T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Ağustos 2025-

 

İstanbul’da yeni yeşil alanlar: Millet Bahçeleri sosyal dönüşüm yaratıyor -Özge Naz Pala-

Millet Bahçeleri, İstanbul’un, Avrupa ortalamasının oldukça gerisinde kalan kişi başı yeşil alan oranını artırma iddiasıyla hayata geçirildi. Ancak yeni yayınlanan bir akademik çalışma, bu alanlardan herkesin eşit biçimde faydalanamadığını ortaya koyuyor. 2017-2021 yılları arasında açılan 12 Millet Bahçesi çevresindeki mahalleleri inceleyen çalışma, bu bölgelerde konut fiyatlarının İstanbul ortalamasının üzerinde arttığını gösteriyor

millet bahçesiKayaşehir Millet Bahçesi, İstanbul


İstanbul’da 2017-2021 yılları arasında hayata geçirilen 12 Millet Bahçesi’ni mercek altına alan yeni bir araştırma, bu parkların çevresindeki mahallelerde dikkat çekici sosyal, ekonomik ve demografik değişimler yaşandığını ortaya koyuyor. 

İstanbul’da ortalama 7,2 metrekare olan kişi başına düşen yeşil alan miktarı, hem mevzuatla belirlenen alt sınırın hem de Dünya Sağlık Örgütü’nün sağlıklı bir yaşam için tavsiye ettiği miktarın altında. Kentteki yeşil alanlar, kişi başına düşen yeşil alan miktarının çoğu kez 3,5 metrekareyi dahi bulamadığı merkez ilçelerde daha da yetersiz kalıyor. Dolayısıyla şehirde yeni park ve bahçeler planlamak, yaşam kalitesini artırma potansiyeli taşıyor. Ancak bu tür projeler, toplumun tamamını gözeterek hayata geçirilmediğinde, sosyal eşitsizlikleri derinleştirme riski barındırıyor. 

Nitekim söz konusu araştırma, yeni açılan Millet Bahçeleri nedeniyle dönüşüm riski taşıyan 28 mahallenin 23’ünde, konut fiyatlarının İstanbul ortalamasından daha hızlı arttığını gösteriyor. Örneğin en yüksek artışının yaşandığı Ayazma Millet Bahçesi çevresinde, fiyatların yüzde 120 oranında yükseldiği tespit edildi. Çalışmaya göre bu bölgelerin birçoğunda mevcut sakinlerin yerini, giderek daha varlıklı ve yüksek eğitimli gruplar almaya başlıyor. 

Bulgular, büyük ölçekli yeşil alan projelerinin yalnızca çevreyi değil, toplumsal yapıyı da dönüştürme gücüne sahip olduğunu ve bu tür dönüşümlerin kimi zaman istenmeyen sonuçlar doğurabileceğini gösteriyor. Araştırma, kentsel yeşil dönüşüm süreçlerinde fiziksel çevrenin yanı sıra toplumsal dinamiklerin de gözetilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. 

Yeşil alan projeleriyle birlikte komşular değişiyor

‘‘Millet Bahçeleri’’ projesi, 2018 yılında, yeşil alan eksikliğiyle mücadele etmek amacıyla kamuoyuna sunuldu. Duyurulmasından bu yana, kentsel yeşil alan açığını dengelemek amacıyla İstanbul’un ve Türkiye’nin dört bir yanında 291 ‘‘millet bahçesi’’ hayata geçirildi. 

Parklar, yürüyüş yolları, kütüphaneler ve sosyal alanlarla donatılmış yeşil koridorlar aracılığıyla halkın doğayla buluşmasını sağlayacak bu proje, akademik çevreler tarafından yalnızca bir çevre düzenlemesi değil, aynı zamanda bir rant üretim aracı olarak da değerlendiriliyor. Nitekim proje alanlarının çevresinde inşa edilen yeni konutlar, bu bahçelere olan fiziksel yakınlıklarını pazarlama aracı olarak kullanırken; “Millet Bahçesi manzaralı”, “Millet Bahçesi’ne komşu” gibi ifadeler, gayrimenkul ilanlarında sıklıkla yer buluyor.

Bazı bahçeler, halk tarafından daha önce de kullanılan yeşil alanların yeniden adlandırılmasıyla hayata geçirilirken bazılarıysa atıl durumdaki alanların dönüştürülmesiyle oluşturuldu. Ancak bu gelişmeler, bazı bölgelerde konut fiyatlarının belirgin şekilde yükselmesine ve bu artışın, bölgede yaşamak isteyen ya da yaşayan bazı gruplar için erişilebilirliğinin azalmasına neden oldu.

Projenin uygulama süreci eleştiriliyor

Diğer yandan projelerin uygulanış biçimi, kent planlaması alanında uzun süredir var olan bazı yapısal sorunları da yeniden gündeme getirdi. Özellikle, Millet Bahçeleri’nin diğer yeşil alan türlerinden ayrı bir kategori olarak ele alınması ve yürürlükteki planlama mevzuatından kopuk bir şekilde, yalnızca bu projelere özgü kılavuzlar çerçevesinde tasarlanıp hayata geçirilmesi; bütüncül ve sistematik planlama ilkeleriyle örtüşmediği gerekçesiyle şehir plancıları tarafından eleştiriliyor. Parklar ayrıca, konumlarının seçiminden isimlendirilme biçimlerine ve planlama süreçlerinde kamu katılımının sınırlı kalmasına kadar çeşitli konularda eleştirildi.

Millet Bahçeleri yakınlarında konut fiyatları yüzde 140’a kadar arttı

Yapılan çalışma kapsamında, 2017 ve 2021 yılları arasında İstanbul’da yapımı tamamlanan 12 Millet Bahçesi’nin 500 metre çevresinde yer alan 44 mahalle analiz edildi. Yaşlı nüfusun ve eğitim seviyesinin düşük, ortalama konut fiyatlarının ise şehir ortalamasının altında olduğu 28 mahalle, ‘‘yeşil soylulaştırma riski taşıyan’’ mahalleler olarak tanımlandı. 

Araştırma sonuçları, bu 28 mahalenin 23’ündeki konut fiyatlarının, İstanbul ortalamasının da üzerinde arttığını ortaya koydu. En dikkat çekici artışlar; Esenler 15 Temmuz Millet Bahçesi yakınındaki Havaalanı mahallesi ile Ayazma Millet Bahçeleri’ne komşu olan Ziya Gökalp mahallelerinde gözlendi. Konut fiyatları, Havaalanı mahallesinde yüzde 140, Ziya Gökalp mahallesinde ise yüzde 120 oranında arttı. 

Millet Bahçeleri’nin yakın çevreleri incelendiğinde, bu bölgelerde de konut fiyatlarında önemli artışlar olduğu tespit edildi. En yüksek fiyat artışı, yüzde 120 ile Ayazma Millet Bahçesi çevresinde gözlendi. Ayazma’yı, yüzde 109 ile Başakşehir, yüzde 56 ile Kayaşehir, yüzde 55 ile Hoşdere ve yüzde 48 ile Esenler 15 Temmuz mahalleleri takip ediyor. 

‘‘Yeşil soylulaştırma’’, sosyal adaletsizliklere dikkat çekiyor

Son yıllarda yapılan çalışmalar, çevre dostu projelerin her zaman eşitlikçi sonuçlar üretmediğini ve kentlerde sosyal adaletsizliklerin önemli bir sorun olmaya devam ettiğini gösteriyor. 

‘‘Yeşil soylulaştırma’’ kavramına göre, yeni parklar ve çevresel düzenlemeler, yaşam kalitesini artırıyor. Ancak bu tip yatırımların ardından mahallelerin sosyo-ekonomik yapısı da değişebiliyor. 

Daha yüksek gelir ve eğitim düzeyine sahip grupların bu bölgelere yönelmesiyle artan yaşam maliyetleri, mevcut sakinleri, mahallelerinden uzaklaşmak zorunda bırakabiliyor. 

Bu nedenle yeşil alan projelerini yalnızca birer çevresel düzenleme olarak değerlendirmek doğru değil. Bu projeleri aynı zamanda kentsel yaşamın sosyal yapısına müdahale eden adımlar olarak görmek gerekiyor.

Bu gibi dönüşümler söz konusu olduğunda, yapılan yatırımların kimleri kapsadığı ve kimleri dışarıda bıraktığı sorusunun, kentsel adalet tartışmalarının merkezinde yer alması gerekiyor. 

12 Millet Bahçesi’nden 10’u, sosyoekonomik yapıyı değiştirdi

Genel tabloya bakıldığında, 12 Millet Bahçesi’nden 10’unun, çevresindeki en az bir mahallede ‘‘yeşil soylulaştırma’’ eğilimi gösterdiği görülüyor. Bu açıdan en dikkat çekici örnekler olarak Ayazma, Başakşehir, Esenler 15 Temmuz, Halkalı Hoşdere, Kayaşehir, Pendik, Ümraniye Hekimbaşı, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Zeytinburnu Çırpıcı millet bahçeleri gösterilebilir.

Buna karşılık, Üsküdar Nakkaştepe ve Baruthane Millet Bahçeleri’nin çevresindeki mahallelerde yeşil soylulaştırmaya işaret eden bir değişim gözlemlenmedi. Çalışmada ‘‘soylulaştırılabilir olmayan’’ mahalleler olarak sınıflandırılan bu bölgelerde konut değerlerinin zaten yüksek ve piyasanın da doygun olması, kapsamlı bir mekânsal dönüşüm yaşanmamasını açıklayabilir. Gelişme potansiyelinin sınırlı oluşu, bu mahalleleri yeşil soylulaştırma süreçlerinin dışında bırakıyor.

Yüksek eğitimli nüfusun oranı hızla artıyor

Araştırma kapsamında incelenen bir diğer parametre ise mahallelerdeki eğitim düzeyiydi. En dikkat çekici artış, Ayazma ve Başakşehir Millet Bahçeleri’nin eklendiği Kayabaşı mahallesinde görüldü. Bu mahalledeki yüksek eğitimli nüfus, yüzde 70 oranında arttı. Halkalı, Hoşdere ve Pendik Millet Bahçeleri çevresindeki mahallelerde ise bu artış yüzde 30’un üzerine çıktı. Bu düzeyde bir artışın gözlenmediği tek istisna, 15 Temmuz Millet Bahçesi yakınındaki Oruçreis mahallesi oldu. 

Araştırmada, yaşlı nüfusa dair veriler de dikkat çekti. Ekonomik baskının, 65 yaş üstü nüfusun da mahallelerden ayrılmasına yol açabileceği düşünülürken, İstanbul’da daha farklı bir tablo gözlemlendi. Yaşlı nüfus, İstanbul’un bütün mahallelerinde ortalama yüzde 17 oranında arttı; hatta bu artış bazı mahallelerde yüzde 60’ı aştı. Buna karşın, Millet Bahçeleri’ne yakın 19 mahallede bu artışın, şehir ortalamasından düşük olduğu görüldü. Bu durum, yaşlı nüfusun bu bölgelerde doğrudan tahliye edilmediği, ancak yavaş ilerleyen bir nüfus değişiminin söz konusu olduğu şeklinde değerlendirilebilir. 

İstanbul’da yeşil alanlar yetersiz

İstanbul, kişi başına düşen yeşil alan miktarı bakımından dünya metropollerinin oldukça gerisinde. Mevzuata göre İstanbul’da bu miktarın en az 10 metrekare olması gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü ise beş dakikalık yürüme mesafesi içerisinde kişi başı dokuz metrekare yeşil alanın bulunmasını, bir sağlık indikatörü olarak değerlendiriyor. Ancak İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan yalnızca 7,2 metrekare. Bu miktar, Beyoğlu, Kadıköy, Üsküdar ve Şişli gibi 22 ilçede ise 3,5 metrekareyi geçmiyor.  

Avrupa’da kişi başına düşen yeşil alan ortalaması ise 72,5 metrekare. Viyana ve Helsinki gibi şehirlerde, kişi başı yaklaşık 60-65 metrekare yeşil alan bulunuyor. Yeşil alanların daha sınırlı olduğu Atina (23) ve Paris (15) gibi şehirlerde dahi söz konusu miktarlar, İstanbul ortalamasının en az iki kat üzerinde. Oslo’nun toplam yüzölçümünün yüzde 68’i, Viyana’nın ise yüzde 45’i yeşil alanlardan meydana geliyor. Türkiye’nin en kalabalık şehri olan İstanbul’da uzun yıllardır devam eden plansız büyüme ve betonlaşma ise bu açığın kapatılmasını zorlaştırıyor.

Yeşil alan politikaları, eşitlikçi olmalı

Kentlerde kişi başına düşen yeşil alan miktarının artırılması önemli ve gerekli, ancak çalışmanın bulguları, yeşil alanların sosyal yapıyı dönüştürme gücünü ortaya koyuyor ve projelerin, bu etkileri göz önünde bulundurarak planlanması gerektiğine dikkat çekiyor. İstanbul gibi, hem merkezinde hem de çeper bölgelerinde dönüşümün oldukça hızlı yaşandığı bir metropolde, yeşil alan politikalarının daha bütüncül ve eşitlikçi bir perspektifle ele alınması gerekiyor. 

İstanbul’daki Millet Bahçeleri etrafında konut fiyatlarının artması, eğitim düzeyinin yükselmesi ve yaşlı nüfusunun sabit kalması ya da yavaş artması gibi bulgular, yeşil alan projelerinin yarattığı dönüşümün her kesimi eşit şekilde etkilemediğini gösteriyor. Parklar ve bahçeler herkes için tasarlanmadığında, sosyal eşitsizlikleri derinleştirme riski taşıyor. 

Kentin farklı bölgelerinde ortaya çıkan bu dönüşüm örnekleri, ileride uygulanacak yeşil alan projelerinin yalnızca fiziksel çevreyi değil, toplumsal dengeleri de gözetmesi gerektiğini açıkça ortaya koyuyor. 

Özetle kentsel yeşil dönüşümün, kent hakkı perspektifiyle ve yerel halkın ihtiyaçlarını önceleyerek tasarlanması gerekiyor. Aksi halde ‘‘herkes için yeşil alan’’ hedefi, yalnızca daha yüksek gelir gruplarına hitap eden yeni yaşam alanları yaratmakla sınırlı kalabilir. 

Kaynak makale: Assessing a greening tool through the lens of green gentrification: Socio-spatial change around the Nation’s Gardens of Istanbul

                                                                               /././

Ocak-temmuz bütçe verileri açıklandı; bütçe, dolaylı vergilerle stopajın sırtında…-Murat Batı-

2025 yılı Ocak-Temmuz döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 7 trilyon 699,8 milyar TL, bütçe gelirleri 6 trilyon 695,5 milyar TL ve bütçe açığı 1 trilyon 4  milyar 340 milyon TL olarak gerçekleşmiştir.

Hazine ve Maliye Bakanlığı kendi internet sitesinde 2025 yılı ocak-temmuz dönemi bütçe gerçekleşmelerini 15 Ağustos Cuma günü yayımladı. Aşağıda detaylı şekilde göreceğiniz üzere vergi gelirlerinin yüzde 48,57’si KDV ve ÖTV tahsilatı oluşturmaktadır.

Dolaylı vergilerin payı Ocak-Temmuz döneminde yüzde 63,44; dolaysız vergilerin payı ise yüzde 36,56 olarak gerçekleşti.

Tahsil edilen gelir vergisinin yüzde 90,74’ü stopaj yoluyla alınmış.

2025 yılı Ocak-Temmuz döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 7 trilyon 699,8 milyar TL, bütçe gelirleri 6 trilyon 695,5 milyar TL ve bütçe açığı 1 trilyon 4 milyar 340 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 6 trilyon 453,8 milyar TL ve faiz dışı fazla ise 241,7 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Diğer kalemlerin akıbetini ise aşağıda izah etmeye çalışayım.

2025 Temmuz ayı bütçe gerçekleşmeleri

2025 yılı Temmuz ayında merkezi yönetim bütçe giderleri 1 trilyon 120,8 milyar TL, bütçe gelirleri 1 trilyon 96,9 milyar TL ve bütçe açığı 23,9 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 986,2 milyar TL ve faiz dışı fazla ise 110,7 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Genel görünüm aşağıdaki tabloda bulunmaktadır.

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Temmuz ayında 96 milyar 776 milyon TL açık vermiş iken 2025 yılı Temmuz ayında 23 milyar 862 milyon TL açık vermiştir. 2024 yılı Temmuz ayında 4 milyar 238 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2025 yılı Temmuz ayında 110 milyar 726 milyon TL faiz dışı fazla verilmiştir

2025 Ocak-Temmuz dönemi bütçe giderleri

2025 yılı Ocak-Temmuz döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 7 trilyon 699,8 milyar TL, bütçe gelirleri 6 trilyon 695,5 milyar TL ve bütçe açığı 1 trilyon 4  milyar 340 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 6 trilyon 453,8 milyar TL ve faiz dışı fazla ise 241,7 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Ocak-Temmuz döneminde 843 milyar 960 milyon TL açık vermiş iken 2025 yılı Ocak-Temmuz döneminde 1 trilyon 4 milyar 340 milyon TL açık vermiştir. 2024 yılı Ocak-Temmuz döneminde 176 milyar 997 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2025 yılı Ocak-Temmuz döneminde 241 milyar 688 milyon TL faiz dışı fazla verilmiştir.

2025 Ocak-Temmuz dönemi bütçe gelir gerçekleşmeleri

Merkezi yönetim bütçe gelirleri Ocak-Temmuz dönemi itibarıyla 6 trilyon 695 milyar 494 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Vergi gelirleri 5 trilyon 721 milyar 293 milyon TL, genel bütçe vergi dışı gelirleri ise 781 milyar 375 milyon TL olmuştur

Aşağıdaki tabloda 2025 Ocak-Temmuz dönemi vergi gelirleri ve bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payları gösterilmiştir.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2025 Ocak-Temmuz döneminde KDV ve ÖTV’nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 48,57; dolaylı vergilerin payı yüzde 63,44 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 36,56 olarak gerçekleşti.

Stopaj yoluyla alınan gelir vergisinin toplam gelir vergisi içindeki payı yüzde 90,74 kadardır.

Ocak-Temmuz 2025 ile geçen yıl aynı dönem vergi tahsilatı karşılaştırılması

2024 yılı Ocak-Temmuz döneminde bütçe gelirleri 4 trilyon 562 milyar 295 milyon TL iken 2025 yılının aynı döneminde yüzde 46,8 oranında artarak 6 trilyon 695 milyar 494 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. 2025 yılı Ocak-Temmuz dönemi vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 49,6 oranında artarak 5 trilyon 721 milyar 293 milyon TL olmuştur.

Aşağıdaki tabloda vergi kalemleri bazında Ocak-Temmuz 2025 tahsilat tutarları ile geçen yılın aynı dönemdeki tahsilat tutarları ve değişim oranları bulunmaktadır. 

Yukarıdaki tabloya göre 2025 Ocak-Temmuz döneminde geçen yıl aynı döneme nazaran tahsilat oranı en fazla olan gelir kalemi yüzde 95,5 artışla gelir vergisi olmuştur. Bunun ardından BSMV yüzde 70,50 ile; kolalı gazozlardan alınan ÖTV yüzde 66,37 ile; yüzde 63,53 ile özel iletişim vergisi, yüzde 69,73 ile dijital hizmet vergisi, yüzde 64,57 ile harçlar, yüzde 59,44 ile dahilde alınan KDV gelmektedir Diğerlerinin artış oranları yukarıdaki tabloda görülmektedir.

ÖTV genel toplamı ise geçen yıl aynı döneme göre yüzde 37,77 oranında artmış.

Kurumlar vergisi ise yüzde 14,7 ile oldukça düşüktür.

                                                               /././

Komisyonlar, tehditler, korkular -Ercan Uygur- 

Çözüm komisyonu, en azından başlangıçta, ABD yönlendirmesi ile oluşmuştur. Arka planında örtülü ve açık tehditler ve korkular da vardır. Komisyonun adında demokrasi olduğuna göre, çözmesi gereken bir demokrasi ve yanında adalet sorunu da var. Ancak, sözlü itiraf/iftiralarla yapılan tutuklamalarla böyle bir çözüm söz konusu değil.

Belki aklınıza gelmiştir: Başlıkta yer alan “tehditler” ve “korkular” Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı ve onun dönüşümleriyle ilgili değildir. Ama elbette bağlantılar kurulabilir.

Bu yazıda amacım, ilgisiz görünen iki komisyonun düşünce olarak nasıl oluştuğunu ve bunlara nasıl yön verildiğini açıklamaya çalışmaktır.

İki komisyondan birisi Türkiye’deki “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”, kısaca “çözüm komisyonu”dur. Diğeri ise Trump ABD’sinin “gümrük tarifeleri komisyonu”dur. Buna da kısaca “tarife komisyonu” diyorum.

Önce çözüm komisyonuna, sonra tarife komisyonuna bakıyorum. Vardığım sonuç şudur; her ikisinde de ABD’nin jeostratejik planları, hatta tehditleri ve yarattığı korkular var. Ancak bazı ülkeler özellikle tarifeler konusundaki ABD tehditlerine boyun eğmediler, korkmadılar.    

Çözüm komisyonu

Önce Türkiye’deki komisyonla ilgili hatırlatmalar yapayım. Komisyona giden yolda başta MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim 2024’te TBMM’de DEM Parti (Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi) üyeleriyle tokalaşması var.

