiz protesto eylemleri aktif olarak desteklenmelidir.
Mustafa Durmuş yazdı: Otoriterliğin panzehri (1): Hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokratik müzakere
Dip notlar:
https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/what-to-do-now (8 May 2025).
https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/laughter-really-is-good-medicine (26 May 2025).
https://protectdemocracy.org/how-to-protect-democracy (10 Haziran 2025).
/././
Seyirlik savaşlar ve cansız bedenlerden canlı yayınlar -Mine Söğüt-
Herkesin elinde henüz küçük ekranların olmadığı, savaşın evlerdeki, kahvelerdeki televizyonlara kilitlenerek izlendiği o günlerden bu günlere kadar geçen 36 yıl içinde siz de savaşları canlı olarak seyretmeye, ayağından iplere bağlanarak yerlerde sürüklenen liderlerin linç görüntülerine bire bir tanıklık etmeye, kucağındaki bebek ölüsünü kameralara sallayarak çığlıklar atan insanların cinnetini evinin içinde, hayatının merkezinde, sıradan bir görüntü gibi neredeyse her gün görmeye çoktan alıştınız.
Savaşlarla, kıyımlarla şekillenen ve gücü ele geçirenin ötekini yok etmesini kaçınılmaz kılan bir savaş ahlakı ve hukuku üzerine temellenen insan “uygarlığı” bir zamanlar tabletlere, sözle nesillerden nesillere aktarılan destanlara, imparatorluk kayıtlarına ve nihayetinde resmi evraklara ve kitaplara kaydederek şeceresini tuttuğu savaşları yıllardan beri ekranlardan canlı olarak izliyor.
Ve hâlâ kendisine hiç utanmadan “uygar” diyor.
İnsan zihninin, ahlakının ve hukukunun rahatlıkla “şiddetsiz” bir dünya tasarlayabileceği bir zamanda hâlâ şiddeti “haber” diye pazarlaması ve bunu avuç içi kadar küçülmüş vicdanlara o minik ekranlardan yansıtması ne anlama geliyor, hiç düşünmüyorsunuz.
Savaşlarda taraf tutmanızı ve iyiyle kötüyü mümkün olduğunca birbirinden ayırıp, kötünün iyisine razı olmanızı size belleten bir tuzağın içine gönüllü olarak düşüyorsunuz.
Ve şu mahşer günlerde bu savaşı kimin kazanmasını istediğinizi hepiniz çok iyi biliyorsunuz.
Size bunu belletenle, savaşın her türlüsüne karşı çıkmanızın imkânsız olduğunu belleten aynı dinamik.
O dinamiğin ivmesiyle işlevini kaybeden aklınız ve vicdanınız sizi savaşlarda bir taraf olmaya kolayca ikna ediyor…
Ve üzülerek de olsa bu konuda fikrinizi beyan ederken aldığınız tek bir nefes bile savaşın ölümsüz alevini körüklemeye yetiyor.
Tüm dünya ilk kez bundan 36 yıl önce 1991’de Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan Körfez Savaşı sırasında “Çöl Fırtınası” adı verilen askerî harekâtı televizyonlardan canlı olarak izlemeye başladığında önce biraz afallamıştı.
Füzelerin semalarda süzülüşlerini, hedeflerini vuruşlarını, o hedeflerin yıkılıp yanışlarını bir bilgisayar oyunu izler gibi izlemek önceleri herkese önce tuhaf gelmişti.
Ama insanın ona soyunu sürdürme becerisi de katan en muazzam özelliği her şeye hemen alışma becerisi.
Önce şaşkınlıkla ama akabinde hemen hayranlıkla izlemeye başladığı savaştan naklen yayın, bugün insan hayatındaki en sıradan şeylerden biri.
Herkesin elinde henüz küçük ekranların olmadığı, savaşın evlerdeki, kahvelerdeki televizyonlara kilitlenerek izlendiği o günlerden bu günlere kadar geçen 36 yıl içinde siz de savaşları canlı olarak seyretmeye, ayağından iplere bağlanarak yerlerde sürüklenen liderlerin linç görüntülerine bire bir tanıklık etmeye, kucağındaki bebek ölüsünü kameralara sallayarak çığlıklar atan insanların cinnetini evinin içinde, hayatının merkezinde, sıradan bir görüntü gibi neredeyse her gün görmeye çoktan alıştınız.