Daha önceleri bölücü teröristler dediği ve sürekli kapatılmasını istediği DEM Parti ile ilişkisi böylece birden tam tersine dönüyor. Öyle ki, aynı Bahçeli 22 Ekim 2024’te bir de çağrı yapıyor ve Abdullah Öcalan’ı TBMM’ye davet ediyor.

Bahçeli, Öcalan’dan PKK’nın silahları bıraktığını ve feshedildiğini açıklamasını istiyor. Karşılığında, kendisinin serbest kalmasını ve TBMM’de politika yapmasını öneriyor.

Bir gün sonra 23 Ekim’de PKK Ankara’daki TUSAŞ (Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş) merkezine bir saldırı düzenlemiş, iki saldırgan dahil yedi kişi ölmüştür. PKK yaptığı açıklamada saldırıyı üstlenmiş, ancak emrin Bahçeli ile ilgisi yok demiştir.

Aynı günlerde İsrail, Gazze, Lübnan ve Suriye’yi sürekli bombalıyor; bombalar, uçaklar ABD’den. Aynı günlerde Türkiye’de bir soru yoğun tartışılıyor: İsrail’in saldırıları ve bombaları Türkiye’ye de gelecek mi? Sıra Türkiye’de mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2024 Ekim başında TBMM’nin açılışında şöyle diyor: “İsrail yönetiminin tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer bizim vatan topraklarımızdır. Şu anda bütün hesap bunun üzerinedir.”

2024 Kasım ve Aralık aylarında “ikinci çözüm süreci” tartışmalarında Erdoğan, Bahçeli, Öcalan, DEM yöneticileri, Kandil’deki PKK yöneticileri, hatta BBC ve CNN yorumcuları “Orta Doğudaki yeni gelişmeleri" önemle vurguluyorlar.

Önemli bir başka yeni gelişme, ABD desteğiyle İsrail’in bölgeyi sınır tanımadan bombalamasıdır. Türkiye başta olmak üzere ilgili tüm taraflara bunu hatırlatan ABD’dir. Nitekim İran bu bombalama gelişmesinden nasibini almıştır.

ABD diyor ki; “İsrail Türkiye için de tehdit olabilir, PKK ile sorunlarınızı çözün.” Sonra dönüp bu iki ülkenin çatışmasını istemediğini söylüyor. 2024 Aralık sonunda ilk “İmralı Heyeti” Öcalan’ı bu ortamda ziyaret ediyor.

Öcalan da Orta Doğudaki yeni gelişmelerden söz ediyor. Sonraki ziyaretlerde Kürt ulus devletini kurma düşüncesinden vazgeçtiğini açıklıyor. 11 Temmuz’da PKK bazı eski silahlarını yakıyor.  

Bir yeni gelişme daha var; 2024 sonunda Suriye’de ABD’nin güdümündeki cihatçı güçler iktidarı ele geçiriyor. Ama, Suriye’nin kuzey doğusunda ABD var, ABD’nin topladığı, ağırlıklı olarak Kürtlerden oluşan bir ordu var. Kürtler, Irak’takine benzer bir bölgesel yönetim istiyorlar.

Türkiye’nin tercihi üniter bir Suriye devletidir. Ama kolay görünmüyor. Örneğin, Suriye’nin güneyinde Dürzilerle Sünni Araplar arasındaki çatışmalardan sonra, Dürziler İsrail koruması talep ediyor. Dürziler hemen bölgesel yönetim istiyor. Yani bu istekler bulaşıcı. 

Suriye’nin kuzey doğusundaki PKK’nın yetiştirdiği Kürt yöneticiler arada şöyle diyor: Bölgesel yönetimden vazgeçmeyiz. Bize destek veren ABD var. ABD çekilse bile İsrail desteği isteriz. Bu nedenle Suriye merkezi hükümeti ve Türkiye bizi zorlayamaz.

Aynı yöneticiler Suriye hükümeti ile vardıkları mutabakatlara uymuyor, Suriye’nin yönetim biçimini tartışacak ve bugünler için planlanmış toplantılar iptal ediliyor. ABD’nin tercihi de ayrı bölgesel yönetimlerin olduğu bir Suriye.

Türkiye’de üniter, demokratik ve laik olması gereken bir ulus devlet var. Büyük çoğunluk ulus bilinci taşıyor ve devletin bu özellikleri değişmesin diyor. Ancak yönetim biçimi değişsin istekleri de gündeme geliyor.   

Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere, iktidarda olanlar arada bir ümmetten söz edip ulus bilinci zayıf bir toplum tercihi belirtiyorlar. ABD’nin Türkiye için tercihinin bu yönde olduğu da ABD’nin “bölge büyükelçisinin” açıklamalarından bellidir. (Haddini aşan söylemine bakarak “bölge valisi” de diyebilirdik.)

Çözüm komisyonu bu koşullarda, en azından başlangıçta, ABD yönlendirmesi ile oluşmuştur. Arka planında örtülü ve açık tehditler ve korkular da vardır.

Komisyonun adında demokrasi olduğuna göre, çözmesi gereken bir demokrasi ve yanında adalet sorunu da var. Ancak, sözlü itiraf/iftiralarla yapılan tutuklamalarla böyle bir çözüm söz konusu değil.

Şaşırtıcı olan, geçmişte kalmış ve toplumun bugünkü tercihlerini yansıtmayan oy dağılımı ile muhalefet partilerinin bu komisyon yapısını kabul etmiş olmalarıdır.

Tarife komisyonu

Bu komisyon, ABD’deki gümrük tarifelerini ülkeler bazında saptamak üzere oluşturulmuştur. Yükseltilen tarifeler, ABD’nin ticaret açığını ve kamu açığını azaltacak, yerli üretimi ve istihdamı arttıracak, ama enflasyonu etkilemeyecektir. 

Bunlar gerçekleşti mi? Bu soruya sağlıklı yanıt vermek için henüz erken. Örneğin tarifelerin artacağını bilen üreticiler ve tüketiciler ithalat taleplerini öne çektiler. Vergi gelirleri yükseldi, ancak dış ticaret açığında artış oldu.

Bazı sektörlerde üretim artışı olması çok zor, çünkü yapısal engeller var. Otomotiv endüstrisinde bazı parçalar ABD’de hiç üretilmiyor, ithal etmek çok daha ucuz. Bu nedenle bu sektörlerde üretim artışı zaten beklenmez.

Trump, başkanlık seçimi öncesinde gümrük tarifelerini yükselteceğini zaten açıklamıştı. Bu bağlamda ilk uyardığı veya tehdit ettiği ülkeler Kanada, Meksika ve Çin oldu. Trump’a göre ABD’nin bu ülkelerle ticaretinde şu sorunlar vardı:

(a) ABD’nin büyük ticaret açıkları vardı.

(b) Fentanil gibi uyuşturucuların ABD’ye kaçak girişine engel olmuyorlardı.

(c) Özellikle ilk iki ülke kaçak işçilerin ABD’ye girişine seyirci idiler.

Trump 20 Ocak 2025’te başkanlığı devraldıktan sonra, tarifeler komisyonu Trump’ın onayı ile 1 Şubat 2025’te Meksika, Kanada ve Çin’den yapılan ithalatın tarife oranlarını yüzde 25’e (enerji yüzde 10) yükseltti. Bakınız; Congressional Research Service (30 Temmuz 2025). Kanada bu tarifelere aynı oranda mukabele etti.

10 Şubat’ta tüm ülkelerden yapılan çelik ve alüminyum ithalatı tarifeleri yüzde 25’e çıkarıldı. Bu oran 4 Haziran’da yüzde 50’ye çıktı. 26 Mart’ta tüm ülkelerden yapılan otomobil ve parçaları ithalatı tarife oranı yüzde 25’e yükseldi.

2 Nisan 2025’te tüm ülkelerden yapılan demir-çelik, alüminyum, otomobil ve parçaları dışındaki ithalatın tarife oranı yüzde 10’a yükseltildi. Daha sonra bu tarife, farklı oranlarda, Birleşik Kırallık dışındaki ülkeler için, Haziran’da tekrar yükseldi.

Trump ve onun tarife komisyonu baş döndüren bir şekilde tarife oranlarını sürekli değiştirdi. Trump bu süreçte ülkeleri tehdit de etti, tarife oranlarını yüzde 50’ye kadar çıkarabilirim dedi. Bu oranlar için pazarlık yapabileceğini de açıkladı. Bu bağlamda bazı ülkelerle/bölgelerle nasıl bir pazarlık yapmış bakalım.  

Avrupa Birliği: Otomobil ve parçaları dahil, ama demir-çelik alüminyum hariç, tüm sektörlerde ABD’nin ithalat tarife oranı yüzde 20-25 yerine yüzde 15’e yükseldi. Ancak bunun karşılığında AB tarifeleri değişmeyecek. AB, ABD’den üç yıl içinde 750 Milyar Dolarlık gaz, petrol gibi enerji ithalatı yapacak. Askeri malzeme de alacak.

Ayrıca AB şirketleri ABD’de 2029’a kadar en az 600 milyar dolar değerinde yatırım yapacaklar. Alemanno (30 Temmuz 2025), bu anlaşmayı AB için yüz kızartıcı buluyor ve ABD’nin tehditlerinden korkup ona teslim olduğunu söylüyor.  

Japonya: Otomobil dahil, ama otomobil parçaları, demir-çelik alüminyum hariç, tüm sektörlerde tarife oranı yüzde 20 yerine yüzde 15 olacak. Japonya tarifeleri değişmeyecek. Ayrıca Japonya ABD’ye 550 milyar dolar yatırım yapacak. Bu yatırımın kârının Yüzde 90’ı ABD’de kalacak, yüzde 10’unu Japon şirketleri alacak. Bu anlaşma da Japonya için tehditlere boyun eğen, teslimiyetçi sayılmalı.

Brezilya ve Hindistan’a uygulanan tarifelerde daha aşağılayıcı etkenler var.

Brezilya: Bu ülkeye uygulanan tarife oranı bu yılın Nisan ayında yüzde 10 idi. Trump bir süre sonra Brezilya’daki siyasete müdahale etti. Şöyle ki; bir önceki başkan sağcı Jair Bolsonaro seçim sonuçlarına itiraz edip resmi kurumları taraftarlarıyla basmaya çalıştı. Tutuklandı, ev hapsine kondu.

Trump, Bolsonaro serbest bırakılmazsa ve kararı veren Başyargıç görevden alınmazsa, Brezilya için tarife oranını yüzde 50’ye çıkaracağını söyledi. Şimdiki Başkan Lula da Silva, Brezilya’nın bağımsız bir ülke olduğunu söyleyip Trump müdahalesini kabul edemeyiz dedi.

Bunun üzerine Trump, Brezilya’nın tarife oranını yüzde 50’ye çıkardı. Buna karşılık Lula, sakin bir karşılık verdi ve tarife oranlarını tartışmaya açığız dedi.

Hindistan: Hindistan’a uygulanan tarife oranı da Nisan ayında yüzde 10 iken, Trump bu ülkenin Rusya’dan ucuz petrol alıp uluslararası piyasalarda yüksek kârlarla sattığını söyledi. Bu durum değişmezse bu ülkeyi cezalandıracağını ve tarife oranını yüzde 50’ye çıkaracağını ifade etti.

Hindistan da bu müdahaleyi kabul etmedi ve Hindistan’ın tarife oranı yüzde 50’ye yükselmiş oldu.

Çin: Trump’ın Çin’e uygulamakla tehdit ettiği yüksek tarifeler, Çin’in de karşılık vermesi üzerine Yüzde 145’e kadar çıktı. Çin ise tarifeyi yüzde 125’e kadar çıkardı. Sonuçta Trump geri adım attı ve tarifeleri yüzde 30’a kadar geri indirdi. 12 Ağustos’ta karşılıklı indirilmiş tarifelerin 90 gün daha geçerli olmasına karar verildi.

Tehditler ve korkularla işleyen bir siyasi ve ekonomik düzen. Hiç kitaplara uymuyor. Dünyadaki bilgi ve kültür birikimi ile bu düzen uzun süre gitmez. Umudumuz ve dileğimiz böyle.  

Kaynaklar

1)Aemanno, Alberto (30 Temmuz 2025) “Europe’s Economic Surrender”,

https://www.project-syndicate.org/commentary/high-cost-of-eu-capitulation-to-trump-tariff-threats-by-alberto-alemanno-2025-07?utm_source=Project+Syndicate+Newsletter&utm_campaign=3f22b7f65b-Sunday_Newsletter_2025_08_03&utm_medium=email&utm_term=0_-68840aea92-107658214

2)Congressional Research Service (30 Temmuz 2025) Presidential 2025 Tariff Actions. https://www.congress.gov/crs_external_products/R/PDF/R48549/R48549.5.pdf

                                                                              /././

Musk, Jensen ve Durov, neden "Kodlamadan önce matematik ve fizik" dedi?-Füsun Sarp Nebil-

“Hem Musk hem de Huang, bir sonraki atılım dalgasının daha iyi kodlayıcılardan değil, gerçekliğin nasıl işlediğini anlayan düşünürlerden geleceğine inanıyor. İster roket inşa etmek, ister çip tasarlamak veya daha akıllı yapay zekâ yaratmak olsun, üstünlük bilim ve muhakemede temeli olanlara gidecek”

yapay zeka

Dünya Mars'a gitmeye, uzayda maden aramaya, uydudan cep telefonlarına ulaşmaya çalışırken, yapay zekâ hızla gelişirken, T.C.’nin 67. hükümetinin ve AKP'nin Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, ortaokul ve liselerdeki matematiği "yazık çocuklara" ve "Trigonometriyi üniversitede öğrensinler" cümleleri ile azaltırken, 4 gün önce Hindistan Bakanı Rajeev Chandrasekhar, sosyal medyadan yaptığı paylaşımda; Musk ve Huang'ı alıntılayarak öğrencilerin kodlama yerine fizik ve matematik”e odaklanması gerektiğini söyledi. Chandrasekhar şunları yazdı:

"Eğer bir öğrenciyseniz, bunu okumanız sizin yararınıza olacaktır.

Teknolojinin alışılmış tavsiyelerinden cesur bir sapma olarak, @elonmusk ve @nvidia CEO Jensen Huang, öğrencileri kodlamaya daha az, fizik ve matematiğe daha fazla odaklanmaya çağırıyor.

#Yapayzekâ çağında, dünyanın temel prensiplerinin derinlemesine anlaşılmasının her zamankinden daha önemli olacağını savunuyorlar.

#Yapayzekâ araçları kod yazma ve hata ayıklama konusunda daha yetenekli hale geldikçe, temel programlama becerilerinin değeri azalıyor. Ancak otomatikleştirilemeyen şey güçlü kavramsal düşünme, yaratıcı problem çözme ve yeniliği güçlendiren bilimsel zihniyettir. Bu, denklemlerde, enerjide, kuvvetlerde ve mantıkta ustalaşmakla başlar.

Hem Musk hem de Huang, bir sonraki atılım dalgasının daha iyi kodlayıcılardan değil, gerçekliğin nasıl işlediğini anlayan düşünürlerden geleceğine inanıyor. İster roket inşa etmek ister çip tasarlamak veya daha akıllı Yapay zekâ yaratmak olsun, üstünlük bilim ve muhakemede temeli olanlara gidecek.

Öğrencilere ve geleceğin yenilikçilerine mesajları açık. Sadece makinelerle nasıl konuşulacağını öğrenmeyin. Makinelere gerçekten yeni bir şey öğretebilmek için evrenin nasıl çalıştığını öğrenin.

Algoritmaların ve yapay zekânın yönlendirdiği bir gelecekte, sizi farklı kılacak olan şey temelleri anlamanızdır. #AIAge"

Tesla, SpaceX, Neuralink, Twitter vs sahibi olan Elon Musk ve Nvidia CEO'su Jensen Huang, yapay zekânın kodlamada rutin işlerin çoğunu devralmasıyla birlikte öğrencileri fizik ve matematiğe yönlendiriyor.

Jensen Huang, kendisi bugün öğrenci olsaydı fizik alanına odaklanacağını, çünkü yapay zekânın geleceğinin fiziksel dünyayı derinlemesine anlamayı gerektireceğini söyledi. Kuvvetlerin nasıl çalıştığını, sistemlerin nasıl davrandığını ve neden-sonuç ilişkisinin gerçek ortamlarda nasıl işlediğini bilmek, yapay zekânın taklit etmesi için daha zor ve gelişmiş yapay zekâ, yazılımdan robotik, otomasyon ve diğer gerçek dünya uygulamalarına geçtikçe hayati önem taşıyacak.

Musk, gelecek için değerli beceriler hakkında ayrı bir tartışmada benzer bir bakış açısı paylaştı. Telegram CEO'su Pavel Durov, öğrencileri "matematiği seçmeye" teşvik ettiğinde Musk, "Fizik (matematikle birlikte)" diye yanıtladı. Tesla ve SpaceX'teki problem çözme yaklaşımını şekillendiren fiziğe atıfta bulunan Musk, ilkelerden yola çıkarak akıl yürütmenin genellikle mevcut yöntemleri takip etmekten daha güçlü olduğunu belirtti.

Kodlama hala çok önemli, ancak hem Musk hem de Jensen, bir sonraki fırsat dalgasının, yapay zekânın gezinmek, modellemek ve kontrol etmek için inşa edildiği sistemleri anlayan insanları ödüllendireceğine işaret ediyor.

Matematik, yapay zekâ için neden önemli?

8 sene önce de yine AKP'nin MEB Bakanlığının benzer icraatleri üzerine "Matematik Ne İşe Yarar?" başlığı ile bir yazı yazmıştık. 8 yıldır aynı yerdeyiz. Ama şimdi konu; "yapay zekâ".  Kısa bir süre önce "yapay zekâ" amaçlı olarak ülkemizde 10 milyar $'lık Veri Merkezi yatırımı açıklandı ama matematik yoksa, veri merkezi ne işe yarar?

Yapay zekâ için matematik önemlidir çünkü hem temeli hem de ilerlemesi tamamen matematiksel kavramlar üzerine inşa edilmiştir. Şöyle ki;

Lineer cebir: Sinir ağlarındaki katmanlar, ağırlıklar, vektörler ve matris çarpımları tamamen lineer cebir işlemleriyle çalışır. Örneğin, bir görüntü işleme modeli milyonlarca pikseli matris olarak işler.

Olasılık & istatistik: Yapay zekâ, belirsizlik altında karar vermek ve veriden anlam çıkarmak için olasılık kuramını kullanır. Bayes teoremi, Markov zincirleri, Gaussian dağılımlar gibi yapılar AI’nın bel kemiğidir.

rev & integral: Derin öğrenmede geri yayılım” (backpropagation) algoritması, türevler sayesinde ağırlıkların nasıl güncelleneceğini hesaplar. Yani öğrenme sürecinin motoru türev ve integrallerdir.

Yanı sıra, optimizasyon teknikleri (gradient descent, stochastic optimization) matematiksel fonksiyonların en iyi çözümünü arar. Matematik bilmeyen birinin, yapay zekânın neden “şu cevabı verdiğini” anlaması veya modelin hatasını düzeltmesi çok zordur.

Differansiyel denklemler ise fiziksel süreçleri modellemek, robotik kontrol veya hava tahmini gibi alanlarda kullanılır. Ağ teorisi (graph theory), Sosyal ağ analizi, internet bağlantı haritaları, moleküler yapı analizi gibi konular için şarttır.

Kod yazmak artık yapay zekâ araçlarıyla kolaylaştı, ancak yeni algoritma icat etmek hâlâ matematiksel yaratıcılık gerektiriyor. Matematik bilen bir mühendis, sadece mevcut modelleri kullanmaz; onları daha verimli, daha hızlı veya daha akıllı hâle getirecek yeni yöntemler geliştirir.

Yani, yapay zekâ öğrenmek, sadece araçları kullanmak değil; araçların nasıl çalıştığını anlamaktır. Bunun dili de matematiktir. Matematik bilmeden yapay zekâ kullanmak, uçağın kokpitinde düğmelere basıp uçtuğunu sanmaya benzer. Ama asıl uçuran fizik ve matematik bilgisidir.

Fizik, yapay zekâ için neden önemli?

Fizik bilmek, yapay zekâ açısından düşündüğümüzde yalnızca mühendislikte değil, yapay zekânın geleceğini şekillendirecek alanlarda da kritik önemdedir.  Yapay zekâ çoğu zaman soyut veri üzerinde çalışır, fakat fizik gerçek dünyanın işleyiş modelidir. Yapay zekâya dünyayı öğretebilmek için enerji, kuvvet, hareket, kütle, alan, dalga, termodinamik gibi kavramları anlamak gerekir. Örneğin, robotik kolların hareketi veya dronların uçuşu tamamen Newton mekaniği ve dinamik sistemler denklemleriyle modellenir.

Fizik bilgisi olmadan yapay zekânın gerçeğe uygun simülasyonlar üretmesi zordur. Otonom araçlar, fabrikalardaki otomasyon sistemleri veya uzay görevleri için fizik tabanlı simülasyonlar kullanılır. Yapay zekâ, bu simülasyonlardan öğrenerek gerçek hayatta daha güvenilir çalışır.

Fizik, enerji verimliliği, malzeme dayanıklılığı, ısı yönetimi gibi alanlarda doğal kısıtları tanımlar. Yapay zekâ bu kısıtları bilmezse, tasarladığı sistemler kâğıt üzerinde iyi görünse bile pratikte çalışmaz. Örneğin, bir veri merkezinde ısıl yönetim (cooling) optimizasyonu yapay zekâ ile yapılır, ama ısıl iletim denklemleri fiziğin konusudur.

Kuantum bilgisayarlar, lityum-iyon piller, yarı iletkenler, optik haberleşme gibi teknolojiler fizik kökenlidir. Yapay zekânın bu alanlarda yenilik yapabilmesi için fiziksel prensipleri anlaması gerekir. Örneğin, Nvidianın GPU tasarımları yalnızca kod bilgisiyle değil, elektriksel devre fiziği ve ısı dağılımı hesaplarıyla mümkün olur.

İnsan zekâsı gerçek dünyaya uyum sağladığı için başarılıdır. Yapay zekânın da aynı şekilde fiziksel dünyanın nedensellik ilişkilerini öğrenmesi gerekir. Bu yaklaşım fizik tabanlı yapay zekâ (Physics-informed AI) olarak bilinir ve mühendislik, iklim modelleme, sağlık teknolojileri gibi alanlarda hızla büyüyor.

Yani, Fizik, yapay zekâya dünyanın nasıl çalıştığını” öğreten dildir. Matematik yapay zekânın mantığını kurar, fizik ise yapay zekânın gerçekliğe uygun yaşamasını sağlar. Elon Musk ve Jensen Huang’ın fizik öğrenin” vurgusu tam olarak bu yüzden anlamlı. Kod yazmak geçici bir beceridir, ama fiziği anlamak yapay zekânın sınırsız uygulama alanlarını açar.

Ülkemizin geleceği için siyasetçilere mesaj

Din eğitimi olduğu zaman "Ağaç yaşken eğilir", Fizik, matematik, bilim olunca, "Yazık değil mi bu çocuklara?" diyen Milli Eğitim Bakanına ve diğer benzer düşüncede olanlara mesajımız şudur; Ülkemizin geleceği için matematik ve fizik alanlarını güçlendirmemiz ve hatta (aynen bugün en güçlü hackerlara sahip olan Rusya'da olduğu gibi) ilkokuldan itibaren uygulamalı matematik ve fizik derslerine ağırlık verilmesi,  zor öğrenilen bu alanlarda çocukları ve gençleri desteklememiz, belki eğitimi oyunlaştırmamız lazım.

"Trigonometriyi ve benzer teorileri üniversitede öğrensinler" cümlesi içi boş bir cümle. Bu dersleri bütün eğitim hayatı boyunca zevkle okumuş bir yüksek mühendis olarak not edeyim, geç kalınmış olur. Ve de yukarıda başbakanının mesajını okuduğumuz Hindistan gibi ülkeler öne geçerken, biz arkadan nal toplar durumuna düşeriz.

                                                             /././

Trump, Nobel Barış Ödülü’nü alır mı?-Hasan Göğüş-

Müttefiklerinin topraklarına göz diken, İran’ı vahşice bombalayan, NATO ülkelerini savunma harcamalarını artırmaya zorlayan ve en vahimi de İsrail’in Gazze’deki soykırımına göz yuman Trump’ın Nobel Barış Ödülü’yle adının anılması bile insana şaka gibi geliyor. Ama Trump bu, yapmayacağı iş yok

trump nobel ödülü

Profumo Skandalını duymuşsunuzdur. Bilmeyenler için hatırlatalım. 1960’lı yılların başında muhafazakâr İngiliz hükümetinin Savaş Bakanı John Profumo, aynı zamanda telekızlık yapan 19 yaşındaki manken Christine Keeler ile evlilik dışı bir ilişki yaşar. Keeler’in aynı zamanda casus olduğuna inanılan Sovyetler Birliği’nin Londra Büyükelçiliği Deniz Ataşesi Yüzbaşı Yevgeny İvanov ile de birlikte olduğu anlaşılınca skandala bir de casusluk boyutu eklenir. Önce Bakan Profuma, bir süre sonra da Başbakan Macmillan istifa etmek zorunda kalır.

Trump’ın başı Epstein dosyaları ile belada

Şimdi de Amerika’da Başkan Trump’ın başı bir başka skandal ile dertte. Trump’ın adı çocuk istismarından tutuklu iken cezaevinde ölü bulunan Jeffrey Epstein dosyalarında geçiyor. Epstein 18 yaşın altındaki kızlarla kendi malikhanesinde zenginleri bir araya getirdiği çılgın partilerle anılıyor. Bu türden skandallar Amerikan toplumu için hiç yabancı değil. John Kennedy/Marilyn MonroeThomas Jefferson/Sally HemingsLydon Johnson/Madeline BrownBill Clinton/Monica Lewinsky Amerikan başkanlarının karıştıkları uçkur skandallarından ilk bakışta akla gelenler. Dikkat ettiyseniz Trump’ın zamparalıklarını listeye dahil bile etmedim. Aslında Batılı toplumlarda başkalarının özel yaşantılarıyla pek uğraşılmaz, evlilik dışı ilişkilere de daha bir hoşgörüyle yaklaşılır.

En büyük suç yalan söylemek

Dinimizde yalan haramdır, mümin yalan söylemez. Oysa Türkiye’de su gibi yalan söyleniyor. Ama Amerika ve Avrupa ülkelerinde yalan en büyük suçtur, katiyen affedilmez. Bir politikacının yalan söylediği anlaşılırsa, siyasi kariyeri sona erer. Profumo’nun başını yiyen de yaşadığı evlilik dışı ilişki değil, ilişkisi hakkında Parlamentoya yalan bilgi vermesi olmuş. Bugün de Trump, Epstein dosyaları ile ilgili sürekli farklı beyanlarda bulunuyor, ardı ardına yalan söylüyor. Önceleri hiç tanımadığını dile getirdiği Epstein’e 50. yaş günü için kutlama mektubu gönderdiği iddiaları ortaya çıktı, Partilerde birlikte çekilmiş fotoğrafları yayınlandı.

Trump’ın içerde tek sorunu keşke Epstein dosyaları olsaymış. 1 Ağustos’ta yeni tarifelerin yürürlüğe girmesiyle Amerika’da enflasyon artıyor. Trump’ın tüm baskılarına rağmen FED Başkanı Powell enflasyon korkusuyla faizleri indirmemekte direniyor. İnsan haklarını hiçe sayan göçmen politikaları gittikçe daha fazla tepki çekiyor. 20 Haziran itibarıyla gözaltı merkezlerinde tutulan göçmenlerin sayısı Amerikan tarihinin en yüksek seviyesi olan 56 bine ulaşmış. Üstelik bunların yüzde 72’sinin herhangi bir suç kaydı bulunmuyor. Ucuz iş gücünün ülkeyi terk etmesiyle bu kere istihdam sorunu ortaya çıkıyor.

Amerika’nın güvenilir kamuoyu araştırma kuruluşlarından “Gallup”un yaptığı son ankete göre Trump’ı destekleyenlerin oranı yüzde 39’a inmiş. Bu oran Biden’ın Afganistan’dan çekildiği gün sahip olduğu desteğin bile altında.

İçeride hızla popülaritesini kaybeden Trump mesaisinin çoğunu dış politikaya harcamaya başladı. Aradığı başarı hikâyesini de sonunda Kafkaslar’da yarattı. Aslında Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki Barış Anlaşması henüz imzalanmış değil. Sadece parafe edildi. Zengezur koridorunun yerine lanse edilen “Barış ve Refah için Trump Yolu”nun (TRIPP) hayata geçirilip geçirilemeyeceği meçhul. İran ve Rusya TRİPP’e tepkili. Bu tepkinin boyutu nerelere varır? Ermenistan Başbakanı yaklaşan müteakip seçimleri kazasız belasız atlatabilir mi? Bunlar henüz cevapları belli olmayan sorular. Trump aptal bir insan değil, bunları bilmiyor olamaz. 8 Ağustos’taki imza törenini kendisi için şova çevirmesinin bir sebebi olmalı? Galiba Trump bu yılki Nobel Barış Ödülü’nü alacağına ciddi ciddi inanıyor olmalı. İmza törenindeki konuşmasına Kongo-Ruanda, Pakistan-Hindistan, Tayland-Kamboçya ve Azerbaycan-Ermenistan arasındaki ihtilafları kendisinin sonlandırdığını vurgulayarak başladı. Aliyev ve Paşinyan kendisini Nobel Barış Ödülü’ne aday göstereceklerini söylediğinde ağzı kulaklarına vardı. Hatta her iki lideri de ödül törenine davet edip ön sırada oturtmaya söz verdi.

Nobel Barış Ödülü’nün geçmişi

Nobel Barış Ödülü İsveç dışında Norveç’te verilen tek Nobel Ödülü. Kazananlara madalyaları her yıl Alfred Nobel’in ölüm yıldönümü olan 10 Aralık’ta Oslo’da düzenlenen bir törenle Norveç Kralı tarafından veriliyor. Seçici kurul, Norveç Parlamentosu’nca belirlenen beş kişiden oluşuyor. 1901 yılından bu yana Nobel Barış Ödülü bugüne kadar 111 kişi ve 28 kuruluşa verilmiş. 111 kişiden 22’si Amerikan uyruklu. Aralarında Amerikan Başkanları Theodore RooseveltWoodrow WilsonJimmy CarterBarrack Obama, Başkan Yardımcısı Al Gore, Dışişleri Bakanı Henry Kissinger gibi bildik isimler var. II. Dünya Savaşı sırasında Genel Kurmay Başkanı olan George Marshall’a bile barış ödülü verilmiş. Bu isimlerin çoğunun dünya savaşlarında, Vietnam’da, Afganistan’da, Orta Doğu’da dökülen kanda sorumlulukları bulunuyor. Türklerden Nobel Barış Ödülü alan yok. Ama ödüllendirilen 28 kuruluştan biri olan “Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü”nün madalyası 2013 yılında teşkilatın genel direktörlüğünü üstlenen Türk diplomatı Büyükelçi Ahmet Üzümcü’ye teslim edildi.

Norveç’teki Nobel Enstitüsü’nden bu yıl 5 Mart’ta yapılan açıklamaya göre 31 Ocak’ta dolan başvuru süresi içerisinde 334 kişi barış ödülüne aday gösterilmiş. Usul gereği adayların isimleri 50 yıl gizli tutuluyor.

Bu yılki Nobel Barış Ödülü için Trump’ın ismi ilk kez Türkiye’nin kankası Pakistan tarafından ortaya atılmıştı. Bu kere 8 Ağustos gecesi Can Azerbaycan’ın Cumhurbaşkanı Aliyev tarafından yeniden dillendirildi.

Tabii müttefiklerinin topraklarına göz diken, İran’ı vahşice bombalayan, NATO Ülkelerini savunma harcamalarını artırmaya zorlayan ve en vahimi de İsrail’in Gazze’deki soykırımına göz yuman Trump’ın Nobel Barış Ödülü’yle adının anılması bile insana şaka gibi geliyor. Ama Trump bu yapmayacağı iş yok.

Bu işi kafaya taktıysa Arktik Okyanusu’nda Norveç’e bağlı valiler tarafından yöneltilen adalardan birini kuşatıp silah zoruyla barış ödülünü alırsa şaşırmayalım.

                                                             /././

Trump Ukrayna’da barış meleği mi?-Hakan Okçal-

Trump Ukrayna savaşını bitiren lider olarak tarihe geçmek istiyor. Bu uğurda bir kısım Ukrayna toprağının feda edilmesi onun için ayrıntı. Nasıl olmasın ki? Sonuçta Trump ciddi ciddi Grönland’ı, Kanada’yı, Panama’yı ABD’ye katmaktan söz eden bir lider. Bir kısım Ukrayna toprağının Rusya’ya verilmesi ve Ukrayna’nın silahsızlandırılıp nötral statü kazandırılması onu çok da rahatsız etmez.

trump putin

Putin uzun bir aradan sonra ilk kez ABD toprağına ayak basacak

Siz bu yazıyı okuduğunuzda dünyanın gözleri bugün Alaska’nın Anchorage kentinde gerçekleşecek Trump-Putin görüşmesine çevrilmiş olacak. Putin uzun zamandır ABD topraklarına ayak basmamıştı. Sebep Rusya’nın Kırım’ı işgaliydi. On yılı aşkın bir süre sonra ilk kez gerçekleşecek bu buluşma medyanın hayli ilgisini çekecektir.

Putin en son 2021 yılında Biden’la Cenevre’de buluşmuştu. Oradan, Afganistan’dan kaçar gibi çekilen güvensiz ve zayıf bir ABD algısı alınca, 2022’de Ukrayna’ya saldırmak için kendinde gerekli cesareti bulmuştu.

Trump’la ise, onun ilk döneminde ABD dışında altı kez buluşmuş, en son 2018’de Helsinki’de bir araya geldiklerinde, Rusya’nın ABD seçimlerine burnunu sokmak gibi bir komplonun içinde olmayacağını beyan edince, Trump’ı ziyadesiyle memnun etmişti.

Trump Putin’i sever, Zelensky’den ise hiç hazzetmez

Trump öteden beri Putin’i sever. Bu konudaki rivayetler muhtelif. Trump’ın başkan seçilmeden önce, esas mesleği olan emlak işi yaparken, geçmişte çok kez Moskova’yı ziyaret ettiği biliniyor. Acaba oralarda Rus istihbarat örgütlerinin radarına takılan birtakım skandallara mı karıştı? Bunun spekülasyonu ara ara yapılır. Trump’ın Rusya’da böyle birtakım skandalları varsa, eski istihbarat şefi Putin’in bundan alabildiğince yararlanmış olabileceği kuşkusuz. Epstein dosyalarından dolayı ima yollu (zamparalık değil, pedofili) başı ağrıyan Trump’ın bir de Moskova’da benzer iddialarla karşı karşıya kalması herhalde onun için çok yıkıcı olur.

Trump, Ukrayna lideri Zelensky’den ise hiç hazzetmez. Daha Rusya saldırısı gerçekleşmeden çok önce Zelensky ile arası açılmıştır. Sebebi Biden’la seçim mücadelesi içindeyken, Biden’ın oğlu Hunter’ın Ukrayna’da enerji piyasasında birtakım kirli işler çevirdiğini belgelemek için Zelensky’den istediği desteği alamamasıdır. Trump bundan dolayı Zelensky’i hiçbir zaman affetmemiştir. Biden, görevden ayrılmadan önce oğlu Biden’ın vergi kaçırmak dahil, Ukrayna’daki karanlık işlerini kapsayan on yıllık faaliyetlerine ilişkin af çıkararak ağır cezalar yemekten kurtardı. Görüleceği gibi Amerikada her tencerenin dibi diğerinden daha kara. Kişisel meseleler ise ülke meselelerinin önüne geçebiliyor. (Şaşırdık mı?)

Yoksa mesele Amerika’nın ali çıkarlarına mı dayanıyor?

Ama, zayıf bir ihtimal olmakla beraber, Trump’ın Putin sevgisi Amerika’nın yüksek çıkarlarını gözetmesinden dolayı da olabilir. Amerika’nın son on yıldaki çıkarları ülkenin tüm dikkat ve enerjisini Çin’in üzerinde yoğunlaştırmasını gerektiriyor. Bu aslında Obama’dan beri kabul edilen ama bir türlü hakkıyla uygulanamayan bir doktrin. Çin yükseldikçe mevcut güçler dengesi 1970’lerin başındaki şartlara benzemeye başladı. İki antagonistin (ABD ve Çin) ortasında yer alan tali oyuncunun (Rusya) diğerine destek olmasını engellemek devletlerarası bilek güreşinde önem kazanmış bulunuyor. 1970’lerin başında Kissinger-Nixon ikilisi sosyalist blok içinde SSCB-ÇHC çatlağını kaşıyarak, Çin’i tam olarak ABD’nin yanına çekemeseler dahi, SSCB’nin karşısında kullanmayı başarmışlardı. Oysa Biden zamanında tam tersi oldu, Ukrayna savaşından dolayı Çin-Rusya dostluğu iyice perçinlendi.

Mevcut güçler dengesinde Trump Putin’e müzahir (destekleyen) bir tutum takınarak bir taşla iki, hatta daha fazla kuş vurma sevdasına kapılmış olabilir. Bu kuşlardan bir tanesi Çin-Rusya mihverini gereksiz kılarak Çin’i yalnızlaştırmaya çalışmaksa, diğeri ABD’nin sırtından geçinen Avrupalıları Rusya korkusuyla terbiye etmektir.  Bu yüzden Pentagon ve State Department’i karşısına alma pahasına Amerikan kurulu düzeninin yerleşik reflekslerini yok sayan Trump’ın tavrı hiç de tuhaf karşılanmamalı. 

Trump’ın ikinci kuşu vurduğu kesin ama, birinci kuş öyle kolay etkilenecek gibi durmuyor. Üçüncü-dördüncü-beşinci kuşlar ise daha ziyade Suriye, Kafkasya ve İran’la ilgili. Her üç cephede de ABD’nin tavrı nedeniyle Rusya’nın çıkarları örselendi. Trump bu yüzden Ukrayna’da Rusya’ya müzahir davranarak Putin’in ağzına bir parmak bal çalmak istemiş olabilir. Sonuçta zaten büyük bölümü Rus güçlerinin işgali altında bulunan Ukrayna’nın doğu topraklarının Rusya’ya terk edilerek ateşkes ilan edilmesi Trump’ın al-vere dayalı müzakere anlayışına uygun gelmiş olabilir.

Ama bu mantık Ukrayna’da bir türlü işlemiyor. Zira ortada Zelensky’nin itirazları ve Avrupalıların geçmiş tecrübelerinden kaynaklanan endişeleri var.

Alaska zirvesine giden yol

Yukarıda değindik, Putin uzun yıllardır ABD topraklarına ayak basmamıştı. Bu yüzden aniden Trump’ın davetini kabul ederek Alaska’ya gelmeyi kabul etmesi dikkat çekici bir gelişme sayılmalı. Meselenin öncelikle hiç de küçümsenmeyecek bir sembolizm yönü var. Alaska eskiden Rus toprağı iken, 19’uncu yüzyılda o zaman bile çok düşük sayılacak bir bedelle Çarlık yönetimi tarafından ABD’ye satılmıştı. Putin bu kez Alaska’ya gelmeyi kabul etmekle bu jestin gecikmiş karşılığını istiyor olabilir.

Ama esas neden Alaska’ya davet edilirken ona verilmiş olabilecek umutlar kuşkusuz.

Putin’i Moskova’da ziyaret eden Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff, patronundan aldığı talimatla Putin’e şartları belli olmayan muğlak bir ateşkes karşılığında Zelensky’nin olurunu almadan toprak sözü vermiş olabilir. Trump’ın dünyasında bu tür davranışlar her zaman mümkün.

Alaska’ya giden yol hiç de kolay olmadı. Trump bakımından bayağı zig zaglıydı. Trump, başta Zelensky’i Ukrayna savaşını çıkarmakla, halkını felakete sürüklemekle, hatta üçüncü dünya savaşına sebebiyet verecek tehlikeli bir yol tutturmakla suçluyordu. Beyaz Saray’da, yardımcısı JD Vance’le beraber Zelensky’i yerin dibine batırmıştı. Ama ilerleyen süreçte Putin’in çatışmaların durmasını ister bir söylem içinde görünmesine rağmen, gerçekte tam aksine kanlı füze saldırılarını arttırarak sivil hedefleri vurmaya devam etmesinden sonra ağız değiştirdi ve Putin’i eleştirmeye başladı. Bir süre sonra da Ukrayna’ya yeniden ABD silah sevkiyatlarına izin verdi. Ukrayna’nın uğradığı saldırılara mukabelede bulunması Rusya’yı son zamanlarda iyice rahatsız ediyordu. 

ABD Başkanı Donald Trump ile Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy, Beyaz Saray

İş en son Rusya eski Cumhurbaşkanı Medvedev’in tehditkâr sözlerinden sonra Trump’ın iki nükleer denizaltıyı Rusya karşısında ileri pozisyonlara intikal emri verdiğini açıklamasıyla riskli bir hâl aldı. (Nükleer denizaltılara ileri pozisyonlara gönderilme talimatı aslında siyasi bir duruş ifade etmekten başka bir anlam taşımıyor. Nükleer denizaltılar, ikmal için bağlı oldukları limanlarda değillerse genelde görevleri gereği zaten hep denizaltında önceden belirlenmiş pozisyonlarda olurlar. Denizin derinliklerinden ve çok uzaklardan nükleer füze atan bu sistemlerin hedefe yakınlaşmalarına ihtiyaçları yoktur. Bunları nükleer denizaltı komutanlarıyla eğitim aldığım NATO Savunma Koleji günlerimden bilirim.)

Trump ağız değiştirdi ama aklında hep aynı şey var

Witkoff’un Moskova ziyareti bu geri plan üzerine gerçekleşti. Alaska zirvesi Trump tarafından açıklandığında Ukrayna dahil üçüncü taraflar için bu tam bir sürpriz oldu. Trump savaşın sona ermesinin karşılıklı toprak takasıyla sağlanabileceğini söylüyordu. “Takas” sözcüğü garip. Çünkü Ukrayna’nın elinde Kursk bölgesindeki küçük bir toprak parçası dışında Rus toprağı bulunmuyor. Trump’ın sözünü ettiği takastan Rusya’nın kazançlı çıkacağı kesin.