Yemek yerken, çekirdek çitlerken, örgü örerken, etrafınızdakilerle gülüşürken, alışveriş listesi yaparken, bambaşka şeyler düşünür, bambaşka hayaller kurarken ekranlarda dönüp duran savaş görüntülerinin eşliğinde sıradan bir hayatın döngüsüne eşlik etmeyi nefes almak kadar doğal bilmeye eğitildiniz.
Sümer’lerden öğrendiğimize göre kayıtlı ilk büyük savaş milattan önce 2700 yılında bugünkü Kuveyt bölgesinde Perslerin atası olan Elam ile Sümer arasında yaşandı. Ve ne tuhaftır ki tüm coğrafyalardan daha fazla en kanlı savaşlar hep o coğrafyada yapıldı.
Bugün Ortadoğu semalarında yine füzeler süzülüyor.
Ve tüm dünya gibi siz de o görüntüleri izleyerek nükleer olan ve olmayan çeşitli silahlar üzerinden felaket senaryoları yazıyorsunuz.
Toprakları bir türlü paylaşamayan, ganimetleri bir türlü bölüşemeyen ve birbirini alt etmeden bir türlü yenişemeyen dünya kalabalığı içinde kendi yerinizi barışın mutlak sayıldığı ve savaşlardan uzak yaşamanın mümkün kılındığı bir alanda arayı artık değil ütopya düpedüz akılsızlık sayıyorsunuz.
Silahların savunma için mi yoksa saldırı için mi üretilip depolandığını tartışan samimiyetsiz politikaların yönettiği rezil bir dünya düzeninde güç dengeleri ve potansiyelleri üzerinden bahis oynar gibi tahminler yapan ve savaşsız bir dünyanın nasıl mümkün olabileceğine dair kafa yormayı zul sayan akılların rehberliğinde ekranlardan canlı olarak izlediğiniz ve parmak hesabı ile memleket açısından kâr zarar çıkarımları yaptığınız her savaşın suçlusu olduğunuzu idrak edemeden göçüp gideceğiniz şu dünyada;
Seyirlik savaşlara kurban edilen ve canlı bir yayında cansız bir beden olarak ekrana düşen insanlardan biri olmadığınız için kendinizi şanslı saymalısınız.
O da şimdilik…
/././
Hasan Ersel ve İran-İsrail savaşı soruları -Ercan Uygur-
İsrail’in çok yüksek maliyetli son teknoloji askeri ürünlerine karşı İran’ın daha düşük maliyetli dronlar ve etkili olduğu düşünülen uzun menzilli ve esnek bir patika izleyebilen füzeleri var. Eğer İran balistik füzelerini koruyabilirse, daha düşük maliyetli bir strateji izlediği için uzayan savaşa dayanabilir. Ancak ABD, İsrail’e zaten yapmakta olduğu yardımları daha da yükseltirse, İran’ın dayanma gücü hızlı düşecektir.
Hemen her savaşta olduğu gibi, neredeyse bir haftadır süren İran-İsrail savaşında da birçok bilinmeyen var. Bir konu şudur: İsrail, İran’ın nükleer tesislerine, enerji üretim altyapısına, askeri ve sivil üst düzey yöneticilerine savaş uçaklarıyla ve füzelerle saldırıyor.
Buna karşılık İran’ın savaş uçaklarıyla karşılık verdiğini, bu uçaklarla savaşa katıldığını duymadık. Halbuki, bilindiği kadarıyla İran’ın 350 dolayında uçaktan oluşan bir savaş uçağı gücü var. İran bu önemli gücü neden kullanmıyor veya kullanamıyor? Yoksa İran’ın böyle bir gücü yok mu?