Trump’a ilk itiraz doğal olarak Zelensky’den geldi. Ukrayna’nın temsil edilmediği bir toplantıda ABD ve Rusya’nın kendi aralarında varacağı bir mutabakatın kendilerini bağlamayacağını, Ukrayna’nın Rusya’ya toprak terk etme niyetinin olmadığını vurguladı. Onu Alman Şansölyesi Merz takip etti. Zelensky’e bir önceki Alman hükümetinin esirgenen desteğin iç politikada sıkıntı içindeki Merz’den gelmesi ilginç bir durum. Trump o andan itibaren geri adım atmaya başladı. Bu kez Alaska toplantısının bir “dinleme seansı” şeklinde gerçekleşeceğini, asıl toplantının Zelensky’nin katılımı ile bilahare yapılacağını söylemek zorunda kaldı.

Trump’ın söz konusu tavrı çarşamba günü bazı Avrupalı liderlerle yaptığı virtüel toplantıdan sonra daha da pekişmiş görünüyor. Trump’la gerçekleşen uzaktan görüşmeye katılanlar Zelensky dışında Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Polonya ve Finlandiya’nın liderleri. Toplantıda bir de AB Komisyon Başkanı Von Der Leyen ile NATO Genel Sekreteri Mark Rutte yer aldılar. Bunlar arasında NATO’nun yeni üyesi Finlandiya’nın varlığı dikkat çekiciydi. Acaba bu ülkenin katılımı Ukrayna’nın “Finlandiyalılaşmasına” karşı uyarılar mı içeriyor? 

Trump Alaska’da Putin’i memnun edecek bir anlaşma arayışından uzaklaşmış görünüyor. Ama ne Trump’ın tavrı ne de Putin’in tavrı özünde değişmedi. Trump Ukrayna savaşını bitiren lider olarak tarihe geçmek istiyor. Bu uğurda bir kısım Ukrayna toprağının feda edilmesi onun için ayrıntı. Nasıl olmasın ki? Sonuçta Trump ciddi ciddi Grönland’ı, Kanada’yı, Panama’yı ABD’ye katmaktan söz eden bir lider. Bir kısım Ukrayna toprağının Rusya’ya verilmesi ve Ukrayna’nın silahsızlandırılıp nötral statü kazandırılması onu çok da rahatsız etmez.

Ama bundan Ukrayna halkının çok rahatsız olacağı kesin. Avrupalılar da cesaretlenmiş bir Rusya ile baş başa kalmaktan hiç memnun kalmazlar. Bunları umarım Trump da yeteri kadar anlamıştır.

Trump kendini Ruanda-Kongo, Hindistan-Pakistan ve Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerinde barış getiren dünya lideri olarak takdim edebilir. Ancak Ukrayna’da, barış meleği olmak o kadar kolay değil. Trump’ın Ukrayna konusunda daha çok çalışması gerekiyor. Orta Doğu konusuna ise hiç girmeyelim.

                                                                      /././

Yoksa Türkiye çöküyor mu?-Tuğçe Tatari

Açıkçası ben Türkiye adına bu gidişin, daha doğrusu bu koşuşun bir sonu olduğu görüşündeyim. Bu düzen bu çürüme hızıyla böyle devam edemez. Etmemesi için de çalışmalıyız zaten!

imamoğlu protestoları

Çok acayip zamanlardan geçiyoruz.

‘Tarihe tanıklık’ etmek kavramı bugünlerde ‘çürümeye şahitlik etme’ye dönmüş durumda ve bu gördüklerimiz-duyduklarımızla yaşamaya aynen devam etmeye çalışmak da güç.

İktidarın yarattığı ve dayattığı rejimin sonucu olarak yaşanan çürümenin etkileri ülkenin gözlerimizin önünde acı veren bir çöküş yaşamasına sebep oldu.

Eğitimin düşürülen kalitesinden dert yanarken, beyin göçünün ülkede yarattığı sosyal-kültürel kısırlığı anlatmaya çalışırken çok daha derin, çok daha yaygın bir rezaletten haberdar olduk ki, ülkenin tespiti mümkün olmayan bir miktarda ve üst düzey sahte diplomalısı var!

Siyasetçisinden doktoruna, öğretmeninden savcısına sahte diplomalılar aramızda!

Meali şu; Türkiye’de yeteri kadar güce yakınsan hiçbir alanda gerçek bir başarı elde etmene veya bu başarı için çabalamana, emek vermene gerek olmadan sahte diploma, sahte kimlik, sahte imza vb ile gerçekleştiremeyeceğin hayal yok!

Para kazanmak zor mu, güce yakınsan ‘kolay para’ ya giden tüm illegal yolları da sana legal kılıyorlar işte bir şekilde.

Diğer yandan; uyuşturucu, kaçakçılık, suç çeteleri, suçun ve suçluların hâline bakınca yeni Türkiye’nin yeni illegal yapısının da bu çürümeden beslendiğini düşünebilmek mümkün.

Küçücük bir çocuğun pazar yerinde kendisi gibi çocuklarca bıçaklanarak öldürülmesi olayında yaşananlar, ‘suça bulaştırılmış çocuklar’ın da bu çürümenin sonucu olarak oluşan ve güçlenen yapılarca kullanıldığını da yeterince gözler önüne serdi bence.

Evet çürüme bir kere başladı mı her alana yayılır ve önüne geçmek zordur!

Hatırlarsınız belki Selahattin Demirtaş 2021 yılında Türkiye’deki mücadelenin iyiler ve kötüler arasında yaşandığını yazmıştı, çok haklıydı. Fakat işler Demirtaş’ın içeriye girdiği o karanlık yıllardan da çok daha karanlık şimdi!

Noam Chomsky mesela Türkiye’de yaşanan ‘şeyler’e tanık olsa nasıl adlandırırdı diye merak ederken buluyor insan ister istemez kendini.

Mesela yine son derece tartışmalı bir olaya daha seyircilik ettik son günlerde; işleri, ilişkileri ve kendisi de tartışılan bir isim olan, yargıdaki bazı güç odaklarıyla da yakın ilişki içinde olduğu konuşulan bir avukat gözaltına alındı ve ardından tutuklandı.

Tutuklamaya giden yolda AK Partili isimlerin ortaya dökülmesi de pek enteresandı.

Açıkçası o operasyon neden yapıldı, bende hâlâ net bir cevabı yok ama önümüzdeki günlerde o konunun da netleşeceğini düşünüyorum. 

Bir diğer yandan ülkede siyaseten cezaevine düşen grupların cebinden parasını almak için birtakım borsalar kurulduğu iddiası var. Bu iddia yeni değil ve başta Genel Başkanı olmak üzere CHP’nin sık sık dile getirdiği bir konu. Tıpkı ‘FETÖ borsası’ gibi borsalar kurulduğu ve belli avukatların cezaevindeki belediye başkanlarına ve beraberinde tutuklanan bazı kişilere “Çıkmak istiyorsan şunu şunu söyle ve şu kadar para ver, gerisi tamam” dediği iddia ediliyor.

Sanki hapis bir koz olmuş Türkiye’de. Canını sıkanı içeri atmakla tehdit edenlerin varlığı gibi  ‘istenen yönde davranana’ da tahliye ödülü verebileceğini iddia edenler var!

Buna şimdi bir de “benim partime katıl hapisten kurtul”cuların katıldığı iddiası var.

Aydın’da yaşananlara bakınca insan resmen başkası adına utanıyor.

Koca koca roketlerin, mermilerin üzerine adını yazdıran cesur yürekler hapishaneden, hücreden korkarmış meğer!

Açıkçası ben Türkiye adına bu gidişin, daha doğrusu bu koşuşun bir sonu olduğu görüşündeyim. Bu düzen bu çürüme hızıyla böyle devam edemez. Etmemesi için de çalışmalıyız zaten!

Bu süreçte yaşananlardan endişeli olduğunuzu, aklınızdaki sorunun da “Türkiye çöküyor mu” olduğunu biliyorum.

Çünkü hep benzer endişelerle benzer sorulara muhatap oluyoruz.

Aslında bu konuya verilebilecek tek bir cevap var; kurtuluş yok tek başına, mücadeleye devam!

                                                         /././

Özelleştirilmiş dış politika -Ahmet Çelik Kurtoğlu-

Bugünlerde yaşanan iki gelişme dış politikanın "özelleştirilmesi"nde kritik rol oynuyor. İlki Trump ve Putin'in 15 Ağustos Cuma günü Alaska’da görüşecek olması. Bu buluşma, bir bakıma Ortadoğu’da Sykes ile Picot’nun cetvelle çizdiği haritaların tekrarı niteliğinde. Bir diğeri de Azerbaycan–Ermenistan arasındaki Zengezur Koridoru meselesi. Bu konuda ilginç olan, kendini “dünyanın her sorununu çözmeye muktedir” gören Trump’ın bu konuda da devreye girmesi.

Özelleştirilmiş dış politika

Bugün normal yazı günüm değil, ancak iki gelişme gelecek çarşambayı beklememe izin vermedi. İkisi de dış politikanın “özelleştirilmesi” ile ilgili. Kısaca değineceğim.

Trump-Putin buluşması

D. Trump, 15 Ağustos Cuma günü Alaska’da V. Putin ile görüşecek. Bu buluşma, bir bakıma Ortadoğu’da Sykes ile Picot’nun cetvelle çizdiği haritaların tekrarı niteliğinde.

Toplantıda ne ABD ne de Rusya Dışişleri Bakanlıklarından resmi yetkililer bulunacak. Ana gündem maddesi Ukrayna savaşı. Financial Times, Zelenski’nin masada olmayacağını, “masada olmayanın ise tabakta olacağını” yazıyor. Yani bir zamanların emlakçısı, çeşitli düşkünlüklerine dış politikayı da ekliyor. Dahası, yürütülecek görüşme siyasi müzakere değil; Trump’ın daire satmaktan alışık olduğu türden bir toprak “al-ver”i.

Putin ise bambaşka bir geçmişten geliyor: Rus yönetim sisteminin eğitiminden geçmiş, KGB’de yıllarca çalışmış, o günden bu yana da Çarlık Rusya’sını yeniden canlandırmaya çalışan bir lider. Ukrayna, bu hayalin önemli bir parçası. Moskova’da iktidara giden yolun Dnipropetrovsk’tan geçtiği söylenir. Bu şehrin arkasında ise 1885’te kurulan demir–çelik endüstrisi vardır. Putin’in amacı, Ukraynalıları bu bölgeden çıkarmak.

İlginçtir ki, dünyadaki diğer büyük çelik fabrikalarından biri ABD’nin Pennsylvania eyaletinde, Lehigh şehrinde 1857’de kurulmuş; Bethlehem Steel’in kökleri 1899’a uzanıyor. İngiltere’de ise 1856’da Henry Bessemer, Sheffield’de kendi geliştirdiği yöntemle adını taşıyan çelik fabrikasını kurmuş. Bunlar geçmiş yüzyıllara ait bilgiler olsa da Dnipro’daki tesisin Moskova siyaseti üzerindeki etkisi hâlâ devam ediyor.

Trump’ın bu konularda bilgisi muhtemelen yok ve bu da pek önemli değil. O, koyun pazarlığı misali al–verden hoşlanıyor. Bu nedenle Putin, Erdoğan veya Xi Jinping ile pazarlık yaparken yanında devlet adabını bilen, görüşmeleri tutanağa bağlayan kişiler bulundurmak istemiyor. Putin açısından bu zaten önemsiz, çünkü Çarlık kültürünün mirasçısı olarak tutanakları istediği gibi değiştirebilir. Türk Dışişleri’nin durumu ise meçhul. Eskiden devlet kayıtları Osmanlı dönemine kadar giderdi; artık umut, otobiyografilerde.

Zengezur Koridoru

Bu yazıyı yazdıran ikinci olay, Azerbaycan–Ermenistan arasındaki Zengezur Koridoru meselesi. İki ülke arasındaki anlaşmazlıklar yeni değil. İlginç olan, kendini “dünyanın her sorununu çözmeye muktedir” gören Trump’ın bu konuda da devreye girmesi. MAGA ile birlikte “en büyük ülkenin en büyük adamı” kendisi sonuçta.

Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ile Ermenistan Başbakanı Paşinyan, ABD Başkanı Trump'ın ev sahipliğinde gerçekleşen üçlü zirvenin ardından imzalanan ortak deklarasyonda, iki ülke dışişleri bakanlarının barış anlaşmasını parafladı

Dün Alaska’ya, Kanada’ya, Panama Kanalı’na, hatta Pasifik’teki bağımsız ülkelerin yönetimine talip olan “dünya sultanı”, burada da çözümü özelleştirmeyi öneriyor. Önerinin ayrıntısını görmedik; ama yapan Trump olduğuna göre, “A Şirketi”nin Zengezur Koridoru’nun yönetimine ve işletmesine talip olması, doğal olarak bu işi paraya çevirmesi olası. Böylece hem şirket hem Azerbaycan ve Ermenistan hem de koridorda faaliyet gösterecek (lojistik, imalat, tarım vb.) firmalar, yaratılacak katma değerden pay alacak. Bir taşla birkaç kuş: barış, gelir ve dünyadaki benzer ihtilaflara “çözüm modeli.”

1960’larda iktisatçı Raymond Vernon, çokuluslu şirketler ve doğrudan dış yatırımlardan bahsederken “hükümranlığın deniz aşırı bölgelere yayılması” kavramını kullanmıştı. Trump’ın Zengezur önerisi, bunun çok daha açık bir örneği. Dünyada pek çok ihtilaflı bölge ve ada var. Düşünün ki, “A Adası” milliyetsiz bir şirket tarafından yönetiliyor ve Londra Borsası’nda işlem görüyor. Böyle bir düzenlemenin askeri–stratejik getirileri veya götürüleri, kimin umurunda olur ki?                                                            /././

ABD’de tüketim harcamaları düşüşte, hane halkı borçluluğu kritik seviyede -Binhan Elif Yılmaz-

Hane halkı tüketimi düşerken hane halkı borçluluğu rekor düzeylere çıktı. Her ne kadar hane halkı borcunun düzeyi, ABD tüketicisi için nispeten küçük bir ayrıntı olsa da çoğu hane halkı finansal zorluk yaşıyor

ABD’de tüketim harcamaları düşüşte, hane halkı borçluluğu kritik seviyede

ABD milli gelirinin üçte ikisini tüketici harcamaları oluşturuyor. Ekonominin en büyük itici gücü tüketim harcamaları olsa da 2025 yılında tüketim düşüşe geçti.

ABD ekonomisi birinci çeyrekte yüzde 0,3 daralırken, büyümeye katkı sunan tüketici harcamaları yüzde 1,8’di. Bu veriye göre tüketici harcamaları 2023 yılı ortasından itibaren gözlemlenen en düşük hızdaki artış. İkinci çeyrekte ise büyüme oranı yüzde 3 oldu. Ancak tüketim harcamaları ikinci çeyrekte beklentilerin altında ve yüzde 1,4 artış gösterdi.

Tüketimdeki düşüş, daha çok hane halkı geliri yüz bin doların altındakilerden kaynaklı. Tüketici anketlerine göre elektronik, ev aletleri, mobilya, ev, araç ve tatil gibi ürünlere büyük miktarda alışveriş yaptığını bildirenlerin payı azalırken, ev onarımına harcama yaptığını bildirenlerin payı ise hafif bir artış gösterdi. Günlük temel harcamalar ile kişisel harcamalarda kısmi artış ortaya çıkarken, temel olmayan harcamalardaki beklenen artış ise yerini azalışa bıraktı.

Hane halkı borçluluğunun temel unsurlarında öne çıkanlar; mortgage, öğrenci, otomobil kredileri ve kredi kartı borçları. New York Fed'in “Hanehalkı Borç ve Kredi Raporu”na göre hane halkı borçluluk düzeyi 18,4 trilyon dolara yükseldi. Bu tutar ülke milli gelirinin üçte ikisi. Bu devasa borcun 1,7 trilyon dolarlık kısmı öğrenci kredileri, yaklaşık 1,7 trilyon dolarlık kısmı otomobil kredilerinden oluşuyor. Kredi kartı borcu hacmi 1,2 trilyon dolar düzeyinde.

Mortgage kredileri ise toplam hane halkı borcunun yüzde 70’i kadar ve yaklaşık 13 trilyon dolar. Oysa mortgage kredileri, ABD mortgage piyasasında başlayan 2008 küresel krizinin ardından 8 trilyon dolar düzeyine kadar gerilemişti.

Borçları ödemek giderek zorlaşıyor. Öğrenci kredisi gecikme oranları artmaya devam ediyor. 2025'in ikinci çeyreğinde toplam öğrenci kredisi borcunun yüzde 10,2'si 90 günden fazla gecikti. Oysa öğrenci kredilerinde iki yıldır böyle bir sorun yoktu. Kredi kartı borcunun da yüzde 12’si de 90 günden fazla gecikmeli. 

Peki hane halkları borçluluktan nasıl kurtulabilir? Ya da kurtulmak istiyorlar mı? İlk mantıklı çıkış noktası borcu ertelemek. Bizde de sıklıkla rastladığımız “şimdi al sonra öde” kampanyaları ABD'de market alışverişlerine kadar yayılmış durumda. Böylelikle borç biraz daha erteleniyor, çünkü önemli olan insanları tüketimden vazgeçirmemek.

Çeşitli adlarla başlayan “şimdi al sonra öde” kampanyalarının hacmi 2022’ye göre 3 kat 2020’ye göre de 7 kat artmış durumda.

Borçtan kurtulmada başka bir çıkış noktası, düşük faiz oranıTrump’ın ısrarla Fed başkanı Powell’a faiz oranını düşürmesi için açık ya da gizli olarak yaptığı baskıyı duymayan kalmadı. Fed’in faizi düşürmesi sadece hane halkı borçluluğunu değil, ülke milli gelirini aşan kamu borcunun da düşmesine yardımcı olacak.

Dün açıklanan ABD temmuz enflasyon verisine göre aylık bazda yüzde 0,2 artan enflasyon oranı, yıllıkta değişmeyerek yüzde 2,7 oldu. Ancak çekirdek enflasyon haziran ayına göre yüzde 0,2’den yükselerek temmuzda yüzde 0,3’a ve yıllıkta da yüzde 3,1’e yükseldi.

Fed ise faiz kararını sadece enflasyon verisine göre değil, ayrıca istihdam verisine göre belirliyor. Ancak istihdam verileri şu günlerde tartışmalı ve geriye dönük aşağı yönlü güncellemeler söz konusu. Hatta Trump, istihdam verisinin toplanması ile ilgili sorunlar nedeniyle bu verinin aylık değil, üç aylık olarak yayınlanmasını öneriyor. Bir anlamda kaosu büyütüyor.

Daha düşük faiz, daha düşük maliyetli krediler, daha yüksek büyüme oranı ve heyecanlanan finansal piyasalar demek. 2025 yılı ocak ayında IMF’nin yayımladığı WEO raporundaki ABD ekonomisinin büyüme beklentisi 2025 için yüzde 2,7 idi. Ancak temmuz ayı güncellemesinde beklenti yüzde 1,9’a sert bir şekilde indi.

Trump’ın düşük faiz ısrarında aşağı doğru güçlü bir şekilde revize edilen düşük büyüme oranına razı olmak istememesi de etkili. Oysa Trump tarife karmaşasını ve belirsizliğini yaratmasaydı, Fed’in başlamış olduğu faiz indirim döngüsüne devam etme olasılığı yüksekti. Powell ise başkandan gelen müdahalelere karşı çıkma ve kurumun bağımsızlığını korumada ısrarlı. ABD hane halkı ise hem enflasyon hem de geleceğe yönelik beklentilerin bozulduğu bu ortama tüketimlerini kısıp yüksek borçluluk ile giriş yapmış durumda.

                                                           /././

Prof. Dr. Cenk Yaltırak: İş adamlarımız 350 bin dolarlık deprem gemisini alamadı, sadece Aziz Yıldırım ikna oldu; 70 bin dolar KDV'yi de ben ödedim!-Candan Yıldız-

“Aziz Yıldırım kendisiyle yaptığımız yarım saatlik görüşmede ne yapmak istediğimizi anladı ve ikna oldu. Ama bir şartı vardı, 'Asla KDV’yi ben ödemem' dedi. Türkiye’nin en büyük holdinglerine gittik ama bir antrenörün otel parasını verebilen bir holding ya da kendisine İznik çini vazosu alan iş adamımız buraya verecek parası olmadığını söyledi. Bu bir zihniyeti yansıtıyor"

MATAM

                   Marmara Aktif Fay Tehlike ve Risk Uygulama ve Araştırma Merkezi (MATAM) açıldı

Balıkesir Sındırgı’da 6,1 büyüklüğündeki deprem, depremi yeniden hatırlatsa da insan unutmak istiyor hayatını sarsacak o gerçeği. Çünkü önlem almak sadece sıradan insanın üstesinden gelebileceği bir şey değil.

Kentsel dönüşümün ranta kurban edildiği Türkiye’de depremin altında kalmak bir kader gibi yaşanmaya devam ediyor.

Yazgı olmayan ama yazgı gibi yaşanan döngüyü kırmak bir bilim insanı ve ona inanan ekip ve çevrenin varlığı ile mümkün olabilir mi, olabilir.

İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) bünyesinde kurulan Marmara Aktif Fay Tehlike ve Risk Uygulama ve Araştırma Merkezi (MATAM) işte bu yazgıyı değiştirme konusunda iddialı.

Merkezin kuruluş öyküsü sıra dışı. Zira başındaki bilim insanı sıra dışı…

Cebinden para veren, merkezin açılış töreni öncesi çevre temizliğini yapan, elinde elektrik süpürgesi halıları süpüren, eşya taşıyan bir bilim insanı.