Bu soruyu Mülkiye’de (Siyasal Bilgiler Fakültesi) Ekonometri Kürsüsü’nde birlikte görev yaptığımız değerli hocamız, bilim insanımız ve arkadaşımız Hasan Ersel’e sorabilirdim. Ayrıntılı ve aydınlatıcı bilgiler de alırdım. Ancak soramıyorum, çünkü ne yazık ki kendisini 15 Haziran 2025 Pazar günü kaybettik.
Hasan Ersel
Hasan Hoca her türlü uçak ve füze konusunda hep bilgili ve meraklı idi ve araştırırdı. İran savaş uçaklarıyla ilgili soruya ve ilgili diğer sorulara aşağıda devam edeceğim. Ama önce Hasan Hoca’yı kısaca anlatmam gerek.
Mülkiye’de Ekonometri Kürsüsü’nde 1977 sonlarında göreve başladım. Kürsü Başkanımız Tuncer Bulutay idi. Diğer kürsü üyeleri, kıdem ve yaş sırasına göre Uğur Korum, Yılmaz Akyüz, Hasan Ersel ve Nuri Yıldırım idi. Bizim kürsü fakültenin matematik, matematiksel iktisat, büyüme, istatistik, ekonometri gibi derslerini veriyordu.
İlk dikkatimi çeken, kürsüdeki tüm hocaların tüm bu dersleri verebilecek durumda olmasıydı. İkinci dikkatimi çeken, kürsünün fakültedeki iktisat yüksek lisans ve doktora programını üstlenmesi idi. Tuncer Hoca “En az yurt dışındaki programlar kadar iyi bir program yürütmeliyiz” diyordu.
Bu duyguyla hemen her öğleyin Tuncer Hoca’nın odasında beş kişi (Tuncer, Yılmaz, Hasan, Nuri Hocalar ve ben) toplanıyor, iktisattaki son yazıları, Türkiye’nin iktisadi sorunlarını ve yüksek lisans-doktora programını tartışıyorduk. Bu tartışmalar ertesi günlere taşıyor, hepimize çok haz veriyordu.
Hasan Hoca’yı bu tartışmalarda tanımaya başladım. Sakin sakin dinliyor, arada önemli yorumlar, katkılar yapıyordu. Dikkatimi çeken bir özelliği de Türkçe iktisat, istatistik ve matematik kavramlarını kullanmaya özen göstermesi idi.
Örneğin vektör için yöney, matriks için dizey diyordu. Yazdığı matematik kitabında da bu gibi Türkçe kavramlardan taviz vermiyordu. Ben de derslerde kendisinin önerdiği Türkçe kavramları kullanmaya çalıştım. Ancak bu kavramların ne kadar yerleştiğini bilemiyorum.
Hepimiz çok sayıda ders veriyorduk. 12 Eylül 1980 darbesi, bu yoğun ve doygun akademik yaşamı sarsmaya başladı. Mülkiye için, öğrencisi ve öğretim üyesiyle, zor yıllar başladı. 1983 başlarında 1402 sayılı sıkıyönetim yasası ile bu sarsıntı depreme dönüştü.
1402 sayılı yasa ile önce Tuncer Hoca, sonra Yılmaz Hoca ve sonra Korkut Boratav gibi başka hocalar Mülkiye’den uzaklaştırıldı. Bunun üzerine Hasan Hoca kendisi ayrılıp SPK’ya geçti. Nuri Hoca da bir burs programı çerçevesinde Rusya’ya gitti. Tuncer Hoca bana tembihledi: “Sen bizleri temsilen fakültede kalmalısın. Belki sonra yine bir araya geliriz.”
Sonra maalesef Mülkiye’de bir araya gelemedik. “En az yurt dışındaki programlar kadar iyi bir iktisat programı yürütmeliyiz” hayali 12 Eylül ve yasaları ile darmadağın oldu. Hasan Hoca önce SPK’da, sonra Merkez Bankası’nda ve sonra da Yapı ve Kredi Bankası’nda görevler aldı. İstanbul’da Sabancı Üniversitesi’nde dersler verdi.
Bir kurum içinde olmasa da kürsü mensupları olarak bizler her fırsatta bir araya geldik. Hep sevgi ve saygı ortamı içinde iktisat tartıştık, Türkiye’yi ve dünyayı konuştuk. Hasan Hoca ile uçaklar ve füzeler dahil “uçan her şey” konusunda sohbetler ettik.
Yukarıda belirttiğim gibi, Hasan Hocamızı 15 Haziran 2025’te hiç beklenmedik bir zamanda kaybettik. Kendisinin cenazesi 18 Haziran 2025’te Levent Hayrettin Paşa Camii’ndeki öğle namazını izleyen cenaze namazı sonrasında Kilyos Mezarlığı’nda toprağa verilecek.
İran savaş uçakları, füzeleri, S300'ler, S400'ler
Yukarıda belirttiğim gibi, İran’ın 350 dolayında savaş uçağı var. Ama bunlar İran’ın çok önemli yapılarına ve kişilerine bombalarla, füzelerle saldıran İsrail uçaklarına karşı koyamıyor, savaşta yer alamıyor. Bu bir çaresizlik işareti mi, yoksa bir tercih mi?
Bu durum İran’ın bir çaresizliğinin göstergesi. İran savaş uçaklarının önemli bir bölümü 1970’lerden kalma ABD yapımı F4, F5 ve F14 uçakları. İran bunların bazı aksamlarını ve elektronik teçhizatını zaman zaman yenilemeye çalışmış, ancak çok da başarılı olamamış.
İran’ın ayrıca 1980’lerden kalma Sovyet yapımı MİG29 uçakları var. Ek olarak 1990’lar sonunda alınmış Çin yapımı J7 uçakları var. Ancak bu uçakların tümü eski teknoloji ile üretilmiş, özellikle radar sistemleri eski, radarlardan gizlenebilme özelliği yok.
İran, 1979’daki rejim değişikliğinden sonra yeni uçaklar almaya çalışmış ancak her defasında İsrail’in ve ABD’nin engellemeleriyle karşılaşmış. Yalnızca bunlar değil, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez ülkeleri de İran’ın yeni uçak almasına engel olmuşlar.
1990’larda yeni MİG ve SU uçakları almak isteyen İran’a önce Sovyetler Birliği, sonra Rusya Federasyonu bu uçakları satmaya önce söz vermişler ancak sonra vazgeçmişler, çünkü ABD baskı yapmış ve sözleşmeler iptal edilmiş.
İran 2000’lerde daha gelişmiş Çin uçağı J10 almak istediğinde de karşısına hem ABD yaptırımları hem Körfez ülkeleri çıkmış. Bu ülkeler Çin’e “İran bu uçaklarla bize saldırır” açıklamaları getirmişler. Axe (Ağustos 2021)
Dolayısıyla İran, eski model uçaklara bazı yeni parçalar ekleyerek bu uçakları kullanmaya çalışıyor. Ancak İran, İsrail’in en yeni teknolojiyle donatılmış ve radarlarda görünmeyen uçaklarıyla başa çıkamayacağını biliyor. Bu uçaklar genellikle ABD yapımıdır.
Şöyle bir soru var; İran’ın Rusya’dan aldığı S300 ve S400 hava savunma bataryaları var. İsrail uçaklarına karşı bunları neden kullanmadı? Acaba bunlar yetersiz mi kaldı? Yoksa İsrail saldırısı ile bu bataryalar çalışamaz duruma mı geldi?
Kendi uçaklarının ve hava savunma sistemlerinin yetersizliği nedeniyle, İran iki konuya odaklamış görünüyor.
1) Dron yapımı. İran ürettiği görece ucuz dronlarla İsrail’in “Demir Kubbe” gibi koruyucu zırhını delmeye çalışıyor.
2) Uzun menzilli ve koruyucu zırhlara yakalanması zor füzeler üretimi. Bu füzelerin örneğin dronlarla yıpratılmış kubbeleri/zırhları delmesi öngörülüyor.
İran’ın bu iki konuya odaklanması bir strateji sonucudur. İsrail’in çok yüksek maliyetli son teknoloji askeri ürünlerine karşı İran’ın daha düşük maliyetli dronlar ve etkili olduğu düşünülen uzun menzilli ve esnek bir patika izleyebilen füzeleri var.