Prof. Dr. Cenk Yaltırak MATAM'ı süpürürken

Sözünü sakınmayan, kim kırılacak, kim küsecek diye düşünmeden bilimsel gerçeğe sadakat duyan bir yer bilimci; Cenk Yaltırak.

Bugün o merkezin, MATAM’ın açılışı vardı. Ulusal bir politikaya dönüşmesi gereken deprem konusunda çok önemli fay haritaları, binaların olası bir depremden nasıl etkileneceğini simüle edecek bilgiyi üretecek bu merkezin açılışında vali yardımcısı, kaymakamlar, Üsküdar Belediye Başkanı Sinem Dedetaş vardı ama hükümeti temsilen kimseyi göremedim, Çevre ve Şehircilik Bakan Yardımcısı Ömer Bulut’un gönderdiği çelengi saymazsak.

Çevre ve Şehircilik Bakan Yardımcısı Ömer Bulut’un gönderdiği çelenk

Yargısından medyasına devlet kurumundan yerel yönetimine kadar egemen olanın para olduğu bu düzende bir bilim insanının Marmara’da deniz tabanlı jeofizik ile İHA tabanlı jeodezi verisinin tek çatı altında birleştirilmesi sağlayacak deprem gemisinin satın alınması için cebinden 70 bin dolar ödemesinin öyküsünü kendisinden dinleyelim.

“350 bin dolarlık bir gemiyi alamadı iş adamlarımız. Sadece Aziz Yıldırım kendisiyle yaptığımız yarım saatlik görüşmede ne yapmak istediğimizi anladı ve ikna oldu. Ama bir şartı vardı, 'Asla KDV’yi ben ödemem' dedi. KDV’yi etraftan isteyeceğime, eşimle konuştum ve 'tamam' dedi. 70 bin doları (yaklaşık 2 milyon 855 bin TL) ödedim ve gemi alındı.”

70 bin doları aile bütçesinden ödeyen Yaltırak sözünü sakınmadı ve deprem kampanyalarına bağış yapan, konteyner, çadır satın alan iş insanlarına lafı getirdi:

“Eğer bir ülkenin halkı, iş adamları, yatırımcıları deprem olduktan sonra, konteyner yaptım, buzdolabı verdim, eşya verdim diyorsa bu doğru bir davranış değil. Pasinler Depremi’nde Atatürk’ün söylediği noktaya geri dönüyoruz. Ağlanmaya gerek yok, araştırmaya büyük bir destek bekliyoruz.

Türkiye’nin en büyük holdinglerine gittik ama bir antrenörün otel parasını verebilen bir holding ya da kendisine İznik çini vazosu alan iş adamımız buraya verecek parası olmadığını söyledi. Bu bir zihniyeti yansıtıyor. Türkiye bir çini vazodan da değerli. Yurtdışından gelen bir antrenörün otel parasından daha değerli. Bu zihniyeti kıracağız burada. Kırarken de kurumsal iletişimlerin büyük bir başarısızlığını yaşadık, onlar kendi PR’larından bakarlar. Küçük hesaplar ve küçük projelerin peşindeler. Oysa en büyük proje en büyük PR burada.

Çok büyük bir holdingin kurumsal iletişimi en sonunda beni Bilgi Üniversitesi’nde bir asistanla muhatap etti. Bu zihniyet tehlikeli bir zihniyet. Siz yangın çıkmadan yangını önlemeye para yatırın. Yangın çıktıktan sonra ağlanmanın alemi yok.”

Yaltırak’ın sözünü ettiği antrenör Jose Mourinho olsa gerek. Zira İstanbul'da kaldığı otelin gecelik fiyatı basına konu olmuştu.

Sözünü sakınmayan bir bilim insanı olan Prof. Yaltırak’ın hem medyaya hem de medyatik deprem bilimcilere de lafı vardı.

“Artık emekli olmuş, ömrünü tamamlamış, kağıt üzerinde, eski bilgilere dayanarak konuşan insanların PR’ına alet olmayın. Gecenin 3’ün de Cenk Yaltırak’ı aramayın. Ne oldu hocam, bu deprem ne anlama geliyor diye sormayın. Çünkü biz bilmediğimiz konular hakkında hiçbir şey söylemeyeceğiz. Ama bilmediği konularda konuşan insanları konuşturursanız toplum herkesi ayna kaba koyuyor. Oysa bilim böyle bir şey değil. Yalın sade bilgiye dayanan bilgiyi yayacağız. Bilim toplum ilişkisinde bozulan ayarları da düzeltmeye kararlıyız.”

Prof. Cenk Yaltırak, T24 yazarı Candan Yıldız

İş Bankası'nın 6.1 milyon Euroluk desteğiyle kurulan MATAM, karada 5, denizde 6 üzeri depremler hakkında bilgi verecek. Aynı zamanda büyük depremlerin yıl dönümünde yaptıkları çalışmalarla ilgili kamuoyu düzenli olarak bilgilendirecek. Tabii bu çalışmalar Marmara ile sınırlı olacak.

Farklı disiplinlerden hocaların bir araya geldiği MATAM’ın üreteceği verilerle zemin-bina ilişkisi modellenecek. Bina davranışı ölçülecek. Böylece toptancı yaklaşımlar terk edilecek. Tabii bu verilerin inşaat yapımında kullanılmasındaki ahlaki davranış sınavının muhatapları inşaat mühendisleri, yerel yönetimler, müteahhitler olacak.

Son yüzyılda Türkiye 126 bin insanını depremlerde kaybetti. Bir dayanışma modeli olan bu merkezin desteklenmesi çok önemli. Zira dayanışma yaşatır!

Marmara Aktif Fay Tehlike ve Risk Uygulama ve Araştırma Merkezi (MATAM)
                                                                       /././

Özgür Özel’in açıklamaları ve “kriz iletişimine” dair stratejiler -Eray Özer-

Özgür Özel’in basın toplantısı sonrası ortalık epey karıştı. Özel hedefine ulaşmış, vermek istediği mesajını topluma aktarmış görünüyor. Peki, aynı mesaj daha güçlü verilebilir miydi? Öncesi ve sonrasıyla kriz iletişimi açısından neler daha farklı olabilirdi? Markalar/şirketler bu örnekten kriz iletişimi bağlamında ne gibi dersler çıkarabilir?

özgür özel

Özgür Özel’in açıklaması sonrası ortalık toz duman oldu. İktidara yakın isimler birbirine girdi, başsavcılık derhal soruşturma başlattı.

Böyle olması da çok normal. Çok acayip bir şey anlattı Özel.

İBB davasında tutuklu bir isim, iktidarla organik bağı ortada olan bir avukat tarafından kendine ulaşıldığını, tamamen kâğıt üzerinde kurgulanan birtakım iddiaları “itiraf” etmesinin istendiğini, bu da yetmezmiş gibi itirafların üstüne bir de 2 milyon dolar rüşvet verirse tahliye olabileceğinin söylendiğini öne sürüyordu.

Tutuklu bu iddiaları dile getirdiği bir şikâyet dilekçesi kaleme almış, Özel ve ekibi de bu dilekçeyi bir yerlerden ele geçirerek kamuoyuna açıklama kararı almıştı.

Şu sıralar hem markalar hem de kurumlar açısından “kriz iletişimi” meselesine merak saldım. Okuyorum, araştırıyorum.

Size de Özgür Bey’in bu açıklamasına ve açıklamanın duyurulmasına dair birtakım notlarımı “kriz iletişimi” perspektifinden aktarmak istedim.

Konu çok mühim ve görünen o ki kamuoyunda istenen etkiyi yarattı. Dolayısıyla sanki Özel açısından amaç hasıl olmuş durumda.

Peki, daha etkili bir şekilde anlatılabilir miydi… Gelin birlikte bakalım.

Zira, bu türden kriz durumlarında doğru adımları atmak sadece siyasiler açısından değil tüm kişiler, kurumlar ve markalar açısından da büyük önem taşıyor.

1. Beklentiyi optimumda tut

Özellikle siyasi açıklamalarda çok yapılan bir şey var: Bir açıklamaya dair tarih-saat vererek kamuoyunun o saatte dikkatinin söz konusu açıklama üzerinde toplanmasını sağlamak. Bu aynı zamanda rakibe korku vermek için de kullanılan bir yöntem, bir pazarlama stratejisi.

Lakin söz konusu Türkiye olduğunda kamuoyu üzerindeki etkisi bağlamında iki kez düşünmekte fayda var.

Biz iki günde bir ormanları yanan, birkaç ayda bir depremle sarsılan, en büyük şehrinin belediye başkanı hapse atılmış, neredeyse her gün bir gözaltına uyanan bir ülkeyiz. Şaşırma, “yuh”, “çüş”, “oha” gibi argo tepkilere başvurma eşiğimiz çok ama çok yüksek.

Eğer “Yarından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyorsanız bundan çok emin olmanız gerekiyor. Bu topraklarda takvim yaprakları birer birer eskirken her şey eskisi gibi olmaya devam ediyor.

O nedenle önceden “tease” etmeye karar verdiğiniz içeriğin dozunu iyi ayarlamak, mesajların iddiasını “dizginlemek” gerekiyor.

Özgür Bey’in açıklamasından bir gece önce “Yarın Özel konuşacak, Erdoğan istifa edecek, erken seçime gidilecek” şeklinde sosyal medya paylaşımları gördüm.

Bu öyle bir çizgi ki, bir yerden sonra bu türden her paylaşım sizin vermek istediğiniz mesajı zayıflatmaya başlıyor. “Dağ fare doğurdu” duygusuna hizmet ediyor. İletişiminizi boşa çıkarıyor.

Yani ilk kural şu: Büyük mesajın iletişimini yaparken beklentiyi optimumda tut!

2. Bombayı bırak ve çık: Yani “keep it simple!”

Aslında bu madde birinciyle doğrudan ilişkili. Eğer mesajın iletişiminde dozu kaçırırsanız bir süre sonra stres yüklenmeye başlıyorsunuz.

“Ortalık karışacak”, “hükümet düşecek”, “erken seçim gelecek” filan derken kendinizden ve mesajınızdan şüphe duyar hale geliyorsunuz.

Ya öyle olmazsa… Ya beklenen etkiyi yaratmazsa…

Böyle olunca özgüveniniz sarsılıyor ve elinizdeki içeriğe eklemeler yapmaya başlıyorsunuz.

Özgür Bey’in basın toplantısından ilerleyelim: Elinizde güçlü bir belge var. Ve söz konusu “belge” olduğu için aslında hiçbir açıklama gerektirmiyor.

Belgeyi ortaya koyacaksınız, orada adı geçen isimlerin kim olduğunu anlatacaksınız ve bitireceksiniz. Gerisini kamuoyuna bırakacaksınız.

Eğer iddia ettiğiniz gibi elinizdeki bilgi bir “bomba” ise, o zaten kendiliğinden patlayacak.

Özgür Bey’in basın toplantısı 1,5 saate yakın sürdü. Birinci saatin sonuna doğru konuşmada Fatih Keleş’ler, çocuklar, anneler, itirafçılar uçuşmaya başlayınca toplantıyı pür dikkat dinleyen ben bile kayboldum. Bir süreliğine her şey çorba oldu.

Gereksiz her bilgi mesajınızın gücünü azaltmaktan başka bir şeye hizmet etmiyor oysaki… O “ekstra bilgiler” de mesajınızın gücü nedeniyle zaten akılda kalmıyor.

Kriz iletişiminde markalar için de aynı şey geçerli: Tek bir mesajı bütün detaylardan arındırarak anlatmak gerekiyor. En can alıcı noktayı aktaracak ve çekileceksiniz.

Gerisini basın, sosyal medya, ilgili kurumlar, muhataplar yapacak zaten.

3. Doğru peki ama ilginç mi?

Uzun uzun “post-truth” filan anlatmak istemiyorum. Meşhur İngilizce bir söz var, şu aralar çevirisi bizde de yaygın olarak kullanılıyor: “Gerçek ayakkabılarını bağlarken yalan dünyayı üç kez dolaşırmış.”

Bir mesaj yalansa muhtemelen daha abartılı, bu yüzden daha keskin ve daha yıkıcı olacaktır. Bu özellikleri de onu daha ilginç hale getirecek ve daha hızlı yayılacaktır.

Zira hayatın olağan akışına aykırı olan daha fazla dikkati çekecektir.

İşte tam da bu nedenle mesajınızı daha fazla insana iletebilmek için daha ilginç hale getirmeniz gerekiyor.

Bunu yapmak için önce dikkati dağıtacak bilgileri vermekten bir önceki maddede değindiğim üzere kaçınacak, sonra mesajınızın en basit halini çok basit birkaç dokunuşla özüne müdahale etmeden sunacaksınız.

Markalar özelinde nefis bir örnek: Bir Coldplay konserinde CEO’su ve İK Başkanı’nın aldatma skandalıyla gündeme gelen Astronomer şirketinin kriz iletişim stratejisi inanılmaz basit ama etkiliydi. Coldplay grubunun esas oğlanıyla (Chris Martin) bir zamanlar evli olan bir Hollywood yıldızını (Gywenth Paltrow) sözcü seçerek “Astronomer’ın adını öğrendiniz, şimdi de ne işle uğraştığımızı öğrenin” mesajlı bir video yayınlamak.

Özel’in açıklamasına bu türden bir müdahale olamaz tabii ki. Ama Özel’in bahsettiği mektubu arkadaki bir ekrandan görebilirdik. (Özgür Bey okurken bazen mektubun sahibinin kötü cümleleri yüzünden içerikler karışık hale geldi, bunun da önüne geçilmiş olurdu.) Söz konusu isimlerin görselleriyle içerik ve muhatap ilişkisi güçlendirilebilirdi. Vesaire…

4. Gündemi değiştirme, değişmesine izin verme

Bu türden toplantıların tek bir konusu ve gündemi olmak zorunda. İçeriğin tüm soruları karşıladığına ikna olduysanız toplantıyı takip edenlerden soru bile almayabilirsiniz.

Vermek istediğiniz mesajın dışında kalan her tür konuya dair açıklama mesajınızın gücünü zayıflatacaktır.

Özgür Bey’e Aydın Belediye Başkanı’nın istifası soruldu mesela. O da ne yapsın, o esnada cevap verdi.

Böyle olunca “son dakika” haberlerinde asıl mesajla birlikte bu açıklamalar da haberleştirildi.

Oysa siz öncesinde “yer yerinden oynayacak” dediğiniz bir içeriği paylaşıyorsunuz.

Bunun dışında her şey o an için önemsiz olmalı.

Siz gündemi aynı noktada tutmazsanız, gündemin sizin mesajınız haline gelmesini istemeyenler zaten tutmayacaklar. Buna fırsat vermemelisiniz.

* * *

Dediğim gibi tüm bunlara rağmen Özgür Özel’in açıklamaları gündeme damgasını vurdu. Çünkü içerik çok güçlüydü, ortada bir belge vardı. Lakin her zaman böyle olmaz.

Ayrıca markaların kriz iletişiminde bunun olması çok daha zayıf bir ihtimal.

Kriz iletişiminin içinde bulunduğumuz çağda tüm kurumların ve markaların en çok ihtiyaç duyacağı iletişim stratejileri arasında başı çekeceğine inanıyorum.

Her lafın bir yere çekildiği, her sözün bedelinin çok ağır ödendiği bir dönemden geçiyoruz.

Krizler kaçınılmaz. Nasıl ki, CHP 19 Mart sonrası aylar süren bir krizi yaşıyor ve sürekli kriz iletişimi yapmak zorunda kalıyorsa başka kurumlar ve markaların da bu konuda kaslarını güçlü tutmaları, gerekli hazırlıkları krizler kapıyı çalmadan yapması gerekiyor.

Bizim gibi “doğaçlama” yaşamayı seven kültürlerde bu çok zor biliyorum. Bu kültüre bir de “her şeyi ben bilirim” diyen yönetici profilleri eklenince kriz iletişimine üzerine kafa yorulacak, destek alınacak bir alan olarak bakmak zorlaşıyor. (Allah’ı var, Özgür Bey böyle bir profil çizmiyor ama bu onun da kriz iletişimi konusunda profesyonel desteğe ihtiyacı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.)  

Sonuç ise bir krizle birlikte milyonlarca lira ve daha kötüsü itibarını yitiren markaların/şirketlerin hüsranla “Biz nerede yanlış yaptık” hezeyanı oluyor.

Bu yazıda siyasal bir kriz iletişimi örneğinden yola çıkarak hem marka iletişimi hem de siyasal iletişim alanında ortaklaşan noktalara değinmek istedim.

Niyetim kriz iletişimi başlığında birkaç yazı daha yazarak bu konuyu devam ettirmek. Zira bu konuda işler ziyadesiyle “kulaktan dolma” ilerliyor.

Belki bu alana bir miktar katkıda bulunmuş oluruz.

                                                      /././

Vatandaşın kimlik bilgileri -Mine Söğüt-

Vatandaşın asıl kimliği huyudur çünkü katlanabildikleri ve katlanamadıkları huyunda kayıtlıdır. Tercihleridir. Sevdikleri ve sevmedikleridir. Değer verdikleridir. Ve değersiz gördükleridir

Vatandaşın kimlik bilgileri

Vatandaşın iki farklı kimlik bilgisi vardır.

Biri sistemde kayıtlı olandır. Vatandaşın nerde ne zaman doğduğunu, kimin soyundan geldiğini ve hangi ülkenin vatandaşı olduğunu kayda geçirir. Ve sadece kendisine ait olan bir kimlik numarasıyla bu bilgiler biricikleştirilir.

O biricikleştirilmiş bilgilere bilgisayar sisteminden ulaşmak mümkündür. Haliyle hepsi kopyalanabilir ve satılabilir. Hırsızlar işte bu kimlik bilgilerine dadanırlar. Ve bu kimlik bilgilerini sahtecilikte ve dolandırıcılıkta kullanırlar.

Böylece vatandaşın biricikliğine zeval gelir. Suçlular, haksız kazanç peşinde olanlar, polislerden kaçanlar, kendisine sahte kimliklerle başka başka hayatlar kuranlar kopyalanmış ve çoğaltılmış kimliklerle, gücünü düzen ve kontrolden alan sistemin içinde kontrolsüzce ve serseri bir biçimde cirit atarlar.

* * *

Aynı vatandaşın bir de sisteme kayıtlı olmayan, hiçbir yerde yazılı olarak durmayan, çoğu zaman adı bile konulmayan, üzerinde hiç durulmayan, değeri hakkında fikir sahibi olunmayan, çalınmasından, kopyalanmasından ve başkasına satılmasından korkulmayan, asla ve asla biricik olmayan, doğal olarak sayısız benzeri hatta birebir tekrarı bulunan ikinci bir kimliği daha vardır.

Soyundan sopundan, ırkından yaşından, ülkesinden memleketinden bağımsız har vurup harman savurduğu huyu.

Ne vatandaş ne de devlet o ikinci kimliği oluşturan huya, ilkine biçtiği gibi bir değer biçer.  Vatandaş da devlet de huyla kemikleşen o ikincil kimlikle ilgilenmez, bırakın çalınıp çırpılmasını suistimal edilmesini bile umursamaz.

Oysa dünyayı döndüren, iyinin ve kötünün ne olduğunu belirleyen, insanlığın kaderini çizen, sisteme kayıtlı biricik kimliğinden çok ama çok daha kıymetli olan ve insanın “aslen” kim olduğunu belirleyen şey huyudur.

Vatandaşın aslen kim olduğunu huyu ele verir.

Vatandaşın asıl kimliği huyudur çünkü katlanabildikleri ve katlanamadıkları huyunda kayıtlıdır. Tercihleridir. Sevdikleri ve sevmedikleridir. Değer verdikleridir. Ve değersiz gördükleridir. Öncelikleridir ve incelikleridir. Aynı zamanda öteledikleri ve inceliksizlikleridir.

Bireyden aileye, aileden devlete, devletten sisteme olanları ve olacakları belirleyen en önemli etkenler vatandaşın bu kimliğinde yani huyunda kodludur.

Eğer vatandaşın adalet duygusu gelişmemişse, adaletsizlik karşısında isyan refleksi zayıfsa vatandaş kolayca korkutulup sindirilebiliyor, sadece karnını doyuracağı ve başını belaya sokmayacağı bir hayata sığınabileceği kadar kazanımla yetinmeyi kar sayıyorsa, bu kadarcık bir kazanım için bile gözünün önünde olup biten hırsızlıklara sessiz kalıyor, haksızlıklara göz yumuyor, hukuksuzluklara boyun eğiyorsa…

Hele hele karşısına çıkan ilk fırsatta onu ezen ya da sömüren efendisine dönüşmeyi kendinde hak görüp sıkıştığı yerden kurtulmanın tek çaresinin celladına benzemek olduğuna ikna oluyorsa…

Bu durumun ona yüklediği kimlikle yaşar. Ve devletin kayıt altına almadığı, hırsızların dönüp bakmadığı, kimselerin alıp satmadığı bu asıl kimliğiyle uygarlığına imza atar.

Şimdi hep birlikte düşünelim.

Bizi yönetmesini istediklerimiz kimler? Doğdukları şehirlerden, kasabalardan, semtlerden, zamanlardan, cinsiyetlerden bağısız olarak gerçek kimlikleri ne?

Onlar nasıl insanlar?

Biz kimlere oy veriyoruz, bizi yönetsinler diye kimleri o koltuklara seçiyoruz?