Eğer İran balistik füzelerini koruyabilirse, daha düşük maliyetli bir strateji izlediği için uzayan savaşa dayanabilir. Ancak ABD, İsrail’e zaten yapmakta olduğu yardımları daha da yükseltirse, İran’ın dayanma gücü hızlı düşecektir.
Bu durumda İran’da önce PJAK gibi silahlı Kürt örgütlerin merkezi hükümete karşı harekete geçecekleri anlaşılıyor. PJAK zaten İsrail’e yardımcı olacağı konusunda açıklama yapmıştır. Ardından diğer etnik gruplar da harekete geçebilir.
Burada önemli bir belirleyici, muhaliflerin davranışıdır. Tanıdığım İranlı muhalifler, asker ve sivil üst yönetimin İsrail tarafından öldürülmesine hiç de karşı değiller, uygun buluyorlar. Ancak halkın zarar görmesini, savaşın uzamasını istemiyorlar. Acaba üst düzey yöneticilerin adresleri bazı muhalif gruplar tarafından mı verildi, sorusu akla geliyor.
Aslında benzer bir tavır İsrail muhaliflerinde de var. İsrailli muhalifler de Netanyahu ve kabinesinin İran füzeleriyle öldürülmesinin uygun olacağını bildiriyorlar. Bu konuda gösterilerde atılan sloganlar, yayınlanmış bildiriler bile var.
Demek ki iktidarlar, ülke içindeki muhalefeti çok dışlamaktan, hatta ötekileştirilip düşmanlaştırmaktan kaçınmalıdırlar. İktidarların daha kapsayıcı olabilmesi gerekiyor. Bu konuda Türkiye’deki iktidarın çıkarması gereken dersler var.
İran-İsrail savaşında bu konunun ayrıntıyla incelenmesi gerekir. Örneğin, İsrail’in İran içinde dron fabrikası kurmuş olduğu, bu fabrikanın savaşın başlamasında ancak günler sonra ortaya çıkarıldığı anlaşılıyor.
Hasan Ersel Hocamızın mekânı cennet olsun. Sevenlerinin büyük acısını paylaşırım.
Kaynaklar
Axe, David (Ağustos 2021) “Why Is Iran’s Airforce So Outdated?” The National Interest
/././
Vergi affına Maliye kapıları kapadı -Murat Batı-
Vergi aflarına her zaman vergi mağdurları başvurmamaktadır. Af yasalarını alışkanlık haline getiren iktidarlar yükümlüler arasında “af kanunu kollayan/bekleyen” bir güruh yaratmaktadır. Böylece iyi niyetli ve vergiye uyumlu mükellefler yükümlüklerini zamanında tam ve eksiksiz yerine getirdikleri için cezalandırılmış olmaktadırlar.
Son dönemlerde sıklıkla gerek sosyal medyada gerekse de bazı kesimlerce yeni bir vergi affı olması gerektiği yönünde bir algı oluşturulmaya başlandı. Hatta birçok kişi beni arayıp affın tarihini sormaya başladı. Yani af çıkacak ama tarihi belli değil gibisinden…
Ancak Hazine ve Maliye Bakanlığı 18 Haziran Çarşamba günü akşam saatlerinde sosyal medya hesabından bir basın duyurusu yayımlayarak “kamuoyunda vergi affı olarak da adlandırılan yapılandırma kanunu içerikli herhangi bir düzenlemeye yönelik çalışmamız bulunmamaktadır” şeklinde açıklama yaptı.
Bu açıklamaya göre bir vergi affı şu an için ufukta görünmüyor ki görünmesin de…
Çünkü vergi affı kavramı düzensiz mükellefleri ödüllendirmekte düzenli mükellefleri ise maalesef bir tür cezalandırmaktır.
Vergi aflarına her zaman vergi mağdurları başvurmamaktadır. Af yasalarını alışkanlık haline getiren iktidarlar yükümlüler arasında “af kanunu kollayan/bekleyen” bir güruh yaratmaktadır. Böylece iyi niyetli ve vergiye uyumlu mükellefler yükümlüklerini zamanında tam ve eksiksiz yerine getirdikleri için cezalandırılmış olmaktadırlar.