Şuralı ya da buralı olmaları, dinleri ya da mezhepleri, cinsiyetleri veya milliyetleri dürüst ya da dolandırıcı olmalarından, sağduyulu ya da kurnaz olmalarından, hırslarından ya da heveslerinden, iyi ya da kötü niyetli olmalarından neden daha önemli bizim için?

Ve bir soru daha;

Asıl biz kimiz acaba?                         /././

YAŞ’ta bir terfi edememe öyküsü ve Mersin’de vali-emniyet müdürü gerginliği -Tolga Şardan-

TSK mensubu bir albay, bir süre önce Irak’ın başkenti Bağdat’a geçici kadroyla görevlendirildi. Görevi NATO askeri danışmanlığıydı. Tüm hazırlıklar tamamlanmak üzereyken albay, YAŞ çalışmalarının gerçekleştiği hafta, cuma akşamı karargâhtan yeni bir telefon daha aldı. Kadrosuzluk nedeniyle YAŞ kararıyla TSK’dan emekli edildiği bildirildi!

YAŞ’ta bir terfi edememe öyküsü ve Mersin’de vali-emniyet müdürü gerginliği

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) en önemli kurumsal yapısı Yüksek Askeri Şur’a’nın (YAŞ) 2025 yılı çalışmaları geçen hafta tamamlandı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlığında toplanan kurul, TSK’nın önümüzdeki yıl için yol haritasını belirledi.

YAŞ çalışmalarında hemen her yıl birbirinden ilginç emeklilik/terfi/atama süreçleri yürür. Senelerdir böyledir. Bu sene de tıpkı geçmiş yıllarda yaşanan örneklerin benzerleri yavaş yavaş gün ışığına çıkıyor.

Askeri çevrelere göre, emekliliği beklenmeyen mevcut Genelkurmay Başkanı Orgeneral Metin Gürak bile emekliliğe sevk edildikten sonra, farklı bir sonuç beklenmemesi gerekiyor.

YAŞ’ın 2025 yılı çalışmalarında yaşanan ilginç ve ilginç olduğu kadar da TSK’nın durumunu ortaya koyan bir fotoğrafı aktaracağım.

Peşinen söyleyeyim, yaşananların muhatabı olan emekli TSK mensubunu tanımıyorum. Ancak ismi, görevi hatta konumu hakkında bilgi sahibiyim. Bu sebeple, kendisinin izni olmadığından adını yazmayacağım.

Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere sürecin tarafları söz konusu TSK mensubunun kimliğini gayet iyi biliyorlar elbette. Ancak yine de ismi ben açıklamamayı tercih ettim.

İzninizle söz konusu personelin adını Albay X. olarak kodlayayım. Konuyu açıklamayı kolaylaştıracağı kanaatindeyim.

Askeri çevrelerden edindiğim bilgilere göre; yaşanan sürecin içinde yer alan TSK mensubu Kara Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde, piyade sınıfında, albay rütbesinde görev yapıyordu.

Albay X., bir süre önce Irak’ın başkenti Bağdat’a geçici kadroyla görevlendirildi. Görevi NATO askeri danışmanlığıydı.

Görevlendirmeyle birlikte Albay X’e yeni göreviyle ilgili kurs verildi. Aynı zamanda Bağdat’a gidişle ilgili hazırlıklar başlatıldı.

Albay X, geçen Kurban Bayramı sonrasında Bağdat’a gitmek için son hazırlıkları yaparken beklenmedik bir gelişme yaşandı.

Genelkurmay Karargahı’ndan Albay X’e gelen telefonda Bağdat görevinin iptal olduğu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasından çıkan özel kararnameyle Belarus Askeri Ateşesi olarak yeniden görevlendirildiği bildirildi.

Kısa süre içinde yaşanan görev ve görev yeri değişikliği ile farklı gündeme yoğunlaşan Albay X., YAŞ sonrasında takip eden günlerde -muhtemelen ağustos bitmeden- Belarus görevine başlamak için karargâhtan talimat bekledi.

Emir bekleyişi devam ederken, uygulama gereğince Belarus görevine uyum sağlaması amacıyla üç haftalık özel eğitime katıldı. Aynı günlerde Albay X.’in eşi de yurt dışı görevde uyulacak esaslar konusunda kurs aldı.

Albay X ve ailesi için takvim planlamaya göre gitti. Aile için diplomatik pasaportlar ve evrakın hazırlanması devam ederken, Albay X Türkiye’de kalacak eşyalarını babasının yaşadığı kentte depoya yerleştirmek için hazırlık yaptı.

Eşyalar Ankara dışındaki baba evine kargoyla gönderildi. Albay X.’in Belarus’ta takdim edeceği şiltlerin ve hediyelerin satın alınması ve hazırlanmasının yanı sıra gerek Albay X gerekse eşinin, resmi törenlere katılımda giyecekleri kıyafetler temin edildi.

Yetmedi, aynı günlerde ailenin üç çocuğunun Belarus’taki eğitimlerinin sağlanması konusunda iki ülke arasında temaslar devam ederken, Albay X., YAŞ çalışmalarının gerçekleştiği hafta, cuma akşamı karargâhtan yeni bir telefon daha aldı.

Gelen telefon sonrasında duyduklarından dolayı Albay X ve aile adeta şok yaşadı.

Kadrosuzluk nedeniyle YAŞ kararıyla TSK’dan emekli edildiği bildirildi!

Sadece Albay X. ve ailesi değil, dönem arkadaşları da yaşananlar karşısında şaşırıp kaldılar.

Özel eğitim programına geçip, evini dağıtıp, diplomatik işlemlerinin tamamlanmasıyla ailesiyle birlikte yurt dışı göreve gitmeyi bekleyen TSK personelinin başına gelen böyle.

Aktardıklarımdan sonra “hangi gerekçeyle emeklilik geldi” veya “emekli edilen personelin yerine yapılacak görevlendirmedeki tercih sebebi nedir” gibi sorular elbette var.

Ancak sorulara yanıt vermek yerine sessizliğe bürünme, zamanla unutulma/unutturma metodunu kullanmayı yöntem kabul eden Millî Savunma Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı’ndan bir açıklama gelirse, Büyüteç burada.

* * *

Mersin’de vali-emniyet müdürü krizi

Mersin’de sular durulmuyor bir türlü. Kentin kamu üst yöneticileri zaman içinde değişse de kent yönetimindeki sıkıntılar şehrin havasından suyundan mı, yoksa toplumsal profilden mi, bilemiyorum, sonlanmıyor bir türlü.

Kardeşi makaron kaçakçıları ile iş birliği yaptığı iddiasıyla gözaltına alınıp tutuklanan önceki Mersin Emniyet Müdürü Mehmet Arslan’ın görevden alınması halen zihinlerde tazeliğini koruyor. Keza Mersin Cumhuriyet Başsavcısı Tolgahan Öztoprak yakınlarda HSK tarafından görevden alınıp başka kente gönderildi.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın göreve gelmesinden sonra kentin valisi ve emniyet müdürü ikişer kez değişti.

Kentten gelen haberlere göre, mevcut Vali Atilla Toros ile Emniyet Müdürü Kamil Karabörk arasına kara kedi girdi.

İkili arasındaki atmosfer olumsuzluğa doğru hızla gidiyor. Toros ile Karabörk arasındaki soğukluğun sebebi, Toros’un geçtiğimiz günlerde Karabörk’e haber vermeden polis merkezlerini denetlemesi.

Toros’un denetim faaliyetinden daha sonra haberi olan Karabörk, valiyle yaptığı bir telefon konuşması sonucunda soluğu Ankara’da aldı.

Hafta başında başkente gelen Karabörk’ün, Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş’la görüştüğü ve yaşananları aktardığı belirtiliyor.

Karabörk’ün yaş haddinden emekliliği yakın. Yanılmıyorsam kasımda emekli olacak.

Emniyet’te “Mersin’e kim emniyet müdürü olacak?” savaşının şimdiden başladığını söylemek yanlış olmaz.

İçişleri Bakanlığı çatısı altındaki jandarma ve sahil güvenlik birimlerinin terfi/atama ve emeklilik çalışmalarını tamamlanmasına karşın emniyette henüz bir hareket olmaması, teşkilatta kaynamaya neden oluyor bir süredir.

Özellikle Bakan Yerlikaya’nın kamuoyunda tartışmaya neden olan emniyetin yeniden yapılanmasını sağlayacağı yasa değişikliğini TBMM’den geçirmede ısrarcı yaklaşım göstermesi, sürecin kaos aşamasına gelmesinin önünü açtı.

Bu konuda henüz bir somut adım atılmış değil. Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş, sonuç almaya yönelik hareket etmek yerine süreci sadece izliyor. 

* * *

Öztürk halen Gürcistan’da

Bu arada kırmızı bültenle aranan Galip Öztürk’ün Batum’da elini kolunu sallayarak dolaştığına, Türk Emniyeti’nin Gürcistan’dan pek çok firariyi getirtmeyi başarmasına karşın Öztürk’ü yakalatamadığına dikkat çektim.

Aradan sadece üç gün geçmişti ki, Bakan Yerlikaya dün sabah yine Gürcistan’da tam 14 firarinin yakalanıp ülkeye getirildiğini açıkladı.

Baktım, kalabalık ekipte Öztürk yine yok!

* * *

Jandarma tayinlerinde dikkat çeken tablo

Jandarma teşkilatının son atamaları epeyce konuşuldu, ülkenin yoğun gündemi içinde.

Jandarma Genel Komutanlığı, geçen hafta yayımladığı kararnameyle Ankara Jandarma Komutanlığı ile Balıkesir Jandarma Komutanlığı’na atama yaptı.

Daha önce de geniş kapsamlı tayinler gerçekleştiren jandarma yönetimi, Jandarma Genel Komutanlığı Destek Kıt'alar Grup Komutanı Jandarma Kıdemli Albay Murat Özer’i Balıkesir Jandarma Komutanı olarak görevlendirdi.

Hatırlanacağı üzere, bu görevdeki Tümgeneral Nurettin Alkan, bir önceki kararnameyle merkeze alınıp emekliliğe sevk edildi.

Alkan’ın bilhassa 15 Temmuz gecesi FETÖ’cü jandarma subaylarına karşı yürüttüğü çalışmalar biliniyor. Bu sürecin sonrasında Alkan, kıdem ve liyakatine karşın karargâha sokulmadı. En son Balıkesir’de görev yaptı ve emekli edildi.

Balıkesir’e yapılan yeni atamada albay rütbesinde personele görev verilmesi, Alkan’la ilgili yaklaşımın sinyali oldu.

Diğer bir konu ise, jandarma tayinlerinde Aydın’da konuşlu Jandarma Genel Komutan Yardımcılığı’na atama yapılmamasıydı.

Bakanlık kulislerine göre; söz konusu görev, mevcut komutan yardımcısı Korgeneral Aykut Tanrıverdi’nin Ankara’ya getirilmesiyle beraber sonlandırıldı.

İddiaya göre, Aydın’daki görev yeri, mevcut Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Ali Çardakçı’nın hem dönem arkadaşı hem de teşkilat içindeki rakibi Korgeneral Musa Çitil’in Ankara’daki karargâha alınmaması için özel olarak oluşturuldu.

Çitil, bu görevden emekli oldu. Son atamayla Ankara’ya gelen Jandarma Genel Komutan yardımcısı Orgeneral Aykut Tanrıverdi’nin “mola” görevi olarak kullandığı Aydın’da konuşlu genel komutan yardımcılığına atama yapılmadı.

Önceki Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Arif Çetin döneminde karargahtaki etkinliğine başlayan Orgeneral Çardakçı, yakın ekibinden Orgeneral Tanrıverdi’nin Ankara’ya gelmesinden sonra söz konusu göreve atama yaptırmadı.

                                                        /././

Çerçioğlu’nun transferi: Aydın’da Kırmızı Pazartesi -Yalçın Doğan-

Aydın’ın bazı ileri gelenleri ile sohbet ediyorum, aynı noktada buluşuyorlar: “Çerçioğlu’nun AKP’ye geçeceği bir süredir konuşuluyordu, bizim için sürpriz olmadı ama, bunu halka nasıl anlatır, orası ayrı.” Herkes biliyor ancak, kimse kimseye söylemiyor. Aydın’da “Kırmızı Pazartesi!..”    

Çerçioğlu’nun transferi: Aydın’da Kırmızı Pazartesi

“Özlem Hanım'ın Tayyip Bey ile arası o kadar iyidir ki, hatta 15 Temmuz darbe girişimi gecesi Tayyip Bey’i aramış, ‘sizi güvenli bir yerde ağırlayabiliriz, isterseniz size helikopter gönderebiliriz’ demiş.”

23 yıl sonra CHP’den istifa ederek AKP’ye transfer olan Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu ile ilgili şehir efsaneleri yandaş medyada birbiriyle yarışıyor. AKP’ye montaj çabaları!..

“-Erdoğan Özlem Çerçioğlu’nu uzun yıllardır tanır, aralarında samimi bir hukuk vardır.

-Pek çok CHP’li büyükşehir belediye başkanı aleyhinde konuşan Erdoğan Özlem Hanımla ilgili tek bir kötü söz söylememiştir.

-Aydın’a geldiğinde Özlem Hanımı makamında ziyaret etmiş, birlikte poz vermişlerdir.

-Döviz yükseldiği zaman Erdoğan’ın ‘dolarınız varsa, bozdurun’ kampanyasında Özlem Hanım dövizlerini hemen bozdurmuştur.

-Özlem Hanım AKP’ye yakın bazı kurumlara maddi yardımda bulunmuştur”.

Benzer güzellemeleri sıralayan siyasal iletişimci Veysel Karahan Yeni Şafak’ta ekliyor:

“Çerçioğlu’nun AKP’ye geçmesini gayet doğal karşılıyorum.”

ANAP’lı eski bir Aydın milletvekili:

“Özlem Hanım hiçbir zaman sosyal demokrat olmadı ki!..*

Dosyalar ve dosyalar

Yandaşlar bir başka ek daha yapıyor:

“Çerçioğlu’nun uzun yıllardır yargılandığı birkaç dosya var ama, on yıldır karara bağlanmamış. Yargıdan korksa, daha önce geçerdi, neden o zaman geçmedi ki?..”

Özgür Özel’in ve CHP’lilerin ağırlıkla üzerinde durduğu konu da bu zaten.

Çerçioğlu hakkında 2015 yılından bu yana “görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırmak” suçlarından yirmiye yakın dava var.

Özgür Özel’in üslubuyla, “ya içeri atıl ya bize katıl’ diyerek, AKP’liler Çerçioğlu’nu bu dosyalarla tehdit ediyor, o da “katılıyor!..”

Bizim siyasi tarihimize çok yabancı, hiç görülmeyen yeni bir transfer yöntemi.

“Yargıdan korksa”

Yandaşlardan birinin söylediği, “yargıdan korksa, daha önce geçerdi” sözü aslında bugünkü düzenin ana başlığı, CHP’ye dönük yargı operasyonlarının temel noktalarından biri.

Bulunduğun görevde yasaya aykırı iddialardan dolayı başına dert açılması hayli güç.

Ne zaman?..

AKP’li isen ya da sıkışınca AKP’ye geçersen!..

İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan, bazı büyükşehir belediye başkanları ile ilçe belediye başkanlarına, CHP’li belediyelerde çalışan görevlilere uzanan tutuklamalar bunun açık göstergesi.

Bazı AKP’li belediyelerle ilgili ortada iddialar dolaşıyor ama, tek bir AKP’li belediye başkanının kılına dokunulmuyor.

“Cumhurbaşkanımın himayesinde”

Çerçioğlu dün AKP’ye geçiş töreninde:

“Hakkımda iddialar varsa, buyursun açıklasınlar, yargılanmaktan korkmadım, alnım ak, başım dik.”

Sonra ekliyor:

“Benim derdim ülkeme ve Aydın’a hizmet etmek, bundan sonra sizlerle ve Sayın Cumhurbaşkanımın himayesinde hizmet etmeye devam edeceğim.”

Nasıl hizmet edecekmiş?..

“Sayın Cumhurbaşkanımın himayesinde!..”

Buna hiç kuşku yok!..

Topuğu kırık ayakkabı

Çoğunluğu CHP’nin elinde bulunan Aydın Büyükşehir Belediye Meclisi ile nasıl çalışır, kısa sürede belli olur.

Ya halk nasıl karşılar?..

Dün Aydın Büyükşehir Belediye Başkanlığı binasının önüne konulan “topuğu kırık bir ayakkabı” modeli, Çerçioğlu’nun Aydın’da nasıl karşılanacağını sembolize ediyor.

Aydın'da bir vatandaşın belediye binası önüne bıraktığı topuğu kırık ayakkabı

Ama, asıl olay, “alnım ak, başım dik” dediği dava dosyaları. O dosyalarla ilgili mahkemelerde verilecek kararlar.

23 yıl CHP’de milletvekilliği ve belediye başkanlığı sonrasında en amansız rakibine transfer olmak acaba nasıl bir duygu?..

Yakın çevresi bir yana, insanın iç dünyası böyle bir tercihe isyan etmez mi?..

Son iki aydır kendisini bu transfere hazırlıyor olabilir.

Aydın’ın bazı ileri gelenleri ile sohbet ediyorum dün, onlar aynı noktada buluşuyor:

“Çerçioğlu’nun AKP’ye geçeceği bir süredir konuşuluyordu, bizim için sürpriz olmadı ama, bunu halka nasıl anlatır, orası ayrı.”

Herkes biliyor ancak, kimse kimseye söylemiyor.

Aydın’da “Kırmızı Pazartesi!..”

                                                                /././  

 

Hukuk düzeninde geldiğimiz nokta -Sami Selçuk-

“TARTIŞMA” aşaması, gerçeğin gölgesine bile değil, temel ilkelerinden bütünüyle kopmuş, yerlerde sürünen, bir türlü dik durup ayağa kalkamayan içi, içeriği boş bir çuvala dönüşmüştür. Böyle duruşmalar sonucu kurulan hükümler ise, elbette adli yanılgılara açıktır. Unutmayalım ki, her şey karşıtıyla varlık kazanır. Sözgelimi, iddia varsa, elbette savunma da vardır

Hukuk düzeninde geldiğimiz nokta

Savoyard ressamı Giacomo (Jacques) Berger tarafından 1815’te yapılan “Astrea’nın Zaferi” adlı fresk, Caserta Kraliyet Sarayı


Daha önce de yazmıştım.

Geliniz bir kez daha tarihe bakalım ve bilgilerimizi yineleyelim.

Bilindiği üzere, tarihte insanları dehşete düşüren iki şiddet olayı sürekli dile getirilmiştir.

Bunlardan birincisi, tarihin hiç bağışlamadığı kaba şiddetin en tiksindirici, en iğrenç, en çok lanetlenmiş örneklerinden biridir. Çünkü bu şiddetin içinde iktidara göz dikme ve kin vardır: Hz. Hüseyin’in öldürülmesi.

Bu yüzden muharrem ayı, Müslümanlar için hicrî takvimi ve orucu başlatarak açların çektikleri acıları, yoksunlukları simgeleyen ve de Emevi diktasına direnen Hz. Muhammet’in torunu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ'da şehit edildiği aydır.

On dört yüzyıldan bu yana her yıl, anımsanan ve yası tutulan bu olayı İslam dünyası hiç unutmamıştır.

Unutamaz da.

Çünkü bu olay, sıradan bir şiddet olayı değildir. Haşim ve Umeyye (Emevi) aileleri arasındaki iktidar yarışının, Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye ile Hz. Ali, Hz. Ali’nin oğulları ile Muaviye’nin oğlu Yezid’in savaşlarının sonucudur. Hileli Sıffin Savaşında Yezid, önce Hz. Hasan’ı zehirlemiş; daha sonra da egemenliğini reddeden ve susuz kalan Hz. Hüseyin’i, aralarında bebeklerin de bulunduğu 72 kişiyle birlikte 10 Muharrem 61 (10.10.680) tarihinde öldürtmüştür. Katil Yezid’in komutanlarından Şimr de, Hz. Hüseyin’in kesik başını bir tepsi içinde Şam’daki sarayında Yezid’e sunmuş ve bu kesik baş, Şam sokaklarında gün boyu dolaştırılmıştır.

İslam tarihi ise, elbette bu olayı ne unutabilmiş, ne de bağışlayabilmiştir. Bu yüzden Hz. Hüseyin’in kuşatıldığı ve öldürüldüğü tarihler arasında yas tutulur, sevabı ve günahı olmayan, sadece ağıt sayılan Muharrem orucu tutulur, asla kurban kesilmez, et yenmez, canlılara hiç eziyet edilmez, hiç kimse incitilmez, dedikodu bile yapılmaz, yapılamaz.

O günlerde şiddetin her türlüsünün reddi anlamında hiçbir hayvansal ürün içermeyen bir tatlı yapılır ve dağıtılır, o kadar: Aşure.

Tarihin hiç bağışlamadığı ikinci olay ise, kanımca 26.4.1937 tarihinde İspanya’nın Bask bölgesinde on bin kadar insanın yaşadığı Guernica kentinin Franco yanlısı Faşist Almanya’nın uçaklarıyla ve bombalarıyla üç saat içinde yok edilmesidir. Bilindiği üzere bu olayın anlamını Picasso (1881-1972), Cumhuriyetçi İspanya hükümetinin isteği üzerine, bir hafta geçmeden ünlü Guernica resmiyle bütün dünyaya duyurmuş, bu resim, önce Paris’te dünya fuarında sergilenmiş; daha sonra da bütün savaş suçlularını canlandıran bir simge olmuştur. Pablo Picasso’nun sözleriyle “Gerçeği anlamamıza yarayan büyük yalan” diye adlandırılan sanat, dolayısıyla bu tablo, Paris’in işgali sırasında bir Alman Gestapo subayının “Bu resmi sen mi yaptın?” diye sorması üzerine Picasso’nun çok anlamlı ve de çok düşündürücü yanıtı, iletisi ile birlikte tarihe kazınmıştır: “Hayır, sizler yaptınız.”

Bu noktada da kalmamıştır Guernica. Aynı yıl David Alfaro Siqueiros’ça (1896-1974) yapılan “Bir Çığlığın Yankısı” resmiyle bir bakıma iletisini ve işlevini sürdürmüştür (Berger, John, [Salman, Yurdanur / Sökmen, Müge Gürsoy], Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, İstanbul, 2022, s. 178-185).

Guernica, Pablo Picasso (1937)

Ben bir hukukçuyum.

Benim açımdan ülkemizde yaşanan ve hepimizin hukuk açısından alınyazısını kökten değiştiren en yıkıcı olay ise, 2017 tarihli halk oylamasıdır.

Çünkü Türk demokrasi tarihi, bu en yanlış, en üzücü ve de en utandırıcı, üstelik de görünüşte hukuka uygun, ancak gerçekte kesinlikle hukuk dışı kararla toplumumuzun ve demokratik anlayışımızın yaşadığı bir şiddettir. Çünkü yaşanan bu olayla birlikte Türk demokrasisi olağan evriminden, hukuksal yörüngesinden çıkmış; sonu belirsiz bir karanlık döneme girmiştir. 

Evet. Siyaset ve savaş tarihinde Hz. Hüseyin’in, çocuklarının, yandaşlarının öldürülmesi, Guernica’nın bombalanması ne ise, 2017 oylaması da, hukuk kılıfı içinde o denli ağır, hukuku yıkıp yok eden, bağışlanamaz nitelikte yanlış yorum ve uygulamanın hukuka bir saldırısı, bir hukuk yanılgısı, yenilgisidir. Ancak geçersizdir. Çünkü bu oylamanın Yüksek Seçim Kurulunca meşru ilan edildiği gün, İtalyan Tarihçisi ve düşünürü Giuseppe Ferrari’nin (1811-1876), “Sitenin / devletin görünmeyen barış meleği” dediği ve iktidarları ayakta tutan “MEŞRULUK” değeri ne yazık ki o gün yerle bir edilmiştir (Ayrıntılı bilgi için bkz: Selçuk, Sami, Hukuk Dünyasında Doğmayan Halk Oylaması, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2018. Ayrıca bkz. Selçuk, Sami, 16 Nisan 2017 Halk Oylamasına İlişkin Bilimsel Görüş, CHP Bilim, Yönetim, Kültür Platformu Başkanlığı, Ankara, 2017. Bu ikinci yapıt, Türkçenin yanı sıra CHP tarafından Almanca, Fransızca ve İngilizce dillerine de çevrilerek ayrıca bastırılmıştır).

Hem de üstelik ülkenin bağımsız ve yansız olduklarına inanılan yargıçları eliyle!?

Gelelim bugünlere ve hukuka.

Yirmi dört yıl önce yayımlanan bir kitabıma yazdığım 15 Ocak 2001 tarihli “önsöz”de bütün okurların, hukukçuların, yargıçların, savcıların, avukatların dikkatlerini bazı noktaların üzerine çekmek istemiş ve aşağıdaki noktaları dile getirmiştim: “Hukuk, hukukçunun hem Mevlâ’sı, hem de başının belâsıdır. Hele bir de karar veren biri, sözgelimi yargıçsanız, o sizi durmadan izler, yatağınıza kadar sokulur ve uykunuzdan eder.”

Karşılaştırmalı hukuk çalışması yapanların derdi ise, daha da büyüktür. Zira “hukuk ile ilgili her araştırma, insanı çoğaltır, çoğalttıkça da coşturur. Önce mutlusunuzdur. Ancak uygulamaya eğilince o coşkulu mutluluk, yerini çoğu kez karamsarlığa, hatta umutsuzluğa bırakır.

“Bu yüzden en az kırk (şimdilerde altmış yedi) yıl ‘hukuk öğretisi ve uygulaması’yla iç içe yaşamış birinin elbette diyeceği çok şey vardır.”

“Topluma ve gelecek kuşaklara karşı duyduğu sorumluluğun gereğidir, bu.”

“Bu konuda ben kendimi hiçbir zaman asla hiç gizlemedim.”

“Daha önce de yazdım ve söyledim. Yanlışlıklar, kıdem kazanınca doğruya dönüşmez. Olsa olsa katılaşıp müzminleşir.”

“Sözgelimi, Türk hukuk uygulaması açısından dilimizin ucuna geliveren şu temel sorulara yanıt vermek hiç de kolay değildir: Neden bizim ülkemizde yargılama evresinin yanlış sözcükle duruşma, Batı hukukundaki adı ve doğru terimle “TARTIŞMA” (débat, discussion, dibattito, discussione) aşaması, hukuksal yörüngesinden saparak karşılıklı durmaya ve bir tutanak fetişizmine dönüşmüştür!?”

Evet, neden Sayın Türk hukukçuları, evet, neden?

“Suç hukukunda suç, failin eylemiyle başlar, işlenir ve biter. Kural budur. Oysa Türk yargılamasına göre, sözgelimi, bir zamanlar karşılıksız çek keşidesi suçu, hamilin (mağdurun) davranışıyla bitmekteydi. Bu yüzden, suçun bittiği an ile işlendiği yeri, dolayısıyla bunlara bağlı olarak birçok sorunu, bu arada yetkili mahkeme konusu da yanlış belirlenmişti. Ancak bununla da kalınmamıştı. Benzer konularda dünya ile inatlaşmayı bugün de sürdürmekteyiz. Peki, öyleyse hangi kavram(lar)ı neden yanlış algıladık? ‘Kasıt’ (yönelim) gibi teknik bir hukuk kavramını, niçin çoğu kez amaç, güdü, niyet ile karıştırıyoruz, bunları yazarken bile, kast diyerek yanlış söylüyor, Türk Ceza Yasası’nda, dilbilgisinin ağız ağzı, burun burnu vb. gibi ayrıklı “hecede ses düşmesi” kuralını (Gencan, Tahir Nejat, Dilbilgisi, Ankara, 1971, s. 38) bile çiğneyerek ‘kasıt’ yerine ‘kast’ (m. 21) diye yazıyoruz?” (Selçuk, Sami, Doğru Dil İle Türk Ceza Yasası, Genel Hükümler, Ankara, 2023, s.125-129).

“Varlığı saçma, ancak o dönemde suç olarak düzenlenen ‘kızlık bozma’ suçunun (1926 tarih ve 765 sayılı T. Ceza Yasası, m. 423) maddi konusunu niçin insan yerine ‘zar’a indirgeyerek, evlenmeden önce cinsel ilişkide bulunmamış, kısaca dokunulmamış olmayı koruyacak yerde, bir zar parçası üzerinde yoğunlaşarak, ilişki sonucu bu zar bozulmamışsa, güldürü yapıtlarına konu olacak biçimde, suçun işlenmesi için çocuğun doğal yoldan doğumunu ve doğan çocuğun zarı yırtmasını beklemişiz? Böylece sezaryen yoluyla doğum yapılmak zorunda kalındığında mağdureleri korumasız bırakmış, asıl suçluyu da kurtarmışız?”

“Peki neden?”

“Sokrates davasının yargıçları bile, önlerine gelen sorunları 24 yüzyıl önce bugünün batılı yargıçları gibi oyladıkları halde, neden bizler hâlâ başka türlü, daha doğrusu yanlış yapıyoruz bu oylamaları?” (Ayrıca bkz. Selçuk, Sami, Suç Yargılama Sürecinde Duruşma ve Görüşme / Oylama, 2024).

“Neyi iyi algılamadık da, temyiz yolu, dünyada örneği görülmemiş bir biçimde başkalaşıma uğramış? Üstelik Avrupa İnsan Hakları Komisyonunun 1997 Şubatındaki kararına karşın bu durumu sürdürmekte niçin direniyoruz?” (Selçuk, Sami, Suç Hukuku Dogmatiği ve / ya Grameri, V. Kitap, Suç Yargılama Süreci Hukuku, Ankara, 2022, s. 641-695)

“Batı hukukuyla karşılaştırıldığında, neden Türk hukuku katılaşmaya / ankiloza uğramış, niçin patinaj yapıyor, aldığımız batılı yasalara karşın, neden hukuk uygulamamız, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına kolaylıkla uyarlanamıyor?”

“Çoğu maddi olayların sübutuyla ilgili ve yanlış örnek olan komprime / hazır içtihatların gevşetici rahatlığıyla, zamanı yiyip tüketen tekdüzeliğin onarılamaz savurganlığıyla, yer yer birbirlerini çürüten asimetrik olay içtihatlarıyla yaşanan kısa devreler, hukukumuzun sık sık sürçtüğünü çarpıcı biçimde bizlere göstermiyor mu?”

Neden bunun ayrımında değiliz?

“Sokaktaki insan ve biz hukukçular, her gün yargılamadan ve hukukun eylemli bir yansıması olup üzerinde bir sinek lekesi bile bulunmaması gereken mahkemelerimizden, adaletten, neredeyse yüzyıllardır niçin yakınıp durmaktayız?”

“Çoğunluk kuralı, uyuşmazlığı sona erdiren bir çare, daha doğrusu çaresizliğin çaresi iken, çoğunluğun kararını neden gerçeğin dokunulamaz dili sanmışız?”

“Neden uygitsinci olmayı olağanlaştırmışız? Neden eski görüşleri gözden geçirmeyi âdeta bir namus sorunu yapmaktayız?”

“‘Öğreti başka ve uygulama başka’ saplantısı ve yelpazesiyle, bilimden ve kendimizden kaçıp avunurken, hukukun yanlış yöne ve kimileyin boşa dönen dişlileri, yaklaşık yüz yıldır yapılan onca incelemeye karşın, Karamanlı Kâmi’nin deyişiyle ‘Gülü gûş ettiremez, boş yere bülbül inler / Varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler’ havasıyla neden hiç fark edilmemiştir?”

“Aynı ‘önsöz’de bir çırpıda akla gelen bu türden sorulara da aşağıdaki yanıtlar verilmiş:

“Demek, parçalar yerinde değil. Öyleyse geliniz, bütün bunların nedenlerini hep birlikte düşünelim ve araştıralım: Her şeyden önce itiraf edelim ki, hukuk devriminin başlangıcında önemli bir yöntem yanılgısına düşülmüştür. Batıdan dönemin en iyi yasaları alınmasına karşın, uygulamacılar, Batı hukukuyla -evet yasalarıyla değil- ilgileri bulunmayan, yabancı dil bilmedikleri için ilgi kuramayan yargıçlardır. Onların ellerinde aslında çoğu yanlışlarla dolu çeviri yasalar dışında yeterli gereçler yoktur. Bu yüzden, Cumhuriyetin başlarında kotarılmış, ancak birçok kavram yanılgılarıyla dolu bulunan içtihatlar, bugünlerde bile etkilerini sürdürmektedir.”

“Buna karşılık 1990 yılından sonra özgürlükçü demokrasiyi benimsemiş ülkelerde, sözgelimi Bulgaristan’da yargıçlar, sınavdan geçmişler, kazananlar görevlerini sürdürmüşlerdir. Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşince, Doğu Almanya’daki yargıçlar emekli edilmişler, isteyenlerin demokratik hukuk öğrenimi gördükten sonra yargıçlığa dönebilecekleri belirtilmiştir.”

Bunların yanı sıra, bir suç (ceza) hukukçusu olarak vurgulamak gerekir ki, kanımızca Türk suç hukuku uygulaması, olumsuz üçlü bir çapraz ateş altındadır.”

“Birincisi, yukarıda değinilen eski içtihatlardır.

“İkincisi, ‘Majno Şerhi’ gibi, Cumhuriyet’in başında ivediyle yapılan çevirilerdir. Çünkü sözgelimi bu şerh, çeviri yanlışlarıyla doludur. Unutulmamalıdır ki, her çeviri aslında yara almış bir kitaptır. Bundan başka, söz konusu kitabı çevirenler, aslında hukukçu değildirler. Dahası hukuka uymayan, üstelik özet bir çeviridir, bu kitap. İşte günümüz İtalya’sında artık adı sanı duyulmayan bu hukukçunun söz konusu kitabı, kaynak yoksunluğu nedeniyle Türk suç hukuku uygulamasının yıllarca odağında yer almıştır. Öyle ki, kitabın yanlış çevrilen bazı paragrafları bile, ülkemizde içtihat haline dönüşmüştür. Üzülerek belirteyim ki, bugün de bu işlevini bir ölçüde sürdürmektedir. Hem de onca uyarılara karşın ve aslı ile karşılaştırılmaksızın.”

“Üçüncüsü, Kanonik hukuka tepki olarak doğan Fransız suç hukuku, Türk hukuk uygulamasını olumsuz biçimde etkilemiştir. Oysa sözgelimi, Fransız suç hukuku ile İtalyan suç hukukunun anlayışları elbette birbirinden önemli ölçüde başkadır. İtalyan hukukuna dayanan suç hukukumuz, Fransız kapısından girilerek yorumlanmış ve uygulanmış; dolayısıyla anlayışların çatışması ve bazı iğretiliklerin yaşanması kaçınılmaz olmuştur. Nitekim hukukumuzda yaşanan yoğunluk düşüklüğünün nedenlerinden biri de, aslında budur.”

“Böylelikle uygulama, ister istemez bu üçlü ve olumsuz ateşin etkisi altında kalmış, yığınakta yapılan yanlışlıklar, bir izdüşüme dönüşmüş, sorunlar yoğunlaşıp yumaklaşmış; kısaca hukuk, çözüm aracı olmaktan çıkmış, büyük ölçüde sorunsallaşmıştır.”

Bunun sonucunda da Atatürk’ün, ‘Cumhuriyetin yaptırımı olacak bu büyük kurumun açılışında duyduğum mutluluğu, hiçbir girişimde duymadım’ diyerek Ankara Adliye Hukuk Mektebini açarken, ‘ESKİ HUKUKUN KÖKLERİNİ KAZIYARAK YEPYENİ BİR HUKUK YARATMA’ ve ‘İHTİLALİN DE ÖTESİNE GEÇEN ‘DEVRİM (İNKILAB)’ yapma ülküsünü yaşama geçirmek şöyle dursun, karşılaştırmalı hukuk turnusolünün ortaya koyduğu üzere, uygulama ne doğulu, ne batılı olmuş, kanımca deyim yerindeyse, ülkemizde kimliği belirsiz bir hukuk boy vermiştir.

“Evet. Günümüzde Türk hukukunun kimliği belirsizdir. Ne batılıdır, ne de doğuludur?”

Ancak “unutmayalım ki, hukukta yapılan her yanlışlık, patlamaya hazır birer kraterdir.”

Bu nedenlerle karşılaştırmalı hukukta ve başka bilim dallarında vb. özgün ve akılcı arayış yöntemiyle (metot) araştırma yapma, yolunda yürüme biçimiyle (cheminement) (Bergel, Jean-Louis, Méthodologie juridique, Paris, 2001, s. 17) de küresel bir ün kazanan büyük Fransız hukukçusu ve düşünürü Marc Ancel’in sık sık anımsatılması gereken şu yargısı, hepimizi çok, ama çok düşündürmeli, hatta çok kaygılandırmalıdır: ‘Zanardelli (kaynak) Yasası, Türk uygulamasında, önemli yozlaşmalara uğramıştır’ (L’intéret et nécessité nouvelle de la recherche pénaliste comparative, Melanges en l’honneur du Doyen Pierre Bouzat, Paris, 1980, s. 10).”

Evet, geliniz, bütün bu görüşlere ilkin kızmaktan vazgeçelim. Sonra da tam tersine, bu çarpıklıkların ve de uyarıların üzerlerinde uzun uzun düşünelim. Aslında kızmaya elbette hakkımız yok. Eleştiriye kızmak, içgüdüseldir, beyinsel ve akılcı değildir, insana yakışmaz. Eleştiri karşısında takınılacak tek tutum, ‘eleştiri doğru mu, değil mi’ diye sormaktır.

“Üstelik bütün bunlar doğruysa, o zaman yapacağımız çok şey var demektir.”

“Önce bizim kuşağın bu hukuk uygulamasını gelecek kuşaklara aktarma hakkına sahip olmadığını düşünerek, Atatürkçü görüş ve ‘ta­bula rasa’ yöntemiyle, karşılaştırmalı hukuka başvurarak, başarılı kazanımlar ayıklanıp korunmalı, yanlışlıklar tez elden düzeltilmelidir.”

“İkincisi, ‘bilim dili, sağlam dildir’ (Condillac). Hukuk dili ise, bir ortak üst dildir. Eğer bir ortak üst dil yok ise, kuşkusuz herkes kendine göre bir hukuk yaratacak demektir. Bu ise, elbette hukuk çokluğu, dahası kargaşa demektir”.

“Öte yandan unutmayalım ki, küresel kavramlar üzerinde sadece yararlanma hakkımız vardır, asla mülkiyet hakkımız yoktur. Olamaz da. Çünkü onları özlerinden koparamayız. Bu nedenle küresellikle bütünleşen ortak hukuk sözlüğümüzü bir an önce kotarmalıyız.”

“Şunu da asla unutmamalıyız. Ana dilinizde ne denli çok sözcük varsa, dil dünyanız da o denli zengindir. Bu açıdan liseyi bitiren bir ABD’li öğrenci 72.000 sözcükle karşılaşmaktadır. Buna karşılık aynı düzeydeki Türk öğrencinin karşılaştığı sözcük sayısı sadece 5.700’dür”.

“Yani ABD’li öğrencinin on ikide biri.”

“Özetle yarış, daha başlamadan bitmiştir.”

Bu açığı kapatmak zorundayız. Kapatamazsak bütün bilimlerde, özellikle de hukuk gibi kültür bilimlerinde çağcıl bilim dünyasına asla giremeyiz.     

“İnsanlık, bir küreselleşme (globalisation, globalization, globalizzazione, globalización) olgusu yaşamaktadır. Küreselleşme yeni bir kavramdır. Sözgelimi, Fransızcaya 1965’te girmiş ve girer girmez de bilgi akışı hızlanmıştır. Türkiye, Avrupa Birliği’ne girme iddiasında olan bir ülkedir. Birliğin uyarılarını beklememeli, önceden davranmalı, Türk hukukuna ‘tasarlayarak’ (taammüden) saldıran bütün engeller aşılmalıdır.”

“‘Bilgi üretme ve tüketme çağında yaşıyoruz’ (Garaudy). Bu üretime kesinlikle katkıda bulunmalıyız. Bulunmalıyız ki, tüketme doğru olsun, sesimiz de bütün dünyada duyulsun.”

“Hukuk devriminin bildirisinin söylemde kalmasını değil, eyleme dönüşmesini; Batı hukukunun kıyısında değil, soluklu odağında, yüreğinde yer almasını ve çağla aynı dalga boyunu yakalamasını; tarihe maruz kalmasını değil, tarih yapmasını ve yazmasını; derin hukukun yürek vuruşlarını karar ve içtihatlarımızın her sözcüğünde duyurmayı; toplumun sağlıksız dokusunu iyileştirmeyi; aylarca, hatta yıllarca süren yargılama yüzünden umudunu mafyaya bağlamış adaleti yenmeyi; zamanın değerleriyle ve ruhuyla denk düşmeyi istiyorsak, her şeyi yeni baştan gözden geçirmek zorundayız.”

“Elbette uzun soluklu ve soylu bir kavgadır, bu.”

Ancak onca yıl sonra geriye dönüp baktığımızda, bu soylu kavganın ortasında yaşamanın zaman zaman üzücü ve kahredici, ancak az da olsa umutlandırıcı odağında yer aldığımı sanmakta, hatta bu yaşta bile yaşamaktayım.

Elbette ben, umudumu hiç yitirmedim. Zira biliyorum ki, “Gerçek, kolay kolay üstün gelmez. Ama zamanla gerçeğe saldıranların soyları tükenir.” (Max Flanck).

Evet, o dönemlerde de şu soruyu sık sık sormuşumdur, kendime: “Acaba yaşanan olgular, Batıdan kopmanın, yönünü yitirmenin, aile içi hastalıklarının yaşandığını mı kanıtlamaktadır?”

Bu sorunun yanıtı, elbette dün de, bugün de “evet”tir.

Bunun temel nedenini de şöyle açıklamıştım o dönemlerde: “Metodik kuşku sürdükçe tartışma ve eleştiri de sürecektir. Oyçokluğuyla tartışma bitseydi, çoğunluk, haklılığın ölçütü olurdu. Oysa her türden ve de özellikle bilimsel etkinlikte ‘çoğunluk haklıdır’ diye bir kural hiçbir zaman olmamıştır. Olamaz da. Nitekim Montaigne’in denemelerinde adı sıkça geçen Romalı taşlama ozanı Decimo Giunio Giovenale’nin (Decimus Junius Juvenalis, MS 55-140) dediği gibi, “Eleştiri, kavgayı bağışlayınca barış güvercini konuk olur. Zira eleştiri, bir görevdir, hak değil.” Üstelik şu ya da bu nedenle görevden kaçmak ise, elbette “yetkiyi saptırma”(abus d’autorité) ya da “yetkiyi kötüyle kullanma”dır.” (TCY, m. 257/1).

Umudumuz gerçekleşti mi?” sorusunun yanıtı ise, elbette dün gibi yine bugün de “ne yazık ki, hayır”dır.

Kısaca bunları görmenin, insan olarak ben, belirlemenin, yaşamanın acısını günümüzde de çekmekteyim.

İşte o anda da, tıpkı Sabahattin Ali gibi: “Beni en güzel günümde / Sebepsiz bir keder alır. Bütün ömrümün beynimde / Acı bir tortusu kalır.

Nitekim de kalmaktadır

Öyleyse, lütfen kendimize gelelim.

Çünkü böyle bir düzen, devlet, bırakınız “hukukun üstünlüğüne dayanan devlet” olmayı, aslında artık sıradan bir “hukuk devleti” bile değildir.

Unutmayınız ki, Anayasa’nn değiştirilmesi yasak maddelerinden biri şudur: “Türkiye Cumhuriyeti (…), demokratik, laik, (ve) sosyal bir hukuk devletidir.” (m. 2).

Ancak araştırınız. Göreceksiniz ki, bu dört nitelikten hiçbiri, hiçbir dönemde yaşama geçirilmiş değildir.

Bu yüzden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, sürekli bu uyarıyı bizlere yapmaktadır. Nitekim insan haklarını çiğnemede sürekli birinciyiz. Neredeyse nüfusu iki katımız olan Rusya’nın iki katını geçmişiz.

Bütün bunlara karşılık en sorumlu kişiler bile, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ne derse desin, tazminatı öder geçeriz” diyerek hukuka meydan okumakta, efelenmektedirler.

Hem de bilinçsizce.

Üstelik sorumlu yandaşlarının ve milletin vekillerinin alkışlarıyla.

Çok acı, çok düşündürücü ve çok da utandırıcıdır, bu durum!?

Staj döneminden başlayan gözlemlerime dayanarak ve Yaşar Kemal’in haber gazeteciliğinin başına gelenlerle, Pablo Neruda’nın “Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini (bile) değiştirmeye yeltenmeyenler” dizelerinde belirtildiği üzere hukukumuz, hukuk uygulamasında bilimden uzaklaşan ve “Her gün aynı yolda ağır ağır yürüyenlerin, öykünmenin kölesi olanların, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenlerin” ellerinde bir oyuna dönüşmüştür.

Bu vesileyle aşağıdaki anımı paylaşmak isterim.

1960 hükümet darbesini, yedek subay öğrencisi ve yedek subay olarak yaşamıştım.

Bu darbebenim için büyük bir ders ve deneyim olmuştur.

Çünkü o gün Harp Okulu’nun kapısında nöbetçiydim.

Düşürülen iktidarın bütün bakanları ve milletvekilleri bu okula getiriliyorlar ve bilinçsizce dövülüyorlardı.  

Gerçekten toplumumuzda yaygın ve kınanası bir alışkanlığa bu darbeyle birlikte tanık olmuştum: Darbeden bir gün önce dışarı çıkmamıza bizlere hakaretler ederek ve de iktidarı savunarak bir dakika dahi izin vermeyenlerin hemen hepsi, darbe olduğu gün ülkeyi kurtaran birer kahraman kesilmiş, düşürülen iktidara sövüyorlardı.

İlk ders, işte buydu: İkiyüzlülüğün sıradanlaşması ve yaygınlaşması.

İkinci ders, darbe öncesi, tir tir titreyenler, darbe sonrası, birer kurtarıcı kesilmişlerdi: Ucuz kahramanlığın sıradanlaşması ve yaygınlaşması.

Üçüncü derse gelince, çok ilginçtir. Zira o dönemde her gün radyolar, “Sanıklar geldiler. Bağlı olmayarak yerlerini aldılar. Açık duruşmaya başlandı” diyerek oturumu açan Başkan Salim Başol’un Yassıada Mahkemesi duruşmalarını veriyordu.

Biz teğmenler, asteğmenler olarak o günlerin birinde Merzifon’dan Amasya’ya gitmiştik.

İlkokul çağı öncesini yaşayan çocuklar, sokakta “mahkemecilik” oynuyor ve Başol’un sözlerini olduğu gibi yineliyorlardı.

Ancak bir terimi yanlış anladıklarından “sanıklar” yerine “sandıklar” diyorlardı.

Evet, görevdeki yargıçlar ile çocuk yargıçlar arasındaki tek başkalık, dikkatinizi çekmek isterim, işte bu “sanıklar” terimi yerine “sandıklar” sözcüğüydü.

Zira öbür sözcükler tıpa tıp aynıydı ve bu durum, sanırım hepimiz, özellikle hukukçular için çok düşündürücüydü ve üçüncü ders de şuydu: Öykünme sonucu yargılama etkinliğinde duruşma aşamasının sıradanlaşması.

Türk uygulamasında günümüzde bile aynı alışkanlık, öncekilere öykünme, ne yazık ve acıdır ki, bütün boyutlarıyla sürmektedir.

Bu yüzden ülkemizde, yineleme pahasına belirtmek gerekir ki, yanlış terimle duruşma, doğru terimle “TARTIŞMA” aşaması, gerçeğin gölgesine bile değil, temel ilkelerinden bütünüyle kopmuş, yerlerde sürünen, bir türlü dik durup ayağa kalkamayan içi, içeriği boş bir çuvala dönüşmüştür.

Böyle duruşmalar sonucu kurulan hükümler ise, elbette adli yanılgılara açıktır.

Unutmayalım ki, her şey karşıtıyla varlık kazanır. Sözgelimi, iddia varsa, elbette savunma da vardır.

Özetle bırakın entelektüel atmosfer içinde entelektüel katkıyı, ülkemizde yargılama etkinliği, zaman zaman ahlaka bile aykırı duruşma anlayışıyla, bu anlayışın ürünü hukuk, hatta ahlak dışı girişimlerle örselenmiş, bizzat hukukçuların çarpık girişimleriyle kaynakları ve varlığı kirletilmiş, bu nedenlerle de kanımca meşruluğu tartışılır duruma gelmiştir.  

Bunu en çarpıcı ve sık sık yaşanan örneklerinden biri, sık sık belirtildiği üzere, sözgelimi, gerçek olaylara dayanmayan duruşma yargıçlarına yönelik ret istekleridir.

Bu türden olağan dışı, ayrıksı durumlar, ülkemizde her zaman umur-ı âdiyeden sayılmış, hukuksal ve ahlaksal açılardan üzerlerinde hiç durulmamıştır.

Gerçekten eğer böyle bir istek, sırf davayı uzatmak için yapılıyor, yalanlara dayanıyorsa, her şeyden önce mesleğini hukuk içinde ve Yasa’nın deyişiyle “HUKUKA UYGUN” olarak yürüteceğine ilişkin şerefi üzerine ant içmiş bir avukata bu tutum, elbette hiçbir zaman yakışmaz, yakışmayacaktır da. Çünkü ahlaka aykırı, yalana dayanan bir iftiradır bu; dolayısıyla kesinlikle kovuşturulması gereken bir suçtur (TCY, m. 257).   

Ancak ilgili kuruluşlardan, özellikle de barolardan, Barolar Birliği’nden bildiğimizce bu konuda bugüne değin hiç ses çıkmamıştır, çıkmamaktadır.

İşte yaşanan bu gerçekler, bu düş kırıklıkları, kıdemli bir hukukçu olarak beni sürekli düşündürmüş ve çok sarsıp, çok da üzmüştür.

Ve kendime hep şu soruyu sormuşumdur: Acaba bunun nedeni, Arapça “şeref” sözcüğünün, özünde bir ahlak terimi olan bu sözcüğün şiir dili güzel Türkçemizde hiçbir zaman var olmaması mıdır? 

Doğrusu bilemiyorum. Ancak sizleri de, özellikle Türk hukukçularını da bu konuda, 10 Temmuzda kutladığımız dünya hukuk gününde öncekilere öykünmeyi bırakıp, bilimsel olarak düşünmeye çağırıyorum.

Bir başka anlatımla, yukarıda değinildiği gibi, insanlarımızı Pablo Neruda’nın “Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini (bile) değiştirmeye yeltenmeyenler”e özenmeyi, onlara öykünmeyi bırakmaya, dolayısıyla öncekilerin öykünmecisi, taklitçisi (mukallit) olmamaya, sorun çözerken bildiklerinden kuşkulanıp birer düşünür (mütefekkir) olmaya çağırıyorum. Dolayısıyla bilgisinden kuşkulanarak bilimsel düşünmeyi, bir kez daha herkese, özellikle de hukukçulara, yargıçlara, savcılara, avukatlara anımsatmayı, hem bir görev, hem de bir ödev biliyorum.

Yaşadığım bir başka düş kırıklığı da, üniversite çıkışlı insanlarımızda bile “demokrasi bilinci”nin eksikliğidir.

Bu eksikliği, çağcıl demokrasiye ağırlık veren 1999 / 2000 yargılama (adli) yılı açış konuşmasından sonra çok somut ve çarpıcı biçimde yaşamıştım.

Gerçekten uygar dünya, “gün ışığında demokrasi”ye (démocratie à ciel ouvert, open-air democracy) doğru koşarken, ülkemiz insanlarının, bu arada hukukçular da dâhil, özellikle yükseköğrenimden geçenlerin bile, inanç ve düşünce özgürlükleri açısından 1930’ların dahi çok gerisine düşmeleri, benim açımdan hem çok acıydı, hem de ağlanası bir durumdu.

Kuşkusuz eğitim ve öğretimimiz açısından ise, hem de çok düşündürücüydü, bu durum.

Üstelik de bu kişilerin hemen hepsi, “Biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu ülkede padişahlığa yandaş olanlar bile bir parti kurabilsinler” (Soyak, Hasan Rıza, Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul, 2004, s. 61-62) diyen Atatürk’ün kırk yıl değil, günümüzü düşünürsek, altmış beş yıl gerisine düşmüşlerdi.  

Zira demokrasi bilincine sahip biri, elbette bir başkasına, “senin bunlara aklın ermezsen bunları bilemezsin” ya da “ben senden daha iyi düşünürüm, öyleyse düşünmeyi bırak, sadece beni dinle ve dediklerimi yap” deme hakkına dayanarak hiç kimseyi asla küçümseyemez, küçümsememesi gerekir.

Kuşkusuz bunları diyenler, hatta diyebilenler, aslında sadece kendilerinin doğru düşündüklerine inanan, başkalarını ise küçümseyen ve büyüklük hastalığına yakalanmış olan birer bencidirler (megaloman),  zavallıdırlar.

Bu kişilerin ise, demokrasinin en sıradan ilkesini, yani eşitlik ilkesini bile bildikleri elbette söylenemez.

Üstelik bunlar, yukarıdaki sözleri söyleyen Atatürk’ü de, aslında hiç, ama hiç anlamamışlardır. Ancak Atatürkçü görüşü tekellerine almakta çok ustadırlar.

İzninizle bu yazımı, bir yanlış Türkçeleştirmeye değinerek sonlandırmak istiyorum: Bu yanlış Türkçeleştirme “YARGITAY” terimidir.  

Bilindiği üzere “Danıştay” terimi, Osmanlı Türkçesinde Devlet Şurası (Almanca Staatsrat, Fransızca Conseil d’Etat, İngilizce Council of State, İspanyolca Consejo de Estado, Portekizce Conselho de Estado, İtalyanca Consiglio di Stato) olarak adlandırılmaktadır.

Dikkat edilirse, Anglo-Sakson hukuk terimi dâhil, burada ortak terim, “danışma”dır (conseil, council, consejo, conselho, consiglio). Dolayısıyla Devlet, bir hukuksal işlemi yaparken danışma kurulu olan Danıştay’ın görüşünü almakta; bireyler ise, Devlet’in yaptığı işlemleri yeniden gözden geçirmesi için gerektiğinde bu Kurul’a başvurmaktadır. Bu açıdan böyle bir organa Danışma Kurulu denmesi, kuşkusuz daha doğru olurdu. Ancak “Danıştay” terimine de, bütünüyle karşı çıkmamak gerekir.

Yargıtay” terimine gelince, bu terim, kuşkusuz Türkçedir. Tek özelliği de budur. Ancak anlam açısından yetersiz, hatta yanlıştır. Çünkü Yargıtay, Danıştay gibi bir danışma kurulu, hatta kurumu değil, her şeyden önce kendine özgü nitelikleri olan bir mahkemedir (Cour, F. ve İn, cour). Tartışılamaz özelliği ise, bütün Kara Avrupası ülkelerinde ve de bu ülkelerin hukukundan esinlenen ülkelerde, denetimini maddi, eylem açısından değil, yalnızca salt hukuk açısından yapan, ilk ya da istinaf mahkemesi kararları doğru ise, temyiz edilen kararı onaylayan değil, temyiz isteğini sadece reddetmekle yetinen bir mahkemedir. Özetle Yargıtay, kararı asla onaylayan bir mahkeme, bir merci değildir. Olamaz da. Zira özü açısından Yargıtay, bir yargılama, özellikle de asla ilk mahkemelerin yaptığı anlamda bir duruşma (tartışma) yapmamaktadır. Dolayısıyla bizim de içinde bulunduğumuz Kara Avrupası hukuk dizgesinde yanlış Türkçeyle bu mahkeme, Yargıtay değil, temyiz isteğini ya reddeden ya da sadece kararı bozan, dolayısıyla sadece bozma kararı verebilen bir mahkemedir. Bu nedenle özellikle Latince ana dilini benimsemiş olan, hatta İngilizce konuşan Batı ülkelerinde bile adı, “bozma mahkemesi”dir (A. Kassationsgerichtshof, F. Cour de Cassation, İ. Corte di Cassazione, İs. Tribunal de Casación, Pr. Tribunal de Cassação).

Bütün bunlar birlikte ele alındığında kanımca “danışma kurulu” olması gereken “danıştay” teriminin doğru,  buna karşılık “yargıtay” teriminin kesinlikle yanlış olduğu, doğru terimin Latince diline dayanan Kara Avrupası ülkelerinde görüldüğü üzere “Bozma Mahkemesi” olması gerektiği açıktır. 

Bir zamanlar, Kırşehir'in 35 kilometre doğusunda 15 km² alana sahip, denizden 1080 metre yükseklik, 10 km uzunluk ve 5 km genişlikteki 152.200 hektarlık ovada bulanan Seyfe Gölü, aslında doğanın canlılara, özellikle de insanlara unutulamaz bir armağanı, tektonik bir masal gölüydü. Burası aynı zamanda dünyada özellikle kuşakları azalan flamingolar başta olmak üzere çeşitli türden kuşların barındığı ya da konakladığı bir göldü de. Dili geçmiş zaman kullanıyorum. Çünkü bu gölü bizler, evet biz insanlar, günümüzde artık kurutmuş bulunuyoruz. Tıpkı olmazsa olmaz bütün ilkelerinden soyutlayıp kuruttuğumuz tartışma (duruşma) aşaması gibi. Bu yüzden ülkemizdeki bu aşama, artık doğru yargıların (hüküm) değil, tıpkı Seyfe gölü gibi kuru, çorak, kısaca hukuka aykırı yargılamaların kaynağı olup çıkmıştır.

İşte bütün bunları gözeterek daha önce yayımlanan “Ahlak ve Suç Hukuku” kitabımı şöyle bitirmiştim: “Her hukukçu, ahlak ve adaleti dayanan yasa üstü hukuka bağlı olmak zorundadır (…) Roma hukukundan bu yana hukuk ve devlet insan içindir (..) Dolayısıyla “hukuk, ahlaka dayanmak zorundadır.” (Ahlak ve Suç Hukuku, Ankara, 2023, 420, 421).

Elbette bunu yalnızca ben söylemiyorum. Ahlak ve ahlakı destekleyen İslam da böyle söylemektedir: “Tutarlı olmak istiyorsak Kur’an’ı, indiği ortamın ışığında yorumlamalı, görünüşte dinî, mezhebî, siyasal, etnik vb. kaygılarla lafızcı, işine gelen ve parça parça algılayıcı okuma ve yorumlama yöntemlerinden vazgeçmeliyiz. ‘Elçilerimizi açık kanıtlarla gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye yanlarında Kitabı ve mîzânı (hak ve adalet ölçütünü) indirdik’ (Hadîd 57/25) âyetini unutmayalım. Ancak böylelikle âdil ve dürüst birey, toplum ve yönetime ulaşabiliriz.  Gerçi ‘şûrâ’, ‘siyaset-i şer‘iyye’ gibi kamu hukukuyla ilgili bazı terimler üretilmiştir, İslam dünyasında da. Fakat fıkıhta ‘şûra, kamu hukuku meselelerinde ortak görüş sağlama; siyaset-i şer‘iyye, kamu otoritesinin özellikle kamu hukuku alanında dinin genel ilkelerine ters düşmeyecek düzenlemeler ve bu çerçevede uygulamalar yapma yetkisi”dir (Çağrıcı, Mustafa, Kur’an’ı Lafızcı Ve Parçacı Anlama, Bunun Günümüze Yansımaları, Karar, 16/07/2025).

Ancak ülkemizde hemen her gün yazılı ve görsel basın, bilindiği üzere, inanılamaz ve şerefleri örseleyici yolsuzluk haberleriyle doludur. Sanki yurdumuzda dünyanın en büyük hırsızları olan erkekler ile yine en büyük hırsızları olan kadınlar, evlenmişler ve birer bebekleri olmuş da, bu bebeklerin sağ ellerinin avuçları kapalıymış. İncitmeden bebeklerin avuçlarını açan ebeler, onların içlerinde kendi yüzüklerini bulmuşlar (Parlak, Mesut, Her Şey Pazara Düştü, Ampul Karardı, Sözcü, 11.8.2025).

İşte bütün bu yolsuzlukların doğru olup olmadığını dedikodulardan arındırılmış yargılamalarla, doğru duruşmalarla sonuçlandırmak zorundayız.

                                                       /././

Britanya'nın Türkiye Ticaret Elçisi Khan, KKTC ziyaretine gelen eleştiriler nedeniyle görevinden istifa etti.

Britanya'nın Türkiye Ticaret Elçisi Khan, KKTC ziyaretine gelen eleştiriler nedeniyle görevinden istifa etti

Britanya İşçi Partisi milletvekili Afzal Khan, geçen hafta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne (KKTC) yaptığı ziyaretin ardından gelen eleştiriler nedeniyle Britanya'nın Türkiye Ticaret Elçiliği'nden istifa etti. 

Manchester Rusholme Milletvekili Khan, geçen hafta KKTC lideri Ersin Tatar ile bir araya geldi. BBC'ye açıklamalarda bulunan Khan, seyahatin masraflarını kendisinin karşıladığını, yeğenini ziyaret ettiğini ve bir üniversiteden fahri derece aldığını söyledi. 

Britanya Başbakanı Keir Starmer'a istifa mektubu yazan Khan, “hükûmetin mümkün olan en iyi ticaret anlaşmalarını güvence altına almak için yaptığı sıkı çalışmanın dikkatini dağıtmamak için şu anda geri çekilmenin en iyisi” olduğunu söyledi. 

Ancak Khan, ziyaretinin “parlamento tatili sırasında kişisel bir sıfatla” gerçekleştiği ve ticaret elçiliği göreviyle “ilgisi olmadığı” konusunda ısrar etti. Ayrıca 20 İngiliz parlamenterin benzer eleştirilere maruz kalmadan Kuzey Kıbrıs'ı ziyaret ettiğine de işaret etti. 

Gölge Dışişleri Bakanı Wendy Morton istifayı memnuniyetle karşıladı ancak Starmer'ın Khan'ı daha önce görevden alması gerektiğini söyledi. Gölge Dışişleri Bakanı Dame Priti Patel de bu hafta başında milletvekilinin istifasını istemişti.

Birleşik Krallık'taki Kıbrıslıların Ulusal Federasyonu Başkanı Christos Karaolis, “işgal altındaki Kuzey Kıbrıs'a yaptığı son derece uygunsuz ve kabul edilemez ziyaretin ardından Khan'ın pozisyonunun açıkça savunulamaz olduğunu” savundu.

                                                           ***

TSK komuta kademesinde sürpriz istifa dilekçesi: 3. Ordu Komutanlığı’na atanan Orgeneral Kemal Yeni, emeklilik dilekçesi verdi

TSK komuta kademesinde sürpriz istifa dilekçesi: 3. Ordu Komutanlığı’na atanan Orgeneral Kemal Yeni, emeklilik dilekçesi verdi
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında çalışmalarını tamamlayan Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) kararlarıyla 3. Ordu Komutanlığı’na atanan Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Kemal Yeni’nin “emeklilik” dilekçesi verdiği öğrenildi. Orgeneral Yeni’nin dün itibarıyla emekli işlemlerinin başlatıldığı ifade edildi.(https://t24.com.tr/haber/tsk-komuta-kademesinde-surpriz-istifa-dilekcesi-3-ordu-komutanligi-na-atanan-orgeneral-kemal-yeni-emeklilik-dilekcesi-verdi,1255681)






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Ağustos 2025-

  İstanbul’da yeni yeşil alanlar: Millet Bahçeleri sosyal dönüşüm yaratıyor -Özge Naz Pala- Millet Bahçeleri, İstanbul’un, Avrupa ortalaması...