Bu durum vergisel olarak devlete karşı bir güven sorunu da ortaya çıkarmaktadır. Devletlerin vergi afları yoluyla amme alacaklarından vazgeçmesi yükümlülüklerini zamanında yerine getirmeyen yükümlüler için maalesef bir ödüle dönüşmektedir. Dürüst mükelleflere de kötü örnek olmaları açısından oldukça büyük bir öneme sahip olan bu perspektife iktidarların her seferinde daha bir dikkatli bakmaları gerekmektedir.
Ülkemizdeki afların biraz tarihsel seyrinden de bahsedeyim isterseniz.
Affı Türk Dil Kurumu “bir suçu, bir kusuru veya bir hatayı bağışlama ya da görevden çıkarılma” şeklinde tanımlamış.
Vergi affı kavramına tarihte ilk olarak milattan önce Antik Mısır’da bulunan “Rosetta Taşı”nda bulunan yazıda rastlanmış. O dönem Antik Mısır’da vergi afları ile genel toplumsal düzenin sağlanması amaçlanmıştır.
Ülkemiz açısından ise TBMM’nin açılış tarihi olan 23 Nisan 1920’den bu yana ilk vergi affı 29.9.1920 tarihli ve 30 sayılı Kanun’dur. Cumhuriyetimizin ilk vergi affı ise 17 Mayıs 1924 tarihli “487 sayılı Afv-ı Umumi Kanunu Sureti” yani “Umumi Af Kanunu”dur.
Cumhuriyetin ilk 36 yıllık döneminde 7 adet vergi affı çıkartılırken, sonraki 19 yıllık dönemde bu sayı 8’e yükselmiş ve 1980 sonraki dönemde vergi aflarının sayısı artmıştır. Bu sayı günümüze yaklaştıkça daha da artış göstermiş ve son 25 yılda 15 adet vergi affı çıkartılmıştır.
Cumhuriyet tarihimizin 41’inci; TBMM’nin açılışından bu yana ise nur topu gibi 42’nci af düzenlememiz bulunmaktadır.
Aşağıdaki tabloda tüm vergi aflarını kronolojik sırasıyla görebilirsiniz
1924 ila 1960 yılları arasında 7 adet, 1961 ila 1980 yılları arasında 8 adet, 1981 ila 2000 yılları arasında 11 adet ve 2000 ila 2025 yılları arasında 15 adet af kanunu çıkarılmıştır[1]. Yani yaklaşık iki buçuk yılda bir vergi affı yapılmış ülkemizde.
Aflara hep farklı isim verildi
Vergi mevzuatımızda vergi afları ile alakalı bir tanım ya da hüküm bulunmamaktadır. Ancak buna rağmen herkesin vergi afları ile ilgili kendine ait bir tanımı bulunmaktadır. Ülkemiz idarecileri de öyle düşünmüş ki her seferinde adı başka tadı başka isimler vermişler.
Şöyle ki; 1981 yılına kadar mali af ya da af kanunu terimleri kullanılmış.
Af kanunlarında en son af kelimesi 18.08.1974 tarih ve Mükerrer 14890 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Cumhuriyetin 50'inci Yılı Nedeniyle Bazı Suç ve Cezaların Affı Hakkında Kanun”da dile getirilmiş.
Daha sonra 1981 yılından itibaren tahsilatın hızlandırılması kavramı af kavramı yerine kullanılmaya başlanmış. 2000’li yıllardan sonra ise af kanunu kavramı yerine varlık barışı, varlıkların ekonomiye kazandırılması ya da yeniden yapılandırma ismiyle yasalaşmıştır.
Yani son yıllarda vergi aflarının popüler adı varlık barışı oldu.
[1] Murat Batı&Emine Yöney; Covid-19 Pandemi Sürecinde Vergi Politikaları, Verilerle Pandemi Sürecinde Türkiye Ed. Turgay Münyas, 3. Bölüm, Nobel Yayınevi, Ankara, 2021, s.343.
/././
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder